27 Mayıs Devrimi’nin Getirdiği Değerlere Sahip Çıkalım…

27 Mayıs Devrimi’nin Getirdiği Değerlere Sahip Çıkalım…

İletigönderen faruk haksal » Cum May 27, 2011 12:34

Bir insanın siyasi düşüncesinin esasını [yönünü ve düzeyini] saptayabilmek için en önemli kıstaslardan birisidir 27 Mayıs 1960 tarihi…
Çünkü 1960 askeri hareketi bir “devrim”dir…
1950 ile başlayan karşı devrim hareketi ve ABD’nin egemenliği altına girme süreci 1960 Devrimi ile [bir süre için de olsa] duraklatılabilmiştir…
1960 Devrimi dünyanın en çağdaş anayasalarından birisi olan 1961 Anayasası’nı bu ülkeye kazandırmıştır.
1961 Anayasası bu ülkeye hukuk devleti ilkesini getirmiştir.
Anayasa Mahkemesi’ni getirmiştir.
“İdarenin her türlü eylem işleminin yargı denetimine tabi olması” ilkesini getirmiştir.
İşçi haklarını savunmanın demokratik bir eylem olduğu düşüncesini getirmiştir.
Aydınlanma bayrağının yerlerde sürünmesine karşı durmuş, karşı koymuştur.
Ve [kişisel olarak söylemek gerekirse] bu satırları yazan kişinin, uygar ve bilinçli bir insan olma imkânının önündeki kapıları aralamıştır…
Çünkü 27 Mayıs Devrimi gerçek demokrasiye, hangi yönü izleyerek ve hangi yoldan ulaşılabileceğimiz konusunda düşünmemizi sağlamıştır.
Çünkü 27 Mayıs Devrimi, çağdaş uygarlığın ancak, bilim, akılcı dünya görüşü ve rasyonel düşünce sistemi içinde emek harcayarak yakalanabileceğini bizlere öğretmiştir.
Çünkü 27 Mayıs Devrimi, gerici feodal üretim tarzı ve onun kültürel uzantılarından kurtulmamızın yolunu aydınlatmıştır.
27 Mayıs 1960’ı anlamak, 27 Mayıs 2011 günü ona saldıranların vasıf, nitelik ve cibilliyetlerini teşhis etmekten geçer…
Kimlerdir 27 Mayıs Devrimi’ne saldıranlar?..
Ve ona saldırılırken başvurulan söylem nedir?
Benimsedikleri stratejinin esasında 12 Eylül ile 27 Mayıs arasında bir köprü kurmak ve bu birbirinden taban tabana zıt iki hareketi “askeri cunta” adı altında benzeştirerek, ortak bir paydada toplamaktır!..
Oysa, 27 Mayıs İhtilali, Mustafa Kemal Paşa’nın önderlik ettiği Anadolu İhtilali’ni yıkmak için girişilen “karşı devrim”e son vermek üzere başvurulmuş devrimci bir harekettir…
Bu devrimci hareketin arkasında büyük bir halk desteği ve ilerici yönde sosyal bir patlama vardır.
Hedef, yok edilmek istenen demokrasinin yeniden ve daha ileri bir düzeyde ve tüm uygar müesseseleri ile birlikte yeniden tesisidir.
Sosyal bir Hukuk Devleti’nin kurulması mücadelesine yeni bir harç koymaktır.
12 Eylül askeri darbesinin temel amacı ise, 27 Mayıs’ın kazanımlarını ortadan kaldırmak ve gelişen toplumsal muhalefetin belini kırmaktır…
Birincisinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni “çağdaş uygarlık düzeyi”ne yükseltme hedefinin ileri bir adımı; diğerinde ise, çağdaş toplum olma yolunda ilerleyen bir ulusa, dış kaynaklı stratejiler eşliğinde çelme takma atılımı mevcuttur.
27 Mayıs ihtilali, ilerici Atatürkçü toplum öncülerinin Cumhuriyet Devrimleri’ni yeniden inşa etme enerjisinden kaynaklanmakta; 12 Eylül ise, ABD yetkililerinin “Our Boys [bizim oğlanlar]” olarak isimlendirdiği güdümlü bir kadronun yönetiminden oluşmaktadır.
Bugünün Türkiye’sinde sap ile samanı birbirinden ayırt etmek, önümüzü görmemize ve günümüzü aydınlatmamıza neden olacaktır.
