Değerli Dostlar,
Bir yandan ERGENEKON DAVASI AÇILIRKEN,
Diğer yandan AKP KAPATMA DAVASI'nın görüşülmeye başlayacağı bir zamanlama dilimi içinde
Ertuğrul ÖZKÖK,
Kısmen yazdığı ,kısmen de davadan sonra açıklayacağı (!) görüşmenin içeriğini ve Nedret ERSANEL'in görüşme ilgili analizini paylaşmak istiyorum....
Kapalı kapılar arkasında neler görüşülüyor, hangi pazarlıklar yapılıyor? AL GÜLÜM VER GÜLÜM MÜ? yoksa Sayın Başbakanımızın ısrarla kullandığı gibi KAZAN KAZAN MI? oynanıyor...
Onlar alıp verirken
Veya
Kazan kazanırken
Kaybeden hep millet oluyor?
************************
28 Temmuz 2008
Türkiye'de iç barışı yeniden kurmalıyız
LİDERLERLE mülakat yapmanın en zor anı, başlamaktır.Mutlaka "ortamı sıcaklaştıracak" bir soruyla işe başlamak istersiniz.
O da genellikle, "Durumu nasıl görüyorsunuz" sorusu olur.
Bu defa da öyle yaptım ve Başbakan anlatmaya başladı:
Yani Süleyman Demirel veya Turgut Özal ne yaptıysa aynısını.
Son dönemde ne güzel şeyler yapıldığını.
"Pazartesi günü Bakanlar Kurulu'nda Sayın Mehmet Şimşek ilginç bir bilgi verdi. Goldman Sachs 2050 yılı için bir Türkiye projeksiyonu yapmış. Buna göre 2050 yılında Türkiye, Japonya'yı geçiyor. Biz fert başına düşen geliri 10 bin dolar olan bir Türkiye vaat ettik. Bunu şimdiden yakaladık. Ama daha büyük hedefleri ancak stresi olmayan bir Türkiye ile yakalayabiliriz. Yaşadığımız olumsuzluk herkesi yoruyor. Bakın geçen yıl 22 milyar dolar yabancı sermaye yatırımı geldi. Bu yıl çok daha fazlasını bekliyorduk. Ama yabancı yatırımcı ne ister? İstikrar ve güven. Bu ortam bozulmamalı."
Hiç adını koymuyor ama anlattığı şey, partisi hakkındaki kapatma kararının yarattığı sonuçlar.
Kendi soruyor, kendi cevap veriyor:
"Türkiye istikrarlı ve güvenli bir ülke olarak gider, yabancı sermaye gelirse ne olacak? Biz şahsen para mı kazanacağız? Hayır. Sadece Türkiye'nin büyümesi ile iftihar edeceğiz. Devlet vergi alacak. Bizim kazancımız bu olacak."
AKP KAPATILIRSA TOPLU TEPKİ VERİN DEDİ Mİ
Tabii gazeteci olarak şunu çok merak ediyorum.
Acaba yabancı devlet yetkilileri ile konuşurken neler anlatıyor? Çünkü geçen gün Milliyet'te Melih Aşık'ın köşesinde okudum.
Fransız basınında, Erdoğan'ın Paris'teki Akdeniz toplantısı sırasında, konuştuğu her yabancı devlet temsilcisine, "AKP kapatılırsa, ortak tepki verin" dediği yazılmış.
"Hayır, kesinlikle böyle bir şey söz konusu değil. Tabii herkes bize soruyor. Türkiye'de ne oluyor diyor. Biz Türkiye'ye güvenin diyoruz. Son Paris zirvesi çok iyi geçti. Biz giderken bazıları burada AB'ye alternatif oluşum oluyor, orada ne işiniz var deniyordu. Hayır böyle olmadı. Tam aksine sonuç bildirgesine bunun alternatif olmadığı yazıldı. En yararlısı sabah Sarkozy ile yaptığımız görüşme oldu. Bunun olumlu sonucunu aldık. Senato'da çıkan karar bizim istediğimiz gibi oldu. Zaten yemekten çıkarken bazı Fransız milletvekilleri, merak etmeyin, sonuç konuştuğumuz gibi çıkacak dediler."
Başbakan'ın monoloğu şöyle devam ediyor:
"Biz ekonomik gelişmeyi ve demokratikleşmeyi birlikte götüremezsek iyi sonuç alamayız. 1.5 milyarlık İslam dünyası bizi izliyor. Din ile laikliği nasıl birlikte götürüyoruz bakıyorlar. Bütün bunları Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinden taviz vermeden götürmemiz de ilgiyle izleniyor."
SOHBETİN AYSUN KAYACI TARTIŞMASI
Bu noktadan itibaren gazeteci olarak devreye giriyorum ve sorulara başlıyorum.
- Araştırmalara bakılırsa, son olaylardan sonra halk arasında size yönelik eleştirilerin çoğaldığı sonucu çıkıyor. Bunu siz de kabul ediyor musunuz?
"Ben halkın arasındayım. Onlar ne düşünüyor çok iyi biliyorum. Halkta bir sorun yok. Sorun seçkinciler grubunda. Onlar hangi istikameti istiyorsa, Türkiye oraya gitsin istiyorlar. Ama halkın da iradesi var. Seçim sonuçları var. Seçkinciler bugüne kadar istediklerini yaptırmayı başarmış. Ama bu artık değişiyor."
"Seçkinci" ayrımına eskiden beri itirazım var, o nedenle konuyu biraz deşmek için soruyorum:
"Sayın Başbakan, seçkin deyince kimi anlıyorsunuz? Mesela ben, seçkinci miyim?
"Evet" diyor. Sonra yine "Aysun Kayacı" örneğini veriyor. "Mesela televizyon programında çıkıp, benin oyumla çobanın oyu bir mi diyor."
Ben, "O bir sanatçının söylediği söz. Bu kadar üzerinde durmanız doğru mu?" diye soruyorum.
"Ama onun gibi düşünen başkaları da var" diyor.
SAYIN BAŞBAKAN SİZİN HİÇ Mİ HATANIZ OLMADI
O noktada artık kafamdaki asıl soruyu soruyorum.
