Arslan Kılıç-50.Yılında 27 Mayıs

Tartışma Alanı

Arslan Kılıç-50.Yılında 27 Mayıs

İletigönderen İrfan Tuna » Sal May 25, 2010 14:31

TEORİ DERGİSİ-MAYIS 2010

27 Mayıs: Kemalist Devrim'in 20. yüzyıldaki son atılımı

Arslan Kılıç



"Tarihimizle yüzleşelim!"

Son yıllarda Türkiye'nin mandacı gericiler cephesinin bağırdığı başlıca sloganlardan biridir "Tarihimizle yüzleşelim!".

Nesnellik adına kaydedelim ki, sloganın asıl imalatçıları bunlar değildir. Slogan 1990'ların başında Graham Fuller, Tessa Hoffman, Udo Steinbach'lar tarafından üretildi. Yani Batı'nın büyük emperyalist devletlerinin istihbaratçıları, istihbaratçı "tarihçiler" tarafından… Sloganın Türkiye içindeki pazarlamasında G. Fuller ve Karen Fogg doğrudan görev aldılar. G. Fuller'in 1990'larda Türkiye'de yayın yapan gazetelerin ve televizyonların en makbul yazar ve program konuklarından olduğunu, Ankara'da, İstanbul'da düzenlenen birçok panel ve sempozyumun baş konuşmacısı olduğunu hatırlayalım. K. Fogg'un, Kör Agop'ta ağırladığı kiralık kalemlere makbuz karşılığı yazı ısmarladığını ve yazı konuları arasında birinci sırada "Türkiye'nin kendi tarihinin hakkından gelmesi" olduğunu hatırlayalım. (1)

Bilindiği gibi, T. Hoffman ve U. Steinbach bu pazarlama işini Taner Akçam'lar eliyle yürüttü. 1992'den başlayarak T. Özal ve T. Çiller "himayesinde" Türkiye'ye adeta üşüşen ABD ve AB "menşeili" vakıfların ulufe dağıtarak "araştırmacı" kiraladığı, raporlar yazdırdığı başlıca konulardan biri de yine, "Türkiye'nin tarihi ile yüzleşmesi"ydi.

2000'lerin başına gelindiğinde bu slogan artık, neoliberalinden dönek solcusuna, Haçlı irtica cenahından Batıcı Kürt milliyetçisine kadar bilumum gerici takımının dilindedir. Bu koronun yedek gücünü ise, son yıllarda her önemli konu ve sorunda olduğu gibi bu konuda da mandacılar cephesinin kuyruğuna takılmış olan neosol oluşturuyor. *Bu koro tarafından artık, gazetelerde, televizyonlarda, açıkoturumlarda, panellerde, üniversite kürsülerinde, her fırsatta ve her vesile ile bu slogan bağırılmaktadır: "Tarihimizle yüzleşelim!"

Sloganın şifreleri

Slogan tek başına ele alındığında ve şifreleri çözülerek gerçek anlamı ve amacı kavranmadığında, pek masum… Öyle ya, bilimsel tutuma sahip, gerçek tutkusu olan hangi insan, tarihte kalmış olaylara ilişkin gerçeklerle yüz yüze gelmekten kaçınabilir? Bu konulardaki yeni bulgu ve bilgilerin dile getirilmesinden rahatsız olabilir?

Ama bu sloganın gerçekte, pratikte ifade etiği bunların hiçbiri değildir. İşte bu noktada sloganın şifreleri devreye girmektedir.

