
Türk milletine ve devletine, ilmek ilmek, düzen düzen, örgü örgü, ince ince, plan plan düşmanlık, başkaldırı, hainlik ve kuyusunu kazma sürüp gidiyor. Gözlerini kin, hırs ve menfaat bürümüş olanlar dışında, herkesin gözü önünde cereyan ediyor. Eğer buna bir paranoya diyeceklerse, dünyada gerçek diye bir şey yoktur.
Son zamanlarda bir Osmanlıdır gidiyor ki bu, bir şeyleri işaret etse gerektir. Bugünü anlayabilmek için düne bakılmalıdır, ilave edilmiş ve yeni doğmuş her şeyi, dünün sorun ve sorumluluklarına bağlayarak, işin içinden sıyrılmak niyetinde değiliz ama, dünü bilmeden bugünü anlamanın da mümkün olmadığını, en azından eksik ve yarım kalacağını vurgulamak durumundayız. Geçmişe gömülü kültürümüzün ve içinden geçip geldiğimiz medeniyetlerimizin ürünü değil miyiz? Bugünkü hainlikleri anlamanın yolu da, geçmişi bilmekten geçecektir.
Okumuyor, okutmuyoruz
Aslında geçmişin tahlilleri, aydın sınıfların anatomileri, epeyce yapıldı, yazıldı, çizildi. Fakat okumuyor ve okutmuyoruz. Eleştirilere de tahammül edemiyoruz. Belki bizi okurlar. Hem yapılmış tahlil-yorum örneklerini özetlemiş oluruz, hem yeniden düşündürttüklerimiz olabilir.
Her kültür ve medeniyet, sağlıklı bir şekilde devamı için iki şeye muhtaçtır. Biri üst katmanlarla alttakilerin birbirine yabancılaşmaması, ikilemin doğmaması, kavim (daha genişçe halk, millet) dayanışmasının devam etmesidir. İkincisi, medeniyet bir kültürü aşmış ve bir ekip iştiraki haline gelmiş olduğuna göre, bunu yürüten kültürlerin yalnız bırakılmamasıdır. Kültür ve medeniyet uzmanlarının ve sosyologların önemle üzerinde durdukları meselelerden biri, budur. Osmanlının neden dağılıp çöktüğünün cevabını da burada bulabiliriz. Kültürü oluşturan kavim ile aydın ve yönetici tabaka birbirine yabancılaşmıştı. Uzmanların kanaatine göre halka mal olmamış bir kültür ve medeniyet, uzun süre devam edemez.
Osmanlı’nın yalnızlığı...
Arap-Türk-Fars, kısmen Hint kültürlerinin İslamlaşması ve medeniyet dairesini kurması, Türk dışındakilerin birer birer sahneden çekilmesiyle Türkler (Osmanlı) yalnız bırakılmış, medeniyet sadece onların omuzlarında kalmış, üstelik öbür tarafta Batıda yükselen bir medeniyet karşısında, durumlarını koruyup devam ettirememişlerdir.
Elbette biliyoruz ki, tarihî saha, önce nakil ve tasvir edilir, sonra anlamaya çalışılır. Hemen sorumluluk aranmadan önce yapılacak ilk iş budur. Fakat burada kalınamaz ve kalınmamalıdır. Çünkü bu takdirde hiçbir ibret alınamaz ve problemlere çözüm üretmeye yardımcı olunamaz. Hak etmişlerse vicdanlarımızda onları mahkûm edebilmeliyiz. Eğer nakil ve tasvirde kalınırsa, bir gün önceki olayları da sadece anlamakla yetiniriz ve sorumlularının karşılığını veremeyiz. O zaman hukuk yıkılır gider. Uzak geçmişin farkı zaman aşımına uğramış olmalarından ibarettir.
Bugünümüzü anlamaya çalışırken, bizim için önem arzeden husus, konumuz gereği, alt tabaka ile üsttekilerin farklılaşıp yabancılaşmasının sonuçları olacaktır. Bu farklılaşma, ilerlemiş her toplumda az-çok vuku bulabilmiş olmakla beraber, bizde, daha tipik ve belki de benzeri bulunmayan nitelikte olmuştur. Türk tarihinde ikili toplum modeli, diğer toplumlardan daha bariz, daha farklı, daha tipik olarak ortaya çıkmıştır. Kültür, dil, düşünce sistemi ikileşmiştir. Bugün her ikisini de ayrı ayrı sevsek de, ikisini de bizim iftihar vesileleri kabul etsek de, ikileşme gerçeğini reddedemeyiz. Türk Halk Müziğini de, Klasik Türk sanat müziğini de severiz. Yunus Emre’yi de Mevlana Celaleddin’i de sever ve takdir ederiz. Bunlar ve benzerleri ikileşmenin masum yüzleri, ama gerçekleridir. Bu ikileşme her zaman böyle masum ve ayrı ayrı güzel olmamıştır.
Kölemenlerden bugüne
Kölemenlerden başlarsak, devlet ve halk tamamen yabancılaşmıştı,
Göktürklerden (Köktürklerden) sonra yabancılaşma ve bunun zaruri olarak doğurduğu ikileşmeyi açıkça yaşamaya başladık. Kölemenlerde devlet ve halk, birbirine ve sonra bütünüyle tarihine yabancılaşmıştır. Büyük Selçuklular (İran Selçukluları), devletin resmi dilini Farsça yaptı, halk ise Türkçe konuşuyordu. Selçuklular tenakuzlar yaşıyorlardı. Adlar, bir taraftan Alp Arslan, Kılıç Arslan, Kutulmuş, Sencer, Turgut v.b. yanında, Fars kültürünü benimsedikten sonra, Keykubat, Keykâvus, Keyhüsrev v.s. oluyordu. Arapça olanların dinî bir izahı olabilirdi. Fakat Farslar da Türkler gibi sonradan İslam’a girmiş iki milletti ve hizmetlerinin dışında, kültür olarak birbirlerine imtiyazları yoktu. Anadolu Selçuklularında bu durum devam etti. Yabancılaşma ve ikileşme, adeta bir süreç oluşturdu. Osmanlıya gelince, önce onun olumlu ve hatta yüksek taraflarından söz etmemiz gerekecektir.
Osmanlı neyi önledi
Osmanlı, askerlik gücümüzün gelişmesini sağlamıştır. Batıya güç gösterisi, zamanında emsalsizdir, önce feodal kuvvetlerin (Beylikler v.b.) dağılmasını önlemiş, bir merkezî kuvvet etrafında toplamıştır. Aslında bu tavır, milli birliğin, millet olmanın, milli devletin hazırlanmasını ve oluşmasını sağlayabilecekti. Fakat biraz sonra zikredeceğimiz üzere sapmalara uğradığı için gerçekleşmeyecektir. Osmanlı; Türk dünyasının tamamen şiada buluşmasını önlemiştir. Yaylıma ve İslamlaşmanın, adı konmamış olsa da Türklüğün önünü açmış, tek bir kuvvet halinde devamını sağlamıştır. Bazı mütefekkirler, kardeş ve çocuk katlini ve diğer bazı tutumları, vahşiyane usulle de olmuş olsa, eski Türk devletlerininki gibi, şehzadeler arasında taksim edilmesi yüzünden uğradıkları zararı ve parçalanmayı önlediği kanaatindedirler. Ferdî bakımdan affedilmez görünen bu olay, millî birliğin korunması bakımından zarurî idi, derler.[1] Fakat büyük vebal alacak kadar gösterilen bu fedakârlık, sonunda, başka olumsuzluklar eklenince, hedefe ulaşamayacaktır. Osmanlı, musiki ve mimarî başta olmak üzere, sanatta büyük seviyelere ulaşmıştır. Edebiyatta üstün eserler vermiştir. Fakat olumluluklar, olumsuzluklara mağlup olacaktır. Türk milletini siyaseten yok olma noktasına kadar götürecektir. Osmanlı doğru ve yanlışın yan yanalığı, çoğu zaman mücadelesiyle tarihe geçmiştir. Bugün de bu yan yanalık ve mücadele, günün şartlarını da katan bir miras olarak, ne yazık ki devam etmektedir.