"Sayın Başbakan, sizin hiç mi hatanız olmadı? Şöyle diyelim. Bugün elinizde tarihi geri sarmak imkánı olsa, geçen yılın 22 Temmuz akşamından itibaren, aynı şeyleri tekrarlar mıydınız?"
"Mesela?" diyor.
- İsterseniz ben değil de, mesela İngiliz Guardian Gazetesi'nde sizin hakkınızda çıkan eleştirileri sıralayayım. Yıllardır sizi destekleyen Mehmet Altan geçen gün yazısında o eleştirilerin yer aldığı bölümü aynen yayınladı. Bir anlamda "Bunlara ben de katılıyorum" der gibiydi.
İş biraz karşılıklı çekişmeye doğru giderken, Başbakan müdahale ediyor ve "Beni en iyi tanıyan iki yabancı var. Biri Tony, öteki Silvio" diyerek biraz şakaya çeviriyor.
"Birbirinize böyle mi seslenirsiniz?" diye sorunca, "Evet" cevabı veriyor.
Onlar da kendisine "Tayyip" diye seslenirlermiş.
Ben Guardian Gazetesi'nde yapılan eleştirileri tek tek sayıyorum.
Mesela cumhurbaşkanlığı seçimi.
FİLM GERİYE SARILSA NELERİ YAPMAZDINIZ
Bugün elinde fırsat olsa, yine aynı şeyi tekrarlar mıydı?
Cevabını açıkça veriyor. Ancak bu bölümü, Anayasa Mahkemesi'nin kapatma kararını açıkladıktan sonra yayınlamamı istiyor.
"Peki" diyorum.
Türban konusu?
Gidip masadan Anayasa kitapçığını alıyor.
"O konuda bir şey söyleyemem. Çünkü Anayasa'nın 138'inci maddesi var. Dava sürüyor. Yargı süreci devam ediyor, sen bana bu soruyu soruyorsun. Dava bittiğinde bu soruyu sorarsanız cevabını bütün samimiyetimle veririm."
Ancak kendini tutamayıp, bu konudaki görüşlerini de anlatıyor ve yine "Lütfen bunu da dava sonuçlandıktan sonra yayınlayın" diyor.
Kadrolaşma?
"Bu eleştiriyi kabul etmek mümkün değil. Biliyorsunuz, üst düzey yönetici olmak için en az 10 yıl devlette hizmet etmek gerekir. Bu müdür düzeyinde. Daha üst düzeyler için en az 15 yıl gerektiren görevler var. Biz 5.5 yıldır iktidardayız. Bu demektir ki atadığımız görevliler bizden önce işe alınmış insanlar. Çoğu Ecevit döneminde kurulan KPSS sistemi ile işe alınmış. Bu insanlar sakıncalı ise niye işe alınmış? Sakıncalı değilse niye onlara görev vermeyelim. Bir bürokrat dürüst ve başarılı ise onu görevden alacak kadar enayi değilim. Çünkü öyle yaparsam memleketime zarar vermiş olurum."
Tabii benim de cevabım hazır.
HER ŞEY ALDIĞINIZ OYDAN MI İBARET
- Ama atamalarda eşi türbanlı kriteri getirildi.
"Buna da katılmıyorum. Eşi türbanlı olan da var olmayan da. En üst bürokratlarımızdan biri Cumhurbaşkanlığı Genel sekreteri İsen. Eşinin başı açık. Ayrıca Merkez Bankası'nın başına Mehmet Şimşek'i getirmek istedik. Cumhurbaşkanı onaylamadı. Eşi Amerikalı'ydı ve başı açıktı. Bir insanın eşinin başı açık veya kapalı diye hesap yapılıyorsa bundan hicap duyarım."
Eleştirilerim daha devam edecek ama, ben o noktada kendimi tutamayıp yine aynı soruyu tekrarlıyorum.
- Sayın Başbakan, şu son 1 yılda sizin hiç mi hatanız olmadı? Kendi kendinize şu noktada hata yaptım dediğiniz hiç mi olmadı? Mesela her şey alınan oydan mı ibarettir?
Sohbetin başından beri ilk defa, umutla beklediğim cümle geliyor:
"Hayır tabii değil. Elbette bizim de hatalarımız oldu. Olabilir. Bir siyasetçi hep kendini merkezine koyarak dünün bugünün yarının hesabını yapar. Biz de bunu her gün yapıyoruz. Tekrar ediyorum. Bizim de hatalarımız oldu, olabilir. Ama bunun hesap verme yeri yine halkın önüdür. Şimdi ortada hatalar varsa, gerginlik olmuşsa, toplumsal barışı yeniden kurmamız lazımdır."
ZOR AMA BİR SOSYAL RESTORASYON GEREKLİ
Bu son söz umutla beklediğim bir açıklamaydı. Onun üzerine gidip, biraz açmasını istiyorum.
"Bizim gök kubbemiz Türkiye Cumhuriyeti'dir. Yahya Kemal'in "Kendi gök kubbemiz" dediği şey. Bu gök kubbeyi ayakta tutan temel sütun birlik ve bütünlüğümüzdür. Eğer çökerse hep birlikte altında kalırız. Önemli olan bu gökkubbenin altında birlik ve beraberlik içinde yaşamaktır. Daha evvel de söyledim, bana göre Atatürk'ün cumhuriyet ideallerinin en önemlisi, milletimizin bütün fertlerini hiçbir fark gözetmeden vatandaşlık temelinde birleştirmesidir."
- Ama ortada epey büyük bir gerginlik var. Kutuplaşma hat safhada, diyorum.
"Farklılıklarımız buna mani değildir. Hiçbirimiz bir diğerimizi doğuştan ya da tercihe bağlı farklılıkları yüzünden dışlayamaz. Tecrübe gösteriyor ki, farklılıkları dışlamak, reddetmek, toplumsal barışı zayıflatıyor; kabul etmek, bir zenginlik olarak görmekse toplumsal barışı güçlendiriyor."
- Peki bunu sağlamak o kadar kolay mı? Mahalle baskıları, zorla başı örttürülen kızlar?