Sözü dolaştırmadan sloganın şifrelerini verelim. Batılı istihbarat "tarihçileri"nin ürettiği bu slogandaki "tarihimiz" sözcüğü, eğrisi ile doğrusu ile bütün bir tarihimiz ya da bütün yakın tarihimiz kastedilmiyor. İmalatçılarının ve kullanıcılarının bu sözcükle kastettikleri, devrimler tarihimizdir. "Yüzleşmek" sözcüğü ile kastedilen ise, hesaplaşmak, K. Fogg'un açık sözlülüğü ile ifade edersek, "hakkından gelmek"tir. Yani bu sloganla ifade edilen eylem, Türkiye'nin devrimler tarihiyle hesaplaşmak, onun hakkından gelmektir. Örneklersek, Jöntürk Devrimi'nin, Kemalist Devrim'in, 27 Mayıs Devrimi'nin, 68'in devrimciliğinin… hakkından gelmek; onları mahkûm etmek, mezara gömmek, toplumumuzun belleğinden silmektir. Bunlarla bağlantılı, bunların esin ve beslenme kaynakları olarak, dünya devrimlerinin; Fransız Devrimi'nin, Ekim Devrimi'nin, Çin Devrimi'nin, Küba Devrimi'nin hakkından gelmektir. Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler halklarının İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleştirdiği antiemperyalist-halkçı devrimleri, yani Nehru'nun, Nasır'ın, Lumumba'nın, Ho Şi Minh'in önderlik ettiği devrimleri mahkûm etmek, mezara gömmektir.

Gericilik cephesi "yüzleşmede" devrimleri karalayıp belleklerden silmek isterken, tarihin çöp sepetinde yer alan Abdülhamit'leri, 31 Martları, Vahdettin'leri, Damat Feritleri, Ali Kemal'leri, İstiklal Savaşı ve cumhuriyet yıllarındaki bütün gerici isyanları temize çıkarmaya çalışmaktadır.(2)

Bu ay 50 yaşına basan ve Mayıs/2010 sayımızı adına "özel sayı" olarak çıkardığımız 27 Mayıs 1960 Devrimi, bu emperyalizm işbirlikçisi gericiler korosunun saldırılarının baş hedeflerindendir. Hiç şüpheniz olmasın, Mayıs ayı boyunca ve özellikle 27 Mayıs haftasında, küçüğünden büyüğüne bütün mandacılar cephesi, koro halinde, 27 Mayıs'ı 50. yıl yaylım ateşine tutacaklar; Nazım'ın deyişiyle, "Gözleri, kulakları, elleri, ayaklarıyla/ Han, hamam, apartıman ve konaklarıyla/ 16 sayfaları, baskı makinaları-tanklarıyla/ Yamak ve yardaklarıyla/ hücuma kalkacaklar"dır.

Karşı-devrim cephesinin 27 Mayıs'a saldırı tezleri Adlarının başında "devrimci", "sosyalist", "emek/emekçi", "sol", "özgürlük", "demokrasi" vb sıfatlar bulunanlar da dâhil, 27 Mayıs'a saldıranların başlıca tezleri şunlardır:

-12 Mart ve 12 Eylül gibi 27 Mayıs da bir askeri darbedir; amaçları, hedefleri, yaptıkları farklı bile olsa, askeri bir harekettir; askerden gelen, askeri olan her şey ise, kötüdür, antidemokratiktir, vb.

-27 Mayıs, seçimle gelen bir hükümeti devirmiştir; Türkiye'de hükümetlerin seçimle gelip seçimle gitmesi yerine, askeri darbelerle devrilmeleri geleneğini başlatmıştır. Millet iradesine karşı, tepeden inme, topluma/"sivil topluma", kitle inisiyatifine karşı bir harekettir.

27 Mayıs'a yapılan "sol", liberal, irticai, Kürtçü, vb her kılıktan saldırı, yukarıdaki tezlerin çeşitli türevleri ve karışımları ile yapılmaktadır.