Önümüzü görmek ve günümüzü aydınlatmak ise, bugün her şeyden çok ihtiyacımız olan bir bilinçlilik halidir…
Bugünün Türk insanı 27 Mayıs Devrimi’nin getirdiği değerlere sahip çıkmalıdır…
Çünkü bu değerler, çağdaş uygarlık düzeyinin hayata geçirilmesinin somut örnekleridir.
Çünkü bu değerler, Atatürk Devrimleri’nin bugüne kadar ulaşan değerli bir emanetidir…

soruyusormak@gmail.com

LÜTFEN “TIK”LAYINIZ:
http://www.soruyusormak.com
http://www.dnm-ler.com
http://www.kitlecizgisi.com
Faruk Haksal
Kullanıcı küçük betizi
faruk haksal
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 344
Kayıt: Pzt May 24, 2010 10:01

Re: 27 Mayıs Devrimi’nin Getirdiği Değerlere Sahip Çıkalım…

İletigönderen yaşar ali avcu » Pzt May 30, 2011 14:05

27 MAYIS; DEVRİMCİ GELENEKLİ ORDU GENÇLİĞİ’NİN “ANAYASA VE HUKUK DIŞI TUTUM VE DAVRANIŞLARIYLA MEŞRULUĞUNU KAYBETMİŞ BİR İKTİDARA KARŞI DİRENME HAKKINI KULLANARAK” GERÇEKLEŞTİRDİĞİ POLİTİK BİR DEVRİMDİR

27 Mayıs Devriminin Ulusumuza kazandırdığı 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde şu yazılıdır:
“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…” diye devam eder.
Bir hareketin ilerici ya da devrimci mi yoksa gerici ya da karşıdevrimci mi olduğunu anlamak için şu ölçütlere başvururuz:
1- O hareket toplumu ileri mi götürüyor? Toplumun gelişmesinin, ilerlemesinin önündeki engelleri, setleri, zincirleri mi ortadan kaldırıyor? Böylece toplumun ilerlemesini mi sağlıyor? Toplumu bir üst toplum biçimine mi taşıyor? Yoksa toplumun gelişmesinin önünü mü tıkıyor? Toplumun önüne duvar mı örüyor? Hatta toplumu daha geri bir konağa mı taşıyor? Ona mı çalışıyor?
2- Halktan mı yana yoksa egemen-sömürücü Parababaları sınıfından mı yana?
Toplumun gelişmesinin önünü açan ya da toplumu daha ileri bir toplum biçimine sıçratan hareketler aynı zamanda halktan yana olan hareketlerdir. Biz bunlara ilerici, devrimci hareketler deriz. Bu hareketler ezilen, sömürülen sınıflardan yanadırlar. Onların çıkarınadırlar. Tabiî aynı zamanda da sömürücü üst sınıfların ve zümrelerin zararınadırlar.
Bu hareketler sadece kısmi iyileştirmeler getirirlerse biz bunlara Reform deriz.
Sadece üstyapıda halktan yana köklü değişikler, olumluluklar getirirlerse bunlara Politik Devrim deriz.
Ekonomik altyapıyı da temelinden değiştirerek toplumu daha ileri bir üretim biçimine sıçratırlarsa bunlara Sosyal Devrim deriz. Bu Sosyal Devrimler toplumu tepeden tırnağa olumlu, ileri yönde temelden değiştirirler.
27 Mayıs Hareketine bu kriterler ışığında bakarsak, bunların terazisine vurursak Hareketi, bunun ekonomik altyapıyı değiştirmemekle birlikte, üstyapıda çok önemli, halktan yana değişiklikler yaptığını görürüz.En somut belgesi, 27 Mayıs ya da 1961 Anayasası’dır. Bugün namuslu her aydın kabul etmektedir ki; bu Anayasa, Türkiye Tarihinin tanıklık ettiği en ileri Anayasadır. Zaten bu net gerçeği, 12 Eylül Faşist Darbesinin Amerikancı, Halk düşmanı generallerinin şefi Kenan Evren de şu cümlelerle açıkça dile getirmiştir:
“27 Mayıs Anayasası bize bol geliyordu. Onun içinde oynayıp duruyorduk. Onun için biz bu Anayasayı, daraltacağız.”