Yine yürürlükte olan dava nedeniyle şu cevabı vermekle yetiniyor:
"Zorluklarımız, sorunlarımız yok mu, var elbette. Ama bunların hiçbiri aşılmayacak sorunlar değil. Yeter ki, birimiz kendimiz için istediğimiz hak ve özgürlüğü başkalarına çok görmeyelim. Biz böyle bir sosyal restorasyonu hayatın her alanında gerçekleştirmek durumundayız."
Bu sözler ne anlama geliyor?
"Sosyal restorasyon" ne demek? Bu sözlerde bir "uzlaşma" kabulü mü yatıyor?
Bunu zaman gösterecek.
Dolmabahçe'de aldığım şahsi izlenimler ne?
GEÇEN salı günü, ben daha içerdeyken, bazı internet siteleri Başbakan'la Dolmabahçe'de görüştüğümü yazmaya başlamış.
Buraya kadar normal.
Türkiye'nin en büyük ve en etkili gazetesinin genel yayın yönetmeni Başbakan'la görüşmeye gelmiş.
Haber olabilir.
Başbakan'ın yanından çıktıktan yarım saat sonra Anadolu Ajansı şöyle bir haber geçmişti:
"Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından kabul edildi. Görüşme Ertuğrul Özkök'ün talebi üzerine gerçekleşti."
İçgüdüsel bir refleksle "Vay bee" dedim.
Sanki, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Hürriyet Cumhuriyeti'nin üst düzey bir temsilcisini kabul ediyor.
Hadi, Hürriyet'in Cumhurbaşkanı Aydın Doğan, Başbakanı da Vuslat Doğan Sabancı.
Bu durumda ben ne oluyorum? Yayından sorumlu Başbakan Yardımcısı.
Devletten devlete ilişkiler.
Çekinmeseler, "İkinci Dolmabahçe kriterleri" bile yazabilirler.
Ergenekon Efsanesi'nin, hayatımıza soktuğu yeni şeylerden sonra bunu söyleyen de çıkarsa, kimse şaşırmaz.
Ajansın bu haberi ve öteki gazetelerin haberleri, bana şu gerçeği bir kere daha öğretti.
Türkiye'yi yönetmek çok zordur.
Ama inanın Hürriyet'i yönetmek de çok kolay bir şey değil.
* * *
Başbakan'la iki saate yakın sohbet ettik.
AKP hakkında kapatma davasının açılmasından kısa süre sonra Başbakan'ın Basın Danışmanı Akif Beki ile İstanbul'da uzun bir yemek yedik.
Sohbetin yarısından çoğu, edebiyat, Cemil Meriç, şiir, dilbilim ve hayatla ilgiliydi.
Tabii Türkiye'yi de, kapatma davasını da konuştuk.
O sohbette, aklımdaki soruları dile getirip, bunları Başbakan'a sormak istediğimi söylemiştim.
Geçen salı sabahı ben yazı işleri toplantısındayken cep telefonum çaldı. Akif Beki arıyordu ve Başbakan'ın beni ertesi gün saat 16.00'da Dolmabahçe'de beklediğini söyledi.
Ertesi gün törenler için Aydın Bey'le Kelkit'e gidecektim.
Onu iptal edip, Başbakan'la görüşmek için kaldım.
Beni Boğaz'a bakan geniş bir salona aldılar.
Başbakan'la geçen yıl 22 Temmuz seçiminden beri ilk defa sohbet etme imkánım oluyordu.
Kapatma davası açıldığından beri pek özel mülakat vermiyor. O nedenle bu sohbetin merak uyandıracağını tahmin ediyordum.
İki konuda söylediklerinin, dava sonuçlandıktan sonra yayınlanmasını istedi.
Bu da, Cumhurbaşkanlığı ve türbanla ilgili söyledikleriydi.
Kendisine söz verdim, onları dava bittikten sonra yayınlayacağım.
* * *
Başbakan epey kilo vermiş ve incelmiş.
Üzerinde çizgili bir gömlek ve ceket vardı.
Çalışma günü olduğu halde, kravat takmamıştı.
Sohbet ederken ilk dikkatimi çeken şey, elindeki tespih oldu.
Hafızamı yokladım. Acaba Başbakan'ı bugüne kadar hiç elinde tespihle görmüş müydüm?
Gördüğümü hatırlamıyorum.
Onunla sık sık görüşen birkaç kişiye sordum.
Onlar da hatırlamıyor.
Başbakan bu tür şeyleri göstermekten hoşlanan bir kişi değil.
Nitekim fotoğraf çektirirken tespihi elinden bıraktı.
O yüzden "Acaba yaşadığı stresi atmak için mi" diye sordum.
Herhalde öyle.
* * *
Bütün sohbet boyunca, bugüne kadar hiç görmediğim kadar rahat ve yumuşak bir üslupla konuşuyordu.
Acaba dava konusunda "Ankara'dan iyi sinyaller mi aldı" diye düşündüm.
Sadece düşünmekle kalmadım, sordum.
"Hayır, bize gelen hiçbir işaret yok. Siz daha iyi biliyorsunuzdur" dedi.
Bu gözlemimi de yine bir soruyla tamamlayayım.
Başbakan'ın rahatlığı ve yumuşaklığı acaba iyi mesaj almasından mı, yoksa artık her şeyi tevekkülle karşılamasından mı?
Başbakan'ı kavgacı bir üslup içinde görmedim.
Ama savunduğu fikirlerde de büyük değişiklikler olduğu izlenimi vermedi.
Mesela, hálá "halkta sorun olmadığını, sorunun seçkincilerden kaynaklandığını" söylemeye devam ediyordu.
Gelelim asıl izlenimime.
Başbakan Erdoğan, partisi hakkında kapatma kararı çıkarsa ne yapacak, çıkmazsa ne yapacak?
Bu konuda açık vermedi.
Sadece, "davranışlarında bir değişiklik olmayacağı" mesajını verdi.
Ancak hissiyatım beni yanıltmıyorsa şunu söyleyebilirim.
Partisinin kapatılmaması durumunda, kimsenin tahmin edemeyeceği kadar yumuşak ve uzlaştırıcı bir açılım yaparsa, benim için şaşırtıcı olmaz.