Osmanlı’da halk
Türk sosyologlarına göre, Osmanlı ikili kimliği derinleştirmiş, sistemleştirmiştir. Osmanlıda dil, köken olarak ikileşmedi, fakat halk diline karşı Türkçe, Arapça, Farsça’dan karma, suni bir dil, “Osmanlıca” teşekkül etti. Sırf estetik yönünü aldığımız zaman, çok güzel ve üstün eserler verildi. Fakat halk ile aradaki mesafe açıldı, yarılma gittikçe arttı. Osmanlı dönemi tarihçilerimizden Mustafa Ali (devşirmedendir), yaşadığı dönemin dili için şöyle diyor: “Türkçe, Arapça, Farsça kitaplar düzülüp, eserler inci gibi dizilse de, kimisi muğlak, kimisinde de tat yoktur. Kimisinde de Türkçe söylemenin çirkinliği var, akıcılığı yoktur.”[2] Türkçe, Osmanlı aydını için çirkin bir dildir.
Osmanlıdaki yabancılaşma ve ikileşme daha farklı alanlardan ve farklı boyutlardan geliyordu. Yönetimin devşirmelere verilmesi, Türk sosyologlarına göre, yabancılaşmanın ve ikileşmenin en önemli kaynağıdır.[3] “Osmanlının hâkim kuvveti gittikçe Anadolu’dan uzaklaştı ve Balkan kavimlerinden Osmanlı devletine girenlerin eline geçti.”[4] Devşirme ve Dönmeler, merkezî yönetimi ele geçirmiş, Osmanlı Hanedanı da buna yer ve yön vermiştir.[5] Hanedan da yabancı kadınlarla evlene evlene yabancılaşma sürecine girmiştir.
Yabancılaşmak nedir?
Önce şunu belirtelim ki, bizim bahsettiğimiz yabancılaşma, Karl Marx’ın üzerinde durduğu yabancılaşma değildir. Marx, yabancılaşmayı kendi sınıfına yabancılaşmak, çarpık düzenle bütünleşmek, sisteme karşı vaziyet almayı ise yabancılaşmaktan kurtulmak olarak alır. Oysa Osmanlıda, karşı çıkanlar, üst sınıflarla (bir anlamda sömürücü sınıflarla) hiçbir zaman bütünleşmemişlerdir. Şayet, sistem kültürel olarak çarpık hale gelmişse, ancak o zaman Marx’ın bahsettiği ile benzerlikler kurabiliriz. Biz yabancılaşmayı, milli ve ahlaki değerlerden uzaklaşmak, kimlik başkalaşması olarak alıyoruz. Yabancılaşmaktan kurtulabilmek ise, saygıdeğer Türk sosyologunun dediği gibi, “ancak bilinçlenme ve karşıtlarını tanımakla mümkündür.”[6] Marksist yorum tarzı, bu ikiliği, ayrışmayı, düşmanlığı izah edebilmekte yetersizdir. Çünkü bunu sınıf ve iktisadi faktörle sınırlayacak, çok şeyin anlaşılmasını örtmüş olacaktır.
Toplum nasıl yozlaştı
Osmanlı önce kendi kavmini, kavim düzeyinde ikiye böldü. Halkı “Türkmen” olarak yorumladı ve horladı, kendini “Oğuz” olarak gördü ve böylece kavim, ikiliğe sokuldu.[7] Yönetim devşirmelere verildi, kendi halkı toprağa bağlı, vergi veren bir köylü konumunda bırakıldı. Bu durum toplumu böldü ve gittikçe Türk toplumu yozlaştı. Artık hükümdar manevî nüfuz sahiplerinden ziyade, devşirme sınıfına dayandığı için, manevî nüfuz sahiplerinden yavaş yavaş kurtulma yoluna gidildi. Akşemseddin’in, Zeyrek’in, Molla Gürani ve Şeyh Vefa’nın sürgüne gönderilmeleri böyleydi. Yeniçerilerin yetkileri arttıkça manevî-ilmî nüfûz sahiplerinin nüfuzları kırılmaya başlamıştı. Tamamen hüküm altına girmemiş olan medreseyi bile, yeniçeriler tehdit eder oldular.
Gayrimüslim halk dahil, Anadolu halkı, “reaya” ya da “tebaa” kavramıyla ifade ediliyordu. Râi, Arapçada çoban, reaya da onun sürüsü anlamına gelmektedir. Osmanlı’da bir reaya ana-babadan doğan reaya olurdu. Bunların yukarı doğru yükselmeleri, istisnalar dışında (ki olanlar gayri meşru yollarla olabilmişti) mümkün değildi. Fakat devşirmeden doğanlar, kul statüsünde olmakla beraber, askeri tabaka dahil, yukarı tabakadan olabilmekteydi. Bunların milli kültürle ilgileri yoktu. Dünyada eşi olmayan bir elit (seçkin) tabaka olmuşlardı. Devşirmelerden olan bu elit tabaka, Frenkler, Hırvatlar, Arnavutlar, Macarlar, Gürcüler, Eflaklılar, Buğdanlılar, Sırplar, Yunanlılar, Giritliler, Ruslar’dan oluşuyordu. Gayrimüslim olmadıkları halde Araplar da bu elit tabakaya yükselebilmişlerdi. Yani sisteme göre Türk (Türkmen) olmamak gerekiyordu.
Ziya Gökalp’e göre Osmanlı, yabancı soylulardan yeni bir toplumsal sınıf oluşturmuştu. Kendinden olanları dışlamış, yabancı soyluları askerî ve sivil yönetici kadroya yerleştirmişti. Yeni ve tipik bir millet meydana getirmişti: Osmanlılık. Türk kalanlar Osmanlı değildi, kaba ve geri Türkmen’di. Osmanlı olanlar da Türk değildi. Türk dahil, her türlü unsurdan oluşanlar, Osmanlılaşmak durumundaydı. Osmanlılaşmak ise Türkleşmek demek değildi, tam aksine bir oluşum idi. Dillerine de Türkçe değil, Osmanlıca dendi. Bu Osmanlı milleti, 600 yıllık Osmanlı tarihinin ve sisteminin bir ürünüydü. Osmanlı sistemi; Hanedan olgusu, devşirme zihniyeti, kul anlayışı, iki kültürlülük, milli birliğe tepki ve yabancılaşma, bunları haksız yere dinî motiflerle birleştirme gayretinden ibarettir.