Bunlar içinde en gerçek dışı olanı ve en hainanesi, 27 Mayıs'la 12 Mart ve 12 Eylül'ü aynı kefeye koyarak yapılan saldırıdır. Ve üstelik bunun şampiyonluğunu da, 12 Mart ve 12 Eylül'ü desteklemiş olanlar, bu "our boys" darbelerinin ürünü olan, onların besleyip büyüttüğü güçler yapmaktadır. Ama daha da garibi ve acı olanı, bu konuda, "sol" adına, "solculuk" adına bunların peşine takılanların tutumudur. Bunlar, Türkiye sosyalist hareketinin 1960 ve 70'lerdeki 27 Mayıs değerlendirmelerini; TİP'in, Mehmet Ali Aybar'ın, Hikmet Kıvılcımlı'nın, Behice Boran'ın, (bugün o günlerdeki değerlendirmesinden dönmüş olsa da) Mihri Belli'nin, Deniz Gezmiş'in, Mahir Çayan'ın, hatta İbrahim Kaypakkaya'nın, 27 Mayıs'a sahip çıkan, onu olumlayan görüşlerini bir kenara atarak, "insan haklarıcı"-"sivil toplumcu" Batıcı solculuğun kuyruğunda hidayete erip, bugünün "our boys"larıyla ağız birliği etmektedirler.

27 Mayıs; gençlik hareketinin, aydınların ve basının, CHP ve CKMP muhalefetinin, DP'nin parlamenter faşizme yönelen tutumuna karşı yükselen mücadelesinden güç alarak gerçekleşti. Yani, yükselen kitle mücadelesi inisiyatifine dayandı. Daha da önemlisi, başarıya ulaştıktan sonra yaptığı düzenlemelerle, 1960'lardaki, Türkiye tarihinin en büyük emekçi kitle eylemlerinin önünü açtı. 12 Mart ise, o yükselen kitle mücadelesini zapturapt altına almak üzere gerçekleşti. 27 Mayıs'ın sloganı "Hürriyet" iken, 27 Mayıs'a güç verenler "Kahrolası diktatörler" diye bağırırken; 12 Mart, 27 Mayıs Anayasası'nın toplumun bedenine "bol geldiği", "bol gelen elbiseyi (özgürlükleri) daraltma" sloganını benimsedi. Kendinden önceki dönemle ilgili olarak 27 Mayıs'ın saptaması, "hürriyetlerin yetersizliği ve var olan yetersiz hürriyetlerin bile bastırılıyor olması" idi; 12 Mart'ın saptaması ise, Memduh Tağmaç'ın ifadesiyle, "Toplumsal uyanışın ekonomik gelişmeyi geçmesi", yani "hürriyet fazlalığı" idi. 27 Mayıs, DP iktidarının bastırdığı ve ikide bir tırpan attığı solun önünü açtı; 12 Mart, 27 Mayıs'ın açtığı yoldan filizlenen sol'a tırpan salladı.

27 Mayıs'la karşıtlık bakımından 12 Mart için söylediklerimiz, on katı fazlası ile, bir ABD "our boys" eylemi olan 12 Eylül darbesi için de geçerlidir. 27 Mayıs'la 12 Mart ve 12 Eylül arasında, "askeri olmak", askeri inisiyatife dayanmak dışında hiçbir ortak yan yoktur. Kaldı ki, 27 Mayıs sadece askeri inisiyatife değil, onun kadar sivil inisiyatife de dayanmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül ise, sivil inisiyatife, kitle inisiyatifine, hele hele emekçi inisiyatifine dayanmak bir yana, tamamen bunlara karşı gelişmiş askeri hareketlerdir. 27 Mayıs, aynı zamanda askeri inisiyatife (ordunun tepesine) karşı da bir isyan hareketidir. 12 Mart ve 12 Eylül ise, tepesinin ordunun tabanına karşı hareketleridir. 12 Mart ve 12 Eylül, yüzlerce genç yurtsever subayı ordudan atmış ve hapse göndermiştir.

