Gizli Planlar Tasarlandıkları Şekilde Uygulanamadığında / Greg GUMA (Çeviri: Cem Hayrullah ÖZBUDUN)

Gizli Planlar Tasarlandıkları Şekilde Uygulanamadığında / Greg GUMA (Çeviri: Cem Hayrullah ÖZBUDUN)

İletigönderen Fatma Seher Erden » Prş Oca 09, 2014 2:06

Gizli Planlar Tasarlandıkları şekilde Uygulanamadığında

Amerikan hükümeti tam 20 yıl boyunca, 1970’li yılların sonunda Afganistan hükümetini devirme kararlarının  Rus ordusunun Afganistan’ı istila etmesine karşı  tepki olduğunu savunmuştu.  Fakat 1998 senesinin Ocak ayında, (olayların cereyan ettiği dönemde  Başkan Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan) Zbigniew Brzezinski birden gerçeği itiraf ediverdi:  ABD’nin Afgan hükümetini devirmeye yönelik gizli operasyonları, SSCB’nin bölgeye ordu sevk etme kararı almasından  aylar evvel tezgahlanmıştı. “O gizli eylemimiz mükemmel bir fikirdi” diye övündü Brzezinski, “bu şekilde Rusları Afganistan tuzağının içine çekmeyi başarmıştık” diye sözünü bitirdi.

Fransız Le Nouvel Observateur dergisiyle yaptığı bir söyleşi esnasında (ki bu söyleşi her nedense hiç ingilizceye çevrilip ABD basınında yer almayı başaramamıştı) gazeteci Brzezinski’nin Mujaahadeen’e yardım konusunda bizzat nasıl bir rol üstlendiğini sorgulamıştı. Eski CIA Direktörü Robert Gates kendi anılarını içeren “From the Shadows” (Gölgelerin Ardından) kitabında, ABD’nin gizli teşkilat harekatını  Afganistan’a yapılan Rus müdahalesinden tam 6 ay önce başlattıklarını  yazmaktaydı.

Brzezinski: “Resmi  tarih açısından bakarsak Mujahadeen’e yönelik CIA yardımı 1980 yılında yapılmaya başlandı, yani 24 Aralık 1979’da Rus’lar Afganistan’ı işgal ettikten sonra. Fakat bugüne kadar gizli tutulan gerçek tam tersidir. Başkan Carter, Sovyetler Birliği taraftarı olan resmi Kabul hükümetinin muhaliflerine gizlice yardım yapılmasını öngören  emri 3 Temmuz 1979’da imzalamıştı. Bende o gün Başkan Carter’a şahsi görüşümü bildirdim: Bu hamlemizin Rusların Askeri müdahale ile karşılık vermelerine neden olmuş olacağımızı aktardım.”

Bu noktada, fırsattan yararlanan Fransız gazeteci, Brzezinski’yi Rusları kasten bir savaşın içine  çekmek amacıyla hareket etmekle itham etti. “Tam öyle değildi” diye yanıtladı Brzezinski, biz Rusları o noktaya itmedik, fakat bilinçli bir biçimde Rusların o yönde hamle yapma olasılıklarını arttırmış olduk. Her halukarda, Ruslar yaptıkları askeri  harekatı her ne kadar ABD’nin finanse etmekte olduğu bir gizli savaşa tepki olarak gerçekleştirmek zorunda kaldıklarını kamuoyuna ifade etmelerine ragmen, onlara pek te inanan olmadı” dedi.

Peki Brzezinski pişman mıydı?  “Ne pişmanlığı?” diye sesini yükseltti…”o gizli

Operasyon mükemmel bir fikirdi, Rusları Afgan tuzağının içine düşürdük, ve sen benim böyle bir durum karşısında pişmanlık duymamı mı bekliyorsun?” “Rusların resmen Afgan sınırından geçtikleri gün ben Başkan Carter’a yazıp “Işte şimdi Ruslar’ı kendi Vietnam’larıya baş başa bırakma fırsatımız dedim. Gerçekten, yaklaşık 10 yıl boyunca Moskova hükümeti altından kalkamayacağı bir çatışmanın içerisine sürüklenerek demoralize edildi ve bunun da akabinde Sovyet Imparatorluğu parçalanıp dağılma noktasına getirildi.“ Gazeteci sorularını sıralamaya devam etti: “Peki (Rusya’ya karşı) bu köktendinci Müslümanları silahlandırırsanız bunlar gelecekte terörist konumuna dönüşmezler mi? 

Brzezinski sert ve utanmaz bir tonla cevap verdi: “Dünya tarihi açısından hangisi daha önemli, Taliban mı, yoksa Sovyetler Birliği Imparatorluğunun yıkılması mı?“  Galeyana getirilmiş bir avuç müslüman mı, yoksa Orta Avrupa‘nın kurtuluşu ve soğuk savaşın sona erdirilmesi mi? ”Henüz bu konuda ‘jüri’ bir ortak kanaata varmış değil.”

