AB’DE SONA DOĞRU

AB’DE SONA DOĞRU

İletigönderen Habip Hamza Erdem » Pzr Oca 03, 2016 18:11

AB’DE SONA DOĞRU
80’li yılların başı idi.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden bir prof (Adı Süleyman’dı) ve bir doçent dr (Adı İbrahim’di), inan olsun, ikisinin de soyadlarını unuttum.
AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) diyen araştırma görevlisini azarlıyorlardı :
AT efendim AT.
Yani (Avrupa Topluluğu).
Aradan bir 17 yıl geçti, Lizbon Sözleşmesiyle AT, « sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ve en büyük toplumsal kaynaşmayı, dünyanın en dinamik ve yarışmacı (rekabetçi) ekonomisiyle başarmayı » stratejik bir hedef olarak belirledi.
Bu stratejistler öyle sıradan ya da ‘değeri kendinden menkul’ Strateji Ensitüsü üyeleri değil, Marcel Gauchet gibi ‘saygın solcu ve Jürgen Habermas gibi ‘saygın sağcı’( !), hatırı sayılır düşünürlerin beğenisini kazanmış ‘Avrupalı Stratejistler’ idiler.
Avrupa başta olmak üzere, dünya genelinde ‘Uluslarüstü demokratik yönetim’ (gouvernance démocratique supranationale)’e geçliyor ve Devlet Baba (Etat-Providence) ya da kimi zaman denildiği gibi Gönenç Devleti (Welfare State) artık dünya geneli için tasarlanıyordu.
Devlet-Uluslar’a gerek kalmayacaktı.
Hem NATO ‘konsept’ değiştirecek ve hem de bir Avrupa Ordusu kurulacaktı.
Öyle ki, kimilerinin anlamsız bir deyişle ‘Soğuk Savaşın Sonu’ dedikleri, ama özünde Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın sonu demek olan, 1990’lardan sonra, yani 1992 yılında, Almanya ve Fransa başta olmak üzere bugün 14 Devlet’in katılımıyla bir ‘Askerî Güç’ yaratılması kararlaştırılıyordu.
Geçerken anımsatmakta yarar olabilir; ‘soğuk savaş’ı önce ‘yumuşama’ ve sonra da ‘yöneşim’ (convergence) dönemleri izlemiştir.
Zaten ‘Sovyetler Birliği’nin yıkılması da bu ‘yöneşim’ sürecinin sonucunda gelmiştir.
Kapitalizme yönele yönele yeniden kurulma (perestroyka) aşamasına geçilmiştir.
Elliyüzaltışbin Bir
Çaresi yok yineleyeceğim.
Avrupa Birliği ya da genel olarak Batı dillerinde, ‘Devlet’ yerine çoğunlukla ‘Ulus’ (nation) terimi kullanılmakta olup, bu terim Türkçe’ye ya ‘Ülke’ ya da ‘Ulus Devlet’ diye çevrilir.
Oysa, kullanıldığı biçimiyle, bu terimin ‘Ulus’la uzaktan yakından bir ilişiği yoktur.
Tam tersine, sözkonusu ülke halklarının da karşı oldukları, ama yine de ‘seçmek’ zorunda kaldıkları, uluslararsı stratejist ya da uluslarüstü bürokratların egemen olduğu bir ‘Devlet’tir sözkonusu edilen.
O nedenle, bu devletlerin yöneticileri, ‘Siyasal Sınıf’ yani ‘Classe Politique’ diye çağrılırlar.
Başında, önünde ya da arkasında ‘sağcı, solcu, merkez’ gibi tamlamalar olsa da, onlar hep birbirlerini tamamlamaktadırlar.
Bir başka abartılı nokta da, onların ‘seçim’lerinin çook ‘demokratik’ olduğu söylentisidir.
