DEVLET ÜSTÜNE

DEVLET ÜSTÜNE

İletigönderen Habip Hamza Erdem » Sal Ağu 11, 2015 3:35

DEVLET ÜSTÜNE
Erkek gibi koruyamazsan kadın gibi ağlayabilirsin
Jean Bodin’e göre devletin ‘egemenliği’nin ‘mutlak’ ya da olmayıșının pek önemi yoktur, önemli olan devletin ‘kendi kendisini koruyabilmesidir. Bu görüș, çok daha önceki dönemlerde, « Devleti erkek gibi koruyamazsan onu kaybettiğinde kadın gibi ağlayabilirsin » diye bir ‘uzsöz’le dile getiriliyordu. Yani ‘hukuksal kurumların’ da ötesinde, devletin egemenliğini gösteren, onun uygulamaya koyduğu ‘eylem’dir. O eylemi ortaya koyabiliyor mu yoksa, koyamıyor mu, iște size ‘egemenliğin’ ölçütü.
Devletin dayandığı ‘hukuksal kurumlar’ ise, tarihsel koșulların bir ‘fonksiyon’u olarak ‘zaman içinde’ belirli bir ‘evrim’ göstermiș ve dillere pelesenk olan ‘hukuk devleti’ anlayıșı ile, hiç değilse 20 yy’dan itibaren bir ‘anayasaya’ kuramı’na bağlanmıștır.
Böylece ‘devlet kuramı’, bir anlamda ‘anayasa kuramı’na indirgenmiștir.
Bir üstyapı kurumu olarak ‘devletin gücü’ de, görünürdeki biçimleri olan ‘hukuk’ ve ‘politika’nın ‘ekonomi’ üzerindeki ‘gücü’yle ölçülür ölçülür olmuștur. Bu durumda ‘serbest piyasa’ ya da ‘liberal ekonomi’ ile ‘güçlü devlet’ kavramlarını bağdaștırmanın ‘oyun kuramı’ndan bașka yolu da kalmamıștır.
Devletçilik
İște sadece Türkiye değil ama ABD dahil dünya genelinde, 1930’lü yıllardaki ‘Devletçilik’ uygulamaları, ‘Güçlü Devlet’in yanısıra bir ‘serbest piyasa ekonomisi’ uygulaması olarak gösterilse de, o dönemdeki ‘devletin gücü’nün, ekonomiye ‘doğrudan’ katılması yani bizdeki adıyla ‘İktisadi Devlet Teșekkülleri’nin varlığıyla açıklanabilir ancak.
Yani devletin ‘ekonomi’ üzerinde bir ağırlığı olmadığı sürece, ne ‘ileri hukuk’ ve ne de ‘insancıl politika’lar uygulayabileceğini ileri sürmenin olanak ve olasılığı yoktur.
Ne var ki, özellikle 1960’lı yıllardan itibaren bir ‘sosyal devlet’ anlayıșı geliștirilerek, ‘sosyal ücret’ ya da uygulamadaki adlarıyla, ișsizlik sigortası bașta olmak üzere her türlü ‘sosyal yardımlar’ ile, devletin ekonomiye ‘doğrudan’ müdahalesi yerine, ‘dolaylı’ müdahalesine geçilerek, ‘sözde demokratik bir çözüm’ bulunmuș oldu.
Böylece, geniș halk kitlelerine, bilinen deyimle bir ‘sus payı’ verilerek, ‘liberal ekonomi’nin artık tıkanmadan sürdürülebileceği düșünülüyordu. Tarihin sonuna gelinirken ve ideolijiler de tarihe gömülmüș oluyordu.
Parlamenter rejim içinde, halkın seçtiği parlementerler aracılığıyla ‘sosyal adalatesizlik’lerle karșı konulabilecek ve ‘barıșçıl bir dünya’ böylece yaratılabilecekti.
Devlet sadece halkın ‘güvenlik’ sorunlarıyla ilgilenecek, ‘ekonomiyi serbest’ bırakacaktı. Hatta ‘ulusal ekonomi’ diye bir alan da kalmayacağı için ‘devlet-ulus’a da gerek yoktu.