Kapatılırsa sertleşir, hırçınlaşır mı?
Onu tahmin edemiyorum.
hürriyet-ertuğrul özkök
Söyleşinin 2.bölümü
28 Temmuz 2008
Okkırın ölümü tabii ki üzücü
BAŞBAKANla sohbetimiz devam ediyor.Kaldığımız yeri hatırlatayım. Başbakana "Sizin hiç mi hatanız olmadı" diye sormuştum. O da "Mesela neler?" deyince saymıştım.
Geçtiğimiz dönemde Başbakan Erdoğana yöneltilen en yaygın eleştirilerden biri, ekonomik ilişkilerde "kayırmacılık" yapılmasıydı.
Muhalefet çevrelerinde bu eleştiri şöyle dile getiriliyordu:
"AKP kendi zenginini yaratıyor."
Hatta bir tür "Nepotizm" yani akrabau talukat yönetiminin başladığı belirtiliyordu.
Bu eleştiriyi en çok yapanlardan biri de bendim.
KİMMİŞ YARATTIĞIM O ZENGİNLER SÖYLEYİN
Sinirlenmeden şunları anlatıyor:
"Ben böyle sorularda somut olunmasını tercih ederim. Bütün özelleştirmeler açık, medyanın, herkesin önünde yapıldı. En iyi ve yüksek teklifi veren kazandı. Böyle bir şey soracağınızı tahmin etseydim, listeyi getirtirdim. Bunlar içinde birkaçı bizim siyasi görüşümüze yakın insanlarsa bunu pelesenk etmek yanlış. Erdemir, Tüpraş, Petkim... Bunlar kime gitmiş? Bize yakın insanlara mı? Ayrıca kimmiş bu yeni zenginler?"
Tabii her Türk gibi aklıma ATV-Sabah satışı ve Çalık Grubuna yapılan yardımlar geliyor.
Herhangi bir demokratik ülkede, Başbakanın damadının başında bulunduğu grupla ilgili böyle gelişmeler olursa bu konu çok konuşulur.
Hele hele geçmişte bir Başbakan, Mesut Yılmaz, "Kendine yandaş medya yaratmak amacıyla ihaleye fesat sokma" iddiasıyla Yüce Divanda yargılanmışsa, bu soruların sorulması normal kaşılanmalı.
ÇALIKI ERTÜRK TUZAĞA DÜŞÜRDÜ
Erdoğan sinirlenmeden cevap veriyor:
"Bir kere şunu unutmayın. Benim damadım kızımla 3 yıl önce evlendi. Oysa damadım bundan 10 yıl önce Çalıkla çalışmaya başlamış. İkincisi Çalıka ne kayırmacılık yapılmış? Çalıktan başka dosya alan yok. Başka teklif veren çıkmadı. Ayrıca düşünüyorum. O fiyat çok pahalıydı. Çalık o tuzağa nasıl düştü? Ahmet Ertürk o rakamı verdiği için. Yoksa ilgilenen bütün öteki şirketler ancak 600-700 milyon dolar eder diyordu."
Tabii iş orada bitmiyordu.
Çalık o parayı bulamamış ve sonunda paranın çok büyük bölümü iki kamu bankasından temin edilmişti.
Kamu bankalarına talimatın bizzat Başbakandan gittiği eleştirileri vardı.
Yine sinirlenmeden cevap veriyor:
"Bizim o bankalara bir şey söylememiz mümkün değil. Ancak iyi yönetilmezse hesap sorarız. İkisinin de durumu iyi. Ellerindeki parayı en iyi şekilde kime satabilirlerse ona bakarlar."
Ama bu kredinin şartları bir türlü açıklanmadı ve bu da kamuoyunun kafasında soru işaretleri doğuruyor.
Cevabı şu oluyor:
"Bu bankalarda gizlilik esası var. Kalkıp birileri istiyor diye bilgi vermezler."
Mezarı için tazminat ödeyeceğim
Son konumuz tabiatıyla Ergenekon.Başbakan konuya yine Baykala dokundurarak giriyor.
Ama bu arada Yusuf Bozkurt Özalla ilgili çok ilginç bir gelişmeyi açıklıyor.
"Ergenekon olayından en rahatsız olan Baykal. Acaba niye? Biz yürütme olarak yargının bize verdiği görevi yerine getiriyoruz. Biz bu görevi yapmazsak suç işlemiş oluruz. Bakın önümüzde Yusuf Bozkurt Özal meselesi var. Süleymaniyeye gömüldüğü için dava açılmış. Mahkeme reddetmiş. Şimdi Danıştay bunu bozmuş. Bizden tazminat ödememiz isteniyor. Yani görevinizi yapmadınız diyor. Şimdi gömülmüş bir insanı oradan çıkarmak güzel bir şey mi? Ama bize suç işlediniz denip hesap soruluyor. Görevimizi yapmasak, yarın Ergenekon konusunda da suç işlediniz diye hesap sorulmaz mı? Cumhuriyet Gazetesine bomba atılıyor biz suçluyuz. Failleri yakalıyoruz yine biz suçluyuz."
OKKIR OLAYINDA İHMAL VAR MI GÖRECEĞİZ
Tabii ben merak ettiğim, son günlerde çok sayıda insanı üzen bir olayı soruyorum.
Kuddusi Okkırın ölümü.
Kendine liberal diyen aydınlarımızın tek kelime üzüntü bildirmediği bu olay hakkında Başbakan acaba ne düşünüyordu?
Orada bir ihmal var mı?
"İnsani boyutu itibarıyla tabii ki üzücü. Ama ihmal var mı derseniz, bunu soruşturmanın sonucu belirler."
Ve Dolmabahçedeki son sorum:
Ergenekon soruşturmasında keyfi uygulamalar, gereksiz yayma çabaları, sabah 6.00da gözaltına alma uygulamaları, hatta bu davanın muhalefeti susturmaya yönelik bir cadı avına dönüştüğü eleştirileri var.
