Behiç Gürcihan'ın Savunmasından:

Behiç Gürcihan'ın Savunmasından:

İletigönderen MansurSah » Cmt Eki 18, 2008 21:40

BEHİÇ GÜRCİHAN'IN SAVUNMASINDAN:

"HUKUKİ(!) VE EDEBİ(!) BİR METİN OLARAK ERGENEKON İDDİANAMESİ…”



Çağdaş hukuk sistemlerinde usul esası bozar. Türkiye Cumhuriyeti Devlet’i, on binlerce evladının canına mal olan bir katili bile yargılarken usule sonuna kadar riayet etmiş bir devlettir. Bu devletin ve milletin namusunun emanet edildiği savcıların usule riayet etmeleri sadece mesleki namusları açısından değil, sorumluluğunu taşıdıkları ulusal ve uluslararası ilkelerin sağlığı açısından da esastır.

Kısacası; usul bir savcının elinde esası kanatlandırabilir de, prangalara mahkûm da edebilir.

Ergenekon soruşturmasına muhatap olduğum andan itibaren maruz kaldığım usulsüzlükler, hakkımdaki esası doğrudan etkileyen hukuk dışı bir tablo ortaya çıkarmıştır.

1. Gözaltı sürecindeki usulsüzlükler,

2. Tutuklanma ve Mahkeme sürecindeki usulsüzlükler,

3. İddianamedeki usulsüzlükler,

4. Metodoloji ve mantık hataları,

başlıkları altında sıralayacağım usulsüzlüklere geçmeden önce sizlerin de çok iyi bildiği bir maddeyi tekrar hatırlatmak istiyorum.

Bu madde, bir suçun işlendiğini öğrenen Cumhuriyet Savcısı’nın yapması gerekenleri tanımlayan CMK 160’tır.

Bu madde, ileride ilgili usulsüzlüklerle beraber hatırlatacağım diğer anayasa, yasa ve uluslararası hukuk normları ile birlikte ele alındığında, bu sürecin baş sorumlusu konumundaki Savcı Zekeriya Öz’ün doğrudan görev ihlâli içinde olduğu yolundaki tezimin de temelini oluşturmaktadır.

CMK 160/2’ye göre bir SAVCI;

Maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılama için şüphelinin lehine ve aleyhine delilleri toplayarak muhafaza altına almak ve şüphelinin haklarını korumakla YÜKÜMLÜDÜR.

Savcı Zekeriya Öz, soruşturma sürecindeki usulsüzlükleri ile bu yükümlülüğünü bilerek ihlâl etmiştir.

1. GÖZALTI SÜRECİ:

Ergenekon soruşturması sürecinde ilk kez 27Haziran 2007 tarihinde gözaltına alındım. CMUK 118/1’e aykırı olarak gündüz, hem de evime 100 metre kala sokak ortasında kelepçelenerek gözaltına alınmama rağmen, evimdeki arama, gece benim bulunmadığım bir ortamda gerçekleştirildi. Savcının talimatı ile gerçekleştirilen bu usulsüz aramanın CMK 118/2’de tanımlanan istisnai hallerden hangisi ile uyuştuğunun beyanı ise tarafıma yapılmadı. Bu konu ile ilgili CMK 141/i’den kaynaklanan tazminat hakkımı savcı hakkında kullanacağım.


Gözaltı süresi boyunca diğer konularda usule riayet eden kolluk kuvvetleri, iki temel konuda usule uygun davranmadılar. Savcının da aynı usulsüzlükleri tekrarladığından yola çıkarak, bu konudaki talimatı vermiş olan Savcının CMK 134 ve Anayasa’nın 25. maddesini açıkça ihlâl ettiğini beyan ediyorum.

CMK 134’te açık olarak;

a. Bilgisayar araç ve gereçlere ancak bu bilgisayarlara şifrelerin çözülememesinden dolayı girilememesi veya gizlenmiş bilgilere ulaşılamaması halinde el konulabileceği,

b. Gerekli kopyaların alınması halinde el konulan cihazların gecikme olmaksızın iade edileceği,

c.Şüpheliye veya vekiline, istemesi halinde, bu yedekten bir kopya verilerek tutanağa geçirilmesi,

belirtildiği halde savcı, soruşturma sürecinin bütün aşamalarında bu kanun maddesini ihlâl etmiştir.


Evimde yapılan iki arama sırasında (27 Haziran 2007 ve 04 Haziran 2008) istediğim halde bilgisayarlarımın bir yedeği tarafıma verilmemiştir. Ayrıca, bilgisayarlara ancak şifrenin çözülememesi ve gizlenmiş bilgilere ulaşılamaması halinde el konulabileceği açıkça belirtilmiş olmasına rağmen; bilgisayarlarımın şifresini saklama gibi bir niyetim veya beyanım olmadığı halde, bilgisayarlarıma el konulması kanunda belirtilen usule açıkça aykırıdır.

Emniyetin elinde bilgisayarların olay mahallinde yedeklemesini yapacak cihazlar mevcuttur. Bu cihazların eğitimi için bir grup polis bizzat sorumlusu olduğum bir proje çerçevesinde Kasım 2002 tarihinde ABD’ye götürülmüştür.

Hal böyleyken, savcının bu kadar hassas bir soruşturma çerçevesinde Emniyet’in elindeki imkânları kullanmayıp, bilgisayarların içeriği hakkında şüpheye mahal bırakması ciddiyetten uzaktır.

Nasıl olay mahallindeki delil, olay mahallinde kayıt altına alınarak delillere hukuki bir nitelik kazandırılıyorsa, bilgisayarlarla ilgili konuda belirtilen usulün de bilgisayar delilerine hukuki zemin kazandırmak adına bir mantığı vardır. Savcı, bu mantığı ihlal ederek ulusal yasalarımız ve uluslararası normlar çerçevesinde Ergenekon soruşturmasına dâhil ettiği bütün bilgisayar tabanlı delili şüpheli konuma düşürmüştür.

Bilgisayar hard diskine evimde el konulduğu an ile Emniyet’te kopyasının (image) alındığı an arasında yasadışı bir müdahaleye maruz kalmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Nasıl suç mahallinde ele geçen delillerin emniyete götürüldükten sonra tutanağa bağlanması hukuka aykırıysa, bir bilgisayarın verilerinin de olay mahallinde, şahitler huzurunda teknolojik olarak “bağlanması” yerine, Emniyet’te bu işlemin yapılması aynı mantıkla hukuka aykırıdır.

