1950’DEN BU YANA TSK – ABD, TÜRKİYE – NATO SAVAŞI / MİTHAT AKAR

Üniversiteli Gençler Burada Yazıyor

1950’DEN BU YANA TSK – ABD, TÜRKİYE – NATO SAVAŞI / MİTHAT AKAR

İletigönderen mithat akar 1923 » Cum Haz 24, 2016 22:00

Olaylar ve Tarihleri ile Türk - Amerikan Savaşı


"Neden Bu NATO Karşıtlığı?" Diyenlere


Türk topraklarında ABD / AB veya genel olarak Batı emperyalizmine karşı olmak, 1960'lardan beri, Amerikancı / Batı'cı odaklar tarafından saldırıyla karşılık bulmuştur. Antiemperyalist temelde olan milli kuvvetler günümüzde de aynı nedenden ötürü, benzer söylemlerle saldırı altında bulunmaktadırlar. Dün ABD / NATO’ya karşı olanlar, “komünist” olmakla suçlanıyordu, şimdi ise “Avrasyacı”, “Rusçu” olmakla suçlanıyorlar.

Günümüzde hala kimileri NATO’da yer almamızın zorunlu bir tercih olduğuna, ABD’ye yakın politika izlemenin doğruluğuna inandırılmış; kimiler ise bilinçli bir algı yönetimi ile toplumu Amerikan kültürü ve politikasına göre dizayn etmeye çalışmaktadır.

NATO’YA VE BATI EMPERYALİZMİNE BAĞLANMAMIZIN YAPAY GEREKÇESİ

Türkiye'nin 1939'dan itibaren ABD'ye ekonomik olarak bağlanması ve bununla birlikte İngiltere ve Fransa ile kurulan Üçlü Bağlaşma ( İttifak ) anlaşmasının ileri sürülen nedenlerinden biri, "Sovyet Komünizmi" tehdidi idi. Dönemin siyasi erkinin Atatürk’ün ölümünden sonra, “Yeni Tanzimatçı” anlayışı, zaten Batı’ya bağlanmamız yönünde adım atmaya dünden hazırdı.

Zaman içerisinde, Sovyetlere karşı bizi koruyacağını iddia eden Batı emperyalizmi, Sovyet tehdidini gerekçe göstererek, Türkiye'yi kendisine adım adım tek yanlı olarak bağladı.

1939'da Dış Ticaret Anlaşması ile ekonomimizi teslim ettiğimiz Batı'ya, 1946'da çok partili hayata geçerek siyasal olarak da bağlandık. NATO'ya dahil olunca, Türk Devriminin temel gücü olan ordu da ABD merkezli bir askeri pakta bağlanmış oldu. Eğer Batı kampını temsil eden bu askeri pakta dahil olmasaydık, Türkiye'ye "komünizm gelecek" ti. Türk milletini, ikna etmenin temel gerekçesi, bu söylemdi.

Bizi tek yanlı olarak kendisine bağlayan Batı, önce milli savunmamızın en büyük atılımını temsil eden uçak fabrikalarını kapatarak işe başladı. "Biz, size daha ucuz maliyetle uçak satarız." dediler.


Batı’nın Müttefik Olma Zihniyeti:

“Türkiye’nin en iyi ihraç Malı Ordusudur” , “Bir Türk Askerinin Maliyeti 23 Sent”

Türkiye NATO'ya üye olabilmek için, Kore Savaşı'na dahil olduktan sonra, NATO bizi büyük bir iştahla kendi bünyesine aldı. Dönemin ABD Dış İşleri Bakanı Dulles, “Bir Türk askeri bize 23 sente mal oluyor” demişti. Türk Askerinin verdiği 767 şehit, 2111 gazi "müttefikimiz" olan ABD için 23 sentle ifade ediliyordu. 4.500 Türk askerinin maliyeti ‘1.035’ dolar ediyordu. Bu NATO’ya girebilmemizin bedeliydi.

Bu açıklamadan yıllar sonra, galiba 2001 ya da 2002'de ABD'li para spekülatörü ve Orta Asya ülkelerinde darbe yaptırmasıyla bilinen, ABD'nin örtülü operasyonlarının çoğunda görev alan, Geroge Soros, ABD'ye bağımlı “Açık Toplum Enstitüsü”'nde yaptığı bir konuşmada "Türkiye'nin en iyi ihraç malı ordusudur" demişti.