Devlet-ulus
Adam Smith’in ‘Ulusların Zenginliği’nden itibaren bir ‘ulusal ekonomi’den sözedilse de, Keynes’le birlikte ve Birinci Dünya Savașı’ndan sonra ‘imparatorlukların parçalanması sonrasında, ekonomistlerin üzerinde hiç düșünmeden kabul ettikleri bir ‘ulusal ekonomi’ kavramı türedi.
Adam Smith’in sayabileceği üç ya da beș ‘ulusal ekonomi’ varken, Keynes’le bu sayı yüze dayandı. Oysa ‘ekonominin yasaları’, ulusal değil ama ‘evrensel’ idiler. Ve ekonominin ‘kendi kendisini yönetmesi’ gerekmekteydi.
Dünyada üç-beș ‘Devlet’in bulunduğu dönemde, ‘ekonominin kendi kendisini’ yönetmesi tasarlanabilirdi ama, yüzlerce ‘Devlet’ sözkonusu olduğunda bunun kolay olmayacağı da açıktı. Her devlet, kendi ‘ekonomi politikası’nı uygulayacaktı. İște bu nedenle Keynes’le birlikte, ‘ulusal ekonomi’, sözde ‘ulusal devlet’lerin kendi egemenlik alanlarındaki ekonomik faaliyetlerin ölçüm ve hesaplanmasına dayandırıldı.
Ne var ki ‘Devlet’lerin devletliklerini dayattıkları ‘ulus’ların hiçbiri bir ‘ulus’a değil ama, en babayiğidi ‘büyük millet’ de denilebilecek, tarihsel ve kültürel kökene sahip, ‘ulus’ olmaya daha yatkın ‘halk’lara dayanabiliyordu.
Çünkü, ‘ulus’, her ne kadar tarihsel ve toplumsal kökleri olmakla birlikte, ‘sınıfsız’ yani kendisini olușturan bireylerin tamamen ‘özgür ve eșit’ olduklarını ileri süren ‘ideal’ ve ‘adil’ toplumsal gruplara verilen addır.
Bu bakımdan, ‘kuruluș’una ‘ileri’ denilen toplumlardan bașlanacak olması da en azından ‘mantıksal’ bir zorunluluktur.
Ve bu ‘ulus’un bireyleri, kendiliğinden ve ‘doğal bir süreç’in sonucu olarak, eșit ve adil’ olmayacakları için, Devlet denilen ‘otorite’ tarafından eğitilerek ve ‘zor’ altında olușturulacaktır.
Bugün insanlığın ulaștığı așamada, bir ‘ulusal devlet’in varlığından sözedebilmek, ‘ulus’ ve ‘devlet’i, ne tarihsel ve ne de toplumsal değil, ama Schumpeter’in dediği gibi ‘kollektif bilinçaltımızın kategorileri’ olarak ele almaktan öteye gidememek demektir.
‘Ulus’ gibi daha karmașık ‘toplumsal olgu’ șöyle dursun, gerek bir ‘sınıfın diğerleri üzerindeki baskı aracı’ olarak ve gerekse ne anlama geldiği belli olmayan ‘toplumsal düzeni sağlayan otorite’ olarak Devlet’in, binlerce yıllık tarihi bir yana, son yüzyıl içinde geçirdiği evrim ya da uğradığı ‘dönüșüm’ü izlemek bile, böyle kolaycı tanımlamalar yapmamıza engel olmalıdır.
Herșeyden önce, eğer o ‘sözde ulus devlet’ varsa, son elli yılda amip gibi yeni ‘ulus devlet’ler türemeyeceği gibi, her yeni ‘ulus devlet’ de bağrında hep aynı ‘çözümsüz çelișki’yi barındırıyor olmazdı.
