BAĞLILIK

BAĞLILIK

İletigönderen Feza Tiryaki » Çrş Nis 15, 2015 21:59

BAĞLILIK


Bağlılığın bilinen adı, eski dilde adı, vefadır. Gönül köprülerini yıkmamak, korumak, gönül bağını, sevgi bağını sürdürmek, unutmamak, sevgi bağlarında unutkan olmamak…

Bu özellikler Türk ulusunun geçmişten gelen, sürüp giden yüce özellikleridir.

Bizi bize nedense hep kötülerler. Kendimizi aşağılatırlar. Batılı’yı ise överler.

Bencilliğin, kendini düşünmenin örneği Batılıyı, bizlere yücelterek anlatırlar.

Bu konuda, ünlü bilimcimiz, en büyük Türkçe sevdalısı Oktay Sinanoğlu, kesin konuşmuş:

“Batılılar duygularını asla belli etmezler. İngiliz ve Alman dilinde vicdan kelimesinin karşılığı yoktur. Din kitapları da öyledir. Mesela Tevrat, özünde tam bir katliam reçetesidir.”

Şu anda yoğum bakımda yaşam savaşı veren ünlü dilcimiz, gönlü, aklın önüne almış, en öne de dili koymuş:

“Dil gönlü yüzdüren gemidir.” demiştir. Türk’ün gönlünün yüceliğini de dilimize, Türk kültürüne bağlamış.

“Bir insanın iç yeteneklerini geliştirebilmesi için, iç âleminin geliştirilmesi lazım. Yani akılla birlikte yüreğini, gönlünü de geliştireceksin. Akıl her zaman gönlün emrinde olmalıdır.”

Bu özellik, gönlün aklın önüne geçmesi, sevdiklerine, yakınlarına bağlılık, acıma duygusu, insanlık... biz Türklerde çok güçlü. Gönül sesini dinlemek, gönlünün dediğine uymak, gönlünün götürdüğü yere gitmek…

Türk insanının yüce gönüllülüğünü, Avrupa insanını yakından tanıyınca, bir süre yurttan uzakta, başka yerlerde yaşayınca, onları gözlemleyince kolayca anlarsınız…

Kaç gündür gazetelerde, bir genç Türk kadınının resmiyle yayınlanan Londra çıkışlı bir haber başlığı: “Türk bakıcı manşetlerde”.

Bu başlığın yanına da bakıcının resmini koymuşlar. Denizde, deniz kenarında çekilmiş iki ayrı resim. Resmin birinde, yüz resmi bu, kara saçları yüzünde uçuşan, anlamsız, sırıtık bir gülüşle bakan kadının yazlık giysisinin omuzları, boynu açık. Arkası deniz görüntülü bir merdivende yine aynı sırıtkan yüz ifadesiyle poz veren kadının, bu kez koyu renkli elbisesi saydam, uçuşan kısa eteklerinden içi görünüyor.

Bu başlık ve konan resimler, ilk bakışta olayın bir bakıcı skandalı olduğunu düşündürüyor. Resimlerle okura verilen, uçarı, sorumsuz bir kadın algısı. Benzerini çok duyduğumuz, yurtdışında çalışırlarken, vur abalıya örneği haksız yere suçlanan, bakımdaki ihmalin, aksiliklerin tüm suçları üstüne yüklenen talihsiz bir Türk kadını daha, diyorsunuz. Bir yanınız, yine adımızı kirlettiler, diyor. Olayın arkasında bir ölüm varsa, acı varsa, suçlunun bu kadın olduğunu, bu bakıcının, acımasız biri olduğunu bize bu duygusuz, şen şakrak resimlerle anlattılar zaten… İçimizden haberin içeriğini okumak, ne olduğunu öğrenmek bile gelmiyor. Aklımızdan geçen: “ Duya duya baydığımız bir haber daha, bir Türk bakıcı için, kim bilir yine neler deniyor…”

Derken, bir başka yerde, aynı haberi değişik bir başlıkla görüyorsunuz:

“İngiltere’de Türk bakıcının başına talih kuşu kondu.”

Bu kez olay ilginizi çekiyor. Demek ki, sıradan bir bakıcı haberi değilmiş bu.

Bir başka bilgiağı gazetesi, başlık atarken aklını bir iyice şaşmış:

“Canını dişine takan yürekli bakıcı Türk kızı milyoner oldu.”

Canını dişine takmakla, yürekli olmakla haberin bir ilgisi olsa içiniz yanmayacak. Türkçe bilmeyen, Türk diline saygısız, eğitimsiz, gazeteci bozuntularından biri, bu sözleri döktürmüş.

Haberin devamı şöyle:

“İngiltere’de bir adam, bir milyon sterlinlik mal varlığını Türk bakıcısına bıraktı.”