NATO ya da ABD için, Türk Ordusu ve Türkiye "müttefik" ya da "korunması gereken bir dost" değil, "Ordusunu, ABD'nin bölgesel çıkarları için ihraç edecek bir güç" olarak görüldü her zaman.

Peki, ABD ya da NATO bize yönelen tehditlere karşı bizi korudu mu ya da koruyor mu gerçekten? Veya eşit koşullarda bir karşılıklı ittifak söz konusu mu aramızda?

Müttefik En Az “Göz Hizamızda” Bir Seviyede Olmalı

Müttefik olmak, işbirliği yapan, aynı düşüncede olan, karşılıklı çıkar ilişkisi içerisinde ortak bir anlaşmaya varmış olan devlet / topluluk ya da güçler bileşkesinden oluşan ilişkiler bütününe verilen addır.

Yani müttefik olma durumu, belli bir stratejide, ortak bir amaç doğrultusunda, ortak paydalarda hareket eden, ortak çıkarlara dayalı kurulan eşit ve karşılıklı ilişkiler bütününden oluşur.

Peki, biz "En iyi ihraç malı olan" ve "23 sente mal olan" ordumuzu, ABD'nin Güney Asya'daki çıkarı için ortaya koyarken; "müttefiklerimiz" ne yaptı?

NATO Üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Karşı Yürütülen Operasyonlar

“Müttefikimiz “ olan ABD ve NATO ülkelerinin, bu zamana kadar bize nasıl” kol kanat gerdiğini” birlikte inceleyelim.

1962 sonbaharında Küba’ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına karşı. ABD bölgeye müdahale edeceğini açıkladı. SSCB Başkanı Khrushchev, ( Kruşçev ) 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde SSCB’nin de Küba’daki füzeleri sökeceğini bildirdi. ABD bir süre sonra, Rusya ile anlaşmış, Türkiye'nin fikri dahi alınmadan, Jüpiter füzeleri sökülmüştü. Türkiye, böylece tamamen savunmasız bırakılmıştır.

Johnson Mektubu : “Bizim Silahlarımızla, Bizden Onaylamadığımız Bir Askeri Harekat Düzenleyemezsin.”

1964'te Kıbrıs'ta, Yunanistan destekli EOKA çetesi, Kıbrıslı Türklere karşı sistematik katliamlar yapmaya başlar. Türkiye ise Kıbrıs'taki Yunan destekli bu katliama karşı askeri harekat kararı aldığını bildirir.

Yaşanan gelişmelerden rahatsızlık duyan ABD, bölgede çıkacak bir savaşı kendi stratejik çıkarlarına aykırı bulmaktaydı. Bu nedenle ABD devreye girme ihtiyacı duydu. Başkan Johnson tarafından imzalanan ve daha sonraları “Johnson Mektubu” olarak tarihe geçen ünlü mektup, dönemin Başbakanı İnönü’ye iletildi.

ABD kısaca, "Benim verdiğim silahlar ve sana sağladığım imkanlarla, benim denetimim dışında, benim stratejik dengelerimi sarsan bir askeri harekata girişemezsin. Bunun karşısında Türkiye'ye yönelik bir saldırıda NATO, Türkiye’yi savunma konusunda 'isteksiz' davranacaktır " diyordu. ( 5 Haziran 1964 )

Türkiye her şeye rağmen 10 yıl sonra, 1974’te, Kıbrıs’a başarılı bir askeri harekat düzenler ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin fiili kuruluş süreci başlar. Fakat “müttefikimiz” olan NATO üyesi ABD, bunun karşısında Türkiye’yi uzun süre zor durumda bırakacak bir ambargo süreci başlatır. Bununla da kalmaz, 1974 – 1980 arasındaki dönemde, Türkiye’de yaşanan toplumsal çatışma ortamında, açık – örtülü yüzlerce operasyon gerçekleştirir. Bu operasyonlar ( iç çatışma ortamı, suikastlar, kitlesel kıyımlar, mezhep çatışmasına dönük kışkırtmalar, bir çok örgüte verilen silah desteği v.b. ) 12 Eylül’ün koşullarını olgunlaştırır ve Türkiye’de “İtaatkar bir kuşak” yaratma amacına dönük askeri bir darbe gerçekleştirilir.