Brzezinski’nin stratejisi bir takım bariz neticelerle sonuçlandı. 1980’li yıllarda ABD yöneticilerinin ‘Büyük Oyun”un bir geo-politik hamlesi olarak attıkları ve Rus-Afgan çatışmasına sebep olan adımları, bir yandan 2 milyona yakın insanın canından olmasına sebep olurken, diğer yandan da  Taliban’ın yükselişini fitilleyen kıvılcım oldu. Bu sayede Afganistan uyuşturucu şebekeleri ve petrol-gaz boru hatları döşemek için can atan enerji şirketleri lehine bir açık pazar konumuna dönüştürülmüş oldu. Bu arada milyonlarca Afganlı, bir zamanlar CIA’ya çalışmış olanlar dahil ağır bir fatura ödemek zorunda bırakıldılar.

Neticede Afganistan, Osama bin Ladin’in ABD-Israil ve Ortadoğu’da (bunlara müttefiklik eden) Arap “rejim”lerine karşı savaş verebileceği bir “Üs”e dönüşmesini sağlamış oldu. KONGO’da FACIA Feci şekilde ters tepen gizli manipülasyonlardan bir diğer örnek vaka ise Mobuto Sese Seko’nun “Zaire”adıyla  bilinen Demokratik Kongo Cumhuriyeti üzerinde 37 yıl boyunca kurmuş olduğu hakimiyet döneminde gerçekleşti, ondan evvel de Belçika Kongosunda. 

1960 yılında, Belçika’nın Kongo’da Avrupa’nın hakimiyetinin bir yüz yıl daha süreceğine dair tahminin akabinde Kongo birden bağımsızlığını ilan etti ve bu genel olarak barışçıl ve hadisesiz gerçekleşen devrimin içinden Patrice Lumumba adında karizmatik bir lider ortaya çıkarak memleketin ilk Başbakanı ilan edildi. Fakat bir sorun vardı: ABD’nin dış politakasını belirleyenler Lumumba’yı “Militan bir Ulusalcı” olarak niteleyip bir komünist sempatizanı olarak gördüler. Bu da Lumuba’nın Amerika’nın vazgeçilmez çıkarları açısından bir tehdit teşkil ettiği anlamına gelmekteydi…

Afrika’nın merkezinde bulunan Kongo, muazzam mineral yataklarına sahip olduğundan stratejik önem taşımaktaydı.

Kongo dünya’nın en büyük bakır ve sanayi elmas üreticilerinden biriydi ve aynı zamanda altın, manganez, kurşun, kobalt ve gümüş kaynaklarına sahipti. Açık olması gerekirse, henüz daha oluşum evresinde sayılan “Askeri ve Sanayii Iş Birliği”açısından vazgeçilmez bir hammadde kaynağı niteliğindeydi. İkinci Dünya Savaşı’nda atılan atom bombalarında kullanılan uranyum’un bulunduğu nadir kaynaklardan biriydi Kongo. Lumumba’nın alın yazısına sebep olan gerçekler bugün halen tam olarak gün ışığına çıkmış değil. Kimine göre kabileler ve siyasi partiler arasında patlayan şiddeti önlemek amacıyla Birleşmiş Milletler’den asker göndermesini talep etmesiydi asıl sebep.

Ülkenin en zengin bölgesi olan Katanga’da, Moise Tsombe kendisini bölgenin hükümdarı ilan ederek yeni Kongo ükümetinden kopup bağımsız bir ülke oluşturmak amacıyla Belçika, Fransa ve Güney Afrika’dan paralı askerler tedarik etmeye başlamıştı. Fakat CIA’nın yabancı ülkelerde yürütmekte olduğu dengesizleştirme operasyonlarının bu “Altın Çağı’ döneminde, Lumumba’nın ortadan kaldırılmasına karar verilmişti. Lumumba, başkanlık koltuğunda henüz daha birinci yılını mamlayamadan, İsrail tarafından eğitilmiş, Belçika ve ABD hükümetlerince desteklenen paraşütçü Albay Mobuto’nun gerçekleştirdiği darbe ile alaşağı edildi. Albay Mobuto daha sonra, icabına bakılması için Lumumba’yı can düşmanı olan Tshombe’ye teslim etti.