Bundan sonrası, her yanda aynı. Belli, haberi sözcük sözcük Türkçeye çevirmişler. İngiltere çıkışlı habere, orada, bilinçli olarak bu çirkin resimler konulmuş. Sevinçten etekleri uçuşan, hoppa tavırlı bir kız. Ülkemizde de gazetecilik olmadığından, hazıra konulduğundan haberciler zahmet edip kadınla görüşmemiş, daha iyi görünüşlü resimlerini bulup basmamışlar. Konu şu:

Bir büyük servet, İngiltere’de, ölenin ailesine değil, aile dışında birine, bir Türk’e kalmış. Yasalar buna karşı çaresizmiş. 87 yaşında ölen İngiliz, servetini son bir yılda (14 ay) kendisine bakan kadına bırakmışmış. Bu kadın da Türk imiş.

Ölen adamın torunu (46), bakıcı Türk kadını için, dedemizi kandırdı, bizi kötüledi, onu bakım evine yatıracağız diye korkuttu, diyor. Bir şikâyeti de şu: “Dedemize “babacığım” diye seslenirdi. Onu böyle kandırdı, bizden soğuttu. Sanıldığı gibi biz onu bakım yurduna bırakmayacaktık.”

Türk kadını, “O benim babam gibiydi, babamın bana göstermediği sevgiyi gösterdi, aramızda özel bir bağ vardı.” diye kendini savunuyor.

Aile yargıya başvurmuş, mahkeme masraflarının dudak uçuklatan tutarı yüzünden bundan vazgeçip anlaşma yolunu seçmişler. Olayı basına duyurmalarının nedeni ise, toplumu uyarmak, başkalarının bu duruma düşmelerini önlemekmiş. Türk bakıcılara dikkat diyorlar yani.

Bunları okuyanı şimdi almaz mı bir düşünce…

Kim bilir nasıl acımasız, bencil, sevgisiz idiniz ki, dedeniz sizi mirasından çıkardı…

Bu dünyada her şey para mı? Parayla sevgi satın alınabilir mi? Neydim, ne olacağım boşuna mı deriz?


Sözün burasında, Yunus Emre dile gelse, şu dizelerini yinelemez miydi?

“Şunlar ki çoktur malları / Gör nice oldu halleri / Sonucu bir gömlek giymiş / Anın (onun) da yoktur yenleri (kol ağzı)”

Bu, yaş yaşamış, gönlü umarsız, kimsiz kimsesiz kalmış varsılları anlatmıyor mu şu dizeler? Para pul bir yere kadar, insanın asıl gereksinimi sevgi, ilgi değil mi? Beklenen yalnızca bağlılık değil mi?

“Bunlar bir vakt (vakitler) beyler idi / Kapıcılar korlar idi / Gel şimdi gör bilmeyesin / Bey kangıdır (hangi) ya kulları”

Gurbetçi ozan (Mevlüt Asar) “Yüreğim ve ellerim / Yurdumdan getirdiğim” diye söze başlamış bir şiirinde, kendini tanıtırken:

“Yüreğim Yunus’tan / Sevgi salar damarlarıma / Haktan yana atar / Pir Sultan’dan bu yana”

Sonra, “el aldıklarını” saymış:

“ Ellerim Koca Sinan’dan / Görkemli yapıtların ustası / Karacaoğlanca coşar / Tellerinde sazın”

Faruk Nafiz Çamlıbel’in, sılasından uzak kalanlara yakıştırdığı, yaşamın gizlerine ermiş bir insanın duygularını anlatan bu dizeleri, her Türk genci, Han Duvarları’nı okurken, liselerde okumaz mıydı?

"Gönlümü çekse de yârin hayali / Aşmaya kudretim yetmez cibali (dağlar) / Yolcuyum bir kuru yaprak misali / Rüzgârın önüne katılmışım ben"

Yaşamın bizi nerelere sürükleyeceğini, başımıza neler geleceğini bilemiyoruz. Şimdi iyiyiz ama yarın nasıl olacak?

Kim bizimle içten ilgilenecek? Başımıza bir iş geldi mi kimin içi titreyecek? Yakınlarımız değerimizi bilecekler mi? İçten ilgiyi, sevgiyi, bağlılığı görecek miyiz? Görürsek, kimden göreceğiz?

Türk kadını Nermin, yalnız bırakılmış, her şeyi olan ama bir yakını kalmayan, yaşama küsen, hasta, yaşlı adama bakıcıdan öte, arkadaş, evlat olmuş. Bir insan ömür boyu yaptığı birikimleri, gönül rızasıyla, kısa süre önce tanıdığı, yeni yaşamına giren, parasıyla kendine baktırdığı yabancı birine bağışlayabiliyorsa, bunu çok iyi incelemek gerekmez mi?

