DİLLERİN DİLİ-II

DİLLERİN DİLİ-II

İletigönderen Habip Hamza Erdem » Pzt Şub 29, 2016 12:21

DİLLERİN DİLİ-II
Büyük Göçler ve Latince’nin parçalanması
Milattan sonra 375 yılından itibaren Hunların Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya girdiklerini görüyoruz. O nedenle, tarihte, 375 yılı Büyük Roma İmparatorluğunun ‘parçalanış’ tarihi olarak alınmaktadır.

İşte Avrupaî halklar olarak bilinen Gotlar, Ostrogotlar, Vizigotlar, Vandallar, Franklar, Saksonlar, Burgondlar ve Almanlar, deyim yerinde ise Hunların önünde ‘çil yavrusu’ gibi dağılacak, bir bölüğü Manş’ı geçip İngiltere’ye, bir bölüğü ise Akdeniz’i geçip Kuzey Afrika’ya göçeceklerdir.
Bu ‘göçler’, bilardo masasında topların sert bir vuruşla dağılmasına da benzetilebilir.
Hun kralı Atilla (395-453), İmparatorluk sınırlarını Fransa (Gaule)’ya değin genişletecektir (447).
Roma’nın resmi dili Latince ise, 200’lerden itibaren, İmparatorluğun yayıldığı bölgelerde yerel bir ağız (parler)’la taşınacak ve bir Romen dili (Romaca) de böylece oluşacaktır.
Bugünkü Fransa ve İspanya ile bir ölçüde İtalya’nın 476 yılından sonra şekillenmeye (configuration) başladığı söylenebilir.
Ne var ki, Roma İmparatorluğu dağılırken, ticaret yollarının güvenlikten yoksun kalması, ticaretin daralması ve okulların kapanması sonucunda, ‘içe kapalı geçimlik ekonomi’ye geçilmiş olacaktır.
Bu ortamda, VIInci yüzyıla gelindiğinde ise,
- Cermen soyundan halkların varlıklarını göstermeleri ve krallarının Cermence’den başka dil bilmemeleri nedeniyle Cermence’nin yaygınlaşması,
- Gallo-Romen halklarda, Latince’nin sadece yazı dili olarak kullanılması ve Latince’nin artık konuşulmamaya başlanması,
- Gallo-Romen dillerinin de salt konuşmaya yönelik olması nedeniyle yerel özelliklere göre biçimlenişi sonucunda Latince giderek önemini yitirecektir.
Fransızca’nın doğuşu
Ne Fransa ve ne de Fransızların değil, ama Frank’ların kralı olup, son Roma otoritesi olan Clovis (466-511), Latince yerine Cermen kökenli bir dil olan Fransik (francique ripuaire) dilini kulanacaktı.