Lumumba suikastının bazı ayrıntıları bugün bile gizemini korumaya devam etmekte. 2000 yılında ortaya çıkan bazı deliller, dönemin ABD Başkanı Dwight Eisenhower’ın bizzat CIA’ye Lumumba’yı ortadan kaldırma emri verdiğine işaret etmekte. Delillerin kaynağı 18 Ağustos 1960 tarihinde Başkan Eisenhower’ın Ulusal Güvenlik danışmanlarıyla Kongo hakkında toplantı yaparken kayıt tutan Robert Johnson’dır. Johnson’ın o günden hatırladıklarına göre “odada bulunan herkesin gözleri önünde
Başkan Eisenhower dönemin CIA Direktörü Allen Dulles’a yüzünü çevirip “Lumumba ortadan kaldırılma” anlamına gelen bir cümle sarf ettiğinden bahsetti. Eisenhower’in Ulusal Güven Konseyi toplantıları esnasında uygulamaya soktuğu bazı sert kuralları varmış. Örneğin direkt alıntı yapmak yasakmış. Johnson’un bu ilave açıklaması da bu kuralın nedenine ışık tutmuş oluyor. Olayların tam hangi sırayla cereyan ettiği hususunda da bazı soru işaretleri daha henüz ortadan kalkmış değil. Fakat Flemenk kökenli bir  Afrika Uzmanı olan Lugo de Witte’e göre, suikast planı Belçikalı subaylar tarafından uygulamaya konulmuş. Belçika’nın Afrika’dan sorumlu Bakanı Harold Aspremont Lynden’in 1960 yılında imzalamış olduğu bir evrakta “Çok açık ki Kongo, Katanga ve Belçika’nın menfaatleri açısından Lumumba’nın ortadan kaldırılmaşı şarttır” diye yazılmış.

17 Ocak 1961 tarihinde Lumumba Mobutu’nun güçleri tarafından ele geçirildikten sonra, Belçika’nın Dış Işleri Bakanı’nın emriyle Lumumba Katanga’ya nakledilip resmi Belçikalı makamların gözleri önünde işkence edilmiş ve akabinde Belçikalı bir Yüzbaşı’nın emriyle infaz edilmiş.     

Suni sınırları Belçika, Fransa ve Portekiz arasında yapılan müzakereler esnasında belirlenen “yeni ulus” bundan itibaren daha bir kaç yıl boyunca iç savaş eşiğinde dolanıp durdu. ABD / Mobuto işbirliği Soğuk Savaş stratejisinin bir parçası olarak onu yolun acı sonuna kadar iktidarda tutmaya devam etti. “Ömür boyu Başkan” Mobuto, İsviçre’deki banka hesaplarında oldukça yüklü bir hazine istifledi. Anti-komünist bir barikat olarak, kendisine verilen görevi yerine getirdiği sürece bunun hiç bir sakıncası yoktu. Sonuçta Mobuto’nun aç gözlülüğü bir kanser gibi, başta Ordu olmak üzere emri altındaki tüm bürokrasiye yayıldı…ama yurt dışındaki gözlemcilerinden bir çıt bile çıkmadı.

Üstüne çöreklendiği paraların çoğu Amerika’dan gelmişti, Angola’da faaliyet gösteren kontr-gerillalara aktarılmak üzere kendisine CIA tarafından emanet edilen nakitleri bile zimmetine geçirdi, Mobuto. Yine de bunların hiçbiri birşey fark ettirmediler. Mobuto bir “Dost”tu ve Panama’nın Noriega’sı, Filipinlelerin Marcos’u, Vietnam’ın Diem ve Thieu’su, Şili’nin Pinochet’si, Nikaragua’nin Somoza’sı, Endonezya’nın Suharto’su ve İran’ın Şah’ı gibi, elit bir klüp’ün mensubuydu Mobuto…. Sonuçta bu “Dost” müttefik kendi vatanına ne yaptı? 1990’lı yıllara gelindiğinde nüfusun o zaman dilimi içerisinde 3 kat artmış olmasına karşın ülke ekonomisi 1958 yılı seviyelerine gerilemişti,. Kamu finansmanı darmadağın durumdaydı, ulusal para birimi beş para etmez olmuştu ve Devlet borçlarını ödeyemez durumdaydı. Rahmetli Lumumba zamanında ülke bağımsızlığını ilan ettiğinde Kongo, tüm Afrika’nın en yüksek okur- yazar seviyesine sahipti, fakat 1997’de Mobuto iktidardan atıldığında, okula gidecek yaştaki çocukların ancak yarısı okula gidebilmekteydiler. Okulların açık olabildikleri zamanlarda bile, çocukların ellerinde kitaplar yoktu ve çoğu ancak yerlerde oturarak ders dinleyebiliyorlardı, masa sandalyeleri bile ellerinden alınmıştı.