Geçen akşam askerlerimiz canlı yayında astsubayların sorunlarını konuşuyorlardı. Eski asker, Oktay Yıldırım, Türk askerinin diğer askerlerden farkını şu örnekle anımsattı. İngilizler, Fransızlar eski savaşlarda, sıtmaya yakalanan askerlerini barakadan atarlarmış dışarıya. Hastalık bulaştırmasınlar diye. Türkler ise tam tersini yaparlarmış; titreyen, üşüyen sıtmalıya sarılırlar, hastaların, kendi beden ısılarından yararlanmasını isterlermiş, akıllarına hastalığın bulaşacağı hiç gelmezmiş.

Bunun bir benzerini, Türk askerinin yüce gönlünü, yıllar önce canlı bir tanıktan duymuş, bir yazımda anlatmıştım. Amerikalı çok yaşlı bir tıp profesörü, Türk doktoruna anlatmış bu araştırmayı. Kore savaşında, o çok kötü şartlarda kalınan tutsak kamplarında Türklerin neden ölmediklerini, diğer ulusların neden bu kadar çok kayıp verdiklerini araştırmışlar. Buldukları sonuç inanılmazmış. Tutsak kamplarında tutsaklar uluslarına göre ayrı ayrı barakalarda tutulmuşlar. Verilen yiyecek çok azmış, kötü beslenmekten, pislikten, soğuktan tutsaklar hastalanıp ölüyorlarmış. Bir tutsak hastalandığında diğerleri hemen yemeğine, ekmeğine el koyarlar, örtüsünü sırtından alırlarmış. Güçten düşen kişi kısa sürede bakımsızlıktan ölür gidermiş. Türklerde ise düşküne tam tersi yapılırmış. Aralarından biri hastalandı mı, diğerleri kendileri yemez, çorbalarını, yemeklerini ona verirlermiş, yesin de güçlensin diye. Geceleri oraların dayanılmaz soğuklarında üşümesin diye de kendi örtülerini onun üstüne örter, sırasıyla başında bakım nöbeti tutarlarmış.

Çanakkale Savaşı’ndaki Mehmetçik öykülerini, Türk askerinin merhametli gönlünü, havadan uçaklarla attıkları ağulu çivilerle kendilerini sakat bırakan, ayaksız koyan, acımasız İngiliz’in yaralı askerine bile, Türk askerinin gösterdiği insanlığı, tarih kayıt altına çoktan almış…

Ermeni doktorlar, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerce tutsak edilen Mısır’daki on beş bin Türk askerini “cerasol” adlı maddeyle dolu banyolarda zorla yıkatarak, kör ettiler de hangimiz yaygara ettik? Bu insanlık dışı kötülüğü dile getirdik? Hep bağışladık, hep yaraları kurumaya bıraktık, kaşımadık…

Yurtdışında yaşayanlar bilirler. Yaşlılar devlet korumasıyla korunurlar, kişilerin korumasına terkedilmezler. Kendine bakamayan, bakım yurduna çekilir, malını mülkünü de zorunlu olarak devlete bırakır. Oralarda devlet bakımını üstlenmişse mirasçın hak iddia edemiyor, miras devlete kalıyor. Devlet böylece hem gelirini artırıyor hem de kişileri korumaya alıyor, çocuklarının, akrabalarının insafına terk etmiyor. Kimseye hak etmediği mirası yedirmiyor.

İnsanlar yalnız. Yaşlılar çoğunlukla çocuklarından kopuk, tek başlarına yaşıyorlar. Her yerleşim yerinde yaşlı bakımevleri var.

Kimsenin kimseye acımasına, korumasına gerek kalmamış. Bakımın devletçe yapılıyor ama gönül yarasını, yalnızlığı, sevgisiz bırakılmışlığı nasıl tedavi ediyorlar bir şey diyemem…

Bizde bakımevine giden yaşlıya bakım evine düşmüş diye acırlar. Böylelerine, çoluğu çocuğu insafsız çıkmış, bakmamış deriz. Bir geleneğimiz de şu: Evlerde bakılan kimsesiz yaşlılar, bakıcılarına tarla tapan bağışlarlar. Mal varlığıyla da, bakılan - bakan birbirine bağlanır. Bakıcı evladı yerine konulur. Ölene kadar bakma karşılığı bakıcısına kaç dönüm yer bağışlayan, kaç örnek duydum bizim oralardan. Yengeme bile öyle baktırmışlardı. Çocuksuz yengem, amcam ölünce, bir de iyileşmeyen bir kas hastalığına tutulunca son yıllarında, yatalak kalmış; bakıcısına yakınları tarla bağışı yapmışlardı, gönülden bakılsın, bir eksiği olmasın diye…