Bizim yarı-aydın, boş entetellektüellerimizin ballandıra ballandıra anlattıkları ‘Batı Demokrasisi’ de o’dur.
Oysa, diyelim Türkiye’dekine oranla, onların çook ‘ileri’ oldukları yönler olduğu gibi, kavram olarak ‘demokrasi’den ‘çook uzak’ olduğu yönleri de vardır.
Konuyu dağıtmadan, ‘nation’ terimine dönülecek olursa, bunun kişinin ‘keyf’ine göre, ‘ülke’, ‘ulus’, ‘ulus devlet’ diye çavrilmesi ‘baştan aşağı’ yanlıştır.
En kapsayıcı terim ‘Devlet’ olup, sözgelimi Avrupa Ordusu’nun çekirdeğini oluşturan ‘devlet’ler de, Almanya, Belçika, İspanya, Fransa ve Luxembourg Devletleridir.
Parantezi kaparken, Luxembourg’un neresi ‘ülke’, neyi ‘ulus’ ve ne kadarı Devlet’tir diye sorup, ilgilileri az da olsa ‘düşünme’ye çağırabiliriz.
Anayasal Yurtseverlik ve Yurttaşlık
Yukarıda Habermas’ı ‘saygın sağcı’ diye nitelendirirken, onun yine Türkçeye yanlış bir biçimde ‘Anayasal Yurttaşlık’ diye çevrilen ‘Anayasal Yurtseverlik’ (patriotisme constitutionnel) kavramına gönderme yapmak istedik.
Habermas, bu kavramla ‘yurtseverliği’ Devlet-Ulus’tan koparmayı tasarlamaktadır.
Bir Alman’ın ‘Alman olmakla övünebilmesi’ için, nazizmi yerebilmesi ve ‘demokratik kurumları’nı öne çıkarması gerekmektedir.
Nazizm ki, bu bakışa göre, ‘Devlet-Ulus’un yüceltilmesi sonucu doğmuştur.
Nazizm denildiğinde ilk akla gelen de ‘soykırım’ değil midir?
Her ne kadar (Raul Hilberg, Christopher Browning, Hans Mommsen, Martin Broszat, Zygmunt Bauman gibi) ‘işlevselci’ tarihçiler, Yahudi Soykırımı’nın, savaşın zorunluklarından doğduğunu ileri sürüyorlarsa da, (Andreas Hillgruber, Karl Dietrich Bracher, Klaus Hildebrand, Eberhard Jäckel, Richard Breitman, Lucy Dawidowicz gibi) ‘yönelmişlikçi’ (intentionnaliste) tarihçiler de, soykırımın ‘kasıtlı’ olduğunu ileri sürmüşlerdi.
Jürgen Habermas da ‘kasıtçı’ları destekleyenler arasındadır.
İşte, gerek Avrupa ve gerekse Avrupalıyı taklitten öteye gidemeyen Türk entellektüellerinin solculuğu, ve bu bağlamda sahte-solculuğu bu kaynaktan beslenmektedir.
Ulusalcılık da, Devlet-Ulusu yücelttiği oranda ‘gerici, faşist, nazi’ ve dolayısıyla ‘sağcı’ bir düşünce akımı olmaktadır.
Oysa, bize göre sağcılık, din ve imanla ilgili olmaktan ayrı olarak, Habermas türü ‘kültürel azınlıklar’ı yurttaşlığın önüne koymaktan başkası değildir.
Anayasal ya da değil, bir ‘yurt’ belirlenmişse ve daha doğrusu bir coğrafya belli bir halk tarafından yurt olarak ‘bellenmişse’ orada öncelik ‘yurttaşlık’tadır.
Demokrasi ve hele uluslarüstü stratejistlerin biçtiği ‘Avrupa Demokrasisi’ sonradan gelebilir.
Gelmese de olabilir; çünkü ‘Doğrudan demokrasi’ İsviçre’deki gibi değil de ‘pastoral’ olabilir.
Kaldı ki, İsviçre’nin Avrupa Birliği’ne girmeyişinde o ‘doğrudan demokrasi’nin payının gözardı edilmemesi gerekmektedir.