Osmanlı’da yönetim
Bu sistemin nasıl teşekkül ettiğine biraz daha yakından bakmaya çalışalım; Osmanlının yönetim sistemi “kul” sistemi üzerine kuruluydu. Kul, köle anlamına gelmektedir ama, Osmanlı devlet sistemi için “yönetim aletleri” demektir. Yani baş vezir de, bir paşa da kuldur. Ancak “bu kulun kaynağı, köle pazarından satın alınmış kişilerle, azat edilmiş veya kendi hürriyetini satın alabilmiş kişilerdi. Müslüman olanların köleleştirilmeleri İslam’a aykırı olduğu için, çoğu gayrı müslimlerden oluşuyordu. Yönetimde kul haline getirilebilmesi için, çocukken devşirilip müslümanlaştırılması ve iyi bir eğitimden geçirilmesi gerekiyordu. Artık bunlar hangi mevkide olursa olsun, kuldu. Bunların yetiştiği okul, o zamanın en kaliteli ve yüksek okulu plan Enderun’du. Enderun 15. yy.dan sonra, sadece devşirme çocuklarına açıktı. Bunun sebebi, “kul”ların devlete daha iyi hizmet edeceğine inanılmasıydı. Türk soyluların ileri gelenleriyle çatışma çıkabileceği ve Türk halkının ise kaba ve cahil olduğu kanaati hâkimdi. Bu kaba ve cahil dediği kimseleri eğitip yükseltmeyi düşünmüyor, yabancı kökenlileri tercih ediyordu. Gerçekte Osmanlı, kendi halkına güvenmiyordu.
Şart; Türk olmamak
Gayrimüslim halk dahil, Anadolu halkı, “reaya” ya da “tebaa” kavramıyla ifade ediliyordu. Râi, Arapçada çoban, reaya da onun sürüsü anlamına gelmektedir. Osmanlı’da bir reaya ana-babadan doğan reaya olurdu. Bunların yukarı doğru yükselmeleri, istisnalar dışında (ki olanlar gayri meşru yollarla olabilmişti) mümkün değildi. Fakat devşirmeden doğanlar, kul statüsünde olmakla beraber, askeri tabaka dahil, yukarı tabakadan olabilmekteydi. Bunların milli kültürle ilgileri yoktu. Dünyada eşi olmayan bir elit (seçkin) tabaka olmuşlardı. Devşirmelerden olan bu elit tabaka, Frenkler, Hırvatlar, Arnavutlar, Macarlar, Gürcüler, Eflaklılar, Buğdanlılar, Sırplar, Yunanlılar, Giritliler, Ruslar’dan oluşuyordu. Gayrimüslim olmadıkları halde Araplar da bu elit tabakaya yükselebilmişlerdi. Yani sisteme göre Türk (Türkmen) olmamak gerekiyordu. Çünkü Türk, kaba ve bir türlü medenîleşmeyen bir insan niteliğinde idi. Müslümanlaşan gayrimüslim halk da reaya olmakla beraber, onların içinden çıkanlar, yukarı katlarda kendi soylarından elitler olduğu için, bunların yardımcılığıyla yukarı tabakaya çıkmaları kolay oluyordu. Gayrimüslim tebaa içinden yükselenlerin, Müslümanlığa geçişleri (ihtida edişleri) “ruûs” defterlerinden anlaşılmaktadır. Bunlara tanınan imkânlar şunlardı: “Çeşitli devlet kademelerinde yer almaları, devlet hazinesinden yardım görmeleri, ihtida edenlerin borçları varsa silinmesi.”[8]
Asker olmanın 3 koşulu
Reayanın askerî sınıfa yükselmesi için üç şart vardı.
1. Müslüman doğmamış olmak.
2. Askeri sınıftan birinin çocuğu olmak.
3. İslamî eğitim görmüş olmak.
İslamî eğitim alanlar, kadılık, müderrislik yoluyla yükselerek askeri seçkinlerle aynı imtiyazlı yere gelebilmişlerdir.[9]
Bu arada şunu söyleyebiliriz ki, Yeniçeriler, Türklere aşağılayıcı şekilde bakarlardı. Otlukbeli Savaşı’nda Yeniçeriler ve Rumeli Beyleri, “Hey uğursuz hain Türkmenler” diyerek Karamanlılar ordusunu yuhalamışlardır.[10]
İlber Ortaylı, devşirmeler için şöyle diyor: “Devşirme çocuk tamamen soydan koparılamamıştır. Devşirme demek, Afrikalı Kunta Kinte demek değildir. Alınmış ve bir daha orayı ne hatırlıyor, ne dönebilen bir Afrikalı görüşü, devşirmeler için yanlıştır. Mesela Sokullu Mehmet Paşa, baş vezir olduğunda (kardeşiyle mektuplaşıyor. Y S.) kardeşini Peç Patriği yaptı. İlişiği devam ediyordu.”[11]
Milli birlik duygusu
Yönetilenler, yani reaya veya tebaa, üretimi yapıyor, vergi ödüyordu. Üretim araçlarının mülkiyetine sahipti ama toprak mülkiyetine sahip değildi. Askerî sınıf, reayanın ödediği bazı vergilerden muaftı. Türk olmayan unsurlara dayanma, Anadolu dışına Anadolu’dan fazla önem verme, isyan ve şikâyetleri şiddetle bastırma, halkın toprağa bağlılık kudretini kaybettirmiş, memurluğa doğru kaymasına veya melankolik, içe kapalı tipler haline gelmesine, bazen de asî tipler oluşmasına sebep olmuştur.[12] Fakat her şeye rağmen, bölge farklılıklarını önemsemezsek, milli birlik duygusu zayıflamamıştır. Aksi olsaydı, Cumhuriyet devletini kurmak imkânsız hale gelecekti. Hakkaniyete bağlı kalarak şunu da söylemeliyiz ki, Osmanlı uygulamasında, güçler bölüştürülmüş ama Batıdaki feodal nizama benzer bir duruma düşülmemiştir. Çünkü merkezî otorite gücünü kaybetmemiş, her şeyi kendine bağlamıştı. Feodalitedeki hukuk yapma yetkisi, toprağı ve üzerinde yaşayanları satma, başkasına verme yetkisi, beylik ve tımarlarda yoktu. Tanınmış bazı yetki sınırlarını aşma, merkezi otoritenin dışında hareket etme mevcut değildi. Böylece köylü köleleşmemişti ama, devletten hep uzak tutulmuştu. Ne yazık ki, yeni elde edilen yerler, tımarlı beylere verilecek yerde, devşirmelere ve ortaklarına verilmekteydi. Köylü de gittikçe baskı ve zulüm altına girmekteydi. Dedik ya, olumluluklar-olumsuzluklar koalisyon halindeydi ve Osmanlı, kendi sisteminden vazgeçmiyordu.
Reayanın kıyafetleri, yönetici sınıftan farklıydı. Ata binmeleri ve kılıç taşımaları yasaktı. Reayalık, babadan oğula geçen bir statü idi. “Raiyyetin oğlu ve karındaşı raiyyettir.” (Kanunnamelerden). Toprağı terk edemezdi.[13] Reaya için, toplumda dikey hareketlilik yoktu. Ender örnekler görülmüştür.
Türk’e imtiyaz yok!..
Kısacası Türk’ten başka herkes imtiyazlı, yahut imtiyaza kapılar açık durumdaydı.