Başbakan eleştirilere şu cevabı veriyor:
"Bunlar, yasal ve etik sınırlar içinde eleştirilebilir. Öyle değil de şöyle olsa daha iyi olurdu, denebilir. Ama ortada vahim iddialar varsa, savcılara, bunlar araştırılmasın, soruşturulmasın denmesi bir hukuk devletinde kabul edilemez. Suçlu olanların dışında kimse gerçeklerin ortaya çıkmasından, mahkemelerde adaletin tecelli etmesinden rahatsız olmasın."
Gazeteci olarak cevaplar beni tatmin etti mi
BAŞBAKANla Dolmabahçedeki çalışma ofisinde yaptığımız söyleşi bu soruyla tamamlandı.
Gazeteci olarak söyleşiden tatmin oldun mu diye sorarsanız cevabım şu.
Elbette olmadım.
Aldığım bazı sorulara cevabı hoşuma gitti, bazılarında ise düşüncem değişmedi.
Ama takdir edersiniz ki, bu söyleşi, çok olağanüstü bir dönemde yapıldı.
Bir yanda kapatma davası, öte yanda Ergenekon iddianamesi havayı germişti.
Hürriyet yazarlarının neredeyse tamamı, son günlerdeki olaylar konusunda eleştirel bir tavırdaydı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi, Anayasa değişikliği ve türban konusunun gündeme getirilişi, kadrolaşma, keyfi uygulamalar konularında AKP politikalarına ciddi eleştiriler yapmıştık.
Bu da hükümetin hoşuna gitmiyordu.
Yani sohbetin yapıldığı psikolojik ortam işimizi kolaylaştırmıyordu.
Yine de şunu iç rahatlığıyla söyleyebilirim.
Yaptığımız sohbeti, tarafsız bir biçimde yansıtmaya çok gayret ettim.
Başbakanın Cumhurbaşkanlığı seçimi ve türbanla ilgili cevapları ise itiraf edeyim, beni tatmin etmedi.
Bazı hataları itiraf etmede yeterince cesur davranamadığı kanaatindeyim.
Oysa bugünlerde Türkiyenin, ciddi siyasi özeleştirilere çok ihtiyacı var.
Sadece siyasilerin değil, belki hepimizin.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve türban konularındaki sözlerini, onun haklı gerekçesi üzerine yayınlamayı erteledim.
Ama kapatma davası sonuçlandıktan sonra yayınlayacağım.
Değerlendirme size ait...
Sömürücüye karşı birleşelim dedi
BERLUSCONInin kendisine söylediği çok çarpıcı şu sözleri açıklıyor:"Türkiyenin çok ciddi bir petrol harcaması var. Biz göreve geldiğimizde varilin fiyatı 22 dolardı. Şimdi 150 dolara kadar çıktı. Bu sadece bizim değil, bütün dünyanın sorunu. Son görüşmemizde Berlusconi bana açıkça şunu söyledi. Biz petrol tüketicisi ülkeler artık bir şey yapmalıyız. Böyle her gün istedikleri gibi petrol fiyatına zam yapmaları alenen bir sömürüdür. Yeni bir sömürü düzeni kuruldu. Dünyayı sömürüyorlar. Biz tüketici ülkeler buna karşı birleşip hareket etmeliyiz, dedi."
Bütün gençliğim, Berlusconinin sözünü ettiği ülkelere "emperyalist", "sömürücü" diyerek geçmişti.
Şimdi bu ülkelerin liderlerinin kendilerini "sömürülen" olarak hissetmesi çok ilginç.
Bir de dokunulmazlıkların kaldırılması meselesi var.
Baykal hep bunu gündeme getiriyor.
Başbakan bu konuda yeni bir şey söylemiyor:
"Baykal durmadan dokunulmazlıkların kaldırılmasından söz ediyor. Kimse bizim programımızı okumuyor. Bizim programımızda, siyasilerin, başbakanların eylemlerinden dolayı yargılanmalarının önündeki engellerin kaldırılacağı açıkça yazılı. Ama biz bunu yaparken kamu görevlilerinin yargılanmalarının önündeki engellerin de kaldırılmasını istiyoruz. Tabii kürsüde söylenenlerin masuniyetini korumalıyız. Gel bunu yapalım diyoruz, ama buna yanaşmıyor. Önce bütün milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasından söz ediyordu. Şimdi sadece ikimizinki kaldırılsın diyor."
Parti kapatılmazsa diktatör olur mu
KAPATMA davası hakkında ne düşünüyor?
"Sonucun ne olacağını bilmiyorum. İnşallah memleketimiz için hayırlı bir sonuç çıkar."
Sohbet buraya geldiğinde, sokakta en çok konuşulan konulardan birine geliyorum.
AKP kapatılmadığı takdirde Erdoğanın tutumu ne olacak?
Yaygın bir kanaate göre, "sertleşecek", hatta "diktatörleşecek" ve kendine muhalif diye gördüğü herkesi yok etmeye çalışacak.
"Sonucun ne olacağını bilmiyorum. İnşallah memleketimiz için hayırlı bir sonuç çıkar. Size şunu söyleyebilirim. Benim milletime karşı hiçbir zaman kinle, nefretle davranmam mümkün değildir."
Peki önceki hafta Economist Dergisinde kendisiyle ilgili kullanılan ifade?
Dergide Erdoğanın son dönemde "Tiran"laştığı öne sürülüyordu.
Yani diktatörleştiği.
"Bunu söyleyenler bizi hiç tanımıyor. Beni en iyi tanıyan iki yabancı Silvio (Berlusconi) ve Tony (Blair). (Burada bir düzeltme yapayım. Bu ifadeyi dünkü bölümde yanlışlıkla kullanmışım ve havada kalmış. Erdoğan bu cevabı tiran sorusuna karşı vermişti.) Halk içinde bana Tayyip veya Tayyip Amca derler. Recepi bile kullanmazlar."
Baykalın cari açık planı varsa getirsin
KONU buradan CHP Lideri Deniz Baykala geliyor.
Bir ayrıntı.
Ben bu konuda soru sormuyorum, kendisi açıyor.