Günümüzde bir bilgisayara eski tarihli veri ekleme teknolojisi mevcuttur. Bu programların bazılarının internette bile ulaşılabilir olduğu gözönüne alındığında, devletlerin elinde çok daha sofistike teknolojilerin olduğunu varsaymak yanlış olmayacaktır. Bu nedenle, dijital deliller diğer deliller gibi olay yerinde kayıt altına alınmak, en azından o dijital verinin bütünlüğünün yegâne değeri olan hash değeri kayda alınmak zorundadır.

İş yükü bahane edilerek çiğnenen bu usulün hayatiyeti kavransaydı, disklerin yedeğinin verilmesi iş yükü nedeniyle gecikse bile, disklerin içeriğinin değiştirilemeyeceğin kanıtı olarak ‘hash’ yöntemi ile kullanılabilirdi.

(Hash, herhangi bir dijital bilgi kümesinin üzerinden özel bir algoritma ile hesaplanan o bilgi kümesine özgü bir değerdir. Örnek vermek gerekirse;

“Bizde ısrar yok” cümlesinin hash değeri ile “Bizde esrar yok” cümlesinin hash değeri farklıdır. İki cümle arasında tek bir harf değişikliği olmasına rağmen farklı değerler ortaya çıkacaktır.

İster bir metnin, ister bir dijital veri kümesinin (sabit disk içeriği vs.) hash değerinin alınması ve şüphelinin müvekkiline bildirilmesi, yedeğinin alınmasına göre çok daha hızlı ve zahmetsiz bir işlem olduğu halde bu bile uygulanmamıştır.

Bilgisayar disklerinin inceleme tutanaklarında, “Acquisition Hash”ve “Verification Hash” değerleri üzerinden verilerin değiştirilemediği kanıtlanmaya çalışılmaktadır.

Bu teoride doğru ama maruz kaldığımız pratikte yanlış bir uygulamadır.

“Acquisition Hash ” disk ilk işleme tutulmaya başladığı anda hesaplanan, “”verification Hash” ise işlem sonlandıktan sonra hesaplanan değerlerdir.

İddianame, bu iki rakamın aynı olmasını, verilere ekleme yapılmadığının kanıtı olarak sunmaktadır.

Hâlbuki bilgisayar disklerime evimde el konduğu an ile benim veya vekilimin gözetimi dışında işlenmeye başladığı yanı “Acquisition Hash”ın hesaplandığı an arasında bazen saatler, bazen de günler vardır. Dolayısıyla, el konulan bilgisayarlara ” Acquisition Hash” değerleri hesaplanmadan bir ekleme yapılıp sonra “Acquisition Hash” hesaplanabilir. Bu yapıldıktan sonra “Acquisition Hash” ile “Verification Hash”ın aynı olmasının bilgisayara ekleme yapılmadığının bir kanıtı olarak hukuki değeri yoktur.

Delilin yasallığına özen gösteren bir anlayış, bilgisayar disklerinin kopyalarını (image) veremese bile hash değerini olay yerinde hesaplayarak şüpheliye veya vekiline teslim etmelidir. Aynen diğer delilleri, Emniyet’e götürdükten sonra değil, olay yerinde kayda geçirip bir kopyasını şüpheliye veya vekiline teslim ettiği gibi.

Savcılığın CMK 134’e açıkça muhalefet etmesinin “iş yükü” gerekçesi ile alakasının olmadığı ilerleyen süreçte de kanıtlanmıştır.

Bu konu ile ilgili olarak, şahsım ve avukatım tarafından defalarca, 28 Temmuz 2008, 04 Ağustos 2008 ve 09 Eylül 2008 tarihli dilekçelerle bilgisayar hard diskleri veya kopyalarının verilmesi talep edilmiş olmasına rağmen, taleplerimiz yerine getirilmemiştir.

Savcıların, Anayasa’nın “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” şeklindeki 10. maddesini ve TCK 3/2’yi ciddiye alması gerekir.

Savcının bu konuda uyguladığı çifte standartın ve hukuksuzluğun bir diğer göstergesi ise bizzat Savcı Zekeriya Öz tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderilen yazıdır. İddianamenin 442 klasörlük eklerinde yer alan 1 Temmuz 2008 tarihli emekli orgeneraller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur ile ilgili yazıda, “Kanun gereği alınacak olan image’ın hazır bulunan şüpheli vekiline de verilmesi” ibaresi yer almaktadır. Dolayısıyla, Savcı sözkonusu başka şüpheliler olduğunda kanuna uygun davranırken, şahsım sözkonusu olduğunda bu özeni göstermemiştir. Savcıların, kanun maddelerini bazı kişilere uygulama, bazı kişilere uygulamama gibi bir lüksleri olamaz.

CMK 134’ü açıkça, defalarca ve şüpheliler arasında ayrım yaparak ihlal eden savcı, Anayasa’nın 25. maddesine de aykırı hareket etmiştir.

İlk gözaltına alınmam sırasında şahsıma, başta AKP hükümeti olmak üzere soruşturma ile alakası olmayan çeşitli konularda düşünce ve kanaatlerim sorulmuştur. Anayasa’nın düşünce ve kanaat hürriyeti ile ilgili maddesi, “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz “şeklindedir.

İster soruşturmadan sorumlu olan savcı, ister onun emri altındaki kolluk kuvvetleri; iktidar partisinin değil, devletin ve milletin emrinde görev yapan kurumlardır. Şahsımın soruşturma ile alakası olmayan konularda siyaset, ekonomi ve toplumsal konularda görüşlerimin sorulması ve yazılı olarak da birçok mecrada dile getirdiğim bu görüşlerimin önüme suç olarak konulması açık bir anayasa ihlalidir.

Ayrıca, ikinci gözaltına alınmam sırasında evimde el konulan eşyalarla ilgili yaptığım itirazlar usulüne uygun olarak kayda geçirilmedi ve bu itirazlar savcı tarafından da dikkate alınmadı.

“Arama sonunda verilecek belge” başlıklı CMK 121/2, arama işlemi uygulanan kimsenin el konulan eşyanın mülkiyetine ilişkin görüş ve iddialarına açıkça yer verileceğini belirttiği halde, benim evimden alınan dizüstü bilgisayarın şahsıma değil, SESAR’a ait olduğu yönündeki itirazım kayda geçmedi.