12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini, CIA’nın “Bizim Oğlanlar” dediği Amerikancı zalim generaller, emir komuta zinciri içinde yapmıştır. Oysa 27 Mayıs Politik Devrimi’ni Ordunun, kökeni Osmanlı’nın kuruluşuna dayanan-Osmanlı’yı kuran Kayı Türklerinin içinden çıkıp geldiği “İlkel Sosyalist Toplum Konağına” dayanan, Devrimci Gelenekli Genç Subaylar, Sivil Aydın Gençliğimizle ve İlmiye sınıfımızla elele vererek yapmıştır.
Yurdumuzda insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı devlet ve toplum düzenini engellemek isteyen, özgürlük düşmanı gerici ve baskıcılar, gözleri kestiğinde “ulusal egemenlik” ilkesini küfür ya da aldatmaca olarak niteleyip açıkça demokrasi düşmanlığı yapmışlar, gözleri kesmediğinde ise ulusal egemenliği basit bir “oy çokluğu” anlayışına indirgeyerek, ‘seçimlerde çoğunluk oyunu alan bir siyasal kadronun istediği her şeyi yapabilmesi’ diye tanımlayıp içini boşaltmaya kalkışmışlardır. Bunun için de, demokrasi düşmanı tutumlarını açığa çıkaracak olan “baskıcı, meşruluğunu yitiren bir yönetime karşı her yurttaşın direnme hakkı”nın ulusal egemenlik düzeninin ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğine gözlerini, beyinlerini, kalemlerini, mikrofon ve ekranlarını sıkı sıkıya kapata gelmişlerdir. Bu nedenle 27 Mayıs 1960 politik devrimini eleştirirlerken, ne “baskıcı yönetime karşı yurttaşın başkaldırma” hakkına, ne de 27 Mayıs’ın üst yapıdaki politik devrim yaptığının göstergesi olan 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkının kullanıldığını” belirten cümleye tek sözcükle bile değinmeğe yürekleri yetmemektedir.
AKP’nin de yaptığı budur. Yıllar yılı “Demokrasi Hıristiyan düzenidir; küfür düzenidir; yıkılmalıdır” dedikten sonra, Atlantik ötesi ve AB’den aldıkları işaret üzerine bir sabah birden bire “Biz değiştik; demokrasi karşıtı gömleğimizi çıkardık” demeğe koyuldular. Ama ulusal egemenliği basit bir oyçok luğu uygulamasına indirgemek üzere bunu yaptılar.
Tıpkı 1924’te, Ulusumuza demokrasiyi layık görmeyip Saltanat ve Hilafetin sürmesini isteyen ağababalarının (antika Tefeci-Bezirgan sınıfı) bu çağdışı baskıcı kurumların kadırılmasına engel olamayınca Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurarken yaptıkları gibi..Yani ulusal egemenlik ve Cumhuriyet karşıtlarının yaptığı gibi, bugün de yandaş basın ve yayın araçları, kiralık kalemler, bilim ahlakından yoksun bazı akademisyenler 27 Mayıs’ın yıldönümlerinde, bu politik devrim niteliğindeki askeri müdaheleyi “darbe” diye göstermeye çabalar ve ordu düşmanlığı, Mustafa Kemal düşmanlığı yaparlarken, demokrasi kültürünün, hukuka bağlı yönetim düzeninin, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesinin temel bir gereği olan ve 1961 Anayasasının başlangıç bölümünde yer alan “Baskıcı yönetime karşı direnme ve başkaldırma” hakkından hiç söz etmezler.
27 Mayıs’ın 51. yıldönümünde de yine böyle davranacakları belli idi ve böyle de davrandılar. Demokrat Parti yönetiminin ne basın özgürlüğü ne üniversite özerkliği ne yargıç güvencesi ne grev hakkı ne gezi özgürlüğü tanımadığına, “Muhalefeti karınca gibi ezmek” ten, “İstenirse halifelik ve saltanatın bile geri getirilebileceğinden” söz ettiğini, örgütlü muhalefeti ortadan kaldırmak üzere hem polis, hem savcı, hem de yargıç yetkileriyle donatılmış 14 DP’li milletvekilinden kurulu bir “Tahkikat Komisyonu” kurdurduğunu, basına sansür uygulamaya başladığını hiç dile getirmiyorlar.
Onlara meydanı boş bırakmamak, 27 Mayıs’ın 51. yıldönümünde de çığırtkanca laf kalabalığı ile yurttaşların “ulusal egemenlik” kavramını doğru anlamasını engellemelerine fırsat vermemek gerekir. “Baskıcı Yönetime Karşı Direnme” hakkının, ulusal egemenlik ilkesinin özünde bulunduğunu, Batılı ülkelerin faşist ve emperyalist diktaları ve onların yol açtığı dünya savaşları yıkımını yaşadıktan sonra, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde bu hakka yer verdiklerini her yurttaşın bilgisine ulaştırmak gerekir.