1990’ların başlarında, Mobuto tek partili sisteme son vereceğini açıklamıştı. Fakat bu değişim hiç bir zaman gerçekleşmedi, söz verilen seçimler hep iptal edildiler ve topluma baskı aynen devam etti. Bu devirde hem Bush hükümeti hem de Clinton hükümeti aksi yöne bakmayı ve olup bitenleri görmemezlikten gelmeyi yeğlediler, bu arada ana medya kuruluşları kendilerini sansür ederek görmez-bilmezi oynadılar.

Ancak, Mobuto’nun iktidardan düşürülmesinin akabinde ne kadar acımasız bir diktator olduğu basın tarafından halka servis edilmeye başlandı. Ama artık Afrika kıtasının en çok istikbal vadeden ülkesi sallantıdaydı ve derin bir biçimde bölünmüştü. En sonunda bir Diktatör yapıştığı koltuktan devrilmişti, ama onu baştan iktidara getiren suçlular (ki bazıları iş işten geçtikten sonra, Mobuto’nun iktidardayken yapmış olduklarına karşı duydukları öfkeyi dile getirdiler, ama buna rağmen) hiç bir ceza görmeksizin sıyrılıverdiler.

IRAK: Bir sonraki “düşman’ın yaratılışı

Ne zaman “11 Eylül” öncesinde gerçekleştirilmiş olan gizli müdahaleler söz konusu olursa, gerek resmi makamlar gerekse konuyla ilgili uzmanlar, hemen “o geçmişte cereyan etmiş olan hadiseler her ne kadar kötüymüş gibi görünseler de, artık geçmiş tarihe gömüldüler” ifadeleriyle o olayları oldu bittiye getirip, unutturtmaya çalışıyorlar. Sanki Soğuk Savaş döneminde herşey farklıydı ve komünizmi alt etmek için uygulanan bir takim vahim ve vicdansiz uygulamalar artık hoşgörülmeliydi, anlayışla karşılanmalıydı. Aynı zamanda bu mantık tersyüz edilerek şu şekilde yürütülüyor: “şimdi artık herşeyin farklı olduğunu ileri sürerek, o geçmişte uygulanmış olan manipülasyonları, o insan hayatını hiçe sayarak işlenmiş olan suçları bugünün ortamında meşru kılmaya çabalıyorlar.

Sovyet Rusya’nın çöküşünden sonra, bir an evvel yeni bir ‘düşman’ın yaratılmasına gerek duyuldu. ABD dış politikasını oluşturan uzmanlar hemen gözlerini Irak’a diktiler. Ne de olsa bu ülke 8 yıl boyunca İran’a karşı sürdürdüğü kanlı savaşı zaferle noktalamıştı ve bünyesinde modern Fransız ve Sovyet malı silahlar bulunmaktaydı.

Saddam Hüseyin bölgesel popüleritesinin zirvesindeydi. Körfez bölgesinde Saddam’ın başında bulunduğu bir Irak’ın petrol sahalarına ulaşmalarını tehlikeye sokacağı varsayımından hareket ederek, 1989 yılında zamanın ABD Genel Kurmay Başkanı Powell, General H. Norman Schwartzkopf’u makamına çağırarak bir savaş planı hazırlamasını emretti. General Schwartkopf ABD Ordu Merkez Komutanlığı (CENTCOM’un) başına daha yeni getirilmişti ve bir yıl sonra Operation Desert Storm”u (yani “Çöl Fırtınası Operasyonunu) yöneten komutan olacaktı.

1990 yılının Mayıs ayında (ABD) Ulusal Güvenlik Konseyi bir Uzman-Bilirkişi Raporu (White Paper) düzenleyerek Irak’ı ve bizzat Sadam Hüseyin’in şahsını, dağılan Varsova Birliğinin yerini doldurmaya baş aday olarak lanse ederek ABD bütçesinden askeri harcamalara ayrılan payın arttırılmasını meşrulaştıracak bir gerekçe yarattı.

Buna eş zamanlı olarak Hüseyin Bağdat’ta bir zirve toplantısı düzenleyerek dış müdahale ve saldırılara karşı birleşik bir cephenin oluşturulmasını, Arap ülkeler arasında daha sıkı koordinasyon ve işbiriğine girilmesini, Ürdün ve Filistin infinadasına verilen desteklerin de arttırılmasını talep etti. Batının dış politikasını belirleyen çevreler ise Saddamın bu girişimini bir savaş davetiyesi olarak nitelendirdiler. Dört ay sonra Bush, kumun üzerine kırmızı çizgisini çekti.