İște bu ve benzeri bir dizi kanıtla, özellikle Türkiye’de belli bir alıșkanlıkla dillendirilen ‘Ulus-Devlet’ kavramının yerine ‘Devlet-Ulus’ kavramının kullanılması gerektiğini, o arada Türkiye dıșında ve tüm dünyada bu kavramın ‘Etat-Nation’ biçiminde dillendirildiğini belirterek burada keselim.
Güçlü Devlet : ‘Ulus-Devlet’
Devlet demek ki, henüz ‘ulusal’ olmadığı ve dolayısıyla ‘toplumsal’lașamadığı için ya hukuksal, ya siyasal ya da askersel bir ‘güç’ olmaktan ileri gidememektedir.
Hegel ne diyordu ? Ulus, civitas’tan çok societas yönüyle anlașılabilir.
Devlet de böyledir. Ancak Devlet çok daha ‘güçlü’ bir araçtır.
Devlet’in bu ‘gücü’, hukuk ve siyasete dayandırılğı gibi ‘din’e de dayandırılmak istenebilir. Ancak her koșulda, devletin yaptırım gücü, ‘sopa, kılıç, tüfek ya da top’ gibi ‘maddi bir güce’ dayanmak zorundadır.
Tam da bu nedenle, ‘hukuk ilkelerine saygılı olmak’ türü önerileri de ‘içinde allah korkusu tașımak’ gibi, bu maddi gücün varlığını görmezden gelen ‘ilahî öğüt’ler olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Ne var ki, 1930 yılların ‘Güçlü Devlet’leri, șu ya da bu oranda, hukuk, politika ya da dinden uzaklașmaya çalıșarak toplumu kucaklamaya yöneldiklerinde fașist, nazi ya da benzeri ‘Polis-Devlet’ler biçimini almıșlardı.
Buna karșın, ‘Halkın çoğunluğu’nun çıkarlarını savunduğunu ileri süren ‘Üniter Devlet’lerin, demokrasiyi kitleselleștirmek ve halkları ‘uluslaștırmak’ yolunda ‘iyi niyetli’ girișimlerinin olduğundan da sözedilebilir.
‘Kemalist Cumhuriyet’in de bunun somut bir örneği olduğu ileri sürülebilir.
Demek ki, ‘Devleti kurmak’ ile ‘ulusu kurmak’ biribirlerine bağlı iki süreç olmasına karșın, ikincinin birinciye önceliğini ileri sürmek, en azından ‘mantık’ ilkelerine aykırdır. Ancak birincinin ikinciyi bașarması durumunda ise, ama sadece ve yalnızca bașarması durumunda, ‘Ulusal Devlet’ așamasına varılmıș olacaktır.
O denli ilginçtir ki, ‘Ulus Devlet’ așamasına ulașıldığında, hem en ‘Güçlü Devlet’ kurulmuș olacak ve hem de ne ‘hukuk’ ne ‘siyaset’ ve ne de ‘din’, kendi ‘özerk’ alanlarında kalmalarına karșın, Devlet’in değil ama ‘ulus’un denetimine girmiș olacaklardır. Orada da kalmayacak, Devlet’in ‘maddi gücü’ olan asker ve polis de ancak böylece ‘ulusal güvenlik gücü’ olabileceklerdir : Asker Ulus.
Eğer toplumun tüm kesimlerini, hem hukuk, siyaset ve din gibi üstyapısal kurumları ve hem de ekonomi gibi altyapısını kapsadığı için, bütünsel ve denildiği üzere ‘totaliter’ olacaktır.
Demek ki, Ulus-Devlet, otoriter değil özgürlükçü ve sınıflar gibi kesimsel değil bütünlükçü yani ‘totaliter’ bir ‘Devlet’ olmak savındadır.
Milliyetçi (nasyonal) değil ‘milliyetler-üstü’ (internasyonal)dür.
Enternasyonalizm
Burada, Enternasyonalizm terimini açmak gerekecektir. Sözlük anlamı ‘uluslararasıcılık’ demek olan enternayonalizm terimini ilk kez kullanan 19 yy ișçi hareketi, ‘Burjuva Devlet’ini yıktıktan sonraki dönemde, yani Devlet’lerin olmadığı bir dünyada ‘ulus’ların dayanıșmasını anlatmak istemekteydi.