Bu yıldönümünde Mustafa Kemal’in de, demokrasiye olan dürüst bağlılığı ile bu hakkı daha 1919’dan başlayarak görüp gösterdiğini, Amasya Genelgesi’ndeki “Ulusun geleceğini yine ulusun azim ve kararının kurtaracağı” ilkesinin bunu anlattığını, bu ilkenin gereği olarak Saltanat-Hilafet baskıcılığına ve keyfiliğine karşı tüm ulusu ayaklandırdığını anlatmak gerekir.
27 Mayısın bu 51. yıldönümünde;
Birinci Kuvayimilliye’nin kazanımlarından olan Cumhuriyet’in temel niteliklerini ortadan kaldırmaya yönelik bir Anayasa değişikliğinin de halkoyuna sunulmak istendiği bu ortamda, Cumhuriyet Anayasası’nın değiştirilmesinin önerilmesi bile yasak olan ve “Kuvayimilliye Devrimi İlkeleri” olarak bilinen maddelerinin de, doğrudan doğruya ulusal egemenlik ilkesinin basit bir ‘oyçokluğu’ demagojisine indirgenmesini engellemek ve temel insan hak ve özgürlüklerini (laiklik bu hakların en önemlilerindendir.) güvence altında bulundurmak için zorunlu olduğunu her yurttaşın anlamasını sağlamaya çalışmak gerekir.
Bu amaçla her ortamdan yararlanarak yüksek sesle anlatmak gerekir ki, “ulusal egemenlik ilkesi, her bireyin doğuştan, vazgeçilmez ve devredilmez olarak, inanç, soy, cinsiyet, toplumsal konum, sınıf, meslek ayrımı gözetilmeksizin eşit olarak sahip olduğu insan hak ve özgürlükleri çiğnememek koşuluyla, bir halkın yönetimi özgür oyçokluğu yoluyla yürütmesi” demektir.
27 Mayıs’ın yıldönümünde, bu hakların herhangi birinin özünü çiğneyici bir yasal düzenlemenin önerilmesinin bile ulusal egemenlik ilkesine aykırı olduğunu ve buna kalkışan her siyasal örgütün meşruluğunu yitireceğini anlatmak gerekir.
Örneğin
“Yargı bağımsız olsun mu olmasın mı?”
“Kadınlarla erkekler, şu ya da bu din ve mezhepten olanlar, şu ya da bu etnik kökenden olanlar toplum yaşamında eşit hak ve özgürlüklere sahip olsunlar mı, olmasınlar mı?”
“Okullarda öğrencilere özgürlük ve bilimsellik düşüncesi mi, bir inanç ya da doktrinin eğitimi mi yapılsın?”
“Kamu yöneticileri her yurttaşa eşit hizmet verecek biçimde mi yetiştirilip atansın, yoksa bir siyasal ya da dinsel ideolojinin buyruğuna bağımlı mı kılınsın?”, … diye halk oylamaları yapmayı önermek bile aynı nedenlerle demokraside meşruluk dışı bir girişimdir.
Mustafa Kemal’in 1924’te Konya’da gençlere ulusal egemenlik konusunda yaptığı çağrıyı bütün yurttaşların bilgisine ulaştırmak da çok yerinde olur:

" … bayağı ve alçakça aldatmalarla hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini araç yapacak ölçüde alçalan yalandan ve inançsız bilginler, tarihte her zaman rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve hep cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi tutkularına araç yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca sanlı hainler hep bu sona düşmüşlerdir. .... Artık bu ulusun ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeğe katlanma gücü ve olanağı yoktur. .... Eğer onlara karşı benim kişisel tutumumu öğrenmek isterseniz, derim ki, ben bir kişi olarak onların düşmanıyım; onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel inancıma değil, o adım benim ulusumun yaşamıyla ilgili, o adım ulusumun yaşamına karşı bir kasıt, o adım ulusumun yüreğine gönderilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı düşüncedeki arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir.
Kuşku yok ki arkadaşlar, ulus birçok özveri, birçok kan karşılığında en sonunda elde ettiği yaşam ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir…
Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim: bir varsayım olarak, bunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler, yine öldürürüm!"