ABD’nin “Oğlanları” Başardı: 12 Eylül 1980

12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen darbe sonrası Türkiye milli ekonomiye dair temel direnme mevzilerini kaybeder, Batı’ya bağlanmayan kurumların büyük çoğunluğu Batı’ya bağlanır. 12 Eylül gecesi ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı Paul Henze, dönemin ABD Başkanı Carter’e büyük bir sevinçle “Bizim oğlanlar başardı” der.
ABD’nin “oğlanlarının” başarması, 1974 – 1980 arasındaki dönemde, 10.000 Türk gencinin ölümü sonucu, Türkiye’nin tamamen Batı emperyalizmine göre biçimlenmesine neden olacak bir askeri darbeydi.

ABD’nin Esas Müttefiki PKK, NATO Şemsiyesi İle Güçlendiriliyor

15 Ağustos 1984’te bölücü terör örgütü ilk terör eylemini gerçekleştirir.

1986’da manevra kabiliyeti daha esnek, hava hakimiyetinin daha kolay sağlandığı, dar geçitlere karşı daha rahat kullanımı olması ve iç güvenlik operasyonlarında daha verimli sonuçlar alınması gibi nedenlerden ötürü, dönemin Genel Kurmay Başkanlığı, Başbakan’dan 100 taarruz helikopterinden oluşan bir filo kurulması talebinde bulundu. Başbakan, bu filo için gerekli kaynağı sağladıysa da, ABD istenen tarihte bu helikopterleri bize satmamıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, ABD lehine ileride temel aktör olacak olan bölücü terör örgütünü etkisizleştirme amacına dönük hamlesi, böylece ilk kez açıktan engellenmiştir.

1986’dan sonraki süreçte, TSK’da, ABD’ye mesafeli ve tepkili davranan bir komuta kademesi oluşur 1990’da Özal’ın çağrısı ile ABD’nin Irak’ı ilk işgal girişimi sonucu, Irak’ın kuzeyinde oluşan ”Kontrolsüz Bölgede “ yerleşen PKK, İncirlik Üssü’nden kalkan uçaklarla NATO şemsiyesi altında beslenmiştir.

3 Aralık 1990’da ABD’nin bölgeye müdahalesi ve politik iktidarın TSK’nın iradesi dışında sürece dahil olması ile birlikte, dönemin Genel Kurmay Başkanı Org.Necip Torumtay "İnandığım prensiplerle ve devlet anlayışımla hizmete devamı mümkün görmediğim için istifa ediyorum" diyerek görevinden ayrılır. Türk Silahlı Kuvvetleri, ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşme ve Ortadoğu’yu şekillendirme planına karşı tepkisini açıktan dile getirmeye başlar. ABD, bu tepkinin farkındadır ve buna yönelik “önleyici” tedbir alması gerektiğine karar vermiştir.

ABD : “Geminizi Vurduk Özür Dileriz”

Resim

Ege Denizi'nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında 1 Ekim 1992'de USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden atılan 2 Sea Sparrow füzesi Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait Muavenet Zırhlısına isabet eder.
Bu olayda gemi komutanı Kurmay Yarbay Levent Kudret Güngör, Uçaksavar Yardımcı Subayı Teğmen Alper Tunga Akan, Telsiz Astsubayı Serkan Aktepe, İkmal Çavuşu Mustafa Kılıç ve Er Recep Atak hayatını şehit oldu, 22 asker de yaralandı. Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Lawrence Eagleburger haberi Washington Büyükelçisi Nüzhet Kandemir'e "Geminizi batırdık özür dileriz" diye iletti.
Askeri personellerimiz şehit olmuştu ve ABD aklımızla dalga geçer gibi “Geminizi batırdık, özür dileriz” demekle yetiniyordu.

ABD bu olayın kaza olduğunu açıkladı. Ancak kaza açıklaması "Saratoga mürettebatının iki atışının da tam isabet kaydetmesi; "Sea Sparrow" füzelerinin ateşlenebilmesi için 6 ayrı karara ihtiyaç olması, ayrıca bu işlemlerin ayrı ayrı odalarda bulunan personel tarafından yapılmakta olması" gibi belirleyici ve açık nedenler, bu olayın kaza olmadığının açık bir göstergesiydi.