Yukarıda dediğimiz gibi, sürekli yabancı kadınla evlenme dolayısıyla Hanedan da yabancılaşıyordu. Böylece Enderun’a, Harem-i Hümâyûn da katılıyordu. Türkü sevmeyen, ona düşmanlık etmeye hazır zümreler, sisteme yerleşmişti. Zaman zaman Hanedana da kafa tutan, padişah katline gidebilen üç önemli müessese oluşmuştu: Enderun, Harem-i Hümayun, Yeniçeriler. Orhan Türkdoğan, özellikle yabancılaşmış aydına, “toplumun kilit kişisi veya gümrük bekçisi” demektedir ki,[14] bu, Osmanlı aydınına da, Türkiye Cumhuriyetindeki birçok aydına da uymaktadır. Osmanlıda bu aydın, merkeze (idare edene) hâkim olmuş, çevreye (idare edilene) karşı, Hanedanla birlikte hep kuşku ile bakmıştır. En ufak bir tepki ve itirazda, çevreyi imha yoluna gitmiştir.
Türklük devreden çıkıyor...
Osmanlı sistemi, “Türklük” olgusunu devreden çıkararak, Hanedan kavramını ikame etmiş, yönetimi yabancı kökenlilere vermiş, “standart kültürü” (diğer adlarıyla, toplumun genel kültürünü, milli kültürü, kurucu kültürü) silmeye çalışmıştır. Merkez, çevreye karşı kendine yeni sadık bendeler edinmiştir. Çevreyi sürekli bir fitne unsuru olarak görmüş, onlardan sadece vergi almış ve tarım ürünlerini kullanmıştır.[15] Gelişmeyi sağlayıp devam ettirecek olan, halka yavaş yavaş yayılacak orta-zengin tabaka (Batılıların küçük burjuva, ya da burjuva dedikleri) teşekkül etmemiştir. Bugün bizim orta tabaka dediğimiz sınıflardan mahrum kalınmıştır ki millete ve milli sisteme bunlarla geçiş sağlanacaktı. Üç sınıf, köylü, küçük memur ve ulema üzerine kurulu bir toplum oluşmuştur. Bu da gelişmenin iktisadi dinamiklerine yetmemiştir.
Kültür bakımından da ihmal söz konusuydu. İstanbul’un payitahtlığından önce, birçok ilim ve fikir merkezleri bulunduğu halde, İstanbul’un her şeyi kendinde toplaması ile, o merkezler gelişmemiş, adeta sönmüş ve unutulmuştu. Payitahtın elbette üstün vasıflı, kabiliyetli kültür yaratıcıları vardı. Fakat bunlar halktan uzaklaşmışlar, ilhamlarında halka ilgisiz kalmışlardır. İlhamlarını değişik birçok fantezilerden alıyorlardı. Halk ruhundan ilham alan kabiliyetli edebiyat ve tasavvuf ehli ve sanatkârlar, mahalli kalmaya mahkum edilmişler, onlara hiç ilgi duyulmamıştır. Bugün dünyaya hitap eden Yunus Emre gibi zatlar bile, bir köşeye sıkışmış, hatta bilinmeyen zatlar olmuştu. Yunus Emre ve benzerleri, ancak Cumhuriyet Türkiyesi döneminde açığa çıkmış, değerleri anlaşılmıştır. Osmanlı üst sınıfı ise ancak verdikleri zararlarla anılır olmuş, Anadolu’nun büyük ustaları ise, insanlığa ışık tutmaktadırlar.
Cumhuriyet ve reaya...
Yönetim ve aydın açısından benzer durumlar, ne yazık ki Cumhuriyet döneminde ufak tefek farklarla devam edecek, eskinin reaya veya tebaası, bir türlü vatandaş haline gelemeyecektir. İslam bile taşralının dini gibi görülecek, en ufak bir titizlikte, herkes “radikal dinci” kabul edilecektir. Türkdoğan, Cumhuriyet döneminde reayanın devam ettiğini, şu örnekle ifade etmektedir: “1950’de bir Başbakan, ben odunu dahi aday göstersem, seçilir, demiştir.” Bunu merkeziyetçi zihniyetin bir yansıması olarak görenlere katılır (Metin Heper gibi).[16] Osmanlıda da merkeze göre Anadolu halkı, yontulmamış Türklerdi. Her ne denirse yaparlardı. Onları küçümseyenler de devşirme kapıkullarıydı.
Müslüman halk, çiftçi, küçük devlet memuru, asker (yeniçeri dışında ve sadece savaşlarda kullanılır) kalmıştı. Ticaret, o güne göre sanayi, serbest meslekler, gayrimüslimlere bırakılmıştı. Bu bakımdan cumhuriyete girerken, Türk burjuvazisi yetişmemişti.
Milliyetçi ve cumhuriyetçi devrim, Türkiye’de başlamış, fakat milliyetçi anlayış hep aksamıştır. Atatürk zamanında sinsice, ondan sonra (1940 ve sonrası) açıkça, milliyetçi anlayış yerine Grek hümanizmine kapı açılmıştır. Milliyetçilik, ırkçılık ve Turancılık iddiasıyla, suçlu hale getirilmiştir. Özellikle Milli Eğitim’de, yeni şekil patrimonyal devşirme unsurların hâkimiyeti görülmüştür. Bundan böyle halk çocukları, Marksist ideolojinin akıntısına terk edilecektir.
Türk sosyologları ve mütefekkirleri, Osmanlı sistemini, İbn Haldun’un meşhur tezi açısından da değerlendirmişler ve bu teze ters düştüğü şeklinde yorumlamışlardır. İbn Haldun’un asabiye tezi veya teorisi, şunları içine almaktadır.
• Asabiye kavim/toplum dayanışması demektir ki, toplumun devamı, bunu korumakla mümkündür.
• Kültürel bölünmeme, ikiliğe düşmeme, bununla sağlanır.
• Bununla kültür ve medeniyet halka dayanır. Halk, kültür ve medeniyeti desteklemiş olur.
• Nesep asabiyeti yerine “sebep asabiyeti” geçebilir, ama bu da belli sınırlan aşamaz.
• Asabiyet sayesinde aydın ve yönetici halktan kopmaz.
• Kimlik bölünüp parçalanmaz. Bunların hepsi aynı anlama gelir.
Buna iktisadi bakımdan uçurumlar oluşmaması da eklenince, o toplum millet olur ve sağlamlığını devam ettirir. Siyasi problemler asgariye iner.
Toplumsal yarılma
Osmanlı ise bunun tersini yapmıştı. Kendi kavmini geri plana itmiş, “kul” tarzı bir yönetim şeklini uygulamıştı. Böylece de bir toplumsal yarılma başlamıştı. Bir yanda halk kültürü, öte yandan yönetici tabanın temsil ettiği yabancılaşan kültür ve düşünce sistemi. Göktürklerden sonra görülen bu tarihi çizginin, daha doğrusu Türklerin bu marifetinin adını, bazıları istimalet teorisi koymuşlardır. İstimalet teorisi; fethedilen topluma, yönetime katılma ve diline resmi kimlik verilmek suretiyle şeref kazandırma anlamına gelmektedir. Bu yorumu yapanlardan biri Halil İnalcık’dır.[17] Bu yorumculara göre, Büyük Selçuklunun, Anadolu Selçuklularının ve Osmanlının yaptığı budur. Osmanlı bunu dilde gerçekleştirmemiş, ama öbür hususları derinleştirerek sistemleştirmiştir.