Yine günümüze dönersek, bir komşumuz, köyünde, zor şartlar altında, tek göz evinde, yedi yıldır yatalak kocasına, kızıyla, oğluyla birlikte bakıyor. Hastayı evinde kontrol eden bir konuk doktor aynen şunları demişti: “Böyle bir bakımı Amerika’da, Avrupa’da bir hastanede bile yapmazlar. Sırtında tek yatak yarası yok. Hastaya sevilerek bakılıyor, böyle uzun yıllar yaşar. Yurtdışında olsaydı senesine varmaz ölürdü…”

Bu örnek ne kadar bildik bir örnek değil mi? Bir anda böyle ne çok örnek sayarsınız. Konunuzda komşunuzda bakılan yaşlılar, analar, babalar, yatalak hastalar…

Böyle evinde bakılan yaşlılara yurtdışında da tanık oldum. Bizdeki gibisi de var, böylesi de. En çok dikkatimi çeken, evlerinde düşkün durumda bakılanların boşaltılmış evleriydi. Halısı, koltuğu kanepesi götürülmüş bir yerlere. Yaşanmışlığı almış taşımışlar uzağa. Anılar gitmiş, geriye kocaman bir boşluk kalmış. Tam takır bir odada, bir yatakta yatan yaşlı hasta. Bunlardan birisinin bakıcısı Türk komşusuydu. Hasta kadını bebek gibi bezliyor, yatağında çekip çeviriyor, ağzından kaşıkla besliyorlardı. Ne oğlu ne kızı uğramazmış yanına. Kadın bakımevine gitmeyi istememiş. Devlet de kadının bakımını komşusu Türk aileye vermiş. Türk kadınla, yetişkin iki oğlu birlikte yaşlı kadının bakımını yaparlarmış. Bebek sever gibi de severlermiş onu, gözümle gördüm, konuşmalarını, sarılıp öpmelerini…

Çocukken etkilendiğim bir görüntü daha vardır gözümün önünden gitmez. Bu anım, yaşamla ölüm arasındaki o çizgiyi, yaşamın ne olduğunu hep sorgulatır bana. Bir komşumuz vardı, babaları saraç (eyerci- koşumcu) ustası. Baba ölmüş, yaşlı anne yatalaktı. Ben ilkokuldayım. Evlerin duvarları bitişik. Ses aynen gelir. Geceleri yaşlı kadın duvarları yumruklardı: “Allah’ım beni niye almıyorsun yanına? Emanetini al, çilem bitsin, kurtulayım!” Bazı geceler sabahlara kadar böyle bağırırdı, ölümü çağırırdı…

Evde gelini, oğlu bakardı ona. İyi mi bakmazlardı yoksa öyle yaşamak çok mu zordu, kim bilir?

Yine yaşanmış bir örnekle konuyu bitireyim. Bu da yurtdışından olsun. On yıl önceden bir anı. Polonyalı yetmişli yaşların ortasında bir hanım. Evli kızıyla, torunlarıyla birlikte Almanya’da yaşıyor. Bir de, erken ölen kocasından sonra uzun yıllar birlikte yaşadığı hayat arkadaşı, dostu yanında. Sonra bu adam hastalanıyor, Polonya’da bir bakımevinde olduğunu duyuyoruz. Birkaç ay sonra da öldüğünü. Komşuya soruyoruz, neden buradasın, neden onun yanında değilsin, cenazeye bile gitmedin? Yanıt:

“Ben öyle sıkıntılara gelemem. Sağlığım kaldırmaz. Kendimi düşünmem lazım, ben de genç değilim.” Değil can yoldaşının kaybına üzülmek, yas tutmak, acısını yaşamak; o yaşta, dudaklarını boyayıp, takıp takıştırıp gezmeye, eğlenmeye devam eden, hayat arkadaşının kaybından en küçük üzüntü duymayan bu kadının vefasızlığı, bu tür öyküleri bilenlere, bu tür olaylara tanıklık edenlere hiç yabancı gelmemiştir. Yabancılara meyil verenleri, onlarla yuva kurmak isteyenleri, dil, gönül ayrılığı yanında bu tür aykırılıklar da düşündürmelidir…

Bizdeki acıma duygusunu, içten bağlılığı, özveriyi, çileye dayanıklılığı, güçlü aile bağını, dostluğu başka hiçbir ulusta bulamazsınız… Eloğlu bile, deneyle, araştırmayla bu sonuca varmış. Arada aykırı örnekler çıkmaz mı? Çıkar.

Unutmayalım: Kendi kötümüz, elin iyisinden, sadık dost, akrabadan, sağlık da varlıktan yeğdir…

Feza Tiryaki, 14 Nisan 2015
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 987
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x