RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?! / Hayrullah Mahmud ÖZGÜR

RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?! / Hayrullah Mahmud ÖZGÜR

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Ara 31, 2012 12:29

RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?!

BAŞBAKAN ERDOĞAN’A YILBAŞI HEDİYE SEPETİ YA DA ÖNCE STAR’LADI, ARDINDAN OFER’LEYİP SONRA OGER’LEDİ, ŞİMDİ DE DÜNYAYI SOÇİ’LİYOR?!

Hediye sepeti?!

Tarih: 14 Şubat 2004!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, tüm Uzan Grubu çalışanlarını, Apo’nun PKK’sına üye militan muamelesi yapıp, karda kışta kapının önüne koydu.
Star Medyası çalışanları, hayatlarının en ilginç “Sevgililer Günü” hediyesini TMSF’nin elinden aldılar.
Ne diyelim canları sağolsun!
Tarih: 31 Aralık 2005!
Hukuken Star Gazetesi’nin Başyazarı ve Ankara Temsilcisi olarak altta kalmak istemem.
Zira, bu zarif jeste, jest ile cevap şart oldu!
Tüm ahını aldığı çalışma arkadaşlarım adına, ben de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için karınca kararınca bir yılbaşı hediye sepeti hazırladım.
Bu arada Cüneyd Zapsu, Kemal Unakıtan, Binali Yıldırım, Hilmi Güler, Fehmi Koru vb, lütfen alınganlık yapmayın, durum müsait olsa hepinize ayrı ayrı bir yılbaşı hediye sepeti hazırlamak isterdim! Gerginlik yapmayın, bunu aranızda pay edin! İçki, domuz eti sizi bozar; “kul hakkı” yemeyi de hiç sevmezsiniz, bilmez miyim?!
Kusuruma bakmayın!
Kusura kalmayın!
Neticede gazetecinin “hediye sepeti”nde “broş, pırlanta” olmaz, haber olur, yorum olur, “Halk”ın, “Hak”kın sesi olur!!
İşte, 2005 yılının hasatından, sizler için seçtiğim, çamsakızı çoban armağanı birkaç yazı!
Mutlu yıllar sayın Başbakan!
2006’da, tüm ekibinizle birlikte Yüce Divan’da görüşmek üzere!
Hoşçakalın!
……….
Bu arada, yeni yılımı kutlayan tüm okurlarımın, milliyetçi, vatansever, ulusalcı tüm dostlarımızın ben de yeni yılını kutlarım. 2006’nın Hak’kın yolunda, Atatürk’ün izinde, “Türkiye”nin yılı olması dileği ile!..

Sevgiler
Hayrullah Mahmud

***

SOÇİ’DE SOBELENMEK YA DA ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI ERKAN MUMCU’DAN BAŞBAKAN ERDOĞAN’A “SOÇİ” SORUSU?!

Soçi vak’ası?!

Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu, “bütçe görüşmeleri” sırasında, TBMM kürsüsünden Başbakan Erdoğan’a elifi elifine şöyle sesleniyordu:
“Sayın Başbakan, milletin hak ve hukuken gözetilmesi mi sır, yoksa Soçi’de Putin ile konuşulanlar mı sır?”
Ardından da ekliyordu:
“Yoksul sofralarına 40 kamerayla gidiyorsunuz, Ofer ile görüşmenizi inkar ediyorsunuz?”
Nitekim…
Mumcu, uzunca bir süredir parti grubunda yaptığı konuşmalarda da bu konuya yer veriyor.
Bulduğu her fırsatta, Başbakan Erdoğan’a “Soçi’de Putin ile ne konuştunuz, neyi bölüştünüz?” diye soruyor.
Mumcu’nun bu sözlerinin devamı ise muamma!
Çünkü içeriğe dair ser veriyor, sır vermiyor!
Oysa ki!..
Uzunca bir süredir “sanal ortam”da, bu görüşmenin içeriğine dair bir metin dolaşmakta!
Diplomasi kulislerinde yaptığım kısa bir ufuk turu sonrasında gördüm ki, G-7’lerin tamamı bu görüşmenin içeriğinden haberdar!
Yani…
Mumcu’nun bahsettiği anlamda, Türk halkı hariç, herkes konudan haberdar.
“Sır kapsamı”nda olan hiçbir şey kalmamış!
Bilmesi gereken herkes “Soçi vak’ası”ndan” haberdar!
O diyalogları dikkatle okuduğunuzda, Mumcu’nun Meclis kürsüsünden yaptığı “Soçi vurgusu”nun, ne anlama geldiğini daha net anlıyorsunuz.
Eğer, Soçi’de Erdoğan ve Putin arasında geçtiği iddia edilen bu diyaloglar doğru ise Başbakan Erdoğan, AK’babalar gibi yapılan özelleştirmeleri de dikkate alınacak olursa, hiç vakit kaybetmeden istifa etmelidir!
Devlet ciddiyeti bunu gerektirir.
Şimdi, eski AKP’li Bakan Erkan Mumcu’nun “Milletin hak ve hukuken gözetilmesi mi sır, yoksa Soçi’de Putin ile konuşulanlar mı sır?” diye Başbakan Erdoğan’a yönelttiği Soçi görüşmesinin üzerindeki sır perdesini aralıyorum.
Beyaz Saray’da “Net: 7 Dakika” süren görüşmenin ardından, Putin ile Erdoğan arasında geçtiği iddia edilen “Soçi görüşmesi”nin diyaloglarını aynen yansıtıyorum:

SIRADA TÜRKİYE VAR

PUTİN: Sn. Başbakan; çok önemli bir dönemde bu toplantıyı gerçekleştiriyoruz. Davetime “evet” dediğiniz için teşekkür ederim. Gri geçen ABD ziyareti sonrasında Rusya’yı, Türkiye’yi ve bölgemizi rahatlatacak ciddi kararlar alabileceğimizi ümit ediyorum.
RTE: Sn. Putin, Rusya’dan hep sıcak dostluk ve elimizi güçlendirecek yardım gördük. Bu konudaki şükranlarımızı arz etmek bir borç. Çok önemli bir süreçle karşı karşıyayız; haklısınız. ABD ziyareti biraz daha önümüzü netleştirdi.
PUTİN: ABD’nin bölgemizle dünyayla ilgili stratejilerini biliyorsunuz. Bu stratejiler Türkiye’de TSK, Dışişleri Bakanlığı ve diğer siyasal merkezlerce tepki ile karşılanıyor. Sn. Başbakan sizin de ABD politikalarına karşı reaksiyon içersinde olduğunuzu biliyoruz. Bu konuda her iki ülkenin derinlikli görüşmeler yapması çıkarlarımıza olacak. Irak’taki ABD politikaları orta ve uzun vadede İran, Suriye ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü bozacak. Bu tür askeri ve politik sonuçlar Avrasya coğrafyasını yeni bir savaş alanı haline dönüştürecektir. Biz bugün başta Kafkaslar; Irak; İran, Mavi Akım, Kıbrıs, Türki Cumhuriyetler, ABD, NATO, terör, AB ve Çin gibi konular üzerinde ortak bir strateji geliştirebilir miyiz, bir cephe oluşturabilir miyiz arayışı içinde olacağız.