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, ulusal egemenliğe yönelecek saldırıları önlemeyi öncelikle Hükümet, Meclis, bağımsız yargı, gibi. Anayasa’yı ve yasaları uygulayacak kurum ve organlardan beklemektedir. Bunlar arasında ulusun bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de son kertede Cumhuriyeti koruma ve kollama ödevi olması doğaldır.
Bundan yalnız, ‘Benim partime oy vermeyenler patates dinindendir’,
‘Milli Görüş iktidarına geçiş bakalım kanlı mı, yoksa kansız mı olacak!’,
‘Millet istemiyorsa laiklik elbette yıkılacak’ diyen Cumhuriyet, yani demokrasi düşmanları gocunur.
Ama bu kurum ve organlar bu en temel ödevlerini yerine getirmez, dahası onların kimileri ulusal egemenlik ilkesini çiğnemeye kalkışacak olurlarsa, Cumhuriyet yine sahipsiz kalmayacaktır. Cumhuriyet’in Türk Geçliğine emanet edilmesi, baskı yönetimlerine karşı direnme hakkını kullanarak ulusal egemenlik düzenini koruması ve işletmesi içindir
Türkiye’de demokrasinin sağlıklı doğduğunu söylemesi için insanın ülke gerçeklerinden tümden habersiz olmaları gerekir. Türkiye’de parlamenter demokrasi, insanların ortak istemleri, dolayısıyla bu istemlerden kaynaklanan toplumsal mücadeleler sonucu değil, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ‘Soğuk Savaş’ koşullarında ABD’nin de dayatmasıyla, tek parti rejiminin merkez gücü olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ‘icazeti’ ile parti örgütünde ve devlet katında üst düzey görevlerde bulunmuş CHP milletvekilleri Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın girişimleriyle kurulan Demokrat Parti ile 1946 yılında hayata geçmiştir. Liderlerinin, partinin kuruluş döneminde ve iktidarının ilk aylarındaki söylemlerinin, CHP’nin tek parti rejiminin baskıcı yöntem ve uygulamalarından bunalan ve demokratik bir çıkış yolu arayan sol çevrelere de çekici geldiği bir gerçektir.
Bu dönemde, örneğin, sosyalist Zekeriya ve Sabiha Sertel’ler DP’yi desteklemişler, 1946 seçimlerinde sosyalist Mehmet Ali Aybar Bursa’da DP listesinin üçüncü sırasında bağımsız milletvekili adayı olmuş, Türkiye Sosyalist Partisi kurucusu Esat Adil Müstecaplıoğlu’ya da milletvekili adaylığı önerilmişti.
Fakat; TBMM’de Başbakan Adnan Menderes, kendisine bir soru yönelten CHP milletvekili Sadri Maksudi Arsel’e şu yanıtı verecektir: “Sayın hocam, müsterih olmanızı rica ederim. Irkçılığı biz solculuk gibi mutlaka mücadele edilip kökünden sökülüp atılması lazım gelen bir mesele, bir cereyan olarak kabul ediyor değiliz. Nihayet ırkçılık, bir fikrin, hissin dalaleti olabilir. Fakat solculuk böyle değildir. Biz solculuğu bugün memleketin aleyhine ve zararına çalışan kuvvetlerin ajanı olma manasına alıyoruz. Bunu bir fikir ve his kabul etmekten uzağız.”
Türkiye’de, “Demokrasiyi kuracağız” diye yola çıkanların sınıfsal kökenlerinin kafa yapısı budur. Bu kafada, ‘1952 Komünist Tevkifatı’na da, devlet eliyle düzenlenen ‘6-7 Eylül 1955 ırkçı yağma harekâtı’na da yer varken, demokratikleşme açılımlarına zerre kadar yer yoktur. 1940’ların, 1950’lerin ‘devlet eliyle bürokratik faşizm’i açısından Cumhuriyet Halk Partisi ne ise Demokrat Parti de odur. DP kazandığı 1957 seçimleriyle birlikte hızlı düşüşe geçmiştir. Düşüşünün başlıca nedeni, ilk iktidara geçtiği 1950 yılından itibaren topluma verdiği hiçbir sözü yerine getirmemiş olmasıdır. TBMM’deki ilk icraatı Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’nı kaldırmak olmuştur. Buna rağmen kırsal kesim, siyasal hayattan silinene kadar DP’nin oy deposu olarak kalmıştır. Bunda, -ezanı yeniden Arapçalaştırmak, yasaklanan tarikatlara yol açmak gibi- din’i siyasete bir araç olarak kullanmasının önemli payı vardır.