“Müttefikimiz” Jandarma Genel Komutanımızı Şehit Ediyor

ABD’nin Ortadoğu üzerinden “Büyük” projeler geliştirmesi ve Irak’ın kuzeyinde Barzani ve bölücü terör örgütü PKK’ya verdiği lojistik – askeri destek, özellikle 1992’den sonra gizlenemez hale geldi. Bu durumu ilk tespit edenlerden biri Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis Paşa’ydı. Eşref Bitlis Irak’ın kuzeyinde konuşlanan ABD’ye bağlı Çekiç Güç kuvvetlerinin Türkiye’den ayrılması gerektiğini, ABD’nin aynı bölgede oluşturmaya çalıştığı Uydu Kürt Devleti’nin, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit edeceğini açıktan belirten komutanlardandı. Hatta bu açıktan tavrı dolayısıyla, dönemin hükümetine ABD tarafından birkaç kez şikayet edildiği bile söyleniyor. Eşref Bitlis Paşa dönemin Cumhurbaşkanına yazdığı bir mektupta "Sayın Cumhurbaşkanım, Zatı Aliniz bu olaya müdahil olmalı, aksi takdirde bölgede sonu alınamayacak ciddi risk ve tehditlerle karşı karşıya kalabiliriz." diyordu.

Eşref Bitlis Paşa 7 Şubat 1993 tarihinde İncirlik Üssü'nden kalkan ABD uçaklarının, PKK'ya yardım dağıttığı, açıklamasını yaptı. Bu açıklamadan 10 gün sonra 17 Şubat 1993 tarihinde içinde bulunduğu Beechcraft B200 King Air tipi uçağın düşürülmesi sonucu Eşref Bitlis ve beraberindeki emir subayı Albay Fahir Işık, uçağı kullanan Binbaşı Fahir Eliyar, Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve teknisyen Astsubay Başçavuş Emin Öner şehit oldular.
Resim


Türk Ordusu, kendisine ve Türk ulusunun egemenliğine yönelik Batı merkezli bu saldırıya karşı Mart 1995’te Çelik Harekatını başlatır. Türk Silahlı Kuvvetleri, ABD’nin egemenlik alanı olan Irak’ın kuzeyine girer. Bölgede 43 gün süren operasyonlara, TSK’ya bağlı 35. 000 personel katılır. Operasyon süresince Saddam Hüseyin’le ilan edilmemiş bir ittifak sağlanır. 43 gün süren operasyonda 600’e yakın terörist imha edilir.
Ancak operasyon kadar, operasyonun yarattığı etki de önemli. Foreign Affairs, Foreign Reports, Joint Forces Quarterly ve Meditarenean Quarterly gibi ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, CIA’nın ve Pentagon’un resmi ve yarı-resmi organları “Türk Generalleri Hizadan Çıktı.” , “Vietnam’dan Sonraki En Büyük Yenilgimizi Aldık.” şeklinde art arda açıklamalar yaparlar. Çünkü ABD’nin Irak üzerinden başlattığı, bölge ülkelerine dönük sınırları değiştirme projesi, sekteye uğramıştır. Operasyondan sonra ABD, bölgede bulunan istihbarat personelini geçici olarak geri çekmek zorunda kalır.

1998 – 2002 arasındaki dönem, TSK’nın ABD ve NATO’ya en mesafeli olduğu, hatta ABD ve NATO’nun bölgesel planlarına karşı en net duruşu sergilediği dönemdir.

Bu dönemde TSK ana hatlarıyla şu temel çizgide strateji belirlemişti:
- ABD’nin Ortadoğu’daki varlığı, bölgede istikrarsızlığa neden olacaktır.
- Irak’ın kuzeyinde kurulacak Kukla Kürt Devleti, bizim için savaş nedenidir.
- Bize rağmen, Irak’ta bir Kürt devleti kurulamaz.
- Türkiye Batı’ya mecbur ve mahkum değildir. Yüzümüzü İran, Rusya merkezinde Asya’ya dönmeliyiz.
- İrtica gerektiğinde silah zoru ile ezilecektir.


