Cumhuriyet ve Uçan Kağnının Sırrı / Sinan MEYDAN

Tarihçi - Yazar

Cumhuriyet ve Uçan Kağnının Sırrı / Sinan MEYDAN

İletigönderen Balasagun » Prş Eki 03, 2013 12:45

Cumhuriyet ve Uçan Kağnının Sırrı 1

Önce Kağnıyla Kamyonu Yendiler Sonra Kağnıyı Uçurdular!


Resim



Kurtuluş mucizesini anlamak için dünyada hiç bir ülkede, hiçbir dönemde herhangi bir karşılığı olmayan “kağnı komutanlığını” kavramını bilmek gerekir. Evet! Kağnı komutanlığı kavramı, dünyada sadece Türk Kurtuluş Savaşı’na özgü bir kavramdır.

Kağnıların ve kağnı komutanlarının ne iş yaptıklarını anlatmadan önce Kurtuluş Savaşı yıllarındaki koşullara göz atalım kısaca.

“Ülkede yol yoktu. Demiryolu Ankara’da bitiyordu. Onun da ancak Eskişehir doğusunda küçük bir parçası elde bulunuyordu. Eskişehir-Pozantı arasında kalan başka bir parça demiryolununsa pek askeri değeri yoktu. Ulusal yönetim altındaki bütün topraklarda tek bir fabrika yoktu. Doğu cephesinden Batı cephesine, iyi kötü gönderilecek bir cephane sandığının istenen yere varabilmesi için, kuş uçuşu en az 1200 kilometrelik yol aşması gerekliydi, ama insanlar kuş değildi ki! İnebolu’dan Ankara’ya ancak bir haftada varılabiliyordu. Ama bu yoldan Ankara ya gelip dönecek araç bir kağnıysa, onu sürenlerin ortalama bir aylık yolu göze almaları gerekiyordu.

Oysa nihayet birkaç yüz kilo yük alacak bir kağnının hayvanlarıyla onu sürenlerin, bu yol için neredeyse bir kağnı yükü yiyeceğe, yeme ihtiyaçları vardır. Hâlbuki Anadolu neredeyse açtı.”
 [1] 

Tekâlif-i Milliye Emirleri doğrultusunda halktan alınan mallarla ilçelerdeki Tekâlif-i Milliye Komisyonlarında büyük mal stokları birikmiştir. Başkomutan Atatürk’ün emirlerine göre hareket edilmiş; yiyecek ve giyecekler Sakarya boylarındaki birliğe, öteki araç gereçler Ankara’ya gönderilmiştir. Bu ulaşım at ve öküz arabaları, kağnılar, at, katır, eşek ve develerden oluşan ulaşım kollarıyla sağlanmıştır.

Ulaşım kollarının sürücüleri kadın, çocuk ve yaşlı erkeklerden oluşmuştur. Gücünden yararlanılabilecek bütün erkekler silâhaltına alındığından cephe gerisi hizmetler kadın, çocuk ve yaşlı erkeklerce yürütülmüştür.

Beş numaralı Tekâlif-i Milliye emrine göre elinde arabası bulunanlar orduya verilen malları ücretsiz olarak 100 kilometre taşıyacaklardı. Ancak hayvan gücüne dayalı bu ulaşımın hızı saatte 5 kilometre kadardı. Bozuk yollardaki sorunlar, duraklamalar, Ağustos sıcakları, yemek molaları ve hayvanların dinlendirilmeleri gibi zorunluluklar hızı daha da azaltmıştır. [2] 

Sakarya Savaşı öncesinde Sakarya boylarında tarihin en önemli savunmalarından birini yapacak olan savaşçıların ve hayvanlarının beslenmelerini kesintisiz bir şekilde sağlamak gerekmiştir. Bu amaçla Sivas-Kayseri bölgesinde 100.000 insan ve 50.000 hayvan için altı aylık yiyecek maddesi depolanması kararlaştırılmıştır. Dört numaralı Tekâlif-i Milliye emri gereği toplanan yiyecek maddeleri bir taraftan Ankara, Polatlı ve Haymana’ya gönderilirken diğer taraftan bu depolara yığılmıştır. Ancak kısa süre içinde bu kadar çok insana ve hayvana yetecek yiyecek bulmak nerdeyse imkânsızdır.