Bilgisayarlarımın olay mahallinde yedeklenmemesi ve istememe rağmen yedeklerin şahsıma teslim edilmemesi ile ilgili itirazlarım da gözönüne alınmadığından, ilgili tutanağı CMK’nın ilgili maddelerine göre şerhimi koyarak imzaladım. (Yakalama ve Elkoyma Tutanağı İddianame’ye Ek Klasör 21 Sayfa: 70, 73, 74, Dizi 101, 98, 97)

Gözaltında ifadem sırasında muhatap kaldığım bu tarz soruların kaynağının savcılık makamı olup olmadığının tespiti, açacağım karşı ceza ve tazminat davalarında suç isnat edeceğim şahısların doğru belirlenmesi açısından önemlidir. O yüzden mahkemenizden bu tarz soruların kaynağının tespit edilmesini talep ediyorum.

2. SAVCILIK VE MAHKEME AŞAMASI:


Ergenekon soruşturması kapsamında iki kez savcı önüne çıktım. Biri, ilk gözaltım sırasında, 30Haziran 2007 tarihinde gerçekleşti ve mahkeme tutuklama talebini yerinde bulmayarak tutuksuz yargılanmam istemiyle serbest bıraktı.

İkinci gözaltım sonrasında, 07.06.2008 tarihinde ise tutuklanarak cezaevine gönderildim. Savcı ifademi alırken, her ikisinde de yasalardaki hükümleri açıkça ihlal etti. Öncelikle her iki sorguda da yaklaşık 5-7 saat ayakta tutuldum. Bu, CMK 148’de açıkça yasaklandığı üzere yormak maksadı güden bir davranıştı.

Savcının ifade sırasında esas usulsüzlüğü ise, şahsımı gözaltına alma gerekçesi olarak öne sürdükleri oldu.

İlk ifadem sırasında yanımda bulunan avukatım Salih Omacan, daha sonra vefat etmiştir, dolayısıyla bu konuda tanığım bulunmamakla birlikte olay şöyle gerçekleşmiştir:

Zamanında sitemde yazılar yazan ve kendisi de Ergenekon soruşturması çerçevesinde tutuklu bulunan Ümit Sayın’la aramdaki ihtilaf; gözaltına alındıktan 4 gün sonra, 30Haziran 2007 tarihinde Hürriyet gazetesinden Toygun Atilla isimli bir muhabirin imzasıyla manşet yapıldı. 3-5 bin okuyucusu olan bir internet sitesindeki ihtilafın, Hürriyet gibi Türkiye’nin en çok tiraj alan gazetesine manşet olması fazlasıyla manidardı. Bu manşetin gerekçesini, gözaltına alınmamın 4. gününde savcı huzuruna çıkarıldığımda daha net gördüm.

Beni 4 gün önce, 27 Haziran 2007’de gözaltına aldıran savcı, o gün çıkan (30 Haziran 2007) Hürriyet gazetesinin manşetini göstererek, “Seni bunun için gözaltına aldık, burada tehdit gördük” dedi. Savcıya sorduğum “Siz beni 4 gün önce gözaltına aldırdınız, Hürriyet’in 4 gün sonra çıkacak manşetini nereden biliyordunuz?” sorusu ise cevapsız kaldı.

Hürriyet’in yapacağı manşeti 4 gün önceden bilerek beni gözaltına aldıran savcı, 04.06.2008 tarihli ikinci gözaltı işlemini de CMK 91/5’e aykırı olarak gerçekleştirdi.

CMK 91/5, bir suçla ilgili serbest bırakılan kişinin yakalanmasına neden olan fiille ilgili yeni ve yeterli delil elde edilemedikçe tekrar gözaltına alınamayacağını açıkça ortaya koymasına rağmen, savcı ikinci kez gözaltına alınma sebebim olarak yine Ümit Sayın’ın hakkımda verdiği iftira ve yalanlarla dolu ek ifadeyi gösterdi.

Ümit Sayın ile olan ihtilafımın hukuki boyutu, sureti Ek-1’de sunulan, Kadıköy 3. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 13 Mayıs 2008 tarih, 2007/2469 E. ve 2008/ 991 K. sayısı ile hakkımda verdiği beraat kararı ile sonuçlandı ve Ümit Sayın davayı kaybetti. Ne ilginçtir ki, Ümit Sayın hakkımda açtığı davayı kaybettikten sonra savcılığa ek ifade verme isteğini iletti. Ümit Sayın 23 Mayıs 2008 tarihinde savcılığa verdiği ifadede hakkımda tamamen kişisel hezeyanlara dayalı iftiralarla dolu beyanlarda bulundu.

İddianamede de yer alan konuşmalarında sürekli MİT’le, Genelkurmay’la görüştüğünü ifade eden ve her ortamda gizli örgüt kurmaktan, darbelerden söz eden bu şahıs, şahsımı “Ergenekon’un kilit adamı olmakla”, “kendine MİT ajanı süsü vermekle”, “gizli örgüt kurmaktan söz etmekle” suçluyor ve “Hâlâ dışarıda olmasını manidar buluyorum” ifadesiyle beni açıkça hedef gösteriyordu.

Hakkımda soruşturma veya kovuşturma başlatmak maksadıyla yapılan ve dolayısıyla ”TCK’daki “iftira” suçu tanımına uyan, mesnetsiz suçlamalar ve hezeyanlarla dolu bu ek ifade hakkında gerekli hukuki işlemleri başlattım. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına yaptığım suç duyurusu halen Beyoğlu 1. Ağır Ceza Mahkemesinde 2008/454 Değişik iş sayısı ile işlemde bulunmaktadır.

Savcılıktaki ifadem sırasında da Ümit Sayın’ın bu ifadeyi, bana açtığı davayı kaybetmesinin sonrasında verdiğini, açık bir iftira olduğunu anlattım ve ifadenin içeriğinin bana değil Ümit Sayın’a uyduğunu kanıtlarıyla ortaya koydum.

Bütün bu itirazlar kabul görmedi.

Keza Savcı, hakkımda ek yeni ve yeterli delil olarak ayrıca Ergun Poyraz’ın hakkımda verdiği ek ifadeyi de gösterdi.

Daha önceki ifadesinde bundan söz etmek gereği duymayan Ergun Poyraz, nedense yeni ifadesinde bir yalana başvuruyor ve “Tarikat-Siyaset-Ticaret” kitabının bir kopyasını bana kendisinin verdiğini inkâr ediyordu.

Bu yalan ek ifadenin de tek bir sebebi vardı.

Kitabında konu edindiği gizli belgenin bana kendisinden değil bir başka kaynaktan ulaştığı şaibesini yaratmak ve böylece Genelkurmay’daki görevi nedeniyle bu belgenin altında imzası olan babam Ali İhsan Gürcihan’ın bana devletin gizli belgelerini ulaştırıyor suçlaması ile zan altında bırakmak.