27 Mayıs, yolunu açtığı ve gelişmesine katkıda bulunduğu bağımsızlıkçılık, yurtseverlik ve sosyalizm sayesinde 1960'larda Amerikan emperyalizminin Türkiye üzerindeki denetimini zayıflattı. ABD'nin Akdeniz'deki jandarma gücünü oluşturan 6. Filo'nun Türkiye limanlarına ayak basamamasına yol açtı. Parlamentoda, DP iktidarının ABD ile imzaladığı gizli ikili anlaşmaların hesabını sordu.**Tepesindeki, Amerikalı nalbant çavuşun parkasını tutan Rüştü Erdelhunları***devirdi ve hapse attı. DP hükümetinin Kore'ye gönderdiği tugayı (hem de ABD'den izin almadan, hem de ABD'nin karşı çıkmasına rağmen) çekti. 12 Mart ve 12 Eylül ise, ABD'nin "our boys" dediklerinin emir-komuta zincirinde gerçekleşti. Türkiye limanlarını tekrar 6. Filo'ya açtı. TSK'nin NATO'ya ve Türkiye'nin ABD'ye bağımlılığını tahkim etti.

12 Mart, 27 Mayıs'ın yaptığı anayasayı budadı. 12 Eylül ise, o anayasayı tümüyle ortadan kaldırdı. 27 Mayıs Devrimi'nin adını bayramlar listesinden sildi. Bizzat 12 Mart ve 12 Eylülcülerin sergiledikleri bu kadar 27 Mayıs karşıtlığının üstünü külleyerek 27 Mayıs'la 12 Mart ve 12 Eylül'ü aynı kefeye koymak, ABD ve AB'nin "esas oğlanları" için, hadi diyelim ki bir hiledir. 12 Mart ve 12 Eylül'ün acısını çekmiş insanları avlamak amacıyla başvurdukları bir CIA hilesidir. Onlar, bu ve benzeri hilelere başvurarak kendi görevlerini yapmaktadırlar. Fakat, binlerce insanı sol ve solculuk adına bunların peşine takanlar, çok daha büyük suçlar işlemektedirler.

Demokrasi, sivillik, çoğulculuk ve 27 Mayıs

DP iktidarı 1950'lerin sonuna gelirken, egemen sınıflar arasındaki 1946 uzlaşmasına dayanan sol'a kapalı parlamenter çoğulculuğu bile boğmaya kalkıştı. Hem de bunu, ordunun tepesini kullanarak, yani sivilcilerin iddialarının aksine, askeri yoldan yapmaya kalkıştı. Sivil toplumcu metafiziği bir yana bırakırsak, devletin zor gücünü devreye soktuktan sonra, zaten başka türlüsü de olmazdı.

27 Mayıs, DP iktidarının ortadan kaldırmaya çalıştığı parlamenter çoğulculuğun, sınırlarını daha da genişleterek ve DP'nin yaptığı gibi herhangi bir kanadın diğer kanadı tasfiye etmeye kalkışmasının önlemlerini alarak yeniden işlemesini sağladı. Anayasa Mahkemesi, çift meclis vb önlemler, bir kanadın parlamentoda sağladığı çoğunluğa dayanarak diğer kanadı oyunun dışına atmasını önleyecek kurumlar olarak getirildi. En önemlisi de, 1946 uzlaşmasına dayanan parlamenter çoğulculuğun sınırlarını, orta sınıflar ve emekçi sınıflar da içinde olmak üzere, toplumun daha geniş kesimlerini kapsama yönünde genişletti. Sadece Anayasa ve örgütlenme özgürlüğü alanına ilişkin yasalarda değil, getirdiği ve "Milli Bakiye" adıyla anılan seçim sitemiyle de parlamenter çoğulculuğu, toplumun alt sınıflarına da açık hale getirdi. 1965'de TİP, bu kazanım sayesinde parlamentoya girebildi. Amerikancı "sivil toplumcu"lar ve neoliberallerin, onların piri olan T. Özal'ların ve "idol"leri olan T. Erdoğan'ların %10'luk seçim barajlı "parlamentoculuğu" ve "sivilliği", 12 Eylül askeri rejiminin egemen sınıflar için "istikrar" vurgusu tarafında yer alırken; 27 Mayıs, parlamenter çoğulculuğun demokratikleştirilmesini savunmuş ve sağlamıştır.