1995 – 1999 arasında, bölücü terör örgütüne karşı verilen askeri mücadele büyük oranda sonuç verir. Ancak 2002’den sonra politik iktidara ABD’ye uyumlu bir odağın yerleştirilmesi ve ABD’nin Irak’ı işgali ile yeni bir süreç başlar.
ABD’nin Türkiye’yi İşgal Tatbikatı

Bu dönemde 2002 yılında gözden kaçan ya da gözlerden kaçırılan bir tatbikat yapıldı. ABD’nin Millennium Challenge-2002 ( Bin Yılın Meydan Okuması – 2002 ) adını verdikleri tatbikattaki senaryo şöyledir:
Hedef ülke, bazı denizyollarını kontrol etmektedir. ( Türkiye’deki boğazlar ve Karadeniz aklınıza gelsin. )

Bir ada ülkesiyle şiddetli sorunları vardır. ( Yunanistan’la en çok sorun yaşayan kim? )

Bu ülkede çok büyük bir deprem olur. sivil hükümet depremle mücadele edemez ve kaos durumunda ordu duruma el koyar. ( 1999’da gerçekleşen Marmara Depremi )

Uluslararası yardım çağrısı yapılır. ABD yardımlarının kendi askerleri tarafından yapılmasını şart koyar. Böylece ülkeye girmekte olan ABD askerlerinin miktar ve faaliyetlerinden kuşkulanan hedef ülke ordusuyla ABD ordusu arasında savaş çıkar ve ülke 96 saat içinde işgal edilir... ( Türkiye’de Seferberlik süresi 96 saattir. )

1 Mart 2003 Tezkeresinin reddedilmesinden sonra, ABD, Irak işgalinde kuzeyden bir koridor açamaz. 1991’den beri yapısal bir sorun yaşadığı Türk Ordusunu “hizaya sokmak” ve yeniden denetimine almak için, 4 Temmuz’da bilinen o “çuval” olayı gerçekleşir.
AKP’nin desteği ve TSK’nın başında bulunan kişinin göz yumması ile Irak’ın kuzeyinde bulunan Türk Özel Timi bölgeden çekilmek zorunda kalır.
Aynı dönem içerisinde, ABD Büyük Ortadoğu Projesi adını verdiği planını açıklar.
Büyük Ortadoğu Projesi ile ilgili en çarpıcı açıklama ABD’nin güvenlikten sorumlu danışmanı (Eski Dışişleri Bakanı) Condoleezza Rice’ın 7 Ağustos.2003 tarihli Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir.

“Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Rice bu yazısında Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştır.

ABD Büyük Ortadoğu Projesi ile 7 hedefe ulaşmak istemektedir.

1- ABD bu proje ile kendisine rakip olabilecek muhtemel bir gücün oluşmasını engellemek istemektedir.

2- ABD bu proje ile rakipsiz askeri gücü teknolojik imkanı ile Ortadoğu bölgesini kontrol sevdasındadır.

3- Amerika bu proje ile Ortadoğu bölgesinde bulunan petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde denetimini sağlamak istemektedir.

4- ABD bu proje ile ayrıca İsrail’in emniyetini sağlama amacını gütmektedir.

5- Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bu kaynaklardan uzak tutmak istemektedir.

6- Ortadoğu Bölgesinde bulunan tüm petrol ve doğalgaz yataklarına serbestçe ve korkusuzca ulaşmayı hedeflemektedir.

7- Onlara göre var olan ve İslâmî terör diye adlandırılan görünüşteki terörü önlemektir.

Nitekim, “bize rağmen” Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti adım adım gözlerimizin önünde kurulmaktadır. Üstelik bu çadır devleti ilk tanıyan, AKP iktidarı olmuştur.

2003’ten sonra ABD Irak’a tamamen yerleşmişti. Ancak BOP hedefinde açıklanan 1. Maddenin hayata geçirilmesi gerekiyordu. Yani “ABD bu proje ile kendisine rakip olabilecek muhtemel bir gücün oluşmasını engellemek istemektedir.” maddesi.

ABD emperyalizminin bunun için de hazırladığı bir reçete vardı.

Yıl 2007:David Philips'in Yol Haritası

15 Ekim 2007'de David Philips yayınladığı Türkiye Raporu'nun “PKK’nın Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” başlıklı kısmında bugünlere yönelik tehdit niteliğinde bir yol haritası çizmişti.

Bu rapora göre :

- “Sorun”un “çözüm”ü için muhatap belirlenmeli, ABD de bu muhatapları üst düzeyde kabul etmeliydi.

- PKK’lıların “af”fı için yasal düzenleme yapılmalıydı.

- Türkiye Barzani’yle her alanda işbirliğine gitmeli ve Kerkük’ün “Kürdistan” a katılımına rıza göstermeliydi.