Birliği birlik yapan ekonomi midir?
Yukarıda adı geçen ve geçmeyen ‘İktisat Fakültesi’ öğretim üyeleri, AET’nin ‘ekonomi’sini atıp AT olmasıyla, ‘yurttaşlık’larının gidici olacağına bile seviniyorlardı.
Şimdilerde, AT’tan da geri dönülüyor olmasıyla, AT’tan küçük olan her ne ise, adını siz söyleyin, onların yurttaşlıklarına kavuşacaklarına da biz sevinebiliriz.
Gerçekten de, bu Avrupa Birliği ‘sevdalıları’nın ‘Devlet-Ulus’ları kaldırıp, bir ‘Avrupa Yurttaşlığı’ yaratma stratejisinin uygulanabilmesi için, önce ‘maddi temel’i oluşturmaları gerekiyordu.
Bu da Avrupa Para Birimiyle taçlandırılmış oldu: Euro
Ardından Avrupa Merkez Bankası da kurulacaktı, vb ve vb’ler.
Ancak 2008 Bunalımı, dünya ekonomisini öyle bir vurdu ki, bugün bile Euro Bölgesi ekonomilerinden hiçbiri, Yurtiçi Hasılalarında 2007 düzeylerini tutturamaz oldular.
Geçerken anımsatmakta yarar olabilir: Bunalım ve ‘bilinçli borçlandırma’ sonucu AB üyesi Yunanistan’da Euro’dan ‘çıkma’ niyetleri dillendirilir oldu.
Seçimle gelmiş bir hükûmetin ekonomi bakanı, üstüne üstlük, salt ekonomik alandaki konuları ayrı bir ‘halkoylaması’na sunduğu halde, Fransa’nın seçilmemiş bir bakan eskisi Bernard Kouchner tarafından ve hem de kendi uzmanlık alanı olmadığı halde, “Yunanistan’da Bakan olmakla birşey olmaz, bu herif haddini bilecek” diyebilmiştir.
Sağ ya da sol demeden, her hükûmete ‘Dış İşleri Bakanı’ olabilen, bu bakan eskisinin, Fransa’da kullandığı özel arabasıyla trafik kurallarını çiğnediği gibi, uluslararası ilişkilerde de diplomatik ilişkileri çiğneyerek Türkiye’deki yıkıcı Kürt hareketini desteklediği bilinmektedir.
Salt bu iki somut örnek bile, Avrupa’da bir ‘Politik Sınıf’ın varlığını kanıtlamaya yeter.
Ve ‘Ekonomi’, sözkonusu ‘politik sınıf’ ve çoğu kez onların ‘uluslarüstü’ bürokratik görevler üstlenmesi sonucu, ‘kendi kurallarına’ göre işlemez konuma düşürülmektedir.
Özünde burjuvaların çıkarlarının kollamaya yönelik ‘ilke’ler arayan ‘klasik ekonomi politik’, gelinen aşamada, kraldan çok kralcı denilebilecek, yeni tür ‘usluslarüstü bürokratik stratejistler’ elinde, ne ulus, ne ülke ne devlet tanımaz, ama daha önemlisi ne de ‘ekonomi’nin tanımadığı ‘kararlar’ konumuna getirilmiştir.
Ekonominin zıvanası
Kimi zaman televizyonlarda izlediğimiz, iktisat profesörlerinin, hâlâ FED faizi yükselttiği için dünya ekonomisinin canlanacağını söylemeleri, AT’tan küçük ne ise onları anımsatmaktadır.
Oysa ekonomi politik, dünya ekonomisinin canlanabilmesi için yenileri yapılsın diye eskilerin yıkılması ve bu yıkımın, tank ve topla yapılması zorunluluğunu söylemektedir.
AB ya da Euro bölgesinde, tank ve topla yıkım aşamasına gelinceye değin ise buralarda tank ve top (ya da füze-müze her ne ise o) üretimine yönelinmesini gerektirmektedir.
Muğlak bir tanım olan ‘üretim ekonomisi’ ise, neyin ne zaman nerede ne ile ve kim için olmak üzere, gelişigüzel bir adlandırmayla ‘üçnbirzvebirk’ politikalarıyla, ya da kısaca ‘plan’la sürdürülebilecek bir ekonomidir.