Türklüğün engellenmesi
Osmanlılar fetihlerle ilerlerken, bağımsızlığı da korumuş oluyorlardı ama, bu koruma, milli birliği kurmaya dönüşmedi. Konunun uzmanları tartışırlar: Rakip iki zihniyetten biri olan Karamanoğulları, muhafazakâr devlet zihniyetini, Osmanlı ise yayılmacı (istilacı demek doğru değildir) imparatorluk zihniyetini temsil ediyordu. Millileşmenin ve milli devlete gidişin kolaylaşmasında, Karamanoğulları, galip gelse daha mı iyi olurdu? Tarih, sonrakilerin arzularına göre oluşmadığına göre, olana bakmak gerekecektir. Olan da şu idi ki, Osmanlı Türklük şuurunu engellemiş, milletleşme sürecini olumsuz etkilemişti. Kavim şuuru, İbn Haldun’un deyişiyle asabiye, bu büyük tarih felsefecisine göre toplumu canlı tutar ve bölünmeleri önler. Toplumun ve devletin devamını sağlar. Osmanlı buna uymadığı için, diğer sebeplerin özellikle dış sebeplerin, işini kolaylaştırmış, devlet yıkılıp gitmiştir. Sistem bozulup, hangi sebeplerle olursa olsun, son darbe indirilip yıkılacağı zaman, toparlanıp, yenilenip, devletin ve milletin devam etmesi halinde, ihmal ve terk edilen Türklüğün ve Türk halkının öne çıkarılacağını kestirmek, kehanet olmayacaktı ve olmamıştır. Türkiye Cumhuriyetinin doğuşu ve Türklüğün öne çıkarılışı, hayatın gereği ve gerçeği olarak da; bilimsel, felsefi ve ideolojik açıdan zaruret olarak da, farz, vacip ve sünnet olmuştur. Sistemin ve taşıyıcılarının çöküş sürecinde, bunun mücadelesi başlamıştı. Gerçekçilikten uzak iki tarzdan biri Osmanlıcılık, diğeri İslamcılık (İslam değil) idi ve bunların Türk Milliyetçiliğine yerlerini terk edeceği belliydi. Hayat bulacak olan, gerçekçi olan buydu. O günün küresel dünyası da, sanayileşme ve milli kültürlerin ihyası ile, zaten bunu destekliyordu. İmparatorluk ya tamamen kaybedilip, dağılıp gidecekti, ya milli bir tarzla yoluna devam edecekti. Osmanlı sisteminin, oldukça da değişmeye çalışan ve çırpınan son zamanlarında, milli tabana dayanmak isteyen Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, mücadele etmeye ve milli olana geçişi sağlamaya gayret ediyordu, ama alışkanlıklar, eksiklikler ve yanlışlıklar dolayısıyla, bu iş sonraya kalacaktır. Hastayı öldürüp ortadan kaldırmaya çalışan dış güçlere karşı verilecek savaşın sonrasına kalacaktır.
Türk’e dönüş hareketi
Mustafa Kemal Atatürk, Göktürklerden sonra ortaya çıkan bin yıllık dönemde, milli kimliği red ve inkâr eden Selçuklu-Osmanlı Hanedan Devlet felsefesine itiraz ederek, ikinci kez Türk’e dönüş hareketini başlatmıştır.[18] İmparatorluktan sonra milli devlete geçiş, Türklere mahsus bir olay değildir. Avrupa bunun tecrübesini daha önce yaşamıştı. Aynı şartları taşıyan her yerde böyle olmuştu. Rusya’da da, çarlık döneminden milli döneme giriş arasına Sovyet Sistemi girmişti. Sovyet rejimi de, Yahudi başta olmak üzere, yabancı soyluların ürünüydü. Bu konu da incelemeye değer bir konudur. Sonuçta sistem yıkıldı ve kısa bir süre sonra yönetim, Rus milliyetçilerinin eline geçti.[19] Rusya için esas devrim bu olmuştur.
Milliyetçi ve cumhuriyetçi devrim, Türkiye’de başlamış, fakat milliyetçi anlayış hep aksamıştır. Atatürk zamanında sinsice, ondan sonra (1940 ve sonrası) açıkça, milliyetçi anlayış yerine Grek hümanizmine kapı açılmıştır. Milliyetçilik, ırkçılık ve Turancılık iddiasıyla, suçlu hale getirilmiştir, özellikle Milli Eğitimde, yeni şekil patrimonyal devşirme unsurların hâkimiyeti görülmüştür. Bundan böyle halk çocukları, Marksist ideolojinin akıntısına terk edilecektir.[20]
Osmanlı ve Batı
Cumhuriyet döneminde de devşirme döneminin artıklan ve kalıntıları, böylece merkez-çevre gerginliğini devam ettirmişlerdir. Merkez, bir türlü çevre ile bütünleşememiştir ki o çevre, kültür hazinesini, milli değerleri ve inanç sistemini temsil etmektedir. Merkez, Batılı norm ve değerleri taşıyıp, bu yönde yeni bilgileri üreten bir aydın despotizminin uzantısıdır.[21] Osmanlıdaki üst ve yönetici sınıf, kan yoluyla da gelmiş olduğu Batıyı, şuuraltıyla bile olsa, daima temsil etmişti. Çoğu zaman şuurlu olarak “Batı’nın insanı” olmuş, Osmanlının yeniçeri hareketlerinde de, ihtiyaç dışı sınırlarda başrolü oynamıştı.
Güçlüklerden biri, milli hareketler ve milli hayat için, milli iktisat gerektiği halde, bunun oluşumunun sağlanamamış olmasıydı. Milliyetçilik için milli burjuva sınıflan gerekiyordu ki bu, azınlıkların elindeydi. Osmanlı hemen her şeyi yabancıya verdiği gibi, iktisat ve ticareti de onlara bahşetmişti. Zamanla yerli bir zenginler sınıfı oluşmuştu ama bunlar da reayanın karşısına geçmişlerdi. Âyân dediğimiz bu sınıf, bir türlü milli burjuva haline gelememişti. Anadolu’da böylesi varlıklı kimseler “eşraf” adıyla devam ettiler. Âyânlık ve eşraflık, bir anlamda yerlilik unsuru gibi yorumlanabilirse de,[22] Enderunîlerin karakterini devralmış gibi davrandılar.
Topluluk ve millet
Yeni devlet, bütün güçlüklere ve olumsuzluklara rağmen kurulmuştu. Topluluk, millet haline getirilmeye çalışıldı. Fakat bu millet, “Osmanlı Milleti” gibi millet olmayacaktı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “Fakat”, “Ne yazık ki” ifadelerinden ne yazık ki kurtulamayacağız. Fakat ve ne yazık ki, yeniden kurulan devletin, bütün azim, karar ve mücadelesine rağmen, arzu edilenler tam olarak gerçekleşememiş, gerçekleşenler de uzun sürmemiş, kesintilere veya sapmalara maruz kalmıştır. Eski
sisteme dönülmemiş ama (istense de dönülemezdi), milli iradenin gerçekleşmesi aksamıştı. Oysa Mustafa Kemal ve birçok arkadaşı, Göktürklerden sonra bin yıllık bir unutulma ve haksızlıklar dönemine ve bir yarılma manzarasına itiraz ederek işe başlamışlar, yeni devleti kurmuşlardı. Halkı, halkçılıkla kucaklamışlar, vatandaşlığa yükseltmek istemişler, seçme ve seçilme hakkı vermişler, “köylü efendimizdir” demişlerdi. Fakat işler yolunda gitmedi. Çünkü “Hanedan Olgusu”na ve “Enderun” zihniyetine dayalı devlet felsefesi, bir türlü cumhuriyet felsefesine dönüşmedi. Kalıntılar ve bunları örnek alanlar, maskeler kullanarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Demek ki bir topluluk, kolay kolay dönüşememekte, alışkanlıklarını tam olarak terk edememektedir. Yapılanların adına “devrim” de dense, birçok şey kılık değiştirerek devam etmektedir.