Resim


O günlerde Milli Savunma Bakanlığı’nın en öncelikli konularından biri yiyecek maddelerinin çok hızlı bir şekilde cepheye ulaştırılması sorunudur. Batı Cephesi Komutanlığı’nın günlük gereksinimleri Polatlı’ya kadar getirilmiş, birlikler buradan kendi araçları ile ihtiyaçları kadarını almışlardır. Asıl sorun yiyecek maddelerinin Polatlı’ya kadar getirilmesidir.

Sakarya’daki Batı Cephesi Komutanlığı’nın savaş gücü, 100 bin insan 50 bin hayvandan oluşmaktadır. Buna göre bir insana 750 gramdan, cephenin bir günlük insan yiyeceği 75 tondur. Bir hayvana 4 kilodan cephenin bir günlük hayvan yemi ise 200 tondur. Yani her gün için 275 ton yiyecek ve yemin cephe yakınlarına taşınması gerekmiştir. Bunun için de en az 700-800 at arabası ve kağnı cephe ile cephe gerisi arasında her gün onlarca sefer yapmak zorunda kalmıştır.

Çarpışmalar başladıktan sonra günde 324 ton cephanenin cephede bulunması gerekmiştir. Her gün 800-900 at arabası ve kağnı cepheye cephane taşımıştır. Bütün bu taşıma işi, beş ve on numaralı Tekâlif-i Milliye emirlerince halktan alınan taşıtlarla gerçekleştirilmiştir.

Resim


Eli silah tutan Anadolu erkeği cephede düşmana kurşun sıkarken, onun karnını doyurmak, tüfeğini mermisiz bırakmamak Anadolu’nun çileli kadınlarına, genç kızlarına, ihtiyar erkeklerine düşecekti. Çocuklara gelince onlar yıllardır oyun oynamayı, çocukluklarını unutmuşlardı. Ya analarıyla kağnıların, at arabalarının yanında yürüyecek, ya da küçük kardeşlerini doyuracak, yatıracak, onlara analık yapacaklardı.” [3] 

Batı Cephesi’nin silah ve cephane ihtiyacının bir kısmı İstanbul’dan gemilerle ve kayıklara, bir kısmı Develerle, bir kısmı Diyarbakır ve Sivas’tan kağnılarla getirilmiştir. Bu zor nakliyat işi günlerce, haftalarca, aylarca devam etmiştir. Eskişehir’e ve Ankara’ya getirilen silah ve cephane İmalat-ı Harbiye atölyelerinde gözden geçirilip tamir edilerek Batı Cephesine sevk edilmiştir. Bu sevkiyat işinde Anadolu’nun fedakâr kadınları görev almıştır. Özellikle İnebolu yoluyla gelen silah ve cephaneyi cepheye yetiştirme işi daha çok köylü kadınlarca yapılmıştır. [4] 

Amerikalı yazar Ann Bridge, İnebolu-Ankara arasındaki silah ve cephane taşıma çalışmalarından şöyle söz etmiştir:

“... Sonsuz bir insan seli birbirinden bir buçuk metre aralıklarla ve tek sıra halinde akıyordu, insanlar, taşıdıkları tüfek demetleri, cephane kutuları ve top mermilerinin ağırlığı altında öne doğru eğilmişlerdi. Daha şaşırtıcı olanı, hu insanların dörtte üçünden fazlasının kadın olmasıydı. Pembe eteklikli bölgesel giysiler ve parlak çiçekli kiraz renkli şalvarlar giyen kadınların bazıları sırtlarına sarılı yükle beraber, kucaklarında emzikli bebeklerini taşıyorlar, bazılarının arkasına ise kaygan çamurda kısa adımlarla yürüyen iki ve üç küçük çocuk bulunuyordu. Böylece bir gece önce İstanbul’dan kaçak olarak gemi ile gelen askeri malzeme Küre Dağları’nı aşıyordu. Düzenli, kesintisiz ve yavaş bir şekilde yukarılara, daha yukarılara tırmanılıyordu. Arada sırada birinin sıradan ayrılan bir çocuğa bağırdığı duyulmakla beraber, genellikle sessizlik içinde dik tırmanış ve ağır yük nedeniyle derin solumalarla yürüyorlardı. Yol gerçekten çok dikti ve biraz sonra hepsi sulu karla şekillenecekler, sonra ayak değmemiş karlı yamaçlardan daha yükseklere tırmanacaklardı... Henüz hiçbir heykeltıraşın taş üzerine şekillendiremediği ağır yük taşıyan kadınlar ile analarının yanında otlayan buzağılar gibi onların yanında yürüyen çocuklara ait heykelleşmiş görüntüler, karlar altında ve dondurucu soğukta yorgun argın yol alacaklardı” [5] 

Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’dan kaçırılan ve Rusya’dan alınan silah ve cephane, Milli Hükümetin elindeki üç eski gemi Alemdar, Preveze ve Aydın Reis tarafından İnebolu ve Samsun gibi Karadeniz limanlarına boşaltılmış ve buradan cepheye gönderilmiştir. Bu sevkiyat işini daha çok İnebolu, Kastamonu ve Çankırı yöresi kadınları gerçekleştirmiştir.

Cephe gerisinden cepheye yiyecek, giyecek, malzeme, silah ve cephane taşıma işinde görev alan kadınlara, çocuklara ve yaşlılara yol gösterecek kişiler vardı. İşte bunlara “kağnı komutanı” denilmişti. Kurtuluş Savaşı’nın kağnı komutanlarından biri de Enver Behnan Şapolyo idi.

Şapolyo yıllar sonra bu önemli görevini şöyle anlatmıştır:

“Milli Mücadele’nin ilk günlerinde bana milli bir görev verilmişti. O da kağnı komutanlığıydı. O acı ve yoksul günlerde ordumuzun geri hizmetleri üç türlü araçla sağlanmaktaydı. (Bunlar) deve kolları, katır kolları ve kağnı kollarıydı. Çünkü o zamanlar ordumuzun elinde hiçbir motorize kuvvet yoktu, İnönü cephesinde silah ve yiyecek bu taşıma kollarıyla sağlanmaktaydı.

Deve kolları pek süslüydü. Develerin hörgüçlerinden boyunlarına kadar renkli püsküller ve aynalar sarkmaktaydı. Her devenin hörgücünün üzerine de üç tane cephane sandığı yerleştiriliyordu. Deve kolları böylece bir dizi oluşturarak ağır ağır İnebolu’dan Eskişehir yolunu tutmaktaydı. Katır kolları da pek ilginçti. Katırların boyutlarındaki iri tunç çanlar, bu gürültü içinde katırlar da yola düzülürler, onlar da cephane taşırlardı...


Resim


(Gelecek ay: Sırtında cephane taşıyan Türk kadınları)

Dipçe:
 [1]  Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C.II, 26.has., İstanbul, 2009, s. 463.
 [2]  Alptekin Müderrisoğlu, Sakarya, C.2, İstanbul, 1982, s.51
 [3]  Age, s. 82,83.
 [4]  M. Arif, Anadolu İhtilali, Yeni İstanbul Yayını, ty, s.49.
 [5]  Yavi, Age, s. 203.


Sinan MEYDAN, “Bütün Dünya”, Ekim 2013
sinanmeydan@butundunya.com.tr
“Efendiler, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki aslî cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin”
Kullanıcı küçük betizi
Balasagun
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 3523
Kayıt: Cum Eki 17, 2008 13:18

Re: Cumhuriyet ve Uçan Kağnının Sırrı / Sinan MEYDAN

İletigönderen Balasagun » Sal Kas 05, 2013 14:44

Cumhuriyet ve Uçan Kağnının Sırrı 2

Benim kolum kağnı kollarıydı. Kağnılar vilayet olarak nöbete gelirler ve görevlerini tamamladıktan sonra yurtlarına dönerlerdi.

Kağnılar iki tekerlekli basit şekilde yapılmış birer yük arabasıydı. Bunları öküzler ve mandalar çekerlerdi. Kağnıların hep birden çıkardıkları inilti ta uzak yerlerden işitilirdi. Bana her seferinde kırk kağnı verilirdi. Kağnıcıların çoğu kadın olurdu. Çünkü delikanlılar cephedeydiler. Bir seferinde benim kağnıcılarımın otuzu kadın, sekizi çocuk, ikisi de altmış yaşından yukarı ak sakallı ihtiyarlardan oluşmuştu. Bize muhafız olarak da silahlı Koruma Bölüğü erlerinden bir milis er verilirdi. Bunlar hapishanelerden çıkarılıp vatan hizmetine verilmiş mahpuslardı.” [1] 

Cephane ve yiyecek taşıyan kağnıların gerçek komutanları kadınlardı kuşkusuz. Fedakâr, vatansever, kahraman Türk kadınları...