27 Mayıs'ın devrimci kabarış ve alçalışlara bağlı yükselişi ve gözden düşmesi

27 Mayıs'ın 50 yıllık ömründeki kaderi, tarihteki bütün devrimlerin kaderi gibi olmuştur. Toplumda devrimciliğin, devrimci mücadelenin yükseliş yıllarında yere göğe konmayan 27 Mayıs, gericiliğin egemen olduğu yıllarda geminin bordasından atılmış, üzerinde "darbe, darbe" diye tepinilmiş, lanetlenmiştir. Bugün böyle bir dönemi yaşıyoruz. Türkiye'de devrim ve karşı-devrim, ikincilerin gücünün ağır bastığı koşullarda, ideolojik ve siyasi bakımdan göğüs göğse bir çarpışma içindedir. Bu çarpışmanın alanlarından biri de 27 Mayıs'tır.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi, içerde DP iktidarının baskılarına ve parlamenter faşist bir diktatörlük kurma çabalarına karşı gençliğin, üniversitelerin, aydınların, basının, muhalefet partilerinin (CHP ve CKMP) yükselen mücadelesinden güç alarak gerçekleşti. 27 Mayıs müdahalesinin hazırlandığı ve gerçekleştiği yıllarda, içerde kitle mücadelesi yükselirken, dışta da dünya çapında devrim dalgası yükseliyor, ezilen dünya ülkelerindeki Bayar-Menderes türü iktidarların başlıca dayanağı olan ABD emperyalizmi geriliyordu.

27 Mayıs içte ve dışta yükselen bu devrimci dalgadan güç alarak gerçekleşirken, kendisi de daha büyük bir devrimci yükselişin yolunu açtı. 1960'lı yıllarda Türkiye, tarihindeki en büyük kitle mücadelelerine sahne oldu. Bu yılların 27 Mayıs değerlendirmelerine, devrimcilik, tarihsel materyalist gerçekçilik ve bilimsellik damgasını vurdu.

Kitle mücadelesinin ve devrimciliğin yükselişte olduğu 1960 ve 70'lerde, 27 Mayıs konusunda Türkiye'nin siyasi fikir hayatında, özellikle de sol'da, aşağı yukarı bir fikir birliği de vardı. Bu fikir birliği, 27 Mayıs'ın, Türkiye'nin yüz yıllık demokratik devrimler mücadelesinin bir parçası; bu anlamda da ilerici ve sol bir hareket olduğu değerlendirmesine dayanıyordu. Gerçi bu değerlendirmenin tamamına katılmayan "27 Mayıs mağduru" bir siyasi kesim (DP-AP siyasi geleneği) de vardı. Ama 27 Mayıs'ın sol bir hareket; tarihsel olarak Jöntürk ve 1920'lerin, 1930'ların devrimciliği çizgisinde, onların devamı olan bir hareket olduğu görüşüne -değişik bir bakış açısından- onlar da katılıyordu. Onların itirazı, 27 Mayıs'ın demokratikliği değerlendirmesineydi. Onlar, çağdaş Türkiye tarihindeki bütün devrimci sıçramaların karşı tarafında yer almış toplumsal kesimlerin devamı olarak, 1908 Jöntürk Devrimi ile 1920-30'ların "tepeden inme devrimleri" gibi 27 Mayıs'ın da "sivil siyasete" ve her nasılsa bir kere oluşmuş "parlamenter demokrasiye zarar verdiği" görüşünü savunuyorlardı.**** 12 Eylül darbesi ile girilen dönemde, birçok konuda olduğu gibi demokrasinin içeriği ve askeri ve sivil olanla ilişkisi konularında da, bilimsel ve tarihsel gerçeklikten uzaklaşan büyük bir kavram çarpıtması yaşanmaya başladı.