Çok muhtemeldir ki ABD, olası bir durumda Kuveyt’in tarafında yer almaya ihtiyaç duymadığını defalarca tekrarlayarak Saddam’ı savaş tuzağının içine çekmeyi hedefleyerek kandırdı. Bu bir komplo teorisi olarak algılanabilir fakat bu tezi doğrulayacak bir evrak vardı ortada. 25 Temmuz 1990 tarihinde, Irak-Kuveyt savaşına sadece 8 gün kala, ABD Büyükelçisi April Glaspie, Saddam Hüseyin ile, kayıt altına alınan bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda anlaşılıyor ki Saddam ABD’nin tarafsız kalıp Kuveyt’e yapacağı harekata müdahale etmeyeceğini umuyordu. Saddam, Washington’un bölgedeki ana (Arap) müteffiğinin Suudi Arabistan olduğunu ve bölgede oldukça büyük bir askeri güce ev sahipliği yaptığını gayet iyi biliyordu. Irak’ın Suudi Arabistana karşı bir saldırı düzenlemeyi planladığına dair ise ortalıkta herhangi bir delil ya da ipucu yoktu.

Aralarındaki görüşme esnasında Glaspie Saddam’a net bir biçimde Bush hükümetinin Irak’ın bakış açısını anladığını ve Araplar arasında cereyan eden bir anlaşmazlığa bulaşmak istemediklerini açıkladı. Bir noktada Glaspie, Saddam’a “Bizim Araplar arasında cereyan eden çatışmalar konusunda bir fikrimiz yok, örneğin sizin Kuveyt ile aranızdaki sınır anlasmazlığı gibi. BAE ve Kuveyt’in attıkları adımların sizin bakış açısınızdan Irak’a karşı bir askeri saldırı niteliği taşıdığını görüyoruz” dedi.

Bir hafta sonra anlaşıldı ki o nasihat hiç de iyi değildi.

Kılıfı Korumak

Zamanında büyük öfkeye neden olan bir diğer askeri harekat ise ABD tarafından eğitilip sivilleri işkenceden geçirip katletmekle suçlanan Endonezya’lı komandoların gerceklestirdiği harekattı. 1990’lı yıllarda ABD Kongresinin resmen yasaklamasına rağmen Pentagon (ABD Savunma Bakanlığı) kanundaki açıklardan yararlanarak “Insan Hakları Eğitimi” adı altında bomba yapma yöntemleri, keskin nişancilik teknikleri, psikoljik savaş ve şehir ortamlarında askeri operasyonlar düzenleme konularında eğitim vermekteydi. Eğitilen komandoların hedefleri ise Endonezya’nın ekonomik kriz esnasında işlerini kaybeden vatandaşlar, Cumhurbaşkanı Suharto’nun askeri rejimine karşı koyan öğrenciler ve bağımsızlıklarını talep eden Doğu Timor’lular idi.

Clinton iktidarı, Suharto’ya destek vermenin artık savunulabilecek hiç bir yanı kalmayana dek bu verdikleri eğitim hizmetlerini “ABD’nin ulusal çıkarları namına önemli bir ülke ile yaptığımız bir işbirliği’ diye adlandırdı. Bir o kadar ölümcül fakat başında çok daha az yer alan bir diğer Amerikan iştiraki ise Meksika’da ‘düşük yoğunluk’ta cereyan etmekte olan bir savaş idi. ABD hükümeti 1995 yılında, “Uuşturucu ile mücadele” kılıfına büründürerek Meksika hükümetine silah ve askeri eğitim için kullanılmak üzere yüz milyonlarca dolar aktardı. Buna GAFE (Mobil Havacı Özel Timlerinin) eğitimi de dahildi ki bu birim özellikle Chiapas bölgesinde çıkan Zapatista isyanlarını bastırmak amacıyla kurulmuştu. California eyaletindeki Fort Bragg askeri kampında eğitim gören GAFF birimleri ülkelerine dönüp (Kontr-gerilla) görevlerini yerine getiriyorlardı, devlete karşı koyan vatandaşları hedef alıp kaçırıyor, işkenceden geçirip infaz ediyorlardı. Başlarına geçirdikleri çuvallar ile evlere gece baskınları düzenleyerek hedeferini hazırlıksız yakalıyorlardı, arama izinleri olmaksızın otelleri, lokantaları basıyorlardı.

1997’nin Aralık ayında Acteal’da 45 kişi GAFE tarafından katledilmişti. Bunun bir direkt kanıtı olmamasına rağmen, katliamda uygulanan yöntemler ABD’nin Georgia eyaletindeki “School of the Americas” ve diğer ABD askeri eğitim merkezlerinde öğretilen kontr-gerilla yöntemlerinin izlerini taşımaktaydı. Kendisini 20 yıl boyunca “School of the Americas’ kontr-gerilla eğitim kampını kapattırmaya adayan Rahip Roy Bourgeois, devamlı burada verilen eğitimin nihai hedefinin insan hakları savunucuları, işçiler, çiftçiler ve despot hükümetlere karşı koyan vatandaşlar olduğunu savunuyordu.