Türk sosyolog ve mütefekkirlerinin kanaatlerine katılarak diyebiliriz ki, cumhuriyet döneminde de tebaalıktan ve reayalıktan vatandaşlığa geçilememiştir. Vergi ödeyen tebaa ve reaya vatandaş haline gelememiş, sadece vergi ödemeye devam etmiştir. Bunlar köylerden çıksalar bile, ya gecekondularda yaşatıldı, zihnî ve mekânsal varoşlara hapsedildi, ya yukarı sınıfların hizmetçiliğini ve bekçiliğini yaptı. Yeni reaya yoksulluk içinde hayatlarını sürdürdü. İkili toplum manzarasından tam olarak çıkılamadı. İki Türkiye oluştu. Biri boğazda, yalılarda, adalarda yaşadı, diğeri köyde, kasabalarda, şehir kenarlarında eski hayatlarını sürdürdü. “Sürü” kimliğinden de kurtulabilmiş değillerdi. Yanlış şeyleri, tepki duymaya başladığından ve cehaletinden yapıyordu. Adam yerine konulmamış olduğundan yapıyordu. İşler laçkalaştığında vergiden de kaçar hale geldiler.
Bürokrasiye gelince, Osmanlı bürokrasisi (Kalemiye), modern bir seçkin kalemiye ile, yani bürokrasi ile devam etti. Esasen bürokraside modernleşmenin yolunu açan da, “marjinal kimse” diye tanımlanan Enderuni tabakaydı.[23] Osmanlının son zamanlarında yenileşme (modernleşme), tanzimat hareketleri, devşirme modeli sayesinde, gayrimüslimlere tanınan önemli hakları gündeme getirmişti. Tebaa, bu hareketlere, gâvur icatları diye bakıyordu.
Dönmeler iş başında
Osmanlıdan intikal eden ve Cumhuriyetin kurulmasıyla da kimliğini koruyan Enderun tabakası, başka deyişle dönmeler tabakası, yine toplumun yukarı kesimlerinde yerini alarak tarihi kimliklerini koruyacak, tarihi görevlerini yapacaklardır. Meselâ Marksist ideolojiyi uygulamak isteyenlerin önderleri, yine eski seçkin sınıfın çocukları ve torunları arasından çıkacaktır. Nazım Hikmet, dönme Borzenski Paşanın (Mahmut Celaleddin Paşanın) torunuydu. M. Ali Aybar benzer çizgiden gidiyordu. Gençlere, “size ne oluyor, komünizm gerekirse onu getirecek olan yine biziz” diye çıkışan meşhur Ankara Valisini herkes bilir.
Marksist ideoloji sahiplerinin başları hep devşirme kimlikli kişilerdi. “Türk solu 1870’lerden itibaren Batıya dönük ‘yabancı soylu’ unsurların bir oluşumundan ibarettir. Bir başka deyişle, bu tabloda hakim unsur, devşirme ve dönmelerdir. Bunlar Osmanlı sisteminin bir parçası ve ürünüdürler. Cumhuriyet sonrası da kimliklerini sürdürmüş, Türk halkı ile bütünleşmemişlerdir. Yemen türküsüne ağlamamışlar, Nasreddin Hoca’ya gülmemişlerdir.[24] Sol ideolojide, samimi olan, adalet duygusuyla kendini kaptırmış bulunan halk çocukları, ancak militanlık ve vurucu güç görevini yaptılar. Bunların çoğu, bugün millî (ulusal) çizgiye geçti. Devşirmeden ve âyândan gelen Marksistler ise, bugün apaçık Amerikancıdırlar.
Komünizm, insan tabiatına ve toplum tabiatına uymayan yönleriyle iticiydi ve zararlıydı. Liberal felsefe ise, insan tabiatının sınırlarını zorlamıştır ve onu istismar etmektedir Başka yerlerde olanları ayrı değerlendirebiliriz, ama Türkiye’de yabancılaşma arttıkça ferdileşme arttı, zan ve iddia edilenin aksine özgürlük değil, teslimiyet çoğaldı. Ferdi teslimiyet bir hipnoz halini aldı. Avrupa ve ABD’ye teslimiyet böyle bir hipnoza dönüşürken, ne hikmetse, kendine isyanda hep uyanık oldular. Türk’e düşmanlıkta, maddî-manevî atalarının yolunu tuttular. Bu yolda gidenlere her geçen gün yenileri eklendi. Son yıllarda seyrettiğimiz manzara bundan başka bir şey değildir.
Patrimonyal devşirme modelinden, halkçılık zihniyetine geçişi hazırlamak[25] üzere yola çıkan Cumhuriyet felsefesi, özetlediğimiz üzere Osmanlıdan devreden seçkinci kozmopolit tabakanın kalıntıları tarafından sabote edilmiş oluyordu. Kalkınma ve ilerlemenin Batılılaşma ile sulandırılmasının, ihtiyaç sınırlarını aşan bir taklitçiliğin öncüleri ve örnekleri de bu tabaka olmuştur. Yabancı kimlikleri, yerli kimliklere tercih edenler de bunlardır. “Her türlü yeniliğin, hiç bir kültürel değişme gümrüğünden geçirilmeden”,[26] hiçbir sosyal süzgeç kullanılmadan ithaline izin verenler de bunlardır. Bunlar Türklüğü gereksiz bulmaya ve Türkleri aşağılamaya devam etmişlerdir. “Osmanlının özenle yetiştirip kurumlaştırdığı marjinal aileler”,[27] ecnebileşmiş (yabancılaşmış) yazarlığın, yaşama tarzının, giyim-kuşamın, gayrı milli her şeyin, hatta ihanet şebekelerinin dokusunu oluşturmuştur. Türkler ve Türklükle hiçbir problemi olmayanların, hatta Türklüğü öne çıkaranların bir kısmı da, bazı etkilerle ve tepkilerle bunları taklit etmişlerdir.
Atatürk sonrası...