Tekalifi Milliye Komisyonlarında görev alan bir görgü tanığı, Cevdet Kerim İncedayı, anılarında, gönüllü olarak kağnı kullanmaya gelen kahraman kadınlarımızdan şöyle söz etmiştir: “Bize ayrılan mıntıkada 300 kağnı arabası saptadık. Bunları muharebe sırasında hemen düzenleyebilmek için bir deneme çağrısı yaptık.

Bildirimizden 24 saat sonra 250 araba gelmiş bulunuyordu. Bazıları, öküzleri olmadığından arabalarına ineklerini koşmuşlardı. Arabaları getirenlerin bir kısmı çocuk ve yaşlılar, çoğu da kadınlardı. Tümen komutanı düzlükte sıralanan bu insanları denetlerken uzun övendireleriyle sevgili hayvanlarının başlarında dizilen kadınlara, erkeklerinin niçin gelmediklerini sordu. Bu güç işte çok yorulacaklarını, hatta dayanamayacaklarını söyledi. Kadınların verdiği yanıt şuydu:

‘Erkeklerimiz hizmettedir, (askerdir). Emrinize biz geldik. Böyle bir günde bize bu kadarcık iş düşmesin mi?’

Oysa bunların çoğu, yıkılıp, yakılmış köylerinde çocuklarını komşularına teslim etmişlerdi. Nitekim muharebe haşlayınca bunlar, uzun günler gene bizimle geldiler, içlerinde yollarda doğuranlar oldu. Cephede bu çabalar sürerken gerilerde İnebolu-Ankara yollarında da bu halk sırtlarında cephane taşıyordu”
 [2] 

Kurtuluş Savaşı’nın fedakâr kadınlarını ve Türk kadınının kağnıyla ilişkisini Nazım Hikmet, “Kadınlar”, Fazıl Hüsnü Dağlarca ise “Mustafa Kemal’in Kağnısı” adlı şiirlerinde ölümsüzleştirmişlerdir.

İşte Kurtuluş Savaşı böyle kazanılmıştır: Çoluk, çocuk, yaşlı, genç, kadın. erkek, parasız, yoksul bir ulus, olağanüstü bir inanç ve azimle Atatürk’ün etrafında kenetlenerek zafere yürümüştür. Türk ulusu yoklukta birleşmiş, yokluğu biriktirip azı çok etmiş, ruhuyla, gönlüyle Atatürk’ün etrafında birleşip imkânsızı başarmıştır. Gerçek şu ki, Kurtuluş Savaşı padişahın akınlarıyla değil Anadolu insanının kağnılarıyla kazanılmıştır.

Atatürk’ün iki dudağı arasından çıkacak her isteği, yerine getirilmesi gereken kutsal bir emir olarak gören fedakar Anadolu insanı, eli kanlı emperyalizmin son model gemilerine, uçaklarına, toplarına, tüfeklerine, kamyonlarına, tanklarına kağnılarla karşı koymuştur. İnsanlık tarihinde belki de ilk kez, emperyalizmin oyuncağı durumundaki teknoloji, yoksul Anadolu köylüsünün mütevazi ve ilkel kağnılarına boyun eğmek zorunda kalmıştır. Kağnı kamyonu yenmiştir!

Atatürk, daha 16 Mayıs 1919’da Bandırma vapuruyla İstanbul’dan yola çıktığında kağnının kamyonu yeneceğinden emindir adeta. Atatürk’ü ve yanındakileri Samsun’a götüren Bandırma vapuru Kız Kulesi açıklarını geçip Kavaklar civarına geldiğinde, bir motorla vapura yanaşan İtilaf devletleri subayları vapuru durdurup güverteye çıkıp silah ve cephene aramaya başlamışlardır. Atatürk arama bitince yanındaki arkadaşlarına dönüp Dolmabahçe önlerindeki işgalci zırhlıları işaret ederek şunları söylemiştir: “Bu sersem adamlar işte böyle! Yalnız demire, çeliğe ve silah gücüne dayanırlar. Maddeden başka bir şey bilmezler. Bağımsızlık ve özgürlük uğruna savaşa kararlı bir ulusun kudret ve gücünü anlamaktan acizdirler. Biz silah ve cephene değil, ülkü, iman dolu kafa götürüyoruz.”