Oysa 451 yılında Atilla’yı yenen dedesi Merove de, Frank kralı olup, Latince konuşmaktaydı (Merovenjler).
Clovis’ten sonra, belli bir süre, Frank kolonları cermeno-latin dili ile Latinceyi birarada kulanmayı sürdürseler de, aristoratik franklar kendi dillerini (Fransik) kullanmaya devam etmişler ve o arada yerli gallo-roman soylular da Fransikçe’yi öğrenmişlerdir.
Zaten yerli gallo-roman hakların kullandıkları Latince de, düzgün Latince bilenler tarafından vulgus (vulgaire) yani sıradan halk dili olarak görülmekteydi (lingua romana rustica).
Roma İmparatorluğu’nun parçalanma ve feodal düzenin yaygınlaşmasına koşut olarak, Roma dili de, fonetik ve toplumsal yasaların değişim kurallarına uygun olarak her türlü engelleme girişimlerine karşın değişikliklere uğramıştır.
Böylece, yeraldığı coğrafyanın özeliklerine göre diyalekt (ya da patois)lar doğmuş olmaktadır. Diyalekt (ya da diyalek) sözcüğü de, Pierre de Ronsard (1524-1585) tarafından Yunanca diyalektos (dialektos: dil, ‘langue’) sözcüğünden türetilmiştir. ‘Yöresel dil’ demektir. Çoğu kez ‘aşağı-dil’ ya da ‘anlaşılmaz’ anlamında da kullanılmaktadır.
Fransız Devrimi sırasında, bu ‘patois’lara karşı nasıl mücadele edildiğine ileride değineceğiz.
Fransik’ten Fransua’ya
10ncu yüzyıla gelindiğinde, Cübbeli Hügg ya da Hugues Capet (987) ile birlikte Fransik dili yerine ‘françois’ (franswé) kullanılmaya başlanacaktır.
Kaldı ki, Roma İmparatorluğunun yıkılmasından beşyüzyıl sonra, bugünkü Avrupa’da, binlerce, neredeyse sayısız diyalekt (ya da patois) doğmuş bulunmaktaydı.
Bugünkü Fransa’nın kuzeyinde (Frank’lar), güneyinde (Vizigot ve Burgondlar), İtalya’da (Ostrogotlar), İsviçre’de (Alamanlar), İspanya’da (Vizigotlar), Portekiz’de (Süevler) ve Akdeniz’de (Vandallar) yerel diller ile bozulmuş bir Latince olan Gallo-Roman dilinin karışımından, başta Fransızca olmak üzere, Pikar, Norman, Artua, Şampönua, Orleane gibi patois’lar türediği gibi, İtalyanca, İspanyolca ya da Katalanca ve Portekizce gibi ‘dil’ler de türemiş ya da türe(til)miştir.
Burada belitilmesi gereken en önemli konu, halkların hiçbirinin ‘dil’lerine gönderme yapılarak bir ‘ayrıcalık’ ya da herhangi bir ‘üstlük/altlık’ ilişkisine ulaşılamayacağıdır.
Bu saptamaya koşut olarak, herhangi bir ‘dil’e de, şu ya da bu nedenle ‘kutsallık’ yüklenemeyeceği söylenmelidir.
İlerledikçe görüleceği üzere, gerek dilin geliştirilmesi ve gerekse o dili kullanan Devlet’in uluslararası düzlemde aldığı ekonomik, politik ya da askerî gücüyle doğrudan ilişkili olarak, ‘dil’ler belirli bir ‘ağırlık’ kazanmaktadırlar.
Eğer, herhangi bir ‘dil’in ‘özgül ağırlığı’ndan sözedilecekse, o da ancak, sözkonusu dilin ‘ulusal’ bir nitelik kazanmasından sonra olabilmektedir.
İngiltere ve İngilizce
Kavimler göçü ile birlikte, ya da 5nci yüzyıldan itibaren, Kelt ve Armoriklerin baskısıyla Ang’lar ve Saksonlar kuzeyden ve güneyden Büyük Brötanya’ya, yani bugünkü İngiltere’ye geçmek zorunda kalıyorlar (bkz harita 1)
Brötanya, bilindiği üzere, Fransa’nın kuzey batısında yer alan bölgenin adı olup, onun da kuzeyinde Normandiya bölgesi yeralmaktadır.
Her ne kadar, o dönemdeki krallıklar arasında özellikle ‘evlilik’ler sonucu Devlet’lerarası dostluk ve düşmanlıkları anlamak zor olsa da; Türklerin Anadolu’ya yoğun olarak girdikleri dönemde, Normandiyalı Fatih Güyyom’un (Guillaume le Conquérant) Büyük Brötanya’nın Galler ve İskoçya hariç neredeyse tümünü fethettiğini görüyoruz (1066).
Ve Westminster’da İngiltere’nin 1nci Güyyom’u olarak tacını giyecektir (Guillaume Ier d'Angleterre).



Benzer biçimde, Yüzyıl Savaşları (1337-1453)’nın sonu ile Fatih Sultan Mehmet’in Doğu Roma İmparatorluğu’nu bitirmesi de aynı tarihe denk düşmektedir.
Bu ‘rastlantı’ları ayrıca değerlendirmek üzere bir yana koyarak, İngiltere’nin fethinden sonra hemen hemen tüm İngiltere krallarının, krallık dönemleri dahil, yaşamlarının büyük bölümünü Fransa’da geçirmiş olduklarının altını çizelim.
Örneğin Henri II (1133-1189) 34 yıllık krallık döneminin 21 yılını Fransa’da geçirmiştir.
1150’li yıllarda, o nedenle, nerelerin Fransa ve nerelerin İngiltere olduğunu ayırdetmek kolay değildir.
Aşağıdaki haritada kırmızı renkte olan bölgeler İngiltere’nin ‘hakimiyet’ (?)inde (imiş gibi) sunulsa da, bunun salt ‘kağıt üzerinde’ olduğundan kuşku duyulmamalıdır.
Çünkü İrlanda, İskoçya ve Büyük Brötanya (Britanya) ile Fransa’nın Rhône bölgesinde geçerli ne bir ‘yasa’, ne bir ‘ortak dil’, ne de bir ‘otorite’nin olduğundan sözedilemez.