Hâlbuki 13 numaralı savunma kartımda da ayrıntılarını bulabileceğiniz üzere, söz konusu kitap bir CD olarak İstanbul’da yayıncı arayan Ergun Poyraz tarafından şahsıma, tanıştığımız bir kokteylde verilmişti. Bunun tanıkları olduğu gibi; Ergun Poyraz ile bu tanışıklığımız sonrasında yaptığımız birkaç telefon görüşmesi ve kitabın kopyasını götürdüğüm yayıncılar bunun şahididir.

Hal böyleyken, Ergun Poyraz’ın verdiği bu yalan ifade ile benim tutuklanmam için gerekli zemin hazırlanmıştır.

İfadem sırasında savcıya evimde de ele geçen söz konusu belgenin aslı olmadığını, evimde ele geçenin söz konusu belgeyi de içeren Ergun Poyraz’a ait kitap taslağı olduğunu; bu mantıktan yola çıkılırsa bu kitabı satın alan herkesin suçlu konuma düşeceği anlatılmıştır.

Ayrıca savcıdan, belgenin aslını göstermesinin istenmesi üzerine, Savcı belgenin aslını göstermiş ve bu belgenin babam dışında aralarında MGK’nında bulunduğu 9 ayrı kuruma dağıtımının gerçekleştirildiğine dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla belgenin sızabileceği tek makamın babam olmadığını ayrıca kanıtlamıştır. Savcılık bütün bu somut delilleri de dikkate almadan yine yalan bir ifadeyi hakkımda yine gözaltına aldırma gerekçesi olarak ek ve yeterli delil kategorisinde değerlendirilmiştir.

Bütün bunlar, Savcı Zekeriya Öz’ün CMK 91/5’e aykırı olarak keyfi gözaltı işlemi yaptığının açık ve net kanıtıdır.

Savcılıktaki ifadem sırasında işlenen usulsüzlükler bununla da sınırlı değildir.

a. Gözaltına alınma tutanağımda ve savcının yüzüne karışı açıkça beyan etmeme rağmen nişanlım Fatma Sibel Yüksek ile olan telefon görüşmelerimin içeriği sorulmuştur. CMK 135/2’de açıkça; “Şüpheli veya sanığın tanıklıktan çekinebilecek kişilerle arasındaki iletişimi kayda alınamaz. Kayda alınma gerçekleştikten sonra bu durumun gerçekleşmesi halinde alınan kayıtlar derhal yok edilir” denilmektedir.

CMK 45/1 ise tanıklıktan çekinebilecek kişiler arasında şüphelinin nişanlısını da saymaktadır.

Kanun maddeleri ve bu konulardaki gerçeklik bu kadar açıkken; kanuna açıkça muhalefet edilerek nişanlımla görüşmelerimdeki gündemle ilgili görüşlerim suç unsuru olarak sorularak; hem kişilerin kanatları ve düşüncelerinden dolayı suçlanamayacağını belirten Anayasa’nın 25. maddesi, hem de CMK’nın 135. maddesi açıkça ihlal edilmiştir.

Bu konuşmaları ifadem sırasında sormakla kalmayıp iddianameye yerleştiren savcının, bu kayıtların derhal yok edilmesini emreden Türk yasalarını dikkate almadığı, açıkça itilaf ettiği ve özel hayatın gizliliği ilkesini fütursuzca ayaklar altına aldığı görülecektir.

Mahkemeniz huzurunda, Savcı Zekeriya Öz hakkında özel hayatın gizliliğini ihlal, Anayasa’ya muhalefet ve CMK 135’e aykırı davranışları hakkında suç duyurusunda bulunuyorum.

b. İfadem sırasında beni Ergenekon terör örgütünün üyesi olmakla suçlayan savcı Zekeriya Öz’e benim bu yapının üyesi olmadığımı, aksine ülkede kaos çıkarmak isteyen böyle bir yapıya karşı yazılarımla, kitaplarımla açıkça karşı durduğum, iddianamede bu örgütün birimi olarak lanse edilen LOBİ teşkilatını bizzat şahsımın deşifre ettiğini yazılarım ve kitaplarımla ortaya koydum.

Lehimdeki bu deliler, hiçbir şekilde değerlendirilmediği gibi, lehimdeki deliller olarak tutuklanmak üzere sevk edildiğim mahkemeye sunulmadı. Bu, CMK 160/2’nin açık ihlalidir.

c. CMK 153/2, soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek ise Cumhuriyet Savcısının istemi üzerine, Sulh Ceza Hakiminin kararıyla müdafinin dosya içeriğini inceleme yetkisinin kısıtlanabileceğini belirtmektedir.

Fakat aynı maddenin 153/3 fıkrası, bu kısıtlamanın şüphelinin ifadesini içeren tutanak için sözkonusu olamayacağını açıkça vurgulamaktadır.

Savcı, ifadem sonrasında defalarca dilekçeyle başvuru yapmama rağmen, kendi ifade tutanağımı kanunun ilgili maddesine muhalefeten tarafıma vermemiştir.

Daha sonra bu konu ile ilgili tarafıma ulaştırılan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 06.02.2008 tarihli ve Soruşturma No:2007/1536 sayılı kararında bu kısıtlamaya 3713 sayılı TMK’nun 10/d maddesi gerekçe gösterilmiştir.

Bu karar ve gerekçesine yasalarımız ve uluslararası hukuk normları çerçevesinde itiraz ediyorum.

Bizzat Türk Ceza Kanunu’nun 5. maddesi, Türk Ceza Kanunu’nun hükümlerini diğer özel ceza kanunları hükümlerinin üzerinde hukuki bir norm olarak kabul etmiştir.

TMK’nın 10/d maddesi bir özel ceza kanunu hükmü olup; CMK’nın 153/2 maddesinin birebir aynısıdır. Fakat bu maddenin 153/3 ile çerçevesi sınırlanan bir madde olduğu gözardı edilmemeli ve TCK’daki bu kısıtlama TMK açısından da gözönüne alınmalıdır.

Anayasamızın 36. maddesinde belirtilen adil yargılanma hakkı ve tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hazırlık evrakının incelenmesine izin veren 6/3-c maddesi çerçevesinde, savcılığın kendi ifadelerimi içeren tutanağı bile gizli tutması sadece kendi yasalarımıza değil, evrensel hukuk ilkelerine de aykırıdır.

Savcı Zekeriya öz, bu uygulaması ile bir kere daha kanuna muhalefet ederek adil yargılanma hakkını çiğnemiştir.