Ne var ki, ‘Burjuva’ düșünürleri, sözgelimi ‘Birleșik Devletler’ derken yeryüzünde bir tek Amerika ‘Birleșik Devletleri’ varmıșçasına ve karıștırılmaması için Birleșmiș Devletler demek yerine Birleșmiș Milletler (Nations-Unis) demișlerdir.
Benzer biçimde, ‘devletlerarası’ ilișkileri de ‘uluslararası’ imiș gibi göstermektedirler.
Sözgelimi bir Amerikan-Türk savașını sanki Amerikalılar ile Türkler arasındaymıș gibi gösterilir. Oysa savaș halindeki iki ‘Devlet’in ‘millet’leri hiç de ‘düșman’ olmayabilirler. Kaldı ki, çoğu durumda tam da böyledir.
Ve ‘Uluslararasıcılık’ burjuvalar arasında olduğunda ne kadar ‘olumlu’ karșılanıyorsa, halklar ya da milletler arasında olduğunda o kadar ‘olumsuz’ olarak görülmektedir : sözgelimi uluslararası ‘ticaret’ yararlı olmasına karșın, ișçiler arasında ‘uluslararası dayanıșma’ alabildiğine zararlıdır.
O arada, kimi burjuva gruplarının ‘șirket’ gibi bir ‘hukusal kılıf’ içinde, kendi uluslarından koparak ve çok büyük oranda ‘kendi ulusları aleyhine’ giriștikleri eylemleri de ‘uluslararası’ ve hatta ‘ulus-ötesi’ (transnasyonal) eylemler olarak değerlendirilmektedir.
Bugün gelinen așamada, ‘Devlet’ler, ‘ulusal’ olma yönünde değil ama daha çok ‘uluslararası’ olma yönünde çaba göstermektedirler. ‘Ulusal Devlet’ olmaları șöyle dursun, birer ulus-ötesi ‘trans-nasyonal’ ‘kurum’ olmak yönünde evrilmektedirler.
Amerika Birleșik Devletleri benzeri bir Avrupa Birleșik Devletleri’nin kurulduğu bile söylenebilir.
Devletler ‘egemenlik’lerinden ödünler verip birleșme yolunda ilerlerken, ne ilginçtir ki uluslar bileșkelerine ayrılıp ‘bağımsızlık’ mücedelesi veriyorlar.
Kürt Hareketinin Niteliği
Türkiye Kürtleri, Kürdistan İșçi Partisi (PKK) ile birlikte, önce Kürt ișçi hareketi sonra da Türkiye sosyalist hareketini engelleyici bir ișlev görmektedirler.
Öncelikle, yüzyıla varan bir süre önce bașlatılan ‘uluslașma süreci’ni yavașlatmıșlardır.
Feodal ya da değil, ama uzun yıllar ‘așiret bağı’ bu gelișmenin önündeki en büyük engel olmuștur.
Türk burjuvazisinin ucuz-emek ihtiyacı ile ‘ulusal gelir’den daha fazla pay kapma histerisi, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’ya yapılacak yatırımlarda kısıntıya neden olmuș ; bu da sözkonusu bölgede ‘kapitalist’ ilișkilerin gelișmesini uzun yıllar engellemiștir.
O nedenle, bölgede, kapitalizmin yerleștiği 80’li yıllardan önceki ‘siyasi gelișmeler’ ile kapitalizm sonrası kurulan PKK’nın faaliyetlerini ayırmak yerinde olacaktır.
90’lı yıllara değin, Türk ve Kürt solu arasında, eylemsel planda olmasa bile kuramsal olarak bir ‘yakınlık’tan sözedilebilir.
Ne var ki, 1990’lı yıllardan sonra, Türkiye sosyalist hareketi ile PKK arasında herhangi bir ‘duygusal’, ‘düșünsel’ ya da ‘eylemsel’ dayanıșmadan sözedilemez.