“Insan haklarına” saygı gibi gerçek dışı laflar ardına saklanan ABD hükümeti, daha evvel Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da uyguladığı aynı kontr-gerilla taktikleri öğretmeye ve ihraç etmeye devam etti. Bize “İnsancıl Müdahale (Humanitarian Intervention) adı altında yutturmaya kalkıştıkları, buzulun sadece görünen kısmı. Maalesef günde 24 saat boyunca televizyon istasyonları ve sosyal medya kanalları artık dünya halkından gizlenilebilen çok az şey kaldığına dair bir ilüzyonu dayatmaya çalışmaktalar, fakat gerçekler ise tamamen başka. Arkasında CIA’nın bulunup maşa olarak kullandığı Ulusal Demokrasi Bağısı (National Endowment for Democracy) gibi nice vitrin kuruluşlar yıllardır ‘demokrasiye destek’ adı altında dünya’nın çeşitli bölgelerinde kontr-gerilla katliamlarını fonlamaya devam ediyorlar. Komünizm’in çökertilmesinin ardından, oluşan boşluğu doldurmak üzere dünyaya lanse edilen yeni can düşman “Kökten Dinci Müslümanlar” ilan edildiğinden bu yana CIA Libya’dan, İran’a, Suriye’den Sudan’a, çeşitli Orta Doğu Ülkelerinde gizli kontr-gerilla savaşlarını sürdürmeye devam ediyor.

Artık Emniyetli ve Gizli Değil

Henry Kissinger anılarının reklamını yapmak üzere Londra seyahatlerinin birinde, çok yaygın bir kitle tarafından dinlenen bir Radyo Istasyonunun stüdyosundan fırlayıp çıkıvermişti, çıkma sebebi ise işlenen savaş suçlarından kendisini ne derecede sorumlu hissettiği sorgulanmıştı. Radyo 4 programının sunucusu Jeremy Paxman’in Kissinger’a yönelttiği “Şili’de meşru bir hükümeti kendi hazıradığınız darbe planıyla devirip Kamboçya’daki katiamları yönetmenizin akabinde bir de Nobel Barış Ödülünü kabul edince kendinizi bir sahtekar gibi hissetmedinizmi?” sorusuna son derece öfkelenen Kissinger, tüm suçlamaları redetti ve sunucunun acınacak bir biçimde yanlış bilgilerle donatılmış olduğunu ileri sürdü. Bu arada ileri saatlerde düzenlenmesi beklenen bir BBC yuvarlak masa söyleşisine iştirak etmesi beklenirken çekindi ve katılmadı.

Bir gün kendisinden hesap sorulacağından korkan tek eski lider Henry Kissinger değil elbette. Daha evvel Pinochet, İspanya tarafından, yargılanmak üzere teslim edilmesini resmen talep ettiğinde, Pinochet gitmemek için mahkemelerde kıvranıyordu. Bu arada diğer benzer suçlar işlemiş olan şahıslar böyle bir mahkeme kararının kendileri aleyhine bir emsal oluşturmasından büyük endişe duyuyorlardı. Bu konuda Clinton iktidarı da onlara yardımcı olmadı. Tam aksine, Clinton hükümeti Şili ile ilgili bir takım evrakları kamuoyunun gözleri önüne sererek hem Amerika’nın Allende hükümetine karşı yapılan darbede hem de ardından Şili halkına uygulanan zulümde bizzat aktif rol oynamış olduğuna dair kuşkuları doğrulamış oldu.

Clinton hükümetin bu gerçeklerin gün ışığına çıkmasını sağlama sebebi iyi niyetli olmasından kaynaklanmıyordu. ABD hükümeti İspanya’daki Hakimin, insan hakları savunucuları ile işkence görüp katledilenlerin ailelerinin baskıları altındaydı ve “bari elimizdeki evrakları kamuoyuna açalım ki sonra suçlandığımızda yardımcı olabilmek için elimizden geleni yaptık diyebilelim” mantığıydı. Işte durumu bir Beyaz Saray sözcüsü bu şekilde dile getirmişti. Tabii bu arada siyasi rakipleri utandırma potaniyeli de değerlendirilmiyor değildi.