Türkiye'de 12 Eylül faşist diktatörlüğünün baskısı, dünya çapında devrim dalgasının geri çekildiği ve Batı merkezli emperyalist-kapitalist sitemin yeni bir atağa kalktığı koşullarda yaşandı. Üst üste gelen bu üç olgu, Türkiye sol'u ve aydınları arasında büyük bir ideolojik sağa kayışa yol açtı. Bu sağa kayıştan 27 Mayıs konusundaki değerlendirmeler de nasibini aldı. Sol'un Batı'dan gelen ideolojik rüzgârlardan etkilenmeye açık kesimleri, yükselen yeni liberalizmin, "askerden gelen her şey kötü, antidemokratik", "sivil olan her şey iyi ve baş tacı" değerlendirmesinin peşine takıldı. Bu değerlendirme, ABD'nin Küreselleşme stratejisi ve programıyla birlikte, ezilen dünya ülkeleri ordularına düşmanlık çizgisine dönüştü.

ABD, 12 Mart ve 12 Eylül'de komuta kademesi "our boys" olan ve onlar kanalıyla denetlediği TSK'yi, tek başına dünya egemenliğine soyunduğu "Yeni Dünya Düzeni"(YDD) döneminde, Endonezya, Yugoslavya, Filipinler orduları örneğinde olduğu gibi, parçalanıp dağıtılacak güçler arasına koydu. Çünkü TSK mevcut yapısıyla, Türkiye'nin parçalanmasına karşı koyma ve bu anlamda ABD ve NATO denetiminden çıkma potansiyeli taşıyan bir askeri güçtü. Çünkü, 45 yıldır bir NATO gücü olsa da, NATO'nun ideolojik-siyasi tornasından geçirilse de, kökeninde bir ulusal Bağımsızlık Savaşı ve devrim (Kemalist Devrim) ordusu olma geleneği bulunan bir ordu idi. ABD'nin tek başına dünya egemeni olma stratejisinin ihtiyaç duyduğu ezilen dünya ülkeler orduları ise, Bosna'da, Afganistan'da, Irak'ta kurulan tipte, içte polis, bölgede ABD adına jandarma gücü olacak sömürge orduları idi. TSK bu bakımdan ya sözcülüğünü T. Özal'ın yaptığı küçültülmüş, vurucu gücü yükseltilmiş ve profesyonelleştirilmiş askeri güce dönüştürülmeli; ya da, parçalanıp dağıtılarak yeniden inşa edilmeliydi. Aslında birinci yol da ikincisine çıkıyordu. 650-700 bin kişilik konvansiyonel bir orduyu 200-250 bin kişilik profesyonel bir jandarma gücüne dönüştürmek, ancak büyük bir parçalama-dağıtma operasyonu ile mümkün olabilirdi.

İşte bu nedenlerle ABD ve içerdeki bilumum işbirlikçileri, YDD'nin ilan edilmesiyle birlikte, 12 Mart ve 12 Eylül'deki rollerini bir kenara atarak, dünyanın en büyük "sivilcileri" oldular.

1980 askeri müdahalesiyle başlayan süreçte 27 Mayıs'ı 12 Mart ve 12 Eylül askeri müdahaleleri ile aynı kefeye koyan ve "Sonuçta üçü de askeri darbedir, üçü de sivil siyasete ve demokrasiye müdahaledir, bu yüzden üçü de antidemokratiktir" diyen neoliberal değerlendirme giderek güç kazandı.

2000'lerin ilk on yılı biterken, dünya yeni bir devrimci kabarışa sahne olmaya başlamıştır. Türkiye, bu kabarışı 1920'lerdekine benzeyen bir devrimci durum sürecine girerek yaşamaktadır. Yaşanan ve girilen sürecin diğer sonuçları başka yazıların konusu. Konumuz bakımından sonucu ise, hiç kimsenin kuşkusu olmasın, 27 Mayıs'ın önümüzdeki yıllarda, toplumumuzun ezici çoğunluğunun gözünde devrimler tarihimizdeki onurlu yerini alması olacaktır.

------------------------ ---------------------------------

(1)Bkz: D. Perinçek'in, Karen Fogg'un E-Postalları kitabındaki yazışmalar.