- Ordu “demokratikleştirilmeli” idi.

- Sivil bir “anayasa” yapılmalıydı.

- TCK’nın 301. Maddesi kaldırılmalıydı.

- Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmalıydı.

Bu raporun hazırlanmasından sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı başlatılan Ergenekon, Balyoz, Atabeyler gibi operasyonların hazırlandığı merkez ve içinde bulunduğumuz dönemde hazırlanmak istenen “Türk’ün olmadığı bir Anayasa” modelinin planlandığı merkezi belirtmemize gerek var mı sizce?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD’nin bölgesel planlarına karşı bir mukavemet gücü olmaktan çıkarılması ile beraber, ABD’nin bölgesel planlarının önünü açacak önerme de CIA’nın psikolojik savaş elemanlarından ve algı operasyonlarının mimarlarından olan Prof. Dr. Vamık Volkan’dan geliyordu.

Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde yer alan ABD’ye mesafeli, milli stratejiden yana tavır alan komutanların Hasdal ve Silivri Zindanlarına atılmasından sonra, ABD’nin temel aktörü olan PKK’nın etkinleştirilmesine gelmişti sıra.

Prof. Dr. Vamık David Volkan’ın Ekopolitik Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Derneği adına hazırladığı ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sunduğu 71 maddelik raporunun “mesajı” Phillips’in verdiği mesajla aynıydı.
Volkan, Türk milletine aşağıda yazılan, dayatmalarda bulunuyordu.

- Türklük kavramı yerine Türkiyelilik kavramının kullanılmasını.

- Siirt ve Mardin’e Kürtçe eğitim veren üniversite kurulmasını.

- Özerklik sisteminin de artık tartışılır hale getirilmesini.

- Ana dilde eğitim için düzenlemeler yapılmasını.

- Anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesini…

- Sınır ötesi operasyon ve bombalamaların durdurulmasını…

- Örgüt propagandası ve toplantılara muhalefet dolayısıyla 7-8 yıldır devam eden davalar konusunda hızla adım atılmasını.

- Anayasada, kanunlarda ve diğer mevzuatta Türklüğü ön plana çıkaran, üst kimlik olarak vurgulayan hükümlerin ivedi olarak düzeltilmesi, çıkartılmasını.

- Dağlara, taşlara yazılan “Ne mutlu Türk’üm diyene” yazısının silinmesini.

- Andımızın kaldırılmasını.

- YAŞ kararı ile terfi ettirilemeyen askerlerin yanında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da suça karışmış asker ve polislerin de görevden alınmasını.

- Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmasını.

- Coğrafi isimlerin değişmesini öneriyordu.


Nasıl, günümüze “ışık” tutuyor değil mi?

“Günümüz” demişken. Bu yazının yazıldığı tarihten birkaç gün önce, Bolu’da 10. Yıl Marşı’na karşı duyulan rahatsızlığın nasıl saldırganca dile getirildiği… Bunun öncesine Andımız’ın neden kaldırıldığı, “Türk milliyetçiliğini ayaklar altına aldık.” söyleminin merkezini, yakın tarihlerde, şimdiki Cumhurbaşkanı’nın “Türkiyelilik üst kimliği” gibi ucube bir kavramı kullanırken hangi merkezlerden yönlendirildiğini de daha net anlamış oluyoruz artık.

“Bunlar Geçmişte Kaldı Canım!” Diyenlere

Hala NATO ya da NATO’nun Amiral Gemisi olan ABD’yi “zorunlu da olsa müttefik” olarak gören kimi aymazlar, Suriye’nin kuzeyinde konuşlanan ABD Özel Kuvvetleri’ne bağlı askeri personelin kollarındaki YPG / PYD simgeli yapıştırmalara bakabilirler.

Türk topraklarında İskenderun’dan Hakkari’ya kadar olan sınır hattında, Meclis kararı olmadan yerleşebilecek olan NATO’ya bağlı yabancı ülke askerleri, “bizi korumak” kaygısı ile mi, yoksa Suriye ve Irak’ı kapsayan “Kürt Kuşağı”nı, olası bir dış müdahaleye karşı korumak için mi konuşlanmak istiyor sizce?

ABD’nin, NATO kalkanıyla bölgeyi şekillendirirken, komşu ülkelerle bizi dolaylı ve sürece yayılmış bir savaşa sokmasına karşı, ABD’nin değirmenine su taşıyanlara ne demeli?