27 Ekim 1957 günü yapılan genel seçimlerde Gaziantep’te oy sandıklarının DP’liler tarafından yakılması,
1959 Mayıs’ında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün Uşak’ta başının bir DP’li tarafından atılan taşla yaralanması, aynı yılın 5 Mayıs’ında Yeşilköy Havaalanı’ndan İstanbul’a gitmekte olan İsmet İnönü’nün DP’li kalabalıklar tarafından yolunun kesilerek ölüm tehlikesi geçirmesi, 5 Nisan 1960 günü Kayseri’ye gitmekte olan İsmet İnönü’nün treninin durdurulmasını ve benzer birçok olay gibi.
DP İktidarı; 1950'de Meclis kararı bile almadan Kore'ye ABD'li generaller komutasına asker gönderme kararı aldı ve gönderdi. 1350 civarında vatan evladı o antikomünist savaşta ABD'nin çıkarları için hayatını kaybetti.
1952'de Türkiye'yi NATO'ya sokarak Türk Ordusu'nu yine bu antikomünist savaş için kurulmuş bulunan askeri örgüte ve yine ABD'li generallerin komutasına verdi...
Yine ABD'nin emirleri doğrultusunda ve onun emperyalist çıkarları için, Sovyetler Birliği'ni güneyden kuşatma projesinin bir parçası olan ''Bağdat Paktı''nın (1955) ve Irak’ın çekilmesinden sonra “CENTO”nun kuruluşunda etkin rol oynadı.
Bağımsızlık savaşı veren Cezayir'e karşı sömürgeci Fransa'nın yanında yer aldı, Birleşmiş Milletler'de.
Yine AB-ABD'nin emirleri doğrultusunda ''Bağlantısızlar Hareketi''ni sabote etmeye çalıştı, Asya ve Afrika ülkelerinin örgütlediği Bandung Konferansı'nda, 1955'te. Süveyş Kanalı'nı millileştirmek isteyen Mısır'a karşı Batılı AB-ABD emperyalistlerinin yanında yer aldı.
Ekonomiyi çukura sokunca, Türk parasını yüzde 320 oranında devalüe etti. Kitlelerin hoşnutsuzluğunun giderek artması üzerine faşist saldırılarını, baskılarını iyice şiddetlendirdi.
Hikmet Kıvılcımlı önderliğindeki Vatan Partisi'nin -Gerçek TKP'nin son legal çıkışıydı- yöneticilerini bir gece ansızın derdest ederek Harbiye Zindanı'na tıktı. Bu zindan hücrelerinde, gün ışığı göstermeden iki yıl tuttu. Zaten 1951'de TKP'nin bir diğer kadrosunu zindanlara doldurmuştu.
Parababalarının sömürüsü ve talanları akıl almaz boyutlara ulaştı.
27 Mayıs’a giden süreçte Vatan Cephesi komedyası da etkili olmuştur…
''Vatan Cephesi'' adlı uyduruk bir sözde ''cephe'' kurarak yandaşlarını oraya geçmeye, orada örgütlenmeye çağırdı. O yıllarda, devlet radyosu, haber bültenleri sonrasında ya da bültenlerin ardından, ''Bugün Vatan Cephesi'ne geçenler'' başlığı altında yüzlerce isim sayardı. O günün namuslu aydınlarının yaptığı araştırmaya göre, o sayılan isimlerin bir bölümünün hayali olduğu, bir bölümünün de mezar taşlarının üzerinde, ruhuna fatiha okunması istenen isimlerden oluştuğunu ortaya koymuştu...(Bakınız Axis 200 Büyük ansiklopedi, Cilt 12, Doğan Kitap)