Bu safhada anlattıklarım Savcı Zekeriya Öz’ün delilden suça değil, suçtan delile giden bir zihniyetle, önce kafasında bir örgüt yaratıp sonra bütün hukuk ilkelerini ve kanunları ihlal ederek altını doldurmaya çalıştığının açık kanıtıdır.

3. İDDİANAME VE SORUŞTURMA SÜRECİNDEKİ YASA İHLALLERİ:

Soruşturmanın gizliliğin prensibi, ister ulusal hukukumuzda olsun, ister uluslararası hukuk normlarında olsun, en önemli prensiplerden biridir. Bu prensip sayesinde hem soruşturmanın selameti, hem de şüphelinin hakları korunur.

Soruşturmanın gizliliğinin bizzat soruşturmayı yürüten savcı tarafından ihlal edilmesi ise bu ülkenin hukuk sistemi adına vahim bir noktayı temsil eder

Savcı Zekeriya Öz’ün soruşturmanın gizliliğini bizzat kendisinin ihlal ettiği, gazete muhabirlerini ofisine davet ederek soruşturma bilgi ve belgelerini servis ettiği medyaya yansımış ve bu haberler Savcı Zekeriya Öz tarafından yalanlanmamıştır. Hürriyet Gazetesinin başyazarı Oktay Ekşi’nin 16 Temmuz 2008 tarihinde kaleme aldığı ve tekzip edilmeyen “Kim Kirletti?” başlıklı yazısı buna örnektir. Yazının sureti Ek-2’de sunulmuştur.

Daha önceki bölümlerde anlattığım; Savcı Zekeriya Öz’ün Hürriyet muhabiri Toygun Atilla’nın hakkımdaki haberinden, haber Hürriyet gazetesinde yayınlanmadan 4 gün önce haberdar olması, bu yasadışı ilişkinin ek kanıtıdır.

Bu nedenle, Savcı Zekeriya Öz’ün temas kurduğu gazete muhabirleri üzerinden bizzat soruşturmanın gizliliğini ihlal ettiğinin kanıtı olarak, mahkemenizden Zekeriya Öz ile aşağıdaki gazeteciler arasındaki iletişim kayıtlarının TİB Başkanlığı’ndan istenmesini talep ediyorum:

a. Toygun Atilla

b. Lube Ayar,

c. Ecevit Kılıç,

d. Ahmet Altan

Savcı Zekeriya Öz’ün soruşturmanın gizliliğini ihlali sadece soruşturma bilgilerini basına sızdırması ile sınırlı değildir.

TCK 285/4, soruşturma evresindeki kişilerin suçlu olarak damgalanmalarını sağlayacak şekilde görüntülerinin yayınlanmasını hapis cezasıyla cezalandırmaktadır.

Keza, Adalet Bakanlığı’nın 01.06.2005 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan “Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği”nin, “Soruşturmanın Gizliliğinin Uygulanması” başlıklı 27. maddesi şöyle demektedir:

“Şüphelinin basın önüne çıkarılmasına, kişilerin basınla sorulu-cevaplı görüştürülmelerine, görüntülerinin alınmasına, teşhir edilmelerine sebebiyet verilemez ve soruşturma evrakı hiçbir şekilde yayımlanamaz.”

Savcı Zekeriya Öz ve emrindeki kolluk kuvvetleri, adliyeye getirilmem ve çıkarılmam sırasında gerekli tedbirleri almayarak, şahsımı kameralar ve gazetecilerin önünden geçirerek ellerim kelepçeli şekilde fotoğraflanmama, görüntülenmeme sebep olmuşlardır.

Basına ellerim kelepçeli şekilde teşhir edilmem hem, tutukluların ancak kaçacaklarına veya kendisine veya başkalarının hayatlarına zarar verebile ihtimallerine karşı kelepçelenebileceğini belirten CMK 93’e; hem de suçsuzluk karinesinin ihlali olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/2 maddesine aykırıdır.

İstediği zaman diğer şüphelileri Adliye’nin arka kapısından çıkararak görüntülenmelerini engelleyen Savcı Zekeriya Öz’ün, ben dahil birçok şüpheliyi basına “suçlu olarak” teşhir eden bu ihlali hakkında, TCK 285/4 uyarınca suç duyurusunda bulunuyorum.

Savcı Zekeriya Öz’ün bizzat soruşturmanın gizliliğini ihlal etmesi bu süreçteki tek hukuk tanımaz davranışı değildir. Aşağıda sıralanan usulsüzlükler, Savcı Zekeriya Öz’ün artık kendini bir hukuk adamı olarak değil, hukuk firavunu olarak görmeye başladığını göstermektedir.

a.İddianame ve eklerinde hakkımda isnat edilen suçlamalarla alakası olmayan özel telefon görüşmelerime yer verilerek özel hayatın gizliliği açıkça ihlal edilmiştir.

b.İddianame ve eklerinde nişanlım Fatma Sibel Yüksek ile görüşmelerime yer verilerek özel hayatın gizliliği ve CMK 135/2 maddesi açıkça ihlal edilmiştir.

c. İddianame eklerinde telefon fihristlerindeki isimler, telefon numaralarıyla birlikte deşifre edilerek hakkımdaki suçlamalarla ilgisi olmayan özel arkadaş çevremin özel bilgileri kamuoyuna açılmıştır.

d. Şahsımı devletin gizli bilgilerini temin etmekle suçlayan iddianamenin bizzat kendisi devlete ait gizli belge ve bilgileri, hatta MİT elemanlarının isimlerini deşifre etmiştir.

TCK’nın 258. maddesi, görevi gereği edindiği bilgi belgeleri yayımlayan veya ne surette olursa olsun başkalarının bilgi edinmesini kolaylaştıran kamu görevlisinin 1 yıldan 4 yıla kadar hapsini öngörmektedir.

Hiçbir elemeye tabi tutmadan yayınladığı iddianame ve ekleri ile Susurluk raporunun bizzat devlet tarafından gizlenen 12 sayfası dâhil birçok devlet kurumuna ait gizli belge ve bilgiyi internet ortamına yayan Savcı Zekeriya Öz suç işlemiştir.