Ya da “Siz de hep ABD ve Batı’yı görüyorsunuz, Rusya ve Çin’i neden göz önünde bulundurmuyorsunuz? Yoksa siz, Esadcı, Rusçu, Çinci misiniz?” diyen aklı evelere ne denecek?

Ülkemizde konuşlu olan 53 NATO üssünden 23’üne doğrudan ABD hakim.
Resim

Yukarıda tarih tarih belirttiğimiz gibi, Türkiye’ye ve Türk Ordusu’na karşı açık / örtülü operasyonların tamamı Batı merkezli olarak şekillenen operasyonlar.

Ekonomik, ticari, siyasi ve kültürel olarak bizi kendisine tek yanlı bağlayan ABD ve Batı dünyasıdır.

Medyayı kontrol eden, milli eğitimi “milli” olmaktan çıkaran; Ulus Devlet yapımıza karşı açıktan savaş ilan eden, Lozan’dan bu yana Atatürk’e ve Türk tarihine küfreden bir Batı var karşımızda.

Defalarca yazdım, ama yine belirteyim. NATO’ya dahil olan ülkelerden, Almanya hariç, hemen hepsi Sevr’in altına imza atan ülkeler. Sevr’e imza at(a)mayan Almanya ise son olarak Sözde Ermeni Soykırımını onayladı.
Ve üstelik, “müttefikimiz” ABD hala Lozan’ı tanımayan devletlerden biri. Lozan’ı tanımayan bir devletin, hala Türk topraklarının tamamen ele geçirilmesi yönelik şekillenen, Sevr planına göre hareket ettiğini belirtmemizin önünde hiçbir engel yok.
Eğer yukarıda saydığımız koşulları yaratan Rusya, Çin ya da başka bir devlet olsa idi, ele aldığım yazının konusu, “Türk – ABD”, “TSK – NATO” ilişkisi ya da savaşı değil; “Türk – Rus”, “Türkiye – Çin” ilişkisi ya da savaşı olurdu.

Batı’nın aklına uyup, düşman ilan ettiğimiz devletlerin toprak bütünlüğünü tehdit eden kuvvetle, bizim toprak bütünlüğümüze göz diken kuvvet aynı.

“Komşuların hiç mi suçu yok? “ Diyenlere.

Tabi ki onlar da sütten çıkmış ak kaşık değiller.

“Devletlerin arasında aşk yaşanmaz.” 1982’den 1999’a kadar Suriye’nin, 1984’ten 1991’e kadar Rusya’nın bölücü örgüte verdiği desteği kimse inkar edemez.
Ancak 1999’dan günümüze bölgesel ve uluslararası dengeler büyük oranda değişmiş, dün SEVR’e imza atan bugünün NATO ülkeleri, bu kez SEVR’i, telaffuzu daha ince, kibar, yumuşatılmış hali ile ve bizi rahatsız etmeyecek biçimde, yeniden dillendirmeye başlamışlardır.

Bu kez tehdidin kaynağı, bölge ülkelerinin tamamı için aynı: NATO ve ABD.

ABD’nin tehdit algısı, Ulus Devletler ya da bağımsızlık eğilimi olan devletler iken; temel müttefiki bölgedeki terör örgütleri ve sonradan olma devletlerdir.

Bizim için temel tehdit algısı ise ABD’nin müttefik olarak gördüğü bölücü terör örgütleri ve sonradan olma devletler olmalı. Yani ABD’nin müttefikleri, aslında bizim on yıllardır mücadele ettiğimiz güçlerin ta kendisidir.

Bazen “küreselleşme”, bazen “diktatörü devirip, demokrasi inşa etme”, bazen “insan hakları ihlali var müdahale edilmeli” söylemleri ile devletlerin toprak bütünlüğü ortadan kaldırılıyor. Kimi zaman daha cüretkar olup, “Türkiye’nin de dahil olduğu 22 ülkenin sınırlarını değiştireceğiz” diyorlar.

Şimdi sınırlarına göz dikilen ülkelerin bir araya gelme zamanı. Kendisine sanal düşmanlar yaratıp, başkalarının planlarına ve çıkarlarına göre hareket edenler, en başta Türk milletinin egemenlik ve toprak bütünlüğüne kast etmektedirler.