Teksas’lı Cumhuriyet Parti adayı George W. Bush önde gidiyordu ve babasının Pinochet’nin işlediği suçlarda parmağı olması 2000 seçimlerinde Demokratlar tarafından bir koz olarak kullanılabilirdi. Maalesef bu işe yaramadı. Baba H.W. Bush’un 1970’lerin ortalarında CIA başkanı olduğu dönemden hangi bilgilere sahip olduğu halen merak konusudur. Örneğin, H.W.Bush’un CIA başkanı olduğu dönemde Şili’nin Dış İşleri Bakanı Orlando Letelier ve onun ABD’deki asistanı Ronni Moffitt Wahsington’da yapılan suikastler sonucu hayatlarını yitirmişlerdi. O dönemde suçlu zanlısı DINA idi, yani (Pinochet döneminde) Şili’nin, uslararası terör kampanyalarına sponsorluk yapan istihbarat birimi. Fakat gizlilik süresi dolan evrakları incelediğimiz vakit görüyoruz ki Henry Kissinger, Richard Nixon ve dönemin CIA Direktörü Richard Helms, Şili halkı tarafından Başkan seçilen Salvadore Allende daha henüz görevine bile başlamadan onun alaşağı edilmesi için emir vermişlerdi. 15 Ekim 1970 tarihinde yazılmış olan notlar incelendiğinde, darbenin detaylarını General Alexander Haig ve Henry Kissinger’in bizzat birlikte kurguladıkları belgelenmektedir. Şili müdahalesinin koordinatorü olan CIA Plan Uygulama Şef Muavini Thomas Karamessines’in talimatında şöyle yazılmıştı:

“Allende’nin darbe yoluyla koltuğundan indirilmesi bizim (ABD’nin) kesin ve tutarlı politikamızla bağdaşmaktadır. Bu sonucu elde etmek için azami baskı uygulayacağız ve elimizde bulunan tüm imkanları seferber edeceğiz. Bu harekatın gizliliğinin korunması son derece önemlidir, keza bu işin içinde (Amerikan) hükümetimizin parmağı olduğu fark edilmemelidir.”

İki yıl sonra, hedeflerine ulaşmışlardı. ABD Deniz Kuvvetleri Ataşesi Patrick Ryan 11 Eylül 1972 tarihli raporunda “Bugün bizim (D-Day) zafer günümüzdür, darbe neredeyse kusursuz bir şekilde icra edilmiştir.” Müteakip yıllar boyunca Pinochet yönetimi altında Şili’de yükselişe geçen ölüm vakalarıyla ilgili detaylı raporlar ABD hükümetince düzenli bir biçimde takip edildi. Kissinger daha sonra General Pinochet’e ilettiği bir mektubunda “Orada yapmaya çalıştıklarınızı sempati ile karşılıyoruz” demişti.

Yıllar sonra, Pinochet mahkeme tarafından cinayet, işkence, adam kaçırıp yok etme, ırza geçme ve soykırımla suçlanınca, tabii olarak şu soru ortaya atılmıştı: “Niçin Kissinger ve dünya’nın her bir yanında bu tip olaylardan sorumlu oldukları bilinen diğer şahıslar da aynı muameleye tabi tutulmuyorlar?” Şayet gizli tutulan belgeler daha yoğun bir biçimde kamuoyunun huzuruna sunulsaydı bu suçlarla itham edilen şahısların sayısı artmazmıydı?

Sorumluları Kovalamak

Sonunda Pinochet işlediği suçların hesabını vermekten sıyrılmış olsa bile, davası esnasında zamanımızın en ağır siyasi ve insan hakları ihlallerine silah, eğitim, finansman ve direkt desteklerini vererek iştirak eden bir çok yüksek rütbeli şahısların maskeleri düştü ve deşifre oldular. En azından sorumluların ardına gizlendikleri perde kısmen de olsa aralanmış oldu. Bu durumu göz önünde bulundurursak ABD’nin niçin Uluslararası Kriminal Mahkemesi olan ICC’den kaçtığı daha net anlaşılıyor, çünkü o mahkemenin görevi kendi ülkelerinde yargılanamayan güçlü ve ayrıcalıklı şahıslardan ululararası platformda hesap sormak.

Uluslararası Kriminal Mahkemesi (ICC) 1998’de devletler arası bir antlaşma sonucu kuruldu ve bir çok ülke tarafından onaylanıp kabul edildi. O dönemde, insan haklarını savunan kuruluşlar ICC’yi uluslararası adaletin sağlanması açısından Birleşmiş Milletler’in kuruluşundan bu yana atılan en önemli adım olarak nitelediler. Fakat Amerika Birleşik Devletleri ilk başta (Rusya, Çin, Israil, Irak ve çoğu Ortadoğu Ülkeleri ile birlikte) bu kuruluşu onaylamayı reddettiler.