“Atatürk’ün vefatından sonra, hemen hiçbir siyasi kuruluş, milliyetçiliğe sahip çıkmamış, sadece Atatürk’ü putlaştırmaya çalışmışlardır.”[28] Lüzumsuz karşıtlar yaratmışlar, bu karşıtlar ya dine sığınmış ve yeraltında çalışmış, yahut kanun dışı yollara başvurmuşlardır. Türk sosyologları, günümüz Türkiye’sindeki gerginlikleri, ferdî ve kurumsal yolsuzlukları, soygun düzenini meşrulaştıranları, kara para aklama faaliyetlerini, çeteleşme ve mafyalaşmaları, yönetime hazır olmamış, bu kapılar kendisine hiç açılmamış, özgürlüğe alışmamış, hep itilip kakılmış halk kesimlerinin hazımsızlıkları ile yorumlamaktadırlar. İşkence suçlarının köklerinin eskiye giden sistemden kaynaklandığı kanaatindedirler.[29] Bugün yönetim sistemimiz ve iktisadî hayatımız, manevî yapıdan mahrumdur. Zihniyet çok sapmıştır. Zenginlik kültürüne gidilen ama ruhsuz bir sürece yol alınmıştır. Hürriyet fikri de istismar edilmiştir. Bu fikir Osmanlıda Türk olmayan kavimlerin işine yaramıştı. Bugün de hürriyet ve demokrasi, Türk olmayanların işine yaratılmaktadır.
Milletin sahip olduğu İslam gibi bir din, bir değil, bütün medeniyetlere yetecek durumda iken, ona ya yaklaşılmamış, ya ona sırf nesnel olarak ve günah-sevap muhasebecisi mantığıyla, hesap-kitap işi gibi bakılmış, yahut da istismar edilmiştir. Osmanlıda, dinden dolayı oluşan sorumluluklar, Cumhuriyet döneminde de az olmamıştır. “Osmanlıda dinî kurum, üst-sınıfın siyasî-ideolojik temelinin büyük kısmını oluşturmuştu.”[30]
Resmi din ve halk dini
Böyle bakınca, “resmî din” ve “halk dini” ayırımını anlamak kolaylaşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, devletle bütünleşen ve halktan oldukça kopuk bir dinî kuruma haklı olarak cephe almıştı. Toplumu yansıtan değerlerin devletle bozulmasına sebep olan eski rejimin yaptığı hataya düşmek istemeyen Cumhuriyet, bu yolu tehlikeli olarak görüyordu. Fakat bu sefer dinî ihmal ediyordu. Osmanlıda gerek devlet dini, yani resmi din, gerek halk dini, zaman zaman mensuplarınca ihmal edilebiliyordu. Halk bunu tövbe ile, affa sığınmakla telafi edebiliyordu. Devlet, daha doğrusu iktidar mensupları, dini arka plana atarak (es geçerek) bu ihmali telafi etmekteydi. Cumhuriyet döneminde de bu tutumu görmekteyiz. Hatta din söylemli iktidar sahiplerince bile bu es geçmeler vuku bulmakta, halkın dinine yaklaşmaya değil, ondan uzaklaşmaya sebep olunmaktadır. Meselâ bugünkü iktidarda, bunun örneklerini görmekteyiz. Dinî görünümüne rağmen, zinanın suç olmaktan çıkarılması kanunları, domuz eti ithalinin serbest bırakılması, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin okul kitaplarında seçilerek ve ayıklanarak alınması, Hıristiyan ve Yahudilere İslam’a uymayan tavizler verilmesi gibi dinin arka plana atılması, dünyevî ve siyasî amaçlar için kullanılmıştır. Böylece bugün, siyasi, iktisadi, hukuki olarak sosyal yapımız, din işin içindeyken bile, maneviyatsız hale gelmiştir. Tekrar edelim ki, zenginleşmeye doğru giderken, ruhsuz bir sürece girilmiştir.
Bugünün arızaları...
Milletleşmeyi sağlayan standart veya kurucu ve temelleri oluşturan kültürün, Osmanlıda rolünü oynayamamasının sebepleri vardı. Standart kültür, kendi haline bırakılmış ve horlanmış olarak Anadolu’ya hapsedilmişti. Fakat bugün de, kurtuluş ve kuruluş felsefesinin aksine, arızalar belirmiştir. Başta gelen problemlerden biri çok kültürlülük meselesidir. Osmanlı bunun bir laboratuarı oldu. Bugün o kanaldan gelenler bunun hasretini yaşamaktadırlar. Çok kültürlü, çok milletli, milli kimliksiz, yabancıların hâkim olduğu bir toplum. Osmanlının son zamanlarındaki meclisleri, çeşitli etnik ve dinî cemaatlerin ahenksiz bir kompozisyonu olmuştu. 1876 meclisi “mozaikliğin bir minyatürü”[31] idi. Toplum mozaikse, mesele orada kalmaz, yönetim de mozaik olur, meclis varsa o da mozaik olur. Osmanlı 1. ve 2. Meşrutiyet meclisleri böyleydi. Birincide Türkler azınlıktaydı. 2. Meşrutiyet meclisinde 147 Türk, 141 gayri Türk vardı.
Bir Osmanlıcılık...
Bir Osmanlı olgusu olan ve bugün milliliğe karşı çıkanların Yeni Osmanlıcılık adıyla veya başka modellerle özendiği çok kültürlülük ve mozaiklik anlayışı, küresel dayatmanın desteğiyle, gelişip durmaktadır.
Mozaikçilik ve çokkültürlülük, bir emri vaki olarak Osmanlı sistemine uygundu. Fakat milli devletlerde sunî olarak yaratılmakta, devletlerin zaafa uğratılması için meseleler abartılarak planlanmaktadır. Çokkültürlülük ve mozaiklik anlayışı, isteyerek veya istemeyerek, her türlü farklılığın muhafazasına ve desteklenmesine dayanıyor. Osmanlı bunu ve birçok icraatını İslam’la da desteklemek istemişti. Bunların İslam’a uygunluğu kanaati, bizce bir “zan”dan ibarettir. Yasaklamamakla beraber, İslamiyet, Hanedan sisteminden pek hoşlanmaz. Otuz yıllık iyi-kötü seçimli (tercihli) bir halifelik döneminden sonra, saltanata dönüşmüş bir İslam dünyasının başına gelenler, acı tecrübelerle doludur. Aman devlet bozulmasın veya zaafa uğramasın, devam etsin gibi gerekçelerle de olsa, hanedan çocuklarının öldürülmesini, İslam onaylamaz, öz kimliğini temsil ve ifade eden ve bunu yaşayan halkını bir kenara itmeyi ve horlamayı, işbaşına getirmemeyi İslam kabul etmez. Mesele, İslamiyet’in de çok önem verdiği “ehliyet” işi ise, bu ehliyet Türklere neden açık tutulmadı? Mesele “insaniyet” idiyse, Türkmenler insan değil miydi? Mesele “siyaset” idiyse, “esas”, “ana”, “kurucu” unsur, siyasetten neden uzak tutuluyordu? Kanunnamelerle dini kuralların (şer’î hükümlerin) yer yer çatışması, İslam’a dayandıklarının bir göstergesi nasıl olabilir? Medreseden, matematiği ve fen bilimlerini kaldıran, rasathaneyi yakan, Hezarfen Çelebi’yi cezalandıran, İslam değil, kozmopolit Osmanlı aydın idi. Toplumu, özellikle Anadolu’yu eğitim-öğretimden mahrum eden de o idi. Din de buna alet edilmişti.
İslâmı mahkum etmek
Cumhuriyeti kuranların bir kısmı da, yapılanların İslâm’a dayandığı zannına kapılmıştı. Geri kalmamızı ve gayrı millilikleri, müslüman olmamıza bağlıyorlardı. Bu yanlışlığın bugün bile farkına varamayanlar hâlâ mevcuttur. İslam’ı mahkûm etmek, geçmişten gelen devşirme zihniyetinin uzantılarının, bugün buna eklenen küreselliğin ve yabancılaşmanın eseri oldu. Milliliği mahkûm etmek de, yine geçmişten gelen aynı zihniyetin ve bunun uzantılarına katılan küreselci ve milli kimliğe yabancılaşmış din söylemlilerinin marifeti oldu.