Huzurunuzda Savcı Zekeriya Öz hakkında TCK 258. maddesi uyarınca suç duyurusunda bulunuyorum.

e. Savcıya ifadem sırasında lehimde delil olarak sunduğum yazı ve kitaplarım iddianamede lehimde delil olarak kayda geçirilmemiş; iddianamedeki hiçbir delil lehimde olarak tanımlanmamıştır. Bu, iddianamenin sonuç kısmanda, şüphelinin sadece aleyhinde olan değil, lehinde olan hususların da belirtilmesi gerektiğini hükme bağlayan CMK170/6’nın açık ihlalidir.

f. Tutukluluğum sırasında kanunun bana tanıdığı haklar çerçevesinde birçok kez tahliye talebinde bulundum. Bu taleplerimin reddi yönündeki bütün kararlar matbu evrak niteliğindeydi. Bu kararlarda, tutukluluk haliminin dosyam üzerinden taze bir göz ve vicdanla ele alındığına dair en ufak bir intiba edinmedim. CMK 104 uyarınca yaptığım ve CMK 105’ teki usul uyarınca incelenmesi gereken bu tahliye taleplerim incelenirken şahsımın ve avukatımın görüşleri alınmamıştır.

Tarafı olduğumuz ve anayasamızca bir üst hukuk normu olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5/2 ve 3. maddelerinde tanımlanan kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı prensibi çerçevesinde, tutukluluğun devamına ilişkin verilen kararların her seferinde daha sağlam gerekçeler ve matbu olmaması gerekmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, genel ve soyut ifadelerle gerçekleşen tutukluluğun uzatımı kararlarını kabul etmektedir.

Benzer ifadelerle bezenmiş, matbu, kalıplaşmış tutukluluğun devamı kararları, AİHM kararları uyarınca “gerekçesiz karar” statüsünde olup, hukuksuzdur.

Hakkımda verilen bütün tutukluluğun devamı kararları bu çerçevede usulsüz olup, kişi özgürlüğü ve güvenlik hakkım ihlal edilmiştir.

g. Bir savcının kendisine dilekçe ile yapılan bir başvuruyu kabul etmeme lüksü ve hakkı yoktur. Kanunda kendisine tanınan hak, dilekçeyi inceledikten sonra kabul veya reddetmesidir.

Ek-3’de kanıtını göreceğiniz üzere Savcı Zekeriya Öz, tarihinde yolladığım dilekçeyi içeren bir mektup hiçbir işleme konulmadan doğrudan reddedilmiştir. Savcı, dilekçeyi inceleyip reddetme veya yanlış makama gönderildiğini düşünüyorsa, ilgili makama sevk etme (CMK264/2 uyarınca, başvurunun yapıldığı merci, başvuruyu derhal görevli ve yetkili merciye göndermekle yükümlüdür) gereğini bile yerine getirmemiştir.

4. METODOLOJİ VE MANTIK HATALARI:


İddianame hukuk, akıl ve vicdanla hiçbir şekilde bağdaşmayacak metodoloji yanlışları ile doludur.

Bu yanlışlar, iddianameyi kaleme alan savcının sadece bilgi değil, aynı zamanda adaleti kovalama konusundaki niyet eksikliğinin de kanıtı niteliğindedir.

Amacım, iddianamedeki çelişkileri, yanlışlıkları Türkçe katliamını, mantık hatalarını, özensizlikleri, tekrarları ve mizahı irdelemek değil. Bunları ele alacak bir kitabın bu iddianameden daha kalın olacağına ve çok satacağına eminim ama şahsi savunmam adına pek bir fayda sağlamayacağının da farkındayım.

Fakat yine de huzurunuzda, bu iddianameyi kaleme alan zihniyetin ne kadar sağlıksız, tutarsız, akılsız ve delilden suçluya değil, suçtan delile gitmeye çalışan hukuk dışı bir seviyeyi temsil ettiğini ortaya koyacak 5 temel konuya dikkat çekmek istiyorum. Bu konuları, şahsıma yöneltilen hukuk dışı suçlamaların da temelinde yer aldığı için önemsiyorum.

a. Facebook kriminolojisi


b. Kadraj mühendisliği

c. Mantık tecavüzü

d. Benzeşme

e. Delil zıplaması

a. Facebook Kriminolojisi:

Bilimsel olarak da kanıtlanan 6. derece teorisine göre dünyada herkes birbiri ile 6. dereceden tanışıktır. Örnek olarak ben; maalesef ABD Başkanı Bush ile 2. dereceden tanışığım.

Ben, Yaşar Büyükanıt’ı tanırım; Yaşar Büyükanıt da ABD Başkanı Bush’u. Dolayısıyla, beni tanıyan herkes de en fazla 3. dereceden ABD Başkanı Bush ile ilişkilenmiş olur. Hele günümüzün iletişim ve seyahat imkânları ile beraber ele alındığında, insanların birbiriyle tanışıyor olmasının çok da manidar olmadığı ortaya çıkacaktır.

Bu iddianame, şahsımın da sürekli maruz kaldığı bir sorgulama çerçevesinde “Şunu tanıyor musun?” sorusu etrafında bir ilişkiler ağı resmetmeye çalışmaktadır.

Şahsım üzerinden örnek vermeye devam edersem, bu iddianamede adı geçen bir çok şahsı tanımama rağmen bunların bir çoğundan hoşlanmadığım ve alenen ihtilaflı olduğum ortadadır.

İddianame, ilişkinin niteliğine hiçbir şekilde özen göstermeden, birlikte bırakın bir terör örgütü, kooperatif bile kuramayacağım insanlarla beni aynı çuvala tıkmaktadır.

Bir kişiyle 3–5 kez telefonla görüşmek, birkaç kez e-posta alışverişinde bulunmak örgütsel bir ilişkinin temeli olarak sunulmuştur. Hayatınızı paylaştığınız bir insanın bile günahlarından, eylemlerinden sorumlu olmadığınız bir dünyada 2-3 sohbet bile “facebook kriminolojisi” çerçevesinde sizi örgüt resmine sokmaya yetmektedir.

Günümüzün popüler arkadaşlık sitesi Facebook, yüzlerce arkadaşı olmakla övünen üyelerle doludur ama derinlemesine incelendiğinde bu insanların arkadaşları ile bir kere bile yüzyüze sohbet etmedikleri görülecektir.

Bu metodolojiyi bir örgütün varlığını kanıtlamak adına bu kadar ciddiye alan bir savcı; 6. Derece Teorisinin ortaya koyduğu bilimsel ve matematiksel gerçekler gereği sonunda kendisini de örgüt üyesi olarak bulacaktır.

Ben, Tayyip Erdoğan’ı tanıyan birini tanıdığım için, benim gibi Tayyip Erdoğan’ı tanıyan birini tanıyan savcı Zekeriya Öz’ün de Ergenekon terör örgütünün üyesi olmadığının garantisi yoktur.

b. Kadraj Mühendisliği:

Sosyal bir insan hiçbir yasadışı eyleme bulaşmadığı ve tamamen Anayasa ile tanımlanan vatandaşlık hakları doğrultusunda siyaset yaparken dahi istemeyerek veya isteyerek birçok fotoğraf karesine girer. Fotoğraf makinelerinin ceplerimize sığdığı bir çağda bu çok daha olasıdır.