Amerika’nın ‘resmi’ gerekçesi şöyleydi: Dünyamızın en güçlü (ve dolayısıyla en çok nefret edilen) gücü olarak bir yığın yersiz, uydurma davaların hedefi haline gelebiliriz. Birleşmiş Milletler ile ilgili şüpheler de vardı. Geciktirme yöntemleri uygulayarak Amerika, hiç bir ABD vatandaşının bu Uluslararası Mahkeme tarafından savaş suçları, soykırım veya insanlığa karşı suç işlemekle itham edilmeyeceğinin teminatını alabileceğini umuyordu. Clinton döneminin Dış İşleri Bakanı Madeleine Albright Avrupa Topluluğunun Dış İşleri Bakanlarına bir yazı göndererek, şayet ABD’nin bu konudaki istekleri yerine getirilmezse o zaman ABD, uluslararası barış ve insani yardım amacıyla yapılan operasyonlara artık katılmayabileceğine ve hatta Pentagon’un Avrupa’da bulundurduğu askeri güçleri de geri çekeceğine dair tehditte bulundu.

2000 yılının Aralık ayında ABD nihayet ICC’ye imzasını attı, resmi olarak çekimser kalan bir tek Libya kalmıştı. Fakat göreve başlamasından kısa bir süre sonra II’ci Başkan Bush ABD’nin eski itirazlarını yeniden alevlendirerek ICC mahkemesinin yurt dışındaki ABD askerlerini ve devlet memurlarını siyasi güdümlü savaş suçlarından sorumlu tutup yargılayabileceğinden endişe duyduklarını belirtti. 11 Eylül sonrasında, ABD’nin Afganistan’a saldırısının akabinde Bush’un çekindiği bu olasılık daha da muhtemel görünmekteydi. Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşmiş Milletlerin arasındaki ilişkilerin yeniden şekillendirilmesine yönelik planlar yapılmaya başlandı. 2002 yılının Mayıs ayında ABD iktidarı bu anlaşmaya atmış olduğu imzasını dünya huzurunda geri çektiğini ilan etti. Tarihte böyle bir tavrın örneği yoktu. Daha evvel hiç bir ülke imzasını attığı bağlayıcı bir uluslararası sözleşmeyi feshetme girişiminde bulunmamıştı. Çoğu ülke için bu net bir alametti, ABD bundan böyle tek başına hareket etmeye hazırlanıyordu.

İşin parlak yanı: Kisssinger biraz kıvranmaya başladı. Hatta I’inci (Baba) Bush bile şahsen kendisinin bile dokunulmaz kalmayabileceğini hissetmişti. Beklendiği gibi eski başkan I’inci Bush Pinochet’e karşı açılan davayı “iğrenç ve sahte bir adalet” olarak nitelendirdi. Eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher bile huylanmaya başlamıştı ki sessizce İç İşleri Bakanlığı ile temas edip yurt dışına çıkma durumunda tutuklanma ihtimalinin bulunup bulunmadığını öğrenmeye çalışıyordu. Nitekim Pinochet’in eski bir dostu olan “Demir Leydi” kendisinin Kuzey İrlanda ve Falkland Adalarında yaptırdıklarından dolayı “savaş suçlusu” ilan edilebileceğinden endişe duymaktaydı. Kissinger gibi üst düzey devlet memurlarının geçmişte işledikleri savaş suçları genellikle on yıllar sonra ortaya çıktıkları gibi çoğu kez mahkemelik bile olmuyorlar, fakat yine de, gizli işleri gerçekleştirenler ve onların sorumluları “bir gün” afişe edilebileceklerini fark etmiş durumdalar. Örneğin Bill Clinton’ın durumunda, Meksika ve Sudan’da yürüttürdüğü faaliyetlere bir de Irak ve Kosova’yı da eklersek, eski evraklar su yüzüne çıktıkça kendisinin zor durumda kalabileceği aşikar.

2000 yılının Mayıs ayında, yani 11 Eylül’den 8 ay sonra, II’ci Başkan Bush aynı bela ile yüz yüzeydi, yani üzerinden yeterince bir zaman geçmeden gerçeklerin ortaya çıkması. Onun durumunda ikiz kulelere yapılan 11 Eylül saldırısı henüz gerçekleşmemişken hangi bilgilere sahip olduğu ve bu bilgilerle o saldırıyı önlemek için neler yaptığı halen merak konusudur. İşte bu soruların cevapları da “Teröre Karşı Savaş’ın esas niçin başlatıldığına dair yüz kızartıcı gerçeklerin ortaya saçılmasına sebep olabilir. Ama nerde o şans? Düzmece bilgiler perdesini aralayabilmek için halen aradan en az bir neslin geçmesi gerektiği gibi bir de o bilgilerin açığa çıkmasının siyasi yönden birilerinin işine geliyor olması gerek.

İlişim: http://www.globalresearch.ca/blowback-and-the-great-game-when-secret-plans-go-bad/5361418


Greg GUMA / Global Research

13 Aralık 2013

(Tercüme: Cem Hayrullah Özbudun)
Kullanıcı küçük betizi
Fatma Seher Erden
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 24
Kayıt: Sal Tem 16, 2013 21:09

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 5 konuk

x