İngiltere’nin 1nci Güyyom’u, günümüzde franko-norman diye anılan bir ‘François’ kullanmakta idi, ki belki de bu nedenle anglo-norman da denilmektedir.
Manş’ın karşı kıyısında, gerek yerel soylular, gerek fetihci aristokratlar ve gerekse Kilise görevlileri konuşma dili olarak bu franko ya da anglo-norman dilini kullanırken, halk kesimleri de sıradan anglo-sakson’ca konuşmaktaydılar.
Ancak, gerek Kiliseyle ilgili yazışmalar ve gerekse resmi yazışmalar ile yazınsal ve bilimsel çalışmalarda Latince kullanılmaktaydı.
Her ne kadar 1362 yılında Parlamento’nun aldığı bir kararla, ülkenin ‘hukuk dili İngilizce’ olarak ilan ediliyorsa da, ancak ‘İngiltere Fransızcası’ ile kaleme alınabiliyordu.
İngilizce’nin, İngiltere’de, resmi belgelerde ilk kullanımının ise, Henri V (1413-1422) tarafından uygulamaya konulmuş olduğunu ve ilk kez, 5nci Henri’nin vesayetini İnglizce olarak yazmış olduğunu belirtelim.
Ne var ki, 18nci yüzyılın ortalarından itibaren (1740), bu kez Fransa’da bir ‘Anglomani’ döneminin başladığı görülmekte.
Montesquieu (1669-1755) ve Voltaire (1694-1778) İngiliz Monarşisine duydukları yakınlık nedeniyle, her İngiltere yolculukları sonunda yeni ‘İngilizce sözcükler’le dönüyorlardı: motion, vote, session, jury, pair, budget, verdict, veto, partenaire, paquebot rosbif bunlardan birkaçı olarak sayılabilir.

Duygusal Ulusallık
Yüzyıl Savaşları sonunda gerek Fransa ve gerekse İngiltere’de ‘ulusallık duygusu’nun ortaya çıkmaya başladığı söylenebilir.
Ardından Din Savaşları (1562-1592) bir yandan İngiltere ve öte yandan İspanya’da ‘ulusallık’ duygusunun pekişmesi ya da belirginleşmesine yol açmış olacaktır.
Amerika’nın ‘bağımsızlık savaşı’nın önderlerinden Benjamin Franklin’den, John Adams’a, Thomas Jefferson’dan Robert Livinston’a kadar önemli devlet ve düşün adamları da hem Fransızca ve hem de İngilizce bildikleri için (francofils bilingues), İnglizce’nin, daha sonraki dönemlerde, uluslararası düzlemde ‘yaygın’ bir dil olacağını öngörmüşlerdir.
Ne var ki bu, Latince’nin ulusal dillerce devre dışı bırakılması gibi olmayacaktır.
Fransızca’nın ‘klas’ bir dil olması engellenemediği gibi, salt Fransızların ‘ulusalllık’ duygularına da bağlanamayacak bir durumdur.
XVIncı yüzyıldan itibaren ‘ulusallık’ düşüncesinin gelişmeye başlamasıyla birlikte ‘ulusal dil’ konusunun da gündeme geldiği doğrudur.
Ancak, Uluslararası düzlemde ‘klas’ bir dil olmayı başaran Fransızca’nın ulusal düzlemde aynı başarımı göstermediği de bir o kadar doğrudur.
O nedenle, Fransız Devrimi bir anlamda ‘Dil Devrimi’ de olacaktır.
Gelecek bölümde bu konuyu ele alacağız.
Habip Hamza Erdem
Kullanıcı küçük betizi
Habip Hamza Erdem
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1526
Kayıt: Cum Haz 26, 2009 20:01

Şu dizine dön: Habip Hamza ERDEM

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x