"Şimdi Baykala bakın. Bir ay içinde benim hakkımda 2 gensoru verdiler. Gensoru çok ciddi bir Meclis denetimi. Muhalefet bunu verdi mi hükümeti düşürecek gerekçeleri olmalı. Ama bunun ciddiyetine kendileri bile inanmıyor. Gensoru görüşmesine bakıyorum, salonda 7-8 CHP milletvekili var. 308 ret çıkıyor, bütün muhalefetin evet oyu 90. Yani biz gelmişiz, onlar ciddiye alıp gelmemiş. Gazeteciler bile ciddiye alıp gelmemiş. Bir gensoru bu kadar sulandırılır mı?"
Bu arada Baykala ciddi bir öneride bulunuyor.
Bence hemen elinin tersiyle itmeyip, üzerinde düşünmesi gereken bir öneri olabilir.
"Ülkenin temel sorunları ile bizden başka kimse ilgilenmiyor. Bakın Türkiyenin ciddi bir cari açık sorunu var. Ana muhalefet bu konuda ne düşünüyor? Cari açık şöyle kapatılır diye bir teklifi var mı? Yaparsın bu teklifi, aklımız yatıyorsa hiç komplekse kapılmadan uygularız. Ama tek kelime etmiyor."
Sonra sözü sadece Türkiyenin değil, dünyanın da en önemli sorunu olan petrole getiriyor.
hürriyet-ertuğrul özkök
******************************
28 Temmuz 2008
Nedret Ersanel
nedretersanal@superonline.com
Er-Doğan buluşması: Sıradışı bir röportajın Patolojisi!
24 Temmuz Perşembe günü, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başbakan Erdoğan, Dolmabahçede bir araya geldi.
Aslında röportaj yaptılar diye yazmak daha doğru olur(du) ama, duyulduğu andan itibaren buluşma kamuoyuna daha farklı yansıdı.
Örneğin Anadolu Ajansı; Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından kabul edildi. Görüşme Ertuğrul Özkökün talebi üzerine gerçekleşti ifadeleriyle olayı abonelerine duyurdu.
Bunun üzerinde biraz durmak gerekiyor. Birincisi ajansların (basın organlarının) bu tür bir üslupu, gazeteci-siyasi görüşmeleri için kullanmaları alışıldık değil. Sıradışı diyebiliriz!
Dahası talebin nereden geldiğini belirtmek de bilindik bir yöntem değil
Talep, zaten sıklıkla gazetecilerden gelir, nadiren siyasiler davet de bulunur. Bunun altının çizilmesi ister istemez dikkat çekiyor.
Ve böyle bir üslup kullanıldığında, yine ister istemez, Aslında Özkök gazeteci ama başka bir şey konuşacaklar, herhalde Hürriyetin veya Doğan Grubunun bir isteği veya derdi var, o aktarılacak mânası zımnen çıkıyor.
Bu sefer de uzlaşma yorumları çıktı.
Öyle olduğu da, aynı gün, tüm internet sitelerine haberin yansıyış biçiminden ve ertesi gün de bazı gazetelerin yorumlarından sezildi.
Yoksa Başbakan mı çağırdı?..
Bu sorunun yanıtı hem evet hem hayır!
Esasen Başbakan 22 Temmuzdan (seçimlerden) bu yana röportaj vermiyor. Bu nedenle, ikinci AKP hükümetinin ilk söyleşisi de sayılabilir.
Hâl böyle olduğundan, bir çok gazete ve gazeteci randevuda isteğinde bulunmuş durumda. Yani sırada birçok görüşme ve röportaj talebi bulunuyor.
Peki Ertuğrul Özkökün böyle bir talebi var mıydı?
Röportajın ilk bölümünün yayınlandığı Cumartesi (26 Temmuz) günü, Özkökün röportaj metninden ayrı olarak kaleme aldığı, Dolmabahçede aldığım şahsi izlenimler ne? başlıklı bölümünden böyle bir talebin olduğu anlaşılıyor;
AKP hakkında kapatma davasının açılmasından kısa süre sonra Başbakanın Basın Danışmanı Akif Beki ile İstanbulda uzun bir yemek yedik. O sohbette aklımdaki soruları dile getirip, bunları Başbakana sormak istediğimi söylemiştim.
Anlaşılıyor ki, resmli bir başvuru yok. Yani yazı ile randevu talep edilmemiş, şifaen belki de söz arası ricada bulunulmuş. Sohbet ricası Akif Beki tarafından not edilmiş.
İşin önemli tarafı bu değil.
Kapatma davası istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulma tarihi 14 Mart. Bundan kısa süre sonra Özkök-Beki görüşmesi oluyor.
Yani Röportaj ile rica arasında tam dört ay bulunuyor. Muhtemelen Özkök bile unutmuş olabilir sohbet sırasında söylediklerini. Ama 23 Temmuz Çarşamba günü Başbakan anımsıyor. Özkök aranıyor ve ertesi gün için davet ediliyor.
Bu durumda talebin sahibi kim sorusu biraz tartışmalı hale gelebiliyor. Zaten Özkök de bu konuya kilitlenmiş olmalı ki, bahsettiğimiz izlenimlerinde buna ayrı ve uzun paragraflar açıyor
(Basında) benim talebimle olduğu yazılmış, sohbet 4 ay önceydi, beklendiğimi söylediler mealindeki ifadeler, normal zamanda hiç akla gelmeyecek açıklamalardır, kaleme alınıyor.
İddianame ve Kelkit?
Randevunun zamanlaması da önemli olabilir!
Çünkü, görüşme günü Perşembe ve Cuma günü Ergenekon iddianamesinin Mahkeme tarafından kabul ihtimali bulunuyor. Bu iddianamenin de açık hale gelmesi demek. Kaldı ki tüm basın bunu bekliyor.
Normalde bu türden çok önemli söyleşiler hemen ve ilk nüshaya yetiştirilir.
Ancak Hürriyet bir günü pas geçiyor, (görüşme anının duyulduğu hesaba katılırsa, bir başka gazetenin de hızlı bir görüşme gerçekleştirme olasılığı doğmasına rağmen), teaser veriliyor ve Cumartesiye erteleniyor.
İkinci zamanlama konusu ise Özkökü randevusundan ediyor! 24 Temmuz günü (röportaj ile aynı gün) Aydın Doğan Vakfı ile Gümüşhane Belediyesi tarafından ortaklaşa yaptırılan Sema Doğan Kültür Parkının açılışı var.