Demek ki, hiçbir uluslarüstü ekonomist-stratejistin aklına gelmeyen ve ekonomiyi zıvanasına oturtan ‘ekonomik planlama’dan başkası değildir.
Brüksel’de oturup, Hakkari’deki çobanın ‘akıllı telefon’a gereksinmesi olup olmadığını planlamak da denilebilir.
Ne ki, birincisi ‘ulusal’ ikincisi ‘uluslarüstü’ bir planlama olmaktadır.
Borçlanma mı borçlandırma mı?
ABD’nin ikinci başkanı John Adams, “ Bir ülkeyi fethetmek ya da köleleştirmenin iki yolu var, demektedir, biri silah diğeri borçlandırma”.
Söylenilen bu sözün ikinci bölümünün birinci bölümüne baskın gelmesi için demek ki tam iki yüzyıl geçmesi gerekiyormuş.
Ve bugün ülkelerin borçlanmasından çok ‘borçlandırılma’ları sözkonusudur.
Tam da bu nedenle, 2000’li yıllarda 10 Milyar dolar için IMF kapılarını aşındıran Türkiye gibi bir ülkede, bu rakam, şimdilerde, sıradan bir ‘net hata ve noksan’ kalemi konumuna düşmüş bulunmaktadır.
AB içinde bu borçlandırma süreci Yunanistan başta olmak üzere, sırasıyla İspanya, Portekiz ve İtalya’da daha büyük olumsuzlukların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Almanya Euro bölgesi ortalamasının iki katı oranında bir gönenç artışı yaşarken, İtalya 1999 yılı düzeyini tutturamamıştır.
Bugün AB ülkelerinde 50 milyona yakın işsiz bulunmakta olup, bu bir yandan toplumsal işbölümündeki ‘usdışılık’a işaret ederken, öte yandan kaynakların verimsiz kullanımına yolaçmaktadır.
Bütün bu gelişmeler karşısında ise, ‘ekonomi politik’in dili tutulmaktadır.
Doğru yanıt ancak soru doğruysa alınabilir
Şimdi İstanbul Üniversitesi’nin ‘İktisat Fakültesi’ öğretim üyelerine, nasıl olmuş da Euro bölgesi ekonomileri içinde, onca uyum ve onca yeniden yapılandırıcı karar ve kurallar konulduğu halde, Almanya AB ortalamasının iki katı ‘göneç artışı’ yaratabilmiştir sorusu sorulabilir.
Hemen sağda solda esneklik ya da sertlik eğilimlerine bakılmasa da olur.
Yanıtın ‘esneklik ve sertlik’ kısımlarını bu ‘ekonomistler’e bırakarak şu söylenebilir:
Almanya diğer ‘Devlet’lere oranla ‘iki kat fazla ulusal politikalar’ uygulamışdır da ondan...
Eğer bu yanıt doğru ise, AB ülkeleri içinde bu gerçeğin ayırdında olan ülkeler yavaş yavaş ‘ulusal politikalar’a yönelecekler demektir.
Ve bu yönelim AB’yi, gün gelecek ‘zorla’ birarada tutmanın zor olacağı günlere taşıyacaktır.
İşte, ister AB’nin ‘dağılma süreci’ denilsin, ister AT’tan düşmenin ‘ekonomi politik’teki anlamı denilsin, yaşanmakta olan süreç budur.
Çok daha bilimsel olarak şöyle de formüle edilebilir:
“Kim ki kendi eşeğine binmekten vazgeçip, elin atına binerse, varacağı yere varmadan düşer”
Habip Hamza Erdem
Kullanıcı küçük betizi
Habip Hamza Erdem
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1531
Kayıt: Cum Haz 26, 2009 20:01

Şu dizine dön: Habip Hamza ERDEM

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

cron

x