RTE: Sn. Putin; Türkiye hem bir yol ayırımında; hem de değil. Bölgesel gelişmeler ABD’nin politikaları, AB’nin istekleri ülkemizin içindeki devletsel, etnik (Türk milliyetçiliğini kastediyor) ve dini odaklar; bağımsız, akılcı bir politika takip etmemizi engelliyorlar. Hem çok zor durumdayız, hem de iyi işbirliği ve stratejik imkanlara sahibiz. Böyle bir durum bazen açmaz olabiliyor. Biz de siyasi bir açmazla karşı karşıyayız. Bu ortak gündem üzerinde çok çalışmamız gerekecek. Ama hiç bir zaman ABD faktörünün oluşturduğu presi aşarak rahat hareket edemeyeceğiz.
PUTİN: Siyasal nezaketsizlik olarak algılamayın ama siz ve hükümetiniz; ABD ile aynı terminolojiyi kullanıyorsunuz. Fakat ABD; AK Parti iktidarından biliyoruz ki şikayetçi. Ayrıca Türkiye’nin içinde ABD ile ilişkilerinizden dolayı çok eleştiriliyorsunuz. ABD Avrasya’da zayıftır. Bu sebeple Irak’ı işgal etti. Bu sebeple Afganistan’da. Sırada Türkiye, Pakistan, Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızistan var. Buralardaki yönetimlerin kendine sadık olmasını, askeri operasyonlarına karşı çıkmamasını ve askeri varlığına üs sağlamasını isteyecek. Gürcistan ve Ukrayna hamlelerine yenilerini ekleyecek. Ama biliniz ki, ABD gerçekten çok güçlü değil. Bu gerçeği görürseniz gelecek yıllarda ülkelerimizin birlikteliğinden büyük güç elde edebiliriz. Böyle bir düşünceye açık olup olmadığınızı çok merak ediyorum. Şayet bu düşünceye açıksanız bu günkü görüşme tarihi bir toplantının adı olacaktır.
RTE: ABD ile benim ve ülkemin ciddi sorunları olduğu, politikalarımızın uyuşmadığı, çıkarlarımızın çatıştığı doğru. Ama Türkiye-ABD ilişkileri çok eski ve bu ilişkilerin tarihine nüfuz edemedik. Çok değişik yerleşimleri var; TSK’nın ve Devlet sistemimizin içinde. Bağımsız hareket etme imkanım neredeyse yok. ABD beni şahsen istemez ise yapabileceğim çok fazla bir şey yok.
PUTİN: Yahudi lobisi ve yönetimdeki neo-con’ larla ilişkilerinizin iyi olduğunu biliyoruz. Bu ilişkiler pozisyonunuzu koruyacak kadar derin değil mi?.
RTE: ABD’nin veya “neo-con”ların baktığı bunlar değil. Devlet ve ordu; “biz bu başbakanla çalışmak istemiyoruz” derse, bir şansım olduğunu ve olacağına inanmıyorum. Aslında bu noktada kara bir alan var. ABD’nin partime desteğini inkar etmemin bir anlamı yok ama bunun bir garanti de sağlamadığını görmek gerekiyor. Partimin içinden bana alternatif arayabiliyorlar. Aslında bireysel olarak kendi politik geleceğim ve partimin devamından hem siz hem de ben şüphe içindeysek, görüşeceğimiz her şey dış politika sohbetine dönebilir. AB konusu mesela; orada AB bize yanlış yaptı. Kamuoyuna karşı yalan söylüyoruz. Kıbrıs’ta taviz verdik. Kürtlerle ilgili konularda ABD ve Ordu ile çatışıyoruz.