Fakat açık bir diktatörlük kurumu olan Tahkikat Encümeni’nin kurulmasıyla birlikte İsmet İnönü’ye verilen ‘TBMM’nin 12 oturumuna katılmama cezası’, Ankara’da Ulus gazetesi ve Akis dergisinin, İstanbul’da Vatan, Akşam, Yeni Sabah ve Dünya gazeteleriyle Kim dergisinin, İzmir’de Demokrat İzmir ve Sabah Postası gazetelerinin kapatılarak sorumlu yazı işleri müdürleriyle gazetecilerin tutuklanmaları bardağı taşıran son damlalar olmuştu. Artık ne parlamenter demokrasiden ne de basın özgürlüğünden söz etmek olasıydı. Toplumun sabrı sonunda taşmış, 28/29 Nisan 1960 günlerinde Ankara ve İstanbul’da sokağa çıkan on binlerce öğrenciye geniş halk yığınları da katılmış, Türkiye kanlı bir çatışmasının eşiğine getirilmişti. 27 Mayıs 1960 müdahalesi kâğıt üzerinde de olsa parlamenter demokrasinin ortadan kaldırıldığı koşullarda gerçekleşmiştir. Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışları ile meşruluğunu yitirmiş bir iktidara karşı direnme hakkı kullanılarak 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi gerçekleştirilmişti. 27 Mayıs 1960 sabahı ve sonrasında sevinç gözyaşları içinde, coşkuyla sokağa dökülen halkımızın, baskıcı yönetimden kurtulmanın mutluluğu içinde günlerce gösterilerde bulunması, 27 Mayıs’ın halk tabanındaki desteğinin en belirgin kanıtıdır. 27 Mayıs sabahı radyoyu dinleyen halkımız, kısa bir süre sonra, sokaktaki askerlerle sarmaş dolaş olmuşlardı. Askeri araçların üzerine ellerinde bayraklarla gençler doluşmuştu. İnsanlar sokaklarda birbirileriyle kucaklaşıyordu. Bu görüntüler acı ve sıkıntılarının sona ereceğine inanan insanların kendiliğinden gelişen sevinç gösterileriydi.
27 Mayıs’ın ürünü olan 61 Anayasası’nın çalışmalarına katkı vermek üzere İstanbul’dan gelen yedi profesörün hazırladığı bildiride, siyasal yaşamda hep anımsanması gereken şu tümce yer almıştır: “Bir devlette, hükümet ve onu oluşturan siyasi iktidar, hukuka, adalete, ahlaka ve bütün halkın menfaatine dayanmalıdır.” 27 Mayıs’ın amacı şöyledir; “insan hak ve özgürlüklerini, ulusal dayanışmayı, toplumsal adaleti, bireyin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve güvence altına almayı olanaklı kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuksal ve sosyal temelleriyle kurmak.”
27 Mayıs Politik Devriminde, Devrimci, özgürlükçü, aydınlanmacı, ilerici ve çağdaş atılımlar yapılmış ve kurumlar oluşturulmuştur. 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Dünyanın en ileri ve çağdaş anayasalarından olan 1961 Anayasası, insan hakları ve temel hak ve özgürlüklere üstün değer vererek, sosyal hukuk devleti ilkesini benimsemiştir. Bu çağdaş anayasanın, sosyal hukuk devleti içeriği, kişi hak ve özgürlüklerine ve toplumsal adalete dayalı niteliği daha sonraki yıllarda toplumsal, siyasal ve ekonomik yapıda geliştirilen köklü oluşumların dayanağı olmuştur. Demokratik yaşam yeni boyutlara ulaşmıştır. Basın ve düşünce özgürlüğü, toplumsal uyanışı hızlandırmıştır. Ülke sorunlarının açığa çıkarılıp eleştirilmesi, çözüm yollarının araştırılması yeni kuşakları bilinçlendirmiştir. Topluma dinamizm gelmiş ve böylece toplumun siyasal ve kültürel açıdan önünün açılmasını sağlanmıştır. Sosyalizm serbest bırakıldı. Suç olmaktan çıkartıldı. Hatta 27 Mayıs’ın lideri sevimli, babacan, asker babası Cemal Ağa yani Cemal Gürsel, 27 Mayıs’tan 32 gün sonra (29 Haziran 1960’ta)gazetecilere şöyle bir açıklama yapar: “Bir Sosyalist Parti’nin lüzumuna inanıyorum. Memlekette meselelerin halline yardımcı olacağını tahmin ediyorum.”