(2) Siyasi ve biyolojik Ali Kemal soyunun bile cesaret edemediği şu ibret verici Ali Kemal savunmasının "solculuk" adına yapıldığını okurların bilgisine sunuyoruz. Bu savunma da göstermektedir ki, "solcu" maskeli karşı-devrimcilik işi artık arsızlık ve günümüzün Ali Kemalleri olma boyutuna vardırmıştır: "Ali Kemal, 'Artin' adı takılarak linç ettirildi, 1915 trajedisini soruşturmaya kalkıştığı için. Bir gün bu ülkede onun heykeli dikilecek. Türkler onunla onur duyacak, 'içimizden cesur insanlar çıktı' diyerek, Almanların bugün Schindler'ler ile öğünmesi gibi."(Ragıp Zarakolu, Günlük gazetesi, 26 Kasım 2008)

*1980 öncesinin maceracı solculuğu 2000'lerde, Batıcı Kürt milliyetçiliğinin kuyruğunda ve Troçkizm'le Anarşizm'in ideolojik rehberliğinde neredeyse toptan Batıcı, "insan haklarıcı" solculuğa bağlandı. Bunlar, Troçkizm'den: Köylülüğe, milli burjuvaziye, dünyanın "köylü"/ezilen milletlerine -en hafif deyimiyle- "bulaşmama"yı (aslında düşmanlığı), SB, Çin, Küba, Vietnam başta olmak üzere dünyadaki bütün sosyalizm deneylerine birer kulp takma kibirliliğini; Anarşizm'den: Kör bir devlet düşmanlığını, ama Batı'nın emperyalist devletlerine değil, ezilen milletlerin devletlerine düşmanlığı; Batıcı Kürt milliyetçiliğinden ise, emperyalizmle işbirliğini "devrimci diplomasi" diye alkışlamayı öğrenerek "yeni sol"(neosol)laştılar. Kuşkusuz bu bağlamada, biraz daha dolaylı biçimde olmak üzere, mandacıları bağlayan mekanizmalar da kullanıldı.

**27 Mayıs'a gerçekleştiren kadrodan MBK üyesi ve Tabii Senatör Haydar Tunçkanat, 1968'de Cumhuriyet Senatosu'nda yaptığı konuşmada, ABD ile 1945'ten itibaren imzalanan ve kamuoyundan gizlenen iktisadi, siyasi ve askeri ikili anlaşmaları açıkladı. Bkz: Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Kaynak Yayınları, 4. Basım, Ağustos 2006, İstanbul.

***MBK üyesi Şefik Soyuyüce'den dinleyelim: "Düşünün ki o zamanın Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, o zaman[1954 yılında] 51. Tümende Tümen Komutanı idi. Biz de Ataları Orta Asya'dan, Avrupa'nın ortalarına, Viyanalara kadar at üstünde gitmiş olan bir neslin çocukları olarak, bize Amerika'dan gönderilen katırların nallanmasını öğrenmek üzere kursa tabi tutulmak üzere 51. Tümene çağrıldık. Ağrımıza gitmekle beraber kalktık gittik. Orada çok enteresan bir şey oldu. Bizim oraya gidişimiz öğleyi buldu. Askeri mahfelde -Orduevi demek mümkün- öğlen yemeği yiyeceğiz. Tümen komutanını bekliyoruz. Kumandan masasına oturacak, biz de diğer subaylar yemeğimizi yiyeceğiz. Benim rütbem daha üsteğmen. Biraz sonra Tümen komutanı geldi. Yanında parkalı bir kişi var. Bu bize katırların nallanması kursu gösterecek Amerikalı çavuş. Bizim Tümen Kumandanı ile beraber kapıdan girince bir vestiyer vardı. Tümen Komutanı Amerikalı çavuşun parkasını aldı ve vestiyere kendisi koydu. Bu bizi son derece yaraladı. "Bununla kalmadı, Amerikalı çavuşla beraber General aynı masayı paylaşarak yemek yedi. Bu da bizi son derece yaraladı. Amerikan ordusunda da böyle bir kural, böyle bir gelenek yok. Bir çavuş bir generalle oturamaz. Subayla bile oturamaz. Bizim generalimiz hem de bir nalbant çavuşu ile -nalbantlığı hor gördüğüm için söylemiyorum- kendini aynı düzeyde tutuyor, ama bizde bir hiyerarşi var. Yemek yendi. Ama kendi aramızda 'Ne biçim mantık?' diye söylenmeye başladık. Yemek bitti, kumandan kalktı, biz de kumandana saygı için hep beraber ayağa kalktık. Gitti vestiyerden parkayı aldı. Tuttu. Bizim General Amerikalı çavuşa giydirdi. Anladık ki biz, generallerimiz bizsiz haklarımızı savunacak mertebede insanlar değilmiş. Büyük üzüntüye kapıldık."(Gazeteci Necati Çavdar'ın, 7-8 Nisan 2001 günü Ankara'da İP'nin düzenlediği "Halkçı-Devletçi Ekonomi Kurultayı"na katılan Şefik Soyuyüce ile kurultay salonunda yaptığı söyleşiden; bkz: Necati Çavdar'la Ufuk Turu 1 içinde "Beyaz İhtilal'den Darbeye: 27 Mayıs", kendi yayını, 2003, Ankara)