Bir insanın aynı karede poz verdiği insanlarla organik bir bağı olduğunu varsaymak abesle iştigaldir. Bu tarz fotoğraflar, olsa olsa diğer somut deliller varsa bunları destekleyen ikincil delil olarak dikkate alınabilir ve tek başlarına bir anlam ifade etmezler.

Davet edildiğiniz bir ortamda, kontrol dışı bir şekilde, istemediğiniz kişilerle aynı kareye girmeniz an meselesidir.

En son Cumhurbaşkanlığı’nda verilen bir davette, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ ın PKK zanlısı Sebahat Tuncel ile aynı kareye girmesi bu nahoş duruma yerinde bir örnektir.

Keza, Almanya’daki Deniz Feneri davasında yargılanan Mehmet Gürhan ile yan yana poz veren Tayyip Erdoğan da kadraj mühendisliği kurbanı olmuştur.

O kadar ki AKP Grup Başkan vekili Bekir Bozdağ, 12 Eylül 2008 tarihinde gazetelere yansıyan açıklamasında, bu fotoğrafla ilgili; “Siz yanınıza gelen her insana adli sicil kaydın, sabıka kaydın var mı diye soruyor musunuz?” şeklinde tepki vermiştir.

Herkesin idrakinde olduğu bu temel gerçeğin gözardı edilmesi olsa olsa elindeki kanıt yetersizliğini hukuk dışı yöntemlerle kapatmaya çalışan bir zihniyetin göstergesidir.

c. Mantık Tecavüzleri:

İddianame, bir mizah kitabını kıskandıracak mantıksal çıkarımlarla doludur.

Temel bir eğitim alan herkesin vakıf olması gereken basit mantık çıkarımlarının iddianame sayfalarında tersyüz ve suiistimal edildiği görülecektir.

Sağlıklı insanların mantık dünyasında, iki insanın birbirleriyle iletişim kurmak için kullandıkları telefonların varlığı, suçu kanıtlamak anlamında doğru yönde atılmış bir adımdır. Telefonlarının olmaması, suçu işlemediklerinin kanıtı değildir ama suçu işlediklerinin de göstergesi olamaz.

Suç aletinin yokluğunun suça dair bir gösterge olarak değerlendirilmesi hukuka da, savcılık mesleğine de hakarettir.

İddianame bizzat bunu yapmaktadır. Örnek olarak İlhan Selçuk’un “olmayan cep telefonu” gizli görüşmelerinin göstergesi olarak sunulmuştur.

Bu temel mantık hatasının bir diğer örneğine sayfa 132’de rastlamak mümkündür. Burada konu edilen bir belgedeki; “Bu şirket bünyesinde kesinlikle emekli emniyet mensuplarının yer almaması gerektiği” şeklindeki ibareden yola çıkılarak şu değerlendirme yapılmıştır: “Buradan da diğer birimlerde emniyetçilere görev verilebileceği kabul edilmiştir”

Ergenekon terör örgütünün Emniyet ile bağlantısını kanıtlamak adına bir kez daha mantık ilkelerine tecavüz edilmiş ve “Burada emniyetçiler çalıştırılmayacak” ibaresinden “Demek ki başka birimlerde çalıştırılacak” çıkarımı yapılmıştır.

Bu bir insana, “Bu evi soyduğuna dair kanıt yok, demek ki yandaki evi soyacaksın” demek kadar abes ve mantıksızdır.

Bu düzeyde mantıkla donanmış savcıların bulunduğu bir dünyada hırsızların yapması gereken tek şey, savcıların önüne hırsız olmayanların hangi evleri soymadıklarının listesini koyup, namuslular hakkında şaibe yaratmaktır.

Bu iddianamenin hayırlara vesile olması ve devletimize ve milletimize musallat olan kaos çetelerinin deşifre edilmesi adına sergilenecek her çaba, bu tarz mantık tecavüzleri ile öylesine gölgelenmektedir ki, bu tecavüzlerin gölgesinde adalet fidanı hep bodur ve sağlıksız kalacaktır.

d.”Benzeşme:”

İddianamenin hukuk tarihimize armağan etiği nadide kavramlardan biri de “benzeşme”dir. Bu terim ne kadar estetikse, o kadar hukuk dışıdır.

Şahsımda bulunan belgeler ile birlikte birçok belgenin Ergenekon terör örgütünün belgesi olduğu iddia edilen metinlerle “benzeştiği” öne sürülmüştür.

Savunmanın ilerleyen bölümlerinde, iddianamenin bu hukuk dışı mantığını ciddiye alarak şahsıma ait belgelerin sözkonusu diğer belgelerle “benzeşmediğini” ayrıca kanıtlayacağım.

Fakat vahim olan; kıyası hukuki bir yöntem olarak kabul etmeyen ulusal ve uluslar arası hukuk ilkelerini bilmesi gereken bir savcının; şahıslarda ele geçen belgelerle “örgütün temel belgesi” olduğunu varsaydığı belgelerin “benzeştiğini” iddia ederek kanıt üretmeye çalışmasıdır.

Bu, hiçbir şekilde bir hukuk sistemine sızmasına izin verilmemesi ve sızdığı yerde karantinaya alınması gereken bir virüstür.

İnsanların söylediklerinin veya yazdıklarının “benzeşmesi üzerinden, insanları “terör” gibi çok ciddi bir suçlamayla yargılamaya başladığımız nokta bu ülkede Başbakan dâhil herkesin terörist ilan edilebileceği bir noktadır.

Örnek olarak; Başbakan Erdoğan birçok konuşmasında en az 3 çocuk yaparak daha fazla çoğalmamız gerektiğinden bahsetmektedir. 12 Eylül’de İngiliz gazetelerinde yayımlanan habere göre; Londra’da El-Kaide’ye bağlı bir grup, düzenlediği basın toplantısında Müslümanlara “daha çok çocuk doğurun” çağırısında bulunmuştur.

Bu iki metni, savcının “benzeşme” kriteri çerçevesinde ele aldığımızda, hele bir de elimizde Tayyip Erdoğan’ın Hikmetyar’ın dizinin dibinde çekilmiş bir fotoğrafı varsa -kadraj mühendisliği- Başbakan’ı El-Kaide üyesi suçlaması ile yargılamamız işten bile değildir.

Bu yöntemi kullanarak Tayyip Erdoğan’ı sadece El-Kaide değil, Ergenekon terör örgütü üyesi olmakla da suçlayabilirsiniz.