Açılışın önemli konuğu MHP lideri Devlet Bahçeli. Doğan Grubunun ağır topları (Aydın Doğan ve eşi dahil) ile birlikte Kelkitde olacaklar. Özkökün de orada olması gerekiyor.
Alışıldık olan, bu tür sosyal hizmetlerin açılış törenlerinde hükümetten kişilerin bulunması. Bulanamıyorlarsa, bulunmuyorlarsa, genellikle yerel yöneticiler (Vali, Belediye Başkanı) bulunuyor.
Ama Kelkitde Devlet Bahçeli bulunuyor. Röportaj bu zamanlamaya da denk düşüyor. Hürriyet bölünüyor, yarısı Dolmabahçeye yarısı Bahçeliye gidiyor.
Özkök, M.Y. Yılmaza gazetecilik öğretebilir mi?
Röportajın yapıldığı günden bir gün sonra, matbuatın buluşmayı sunuş biçiminden rahatsız olan Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz da, tıpkı Özkök gibi, internet medyasını da dahil ederek basını eleştirmişti.
Y.Yılmaz şöyle demişti; Bir gazetecinin, bir haber kaynağından randevu istemiş ve bu randevu talebinin kabul edilmiş olması dünyanın neresinde haber konusu oluyor?
Özkök izlenimlerin de farklı anlatıyor; Ben daha içerideyken, bazı internet siteleri Başbakanla görüştüğümü yazmaya başlamışlar. Buraya kadar normal. Türkiyenin en etkili ve büyük gazetesinin yayın yönetmeni Başbakanla görüşmeye gelmiş. Haber olabilir.
Çok dramatik. Hürriyetin yönetmeni kendi yazarına hızlı ve açık gazetecilik dersi veriyor. Neyin haber olabileceğini gösteriyor.
Aslında Özkökten hızlıları da çıkmıştı. İyibilgi benzer şekilde haberdir demiş ve Y.Yılmazın yazısını farklı bir bakışla analiz etmişti.
İyibilgi'nin Mehmet Y. Yılmaz'ın yazısını farklı bakış açıları ile irdelen incelikli analizi için TIKLAYINIZ
Hürriyetin foto muhabirleri tatilde mi?
İyi bir soru gibi geliyor bize çünkü, Başbakanla yapılan ve bizzat Özkök tarafından da önemi belirtilen böylesi bir söyleşi-hem de Başbakan uzun aradan sonra ilk kez konuşuyor-resimsiz!
Oysa Hürriyet geniş imkanlara sahip olduğu gibi, hem gazetelerinde hem de dergilerinde sayfa sayfa açılan görselliğe önem veriyor.
Fakat iki saatlik söyleşi neticesinde; ilk günü manşet üstü duyuru, ikinci ve üçüncü günü hem birinci sayfalardan, içeride de tam sayfalardan sunulan söyleşi de tek resim var!
Bir tek resim! Ve hep bu resim kullanılıyor. Başka resim çekilmemiş mi? Yoksa dijital resim çeken muhabirler, olamayacak bir şeyi yapıp, fotoğrafları yakmışlar mı? Bir tek resim kurtarılabilmiş gibi. Normalde çeşitli açılardan seri halde bulunması gereken kareler yok.
Herkesin rahatlıkla anımsayacağı gibi, tüm gazeteler gibi Hürriyet de bu röportajlara en kıdemli ve birden çok muhabirini götürüyor, mekan dışı ilginç kareler çekmeye çalışıyor.
Acaba sadece Başbakanlıkın foto muhabiri mi vardı söyleşide? Yani resim için eleman getirmenize gerek yok, biz veririzmi dendi? Aksi halde Özkök gibi bir gazetecinin yanına foto muhabiri almaması düşünülemez.
Aldıysa bir tek kare mi resim çekildi?
Almıyorsa, gitmişken bir de röportaj yaptık havası doğar. Bunun bilinmesi zor. Ya Başbakanlık sınırlamıştır, ya röportaj fikri ziyaret sırasında akla gelmiştir ya da resimler çekilmiş ama kullanılmamıştır.
Oysa resimleri görmek isterdik. Çünkü yine Özkökün anlatımına göre, Başbakan iş günü olmasına rağmen kravatsızdır ve elinde tespih vardır.
Tespihli Başbakan resmini Hürriyetin atlaması düşünülemez. Burada da ya Başbakan hassasiyet göstermiştir veya resmi çekecek Hürriyet mensubu yoktur.
Madem öyle tespih lafı hiç geçirilmeseydi ya!
Öyle çünkü Başbakanın tespih çekmesine Özkök de şaşırıyor ve daha önce rastlamadığını, üstelik tanıyanlara da danışarak teyit ediyor. Ama okurlara bunu söyleyince, resim nerede diye merak ediliyor.
Okurların böylesi bir resmi merak etmemesi mümkün değil. Öte yandan Özkök söyleyerek bir gazetecilik fırsatını kaçırdığını itiraf ediyor. Atlamış olabilir ama bunu herkesin gözüne sokmak garip geliyor.
Böylece kamuoyu tarafından merak edilen ikinci tespih vakası Özkökle yaşanmış oluyor. Birisi Başbakan Erdoğanın diğeri Ergenekon soruşturmasının savcısı Zekeriya Özün.
Savcı Özün konuşması boyunca tespih çektiğinin Can Dündar tarafından yazılmasıyla tüm basında yer bulan ilk vakadan sonra, ikincisi Özkök tarafından yazılıyor.
Ertuğrul Özkök tespihle sanki teşbih yapıyor.
Röportajın yarısında gazeteci yok!
Özkök-Erdoğan söyleşisinde, bir röportajda muhakkak bulunması gereken iki ögeden birinin bulunmadığını da anlıyoruz. En azından dörtte birinde gazeteci yok.
Zaten foto muhabiri bulunmaması ihtimalinden hayıflanırken, röportajcının da-bir süre-bulunmadığını anlıyoruz.