Kıbrıs, Yunanistan, Irak, Suriye ve nihayetinde Diyarbakır, Şırnak, Hakkari ve hatta Ankara, İstanbul, Gaziantep üzerinden Türk’ün varlığına son vermek isteyen Batılı yabancı güçlere karşı, milli bağımsızlığımızı ve milli egemenliğimizi temin edecek ittifak potansiyeli nerede ise oraya yönelmeliyiz. Bu ittifak kuvvetinin, 11.000 Km. uzakta olan ABD ya da Sözde Soykırımı tanıyan, bölücü terör örgütünü himaye eden devletler olmadığı kesin.

En başta kendi milli gücümüze, genetik hafızamıza, kendi tarihimize güvenerek hareket etmeli, planlarımızı kendimize göre yapmalıyız.

Başkalarının kavramlarıyla düşünenlerin, düşünceleri de kendilerine ait değildir. Dolayısıyla başkalarının tehdit algısı, bizim için aynı tehdidi içermeyebilir.

Org. Yaşar Büyükanıt Genelkurmay İkinci Başkanı olduğu dönemde “Küreselleşme ve Uluslar arası Güvenlik” başlıklı bir sempozyumda yaptığı konuşmada “Gövde bize ait, ama başkaların kafası ile düşünüyoruz.” diyerek, aslında Milli Strateji ve tehdit algısı konularında yapısal bir bunalım içerisinde olduğumuzu ortaya koymuştu. (29-30 Mayıs 2003 günlerinde İstanbul’daki Harp Akademileri'nde Genelkurmay Stratejik Araştırma ve Etüd Merkezi (SAREM)’deki yapmış olduğu konuşma )


“NATO’ya ve ABD’ye Karşısınız, Peki Rusya ve Çin’e Ne kadar Karşısınız “ Diyenlere

Kime müttefik denir? Ya da kimler müttefik olabilir?
Eğer bir ülkenin milli menfaatine olan durum, karşısındaki ülkeye de aynı ya da yakın ölçüde milli menfaat sağlıyorsa; bu ülkelerin devlet veya devletlerinin müttefik olmaması için bir neden yoktur.

Ancak bir ülkenin menfaatine olan durum, başka bir ülkenin milli egemenlik, milli güvenlik, milli bağımsızlık gibi temel var oluş nedenlerine zarar veriyorsa; bu ülkelerin devlet ya da devletlerinin müttefik olması beklenemez.

Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde ve sonrasında ilan edilen Cumhuriyet döneminde Atatürk tam da bu mantıkla hareket etmişti. Bu yüzden yaşadığı dönem boyunca hiçbir Batılı devletle ittifak kurmadı.

Ancak aynı Atatürk Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya arasında devam eden görüşmeler sonucunda Balkan Antantı Anlaşmasının imzalanmasını sağladı (9 Şubat 1934).

Bununla da kalınmadı. 8 Temmuz 1937’de İran, Irak ve Afganistan’la Sadabat Paktı imzalandı.

Sovyetlerle 1920’de başlayan ilişkilerimiz ise 1920’den itibaren Dostluk ve İşbirliği Anlaşması merkezinde gelişme gösteriyordu. İngiltere’ye yaklaştığımız 1939’a kadar da aynı içerikte devam etti.

Şimdi önümüze bir harita koyup, Atatürk’ün pakt, Antant kurduğu ve işbirliği geliştirdiği ülkeleri göz önüne getirelim.

Aynı haritaya bir daha bakıp, bir de şimdi hangi ülkelerle düşmanlık derecesinde ilişkilerimiz bulunuyor; onu göz önüne getirelim.

Sanırım başka da söze gerek yok. Eğer hala NATO’ya ve ABD’ye karşı çıkanları “Rusçuluk” , “Çincilik” ile suçlayanlar varsa cevap verelim. Atatürk, Rusya ve çevre ülkelere ne kadar yakınsa; biz de o kadar yakınız. Ancak Atatürk Batı emperyalizmine ne kadar düşmansa, bizi suçlayan odaklar da o kadar Batı emperyalizmine o kadar yakınlar.

Resim


https://www.facebook.com/profile.php?id=100006232153226

Mithat Akar – Gaziantep
Kullanıcı küçük betizi
mithat akar 1923
Üye
Üye
 
İletiler: 298
Kayıt: Çrş Ağu 28, 2013 16:18

Şu dizine dön: Gençlik Diyor ki

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x