****27 Mayıs'ın devirdiği DP siyasi geleneğinin daha sonra 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yaşamış temsilcileri olan S. Demirel ve H. Cindoruk bugün, "27 Mayıs'ın parlamenter demokrasinin yerleşmesine ve sağlamlaşmasına hizmet eden bazı kurumlar da getirdiğini"; bu anlamda örneğin 12 Eylül ile tam olarak aynı kefeye konamayacağını söylüyorlar. 50 yıl sonra yapılan bu değerlendirmenin oluşmasında, 12 Mart ve 12 Eylül'den çok, 1980'lerde başlayıp 2000'lerin başında ivme kazanan T. Özal-T. Çiller-T. Erdoğan çizgisindeki sömürgeleşme sürecini yaşamanın etkisi var. Bu sürecin temsilcileri olan T. Özal-T. Çiller-T. Erdoğan'lar, kuşkusuz ki, 1946'da kurulan ve 27 Mayıs'la tahkim edilen "çok partili parlamenter sistem"in egemen sınıflarından DP ve AP'nin temsil ettiği kanat içinden çıktılar. Ama, 1980 sonrası sömürgeleşme sürecinin ürettiği ve yükselttiği bu kesim, varlığını ve egemenliğini 1946'da kurulan sistem içinde değil de, esas olarak ABD'nin Türkiye'deki, bölgedeki ve dünyadaki gücüne dayanarak sürdüren bir güç olarak, "çok partili parlamenter sistemi", gladyo-mafya-tarikat sivil diktatörlüğünün peçesi haline getirdi. Sömürgeleşme sürecinin ürünü olan bu sivil diktatörlük, 27 Mayıs'ın genişlettiği ve tahkim ettiği parlamenter alanı daralttıkça, bu daralmanın baskıladığı Cindoruk'lar, Demirel'ler, gladyo-mafya-tarikat sistemine karşı direnmede, 27 Mayıs'ın kazanımlarına da dayanmak zorunda kalmaktadır.
Uyanacağız, uyandıracağız... Bilinçleneceğiz, bilinçlendireceğiz... Ne ülkemizin , ne de bölgemizin zenginliklerini küresel haramilere ve onların uşaklarına yağmalatmayacağız, soydurtmayacağız... ENİNDE SONUNDA ALİ KEMALLER DEĞİL, MUSTAFA KEMALLER KAZANACAK...
Kullanıcı küçük betizi
İrfan Tuna
Üye
Üye
 
İletiler: 1059
Kayıt: Pzt Nis 06, 2009 12:23

Şu dizine dön: Devlet ve Siyaset

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x