Șu anda, HDP ile ișbirliği yaptığını söyleyen ‘sosyalist’lerin ise, sosyalizm șöyle dursun burjuva Devlet-Ulus bağlamında ‘demokrasi’, ‘insan hakları’, ‘çevre ve çember hakları’ gibi ‘hak’lar ile de bir ilgilerinin olduğu söylenemez.
Bașta PKK olmak üzere, kendilerine ‘sol’ diyen çevreci ‘çember’ hareketleri, barıșçıl söylemleriyle sadece Türkiye’deki barıș değil ama bir dünya barıșının da ‘en büyük’ tetikleyicileri olduklarını, eninde sonunda, göreceklerdir.
Devletin ‘ulus’a önceliğini yadsımanın olanaksızlığını görmüș bulunuyoruz. PKK önderliğindeki Kürt hareketi ve peșlerine takılan ‘sözde sol’ hareketlerin, kurulacak yeni ‘Devlet’i yadsımaları, kuramsal olarak tutarsız, desteklemeleri ise ‘mantıksal’ olarak ‘barıșçıl’ olmayacaktır.
Devletin ‘fethine’ yönelik her ulusalcı hareket ise, burjuva nitelikli bile olsa « kaybettiğinde kadın gibi ağlamamak için Devleti erkek gibi savunacak »tır.
Değerlendirme
Buraya kadar anlatılanlardan bir vargıya varmak ya da bir sonuç çıkarmak kolay olmasa da, gözlemlerimizi șöyle sıralayabiliriz :
- Devlet ve Ulus gibi iki ayrı alandan bir ‘isim tamlaması çıkarmak’ pek verimli olmayabilir
- Devlet ve Ulus’u ayrı ayrı kuramlaștırmak çok daha sağlıklı sonuçlar elde etmemize yarayacaktır
- Eğer çok istenirse, o zaman da, bu isim tamlaması ‘Ulus Devlet’ değil ama ‘Devlet-Ulus’ olmak durumundadır
- ‘Devlet-Ulus’un Devlet’i, geçen yüzyılın bașında olduğu gibi ‘ulus’u kurmak yerine, bugün yıkmak değilse bile ulus karșısında ‘tarafsız’ kalmak eğilimindedir
- Uluslararacılık gerçekte bir ișçi ideali olmasına karșın bugün ‘burjuva’lar tarafından sahiplenilmiștir
- Devlet bizzatihi ‘ulus’tan kopma eğilimi içinde olduğundan, ‘Güçlü Devlet’ hiçbir koșulda ‘ulusal çıkarlar’ın savunulması amacıyla değil, tersine ve herșeyden önce kendi ‘ulus’una karșı, otoriter ve hatta polisiye bir devlet olmak durumundadır
- Türkiye Cumhuriyeti’nde ‘milliyetçi’ değil ama ‘ulusal’ damar, öncelikle Devlet’i ‘ulusal’ sınırlarına çekmek için, çubuğu tersine çevirmelidir
- O nedenle, bugün doğrudan burjuvaların elindeki ‘araç’ olmaktan bașka hiçbir anlamı olmayan ‘demokrasi’, ‘insan hakları’ ve ‘hukukun üstünlüğü’ gibi kavramların ‘sözde evrensel’likleri enine boyuna tartıșılmalıdır.
- Devlet de Ulus da, insanı (bireyi dememek için insan diyorum) bağrına basan ya da insanın kendini güvende hissettiği ‘ana kucağı’ gibi yerlerdir.
- Burjuva felsefesi ve uygulamalarıyla, her ikisi de ‘insansal’ niteliklerini yitirdiler.
- Türkiye Kürtleri ‘Ulus’a sığmadıklarını ileri sürüyorlarsa da, ‘ker’ gibi Devlet’e sığınacaklardır.
Habip Hamza Erdem
Kullanıcı küçük betizi
Habip Hamza Erdem
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1535
Kayıt: Cum Haz 26, 2009 20:01

Şu dizine dön: Habip Hamza ERDEM

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

cron

x