Tayyip Erdoğan, Ağustos 2008’de yapılan en son YAŞ toplantısında Anıtkabir defterine yazdığı mesajda, “Cumhuriyetimizin 100. yılını dünyanın müreffeh ve daha ileri ülkeleri arasında karşılama hedefinden” bahsetmektedir.

Bu sözler ve hedefler, şahsımın kaleme aldığı ve “Ergenekon terör örgütü belgeleriyle benzeştiği” iddia edilen, Cumhuriyet’in 100. yılında ülkemizi çağdaş, demokratik, kalkınmış bir ülke olarak dünyanın ilk 7 ülkesi arasına sokma hedefini dile getiren 2023 metinleriyle fazlasıyla benzeşmektedir.

Görüldüğü gibi, iddianamenin şahsım dahil bir çok insanı “terörist” olarak damgalamak için kullandığı “benzeşme” kriteri, bu ülkenin Başbakanı’nı aynı anda hem Ergenekon, hem de El-Kaide içine sokabilir.

İddianame, bu hukuk dışı “benzeşme” kriterini öylesine sulandırmaktadır ki; belgelerin aynı fontta yazılmış olmasını, kapak sayfalarının olmasını, giriş-gelişme-sonuç bölümlerinin olmasını ve hatta “saygılarımla” ibaresiyle bitirilmiş olmasını “benzeşme” kriteri saymaktadır.

Bu o kadar sağlıksız ve sosyal yaşam rutinlerinden habersiz bir zihniyettir ki, “Saygılarımla” ifadesini bir örgüt kanıtı olarak sunmasının varacağı noktayı bile kestirememektedir.

İddianamenin kendi mantığı çerçevesinde ele alırsak; kendisine yolladığım bütün dilekçeleri “saygılarımla” ibaresi ile bitirdiğim için, bunun bir ast-üst ilişkisinin kanıtı olarak değerlendirilmesini ve savcı Zekeriya Öz’ün örgüt hiyerarşisinde “üstüm” olarak kovuşturmaya dahil edilmesini isteyebilirdim ama bu tarz bir zihniyetle bu kadar benzeşmek şahsım için zuldür.

e. Belge= Delil mi?

Çağımızda, hele internet gibi yasal ve yasadışı gizli, açık bir çok belgenin bir tuş uzaklığında olduğu, insanların bir seferde binlerce kişiye e-posta yollayabildiği bir ortamda bir kişinin evinde veya bilgisayarında bir belgenin bulunması ne anlama gelir?

Hele o kişi, işi gereği birçok konuyu araştıran bir gazeteciyse.

Bir şahısta bulunan belgenin, o belgenin içeriğine dair şahsi bir iradeyi temsil ettiği sınır neresidir?

Network güvenliği üzerine araştırmalar yapan bir şahsın, incelemeleri maksadıyla, kullanıldığı takdirde yasadışı sonuçlar doğuracak programlara sahip olması, bu programları kullanarak yasadışı bir eylem gerçekleştirdiği anlamına gelir mi?

Ya da bu iddianameye terör örgütü belgesi olarak giren ve aslında internette bir çok adreste bulunabilen belgeleri merak edip okumak için bilgisayarına indiren bir insan, o belgenin içeriğini paylaşmış anlamına mı gelir?

İnterneti yoğun olarak kullananlar, binlerce insanın üye olduğu birçok posta grubuna üyedir ve buralardan tek taraflı olarak pek çok e-posta yollanmaktadır. Bir insan, kendisine yollanan bir e-postanın içeriğinden sorumlu olabilir mi?

Aslında bu soruların cevabı, anayasamız ile garanti altına alınan demokrasi, bilgi edinme, düşünme, kanaat sahibi olma özgürlüklerini ciddiye alan ve kastı “suçu bilerek ve isteyerek gerçekleştirmesi” olarak tanımlayan TCK’nın 21. maddesinden haberdar olan herkes için çok nettir. İddianameyi kaleme alan zihniyetin ise maalesef bu küme dışında kaldığını görüyoruz.

Bir insanın evinde bulunan belgeler, o insanın irade beyanı olamaz. Aksi takdirde, evinde hem Nutuk, hem Risale-i Nur, hem Kuran hem İncil, hem Das Kapital hem Wealth of Nations bulunan biri olarak aynı anda hem Atatürkçü hem Nurcu, hem Müslüman hem Hıristiyan, hem Marksist hem kapitalist olmam gerekir ki bunun mantıki bir temeli olmadığı açıktır.

Bu mantıksızlık, hukuku öylesine kemiren bir mantıksızlıktır ki, evimden suç delili olarak Harp Akademileri yayınlarını toplayanlar, alt raftaki dergi koleksiyonunda yer alan Aksiyon dergisini suç delilleri arasına koymamışlardır.

Böyle bir dünyada bir vatandaşın kütüphanesi ne kadar zengin, hard diski ne kadar dolu ise o kadar terörist olacak. İktidarlar değişse de hakkındaki iddianame değişmeyecektir.

Toplumu ve özgür bireyi terörize etmek adına bundan daha iyi bir yöntem düşünülemez.

Sayın Mahkeme Heyeti,

Dikkatinize sunduğum bu 5 ana kategoriyi arttırıp, örnek sayısını çeşitlendirebilirim. Şahsımı terörist ilan eden zihniyetin şahsımı doğrudan ilgilendiren temel mantık hatalarını ortaya koyarak karşı karşıya kaldığım usulsüzlüğün basit bir hatalar zinciri değil, şahsım ve üyesi olduğum Millet ve sahibi olduğum Devlet adına ne vahim bir hukuksuzluğu, vicdansızlığı ve akıl dışılığı temsil ettiğini göstermek istedim.

İleride esasa dair savunmamı okurken, şahsıma karşı ortaya konulan esasın nasıl bir usulden kaynaklandığını görmeniz, sadece şahsım için değil, bu iddianamenin, devletimize ve milletimize sızmış çetelerin yanı sıra, hukuk sistemimize sızmış zihniyet virüslerinin de temizlenmesini ümit edenler adına önemlidir.

Saygılarımla.


Kaynak: Behiç Gürcihan-Açık İstihbarat
http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=7878
Fatih "Mansur Şah" Özaydın

Hem Cemaat hem Cumhuriyet olunmaz,
Ters mıknatıslanma yapar!!!
Kullanıcı küçük betizi
MansurSah
Bilim Adamı
Bilim Adamı
 
İletiler: 611
Kayıt: Cum Ara 07, 2007 18:04
Konum: Osaka, JP

Şu dizine dön: Açık İstihbarat

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x