İşte Türk Kurtuluş Savaşı’nın sırrı Atatürk’ün bu sözlerinde gizlidir. O günlerde vatanı işgal edilen Türk ulusunun elinde ileri teknoloji ürünü hiçbir araç gereç, hiçbir silah yoktur, ama “ülkü ve iman dolu kafalar” vardır. İşte o ülkü ve iman dolu kafalar, kamyonlarla, kamyonetlerle, uçaklarla, çelik zırhlı gemilerle donanmış işgalci ordularını kağnılarla; kadınların, çocukların, yaşlıların sürdüğü, öküzlerin çektiği ilkel kağnılarla yenmeyi başarmıştır.

Bu nedenle Atatürk, Cumhuriyetin simgesel figürleri arasında “kağnı”, “saban” ve “öküze” de yer vermiştir.

Resim

Resim

Cumhuriyetin ilk yıllarında kağnı, saban ve öküz figürleri zaman zaman ulusal amblem olarak kullanılmıştır. Örneğin, Cumhuriyetin ilk paralarından birinde “öküz” ve “saban”, ilk uçaklarından birinde ise “kağnı” amblemi yer almıştır.

Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti muasır (çağdaş) medeniyetler düzeyine ulaşmalı, hatta o düzeyi aşmalıdır” hedefi doğrultusunda çalışanlar Cumhuriyetin onuncu yılında uçak yapmayı başarmıştır. Dahası, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizm canavarını kağnıyla dize getirenler, bu gerçeği hatırlatmak anlamında Cumhuriyetin ilk uçaklarından birine amblem olarak bir “kağnı” figürü koymuşlardır.

1932’de Selahattin Alan, kendi yaptığı MMV-I (Milli Müdafaa Vekaleti) adlı uçağın gövdesine, amblem olarak bir kağnı figürü koymuş, böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yılında geldiği noktayı çok çarpıcı ve çok etkili bir sembolik anlatımla gözler önüne sermiştir.

Neresinden bakılırsa bakılsın bu bir meydan okumadır! Uçak mühendisi Selahattin Alan ve o günleri yaşayanlar, çağdaş Cumhuriyetin neyle, nasıl kurulduğunu asla unutmamışlar ve bu gerçeği gelecek nesillere de hatırlatmak istemişlerdir. Bu nedenle dünyada bir benzerine daha rastlanmayacak bir şekilde kağnı amblemli ilk uçağı üretmişlerdir!

Bir zamanlar kağnı komutanlarından söz eden Türkiye, çok kısa bir zaman sonra uçak pilotlarından söz etmeye başlamıştır. Genç Cumhuriyetin genç uçak mühendislerinden biri, dünyada ilk kez ürettiği bir uçağa kağnı amblemi çizmiş ve bir kağnıyı bir uçağın üzerinde göklere çıkarmıştır!

Şu çılgın Türkler kağnıyı bile uçurmuştur!

Önce kağnıyla kamyonu geçmek, sonra kağnıyı gökyüzüne çıkarmak...

İşte Cumhuriyet mucizesi budur...

(Ayrıntılar için bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal-Atatürk’ün Akıllı Projeleri-3 .Cilt, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2013.)

Dipçe:
 [1]  Enver Behnan Şapolyo, “Atatürk ve Uç Kılıç”, Türk Kültürü Dergisi, Kasım 1965, S.37, s.84.
 [2]  Cevdet Kerim İncedayı, İstiklal Harbimiz, s. 177’den naklen Özdemir, age, s.7,8, Aydemir, age, C.2, s. 466


Sinan MEYDAN, “Bütün Dünya”, Kasım 2013
sinanmeydan@butundunya.com.tr
“Efendiler, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki aslî cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin”
Kullanıcı küçük betizi
Balasagun
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 3523
Kayıt: Cum Eki 17, 2008 13:18


Şu dizine dön: Sinan MEYDAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x