27 Mayıs, Sosyalizmi özgür kıldı… Sosyalist düşünce ve örgütlenmeyi… 1963’te Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. Marksist klasikler Türkçeye çevrildi, geniş kitlelerce okundu, benimsendi… Sosyalist Gençlik, sosyalist aydınlar, işçiler yetişti. Sosyalist Güçler hızla gelişmeye başladı… 1963’te yeni demokrat bir İş Kanunu, buna uygun Grev ve Toplu Sözleşme Kanunları kabul edildi. Gerçek Sınıf Sendikacılığının yolu açıldı. İşçi Sınıfımız örgütlenme ve hak arama özgürlüğüne kavuştu. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kuruldu. Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu. Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu kuruldu. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kuruldu. Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumları kuruldu. Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası’yla demokratik ve adil bir seçim sistemi uygulamaya konulmuştur. Yüksek Hakimler Kurulu kurulmuş, bağımsız yargı ve hakim güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, idare işlemlerine yargı yolu açılmış, emeğin kutsal değeri öne çıkarılarak, grev ve toplusözleşme hakkı kurumlaştırılmıştır. Basın-Fikir İşçileri Yasası’yla özgür basına ve özgür düşünceye güvence sağlanmış, TRT’ye özerklik sağlanmıştır. Üniversite 115 sayılı yasayla tam anlamıyla özerk yapılmış ve üniversite özerkliği 1961 Anayasası’na güvence olarak konulmuştur. İlköğretim ve Eğitim Yasası’yla yirmi yıl içinde binlerce ilkokul yapılmış, öğretmen yetiştirilmiştir. Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası’yla yirmi yılda az gelişmiş yörelerden başlanarak binlerce sağlık ocağı kurulmuştur. Gelir Vergisi Yasası’yla yeni düzenlemeler yapılarak, devlet gelirini arttırıcı önlemler alınmıştır. 17 aylık Milli Birlik Komitesi döneminde oluşturulan kurum ve kuruluşların, sağlanan etkinliklerin ve 1961 Anayasası’nın topluma, demokratik rejime ve ülke yönetimine sağladığı olumlu kazanımların, aradan geçen elli yıla karşın hala sürmesi ve yaşaması, 27 Mayıs Politik Devrimi’nin tarihimizdeki onurlu yerini almasının kanıtıdır. 27 Mayıs’ın aydınlığını anlamak için, Anadolu’da başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, Mustafa Kemal ve devrimlerini, tam bağımsızlığı, antiemperyalizmi ve ulusallığı özümsemek gerekir. Bunları özümsemeden, 27 Mayıs’ın aydınlığını anlamak olanaksızdır. Türkiye siyasi tarihinde 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin değerini bilmemek, havadaki oksijenin değerini bilmemeye benzer. Seçimle gelen siyasi iktidarın demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleşen 27 Mayıs 1960 ihtilali, ortaçağ karanlığına doğru yol aldığımız bu günlerde, oluşumu ile siyasilerin belleklerinde bulunmalı ve gereken derslerin çıkartılmasına katkı sağlamalıdır. Yoksa 27 Mayıs Politik Devrimi’ni karalayarak, hem kendileri için, hem de ülkemiz için karanlık sonuçlara ulaşılabileceği göz önünde tutulmalıdır. Tarihte ışıltılı yerini alan 27 Mayıs Politik Devrimi’ni karalamaya, emperyalist uşakların ve işbirlikçilerinin güçleri yetmeyecektir. 51. yılında hala 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’nin değerini anlayamayanlar ya da hiçbir şeyin farkında olmayan yüzeyseller, gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içine düşmeden uyanmalıdırlar, uyanmak zorundadırlar. Geçmişten alınacak derslerle, güzel ve aydınlık günlere doğru bilinçlenerek, Halk Kurtuluş Cephesinde örgütlenmeliyiz.
27 Mayıs, Birinci Kuvayimilliye'nin, 12 Mart ve 12 Eylül Mandacılığın devamıdır!..
27 Mayıs Politik Devrimi,12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle, akla kara, gündüzle gece, yerle gök, iyiyle kötü ve hayatla ölüm gibi zıttır-karşıttır. 27 Mayıs Politik Devrimi'yle bu CIA yapımı faşist darbeleri aynı kefeye koyanlar, ya gafildir ya hain!
27 Mayıs Politik Devrimini 12 Mart ve 12 Eylül ile birlikte aynı kategoriye getirip darbe benzetmesi yapmak bu nedenle oldukça traji komik bir benzetmedir, ama ille de bir benzerlik aranıyorsa, bu benzerlik 25 Nisan 1974 günü Portekiz’de, genç subaylar tarafından gerçekleştirilen ve ülkede demokrasinin yollarını açan ‘Karanfil Devrimi’ ile kurulabilir.


HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
SEYDİŞEHİR TEŞKİLATI
Kullanıcı küçük betizi
yaşar ali avcu
Üye
Üye
 
İletiler: 3
Kayıt: Cum May 27, 2011 15:45


Şu dizine dön: Faruk HAKSAL

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x