(Başbakan) kendi soruyor, kendi cevap veriyor, Başbakanın monoloğu şöyle devam ediyor, Bu noktadan itibaren gazeteci olarak devreye giriyorum ve sorulara başlıyorum.
Bu cümlelerin hepsi Özkökün ve devam eden röportajın aralarına yazılıyor. Yani röportajın devam ettiği bir süre boyunca Başbakana soru yöneltilmiyor, bir yerinden sonra da-nihayet anlamı seziliyor-
. (itibaren) gazeteci devreye giriyor.
Gerçekten ilginç. Normalde ancak dersine çalışmamış veya konuları bilmeyen gazeteciler bir röportajın ortasında kendilerini bulduklarında, genel bir soru ortaya atıp, yanıtlardan soru üretmeye çalışırlar veya bırakırlar muhatap konuşsun.
Özkök için ikisini de demek mümkün değil. O halde basın tarihinde belki de ilk kez gazetecisiz bir röportajla karşılaşmış olmamız ihtimali var. Fakat Özkök neden bunları yazıyor anlaşılması zor.
İkinci şaşkınlık: Özkök bu lafları yuttu mu?
Özkök-Erdoğan söyleşisinin en şaşırtıcı bölümlerinden biri de seçkinci-halk tartışması üzerine
Burayı aynen almak gerekiyor.
Özkök: Araştırmalara bakılırsa, son olaylardan sonra halk arasında size yönelik eleştirilerin çoğaldığı sonucu çıkıyor. Bunu siz de kabul ediyor musunuz?
Erdoğan: "Ben halkın arasındayım. Onlar ne düşünüyor çok iyi biliyorum. Halkta bir sorun yok. Sorun seçkinciler grubunda. Onlar hangi istikameti istiyorsa, Türkiye oraya gitsin istiyorlar. Ama halkın da iradesi var. Seçim sonuçları var. Seçkinciler bugüne kadar istediklerini yaptırmayı başarmış. Ama bu artık değişiyor.
Özkök: Sayın Başbakan, seçkin deyince kimi anlıyorsunuz? Mesela ben seçkinci miyim?
Erdoğan: Evet
Biz mi yanlış anlayoruz, yoksa Başbakan bir seçkinci olarak tanımladığı Özköke; Sorun sizde, Siz hangi istikameti istiyorsanız, Türkiye oraya gitsin istiyorsunuz, Bugüne kadar istediklerini yaptırmayı başarmışsınız. Ama artık bu değişiyor mu diyor?
Özkök devamını getirmediği için-söyleşi başka bir konuya geçiyor-bilmiyoruz. Özkök Başbakana yanıt da vermiyor.
Muhtemelen yanlış anlıyoruz!
Ertuğrul Özkök Mahkeme, kapatma kararını açıklayacak mı dedi?!
Başbakan Erdoğan, AKPnin kapatılmasına ilişkin dava hakkında soruları yanıtlamamış. Daha doğrusu yanıtlıyor ama bunların karar sonrası yayınlanmasını rica ediyor.
Bir tür emanet ve doğal. Karardan sonra Özkökün bunları yazacağını tahmin ediyoruz.
Ancak Özkök bu durumu okurlarına anlatırken şöyle bir ifade kullanıyor; (Başbakan) Anayasa Mahkemesinin kapatma kararını açıkladıktan sonra yayınlamamı istiyor.
İfadeden kapatılma kararı verildikten sonra mânası çıkıyor. Ama burada cümlenin yanlış kurulduğunu düşünmeliyiz. Sehven olduğu hissediliyor. Yoksa Özkökün kapatılacak anlamına bir gönderme yapacağını sanmıyoruz.
Fakat gazetecinin dile hakim olması gerekiyor. Doğrusu; AKPye yönelik kapatma davası veya sadece AKP davası olabilirdi. Özkökün alelacale yazdığı belli oluyor.
Bu önemli çünkü, insicamdan Başbakanın da böyle dediği gibi bir hava oluşuyor. Yanlış.
Sakiniyet hakimiyettir: Başbakan sinirlerini mi aldırdı?
Röportajın ikinci bölümünde (27 Temmuz-Pazar) en garip bölüm Başbakanın sinirleri ile, daha doğrusu sinirlenmeyişi ile ilgili
Başbakan bir türlü sinirlenmiyor, sinirlenmesi gereken durumlarda da sinirlenmiyor. Özkök sinirlenmesini bekliyor veya sinirlendirmeye çalışıyor veya Başbakanın artık sinirlenmediğini söylüyor.
Bunu da yine Özkökün sorularından ve yorumlarından anlıyoruz; Başbakana Sizin hiç mi hatanız olmadı diye sormuştum. O da Mesela neler? deyince saymıştım. Başbakan Erdoğana yöneltilen en yaygın eleştirilerden biri, ekonomik ilişkilerde kayırmacılık yapılmasıydı. AKP kendi zenginini yaratıyor. Sinirlenmeden şunları anlatıyor.
Bu birincisi, ikincisi;
aklıma ATV-Sabah satışı ve Çalık Grubuna yapılan yardımlar geliyor. Herhangi bir demokratik ülkede, Başbakanın damadının başında bulunduğu grupla ilgili böyle gelişmeler olursa bu konu çok konuşulur. Erdoğan sinirlenmeden cevap veriyor
Bu da üçüncüsü ve Özkök bu sefer Başbakanın sinirlenmemesine şaşırıyor da; Kamu bankalarına talimatın bizzat Başbakandan gittiği eleştirileri vardı. Yine sinirlenmeden cevap veriyor
Kısa sayılabilecek bir metinde Başbakanın sinirlerine yapılan üç gönderme ne anlama geliyor? Garip.
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki; önemli sorular ve yanıtları zaten ertelenmiş. Geri kalanlar içinde Başbakanın söylediği bazı konular dışında dolgun bir gazetecilik ürün ortada yok.
Kaldı ki Özkök de, en önemli konular olan Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Türban ile ilgili bölümlerin tatmin edici olmadığını (Başbakanın Özkökü tatmin edemediğini) yazmış.
Ama bunun nedeni Başbakanın değil, daha çok Özkökün mesaj vermeye çalışmasından olabilir.
************************************