Dönüşerek ve zamana uyarak da olsa dünden bugüne gelen bu zihniyetin önemli ve müşterek bir dayanağı, milletin ve devletin ayrı mütalaa edilmesi kanaatidir. Dün devletle millet, yönetici ve reaya şeklinde ayrılmıştı. Bugün çokkültürlülük ve benzeri yeni anlayışlar ve küresel dayatmalarla beslenen bir ikileşmeye gidilmektedir. Böyle düşünen aydın tipine göre millet ve devlet ayrı mütalaa edilmelidir. Kendi tabirleriyle bir evlilik varsa “boşanmalıdırlar”, onlara göre evlilik nasıl zincire vurulmuş olmak gibiyse, devlet-millet evliliği de bir zincirdir. Milli devlet (ulus-devlet) bu yüzden yanlıştır. Devlet, milli kültür yerine çokkültürlü anayasaya bağlanmalıdır. Milli kimlik, devleti rehin almaktadır. Milli Devletin kısıtlayıcı ve baskıcı tavrından kurtulmalıdır.[32] Bu tip aydınların, Irak’taki, Afganistan’daki işgal devletlerine ses çıkarmamaları ilgi çekicidir.
Çokkültürlülüğün kaçınılmaz bir olay olarak telakki edilmesinin gerekmediğini kabul etmek durumundayız. Avrupalı aydın da böyle düşünüyor. Avrupa’da çokkültürlülük, ekseriya milli devletlerin dağılmasına yol açmakla sonuçlanmıştır. Kültürel farklılığın onaylanması, siyasi tehlikeler arzetmektedir. Yugoslavya örneği gibi. Çokkültürlülük, özerklik isteğine yol açabilir. Ayrıca özerklik, suçla ilgili amaçlarla kullanılmış olabilir. Alain Touraine’nin dediği gibi, demokratik ülkelerin gerçekleşmesi gibi aranılan maksadın tersi de ortaya çıkabilir. Bir ülkede, ancak bir sosyal birliğin uyuşumu kültürel çoğulculuk olarak tanımlanmış ise, anlamı vardır. Eğer azınlıklar söz konusu ise, şu gerçek ki bir azınlığa kültürel haklarını ve dilini korumakta yardım etmek, ne ekonomik şartı, ne de çoğunluk ile diyalog kapasitesini zorla iyileştirmiyor.
Bugün Fransa’da, siyasi açıdan aktif çokkültürlülük, her zaman tehlikeli olarak değerlendirilmiştir. Çünkü sonu toplumun parçalanmasına varmaktadır. Uygulanan pozitif ayırımcılık (farklılıkları kabul etme), genelde hukuk konuları olarak kültürel toplulukları tanımak fikrinden daha fazla bir kabul görmemiştir.[33] Başka şeylerine hayran oldukları Batılının kalitelisi böyle düşünüyor.
Özgürlük değil, teslimiyet
Bugün Türkiye’de, sosyal birliğin uyuşumu değil, özerklik adı altında dağılması, çokkültürlülük olarak algılanmaya, daha doğrusu telkin edilmeye başlamıştır. Her zaman olduğu gibi, geride kalmanın, arkadan gelmenin aksine, Türkiye, bazı konularda ileri gitme, öncü olma sevdasına tutulmuştur. Geleneklerin tamamına karşı çıkmak, her şeyi paraya, yani faydaya tahvil etmek, para kazanma yollarının sınır tanımaması, nemelazımcılık, sırf menfaat için itaat, içgüdülerin her şeye hâkim olması meselelerinde olduğu gibi. Bunların ve benzerlerinin toptan adı aşın ve azgın ferdileşmedir. Liberal felsefenin, komünizmdeki anlayıştan daha materyalist olduğunu hep söylüyoruz. Fazlalıklar, liberalizmin lehine ait fazlalıklardır. Hilebazlık, sahtekârlık, istismar gibi. Ferdî faydasızlığın son noktalarını kollama gibi. William James’e sormuşlar: Tanrı var mıdır? Cevap: Faydası varsa, vardır. Komünizm, insan tabiatına ve toplum tabiatına uymayan yönleriyle iticiydi ve zararlıydı. Liberal felsefe ise, insan tabiatının sınırlarını zorlamıştır ve onu istismar etmektedir.
Yukarıda saydıklarımız yabancılaşma sürecini hızlandırdı, yabancılaştıkça da bunlar hızlandı. Başka yerlerde olanları ayrı değerlendirebiliriz, ama Türkiye’de yabancılaşma arttıkça ferdileşme arttı, zan ve iddia edilenin aksine özgürlük değil, teslimiyet çoğaldı. Ferdi teslimiyet bir hipnoz halini aldı. Avrupa ve ABD’ne teslimiyet böyle bir hipnoza dönüşürken, ne hikmetse, kendine isyanda hep uyanık oldular. Türk’e düşmanlıkta, maddî-manevî atalarının yolunu tuttular. Bu yolda gidenlere her geçen gün yenileri eklendi. Son yıllarda seyrettiğimiz manzara bundan başka bir şey değildir.
[1] Bkz. Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, İstanbul 1976, s. 381.
[2] C H. Fleischer’den Orhan Türkdoğan, Türk Toplumunda Aydın Sınıfın Anatomisi, İstanbul 2003, s. 133.
[3] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 100-195.
[4] Ülken, a.g.e., s. 371.
[5] Türkdoğan, a.g.e., s. 191.
[6] Türkdoğan, a.g.e., s. 557.
[7] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 106-107.
[8] Bunlar için bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 130-136.
[9] Türkdoğan, a.g.e., s. 130.
[10] C. H. Fleischer’den naklen, Türkdoğan, a.g.e., s. 130.
[11] İlber Ortaylı, Anatomi Dersleri, Osmanlı Kültürü, s. 169.
[12] Bkz. Ülken, a.g.e., s. 397.
[13] Türkdoğan, a.g.e., s. 128.
[14] Türkdoğan, a.g.e., s. 253.
[15] Türkdoğan, a.g.e., s. 107-108.
[16] Türkdoğan, a.g.e., s. 109.
[17] Türkdoğan, a.g.e., s. 100-101.
[18] Türkdoğan, a.g.e., s. 112.
[19] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 226.
[20] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 151.
[21] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 556.
[22] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 142.
[23] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 132 133.
[24] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 232.
[25] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 119.
[26] Bkz. Türkdoğan, a.g.e, s. 116-117.
[27] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 138.
[28] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 147.
[29] Bkz. Türkdoğan, a.g.e., s. 148-149.
[30] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İstanbul, 1991, s. 161.
[31] Türkdoğan, a.g.e., s. 117.
[32] Bkz. Ayşe Kadıoğlu, 25.05.2008 Yeniçağ Gazetesi.
[33] Bkz. Nicolas Journet, “Çokkültürlülük”, Journet (ed), a.g.e., s. 359-361.
Prof. Dr. Yümni SEZEN, Yeniçağ, 26-27-28-29 / Kasım / 2011