GÜL, BAŞBAKAN OLABİLİR

PUTİN: Sn. Erdoğan; tüm sorunlarınızı biliyoruz. Burada ortak hareket etmek mümkün. Rusya size çok büyük destekler sağlayabilir. ABD ile yavaş yavaş arayı açarken, Rusya ( ve belki İran, Çin; Almanya ) ile de başka bir süreci realize etmenin yollarını bulur ve bir cephe oluşturabiliriz. Türkiye’nin jeopolitik durumu, Rusya’nın enerji ve savunma sanayindeki teknolojik imkanları, İran ve Türk Cumhuriyetlerinin petrol ve doğal gaz kaynakları ABD’yi durduracak cepheyi oluşturmamızı sağlayabilir.
RTE: Bunu bizim Dışişleri ile müzakere etmek gerekir. Partimde Abdullah Gül’le konuşmam şart. Ordu bu işe nasıl bakar; ABD bu çabayı ne kadar kısa zamanda önler bilmiyorum.
PUTİN: Biz zaten geçmişte ordu ile bir temas sağladık. Ordu’nuz ABD’nin Türkiye ve Avrasya stratejisinden çok rahatsız. ABD, Avrasya’ya askeri anlamda da yerleşmek istiyor. Ama ABD için artık süreç tersine dönüyor. Güçlü değil. 2015’ten itibaren Birinci Dünya Savaşı öncesi nasıl bir ABD varsa öyle bir ABD ile karşı karşıya kalacağız. Bu konuyu ordu ile götürmek lazım. Mesela Kara Kuvvetleri Komutanı ABD’ye çok muhalif. Avrasya’daki birlik tezlerine sıcak. Abdullah Gül, İngilizler ve ABD ile iyi ilişkilere sahip. Sizin de ifade ettiğiniz gibi sizden sonra parti içi bir darbe ile o genel başkan ve başbakan olabilir. Eğer çok özel konulara girdimse beni bağışlayın ama burada güçlü bir lider olarak inisiyatif alıp konuyu Türkiye’nin bekasına getirip herkesi ikna edebilirsiniz.
RTE: Sn. Putin; bahsettiğiniz her husus çok ciddi.
PUTİN: Bu bir Yalta Toplantısı işlevi görebilir. Çok jeopolitik bir konu. Fakat askerleri ikna etmedeki başarınızı biliyoruz. Komuta kademelerine hakimiyetinizi ve bu hakimiyeti korumaktaki ustalığınızı izledik.
RTE: Medya, ordu, iş dünyası bize tabi imiş gibi görünüyor. Ama açıkçası ordunun nasıl davranacağı kestirilemez. Ben mevcut komuta kadememizin de her şeye hakim olduğuna inanmıyorum.
PUTİN: Sn. Erdoğan; güçlü ve zayıf yönlerinizi biliyoruz. ABD’nin Rusya kadar bilgiye sahip olmadığını söyleyebilirim.
RTE: Tam olarak ne demek istiyorsunuz.
PUTİN: Eğer ABD’yi de tatmin etmeyen politikalarınız devam edecek olursa; iktidarınız -bizim tespitimize göre- çok uzun sürmeyecek. Ayrıca ekonominizin kırılganlığı devam ediyor. Bu ise İMF’nin ve Dünya Bankası’nın yani dolaylı olarak ABD’nin sisteminizi içeriden ele geçirmesi anlamına geliyor. Eğer yakınlarda bir ekonomik kriz çıkarsa ki Eylül ve Ekim aylarında ( isteseniz de önleyemeyeceğiniz ) bir kriz çıkabilir. Bu sizin ve tüm bakanlarınızın bir yargı sürecine –yüce divan dediğiniz süreç- girmesi anlamına gelecektir. Duyumlarımız bu yönde.
RTE: Aynı endişe bende fazlasıyla var. Hatta bazı paşalar bize destek verdi diye de Divan-ı Harbe gidebilir değerlendirmeleri son zamanlarda artarak yayılıyor.
PUTİN: IMF’nin, Dünya Bankası’nın, ABD’nin ve onların arkasındaki güçlerin taktiğini biliyorsunuz. Kredi derecelendirme kuruluşları, uluslararası finans çevreleri, medya ve danışmanlık kuruluşları sıcak para ve kredi notunuz ile oynasalar aniden krize giriyorsunuz. Biz’de, Arjantin’de, Uzak Doğu’da ve Türkiye’de böyle yaptılar; biliyorsunuz. Yani siz onlar için değişmez bir oyuncu değilsiniz.
RTE: Haklısınız. Oyunu böyle oynuyorlar. Ama şimdi Rusya’nın bu kuvvete karşı koyabileceğini mi söylüyorsunuz.

ÇİN & RUSYA YAKINLAŞMASI

PUTİN: Şu anda çok güçlüyüz. ABD’nin zayıf yönlerini biliyoruz. Çok büyük bir avantajla karşı karşıyayız. Bunu değerlendirmek gerek.
RTE: Sn. Putin; beni heyecanlandırıyorsunuz. Ama bu konuları benim; ekibimle enine boyuna tartışmam gerek. Siz gerçekten çok hazırlıklısınız.
PUTİN: Sn. Erdoğan; siz de öyle. Çin ve Rusya yakınlaşmasını izliyorsunuz. Bu yakınlaşmayı katkıda bulunacak ülkeler var. ABD’nin Türkiye’ye, Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Körfez Ülkeleri’ne, Pakistan’a, Gürcistan’a, Azerbaycan’a yerleşme ve Japonya ve Almanya’yı bir araya getirmeme stratejisi iflas ederse coğrafyamızın, petrol, doğalgaz ve diğer yeraltı ve üstü varlıkları ile yeni ABD olmaması imkansız. Çin’i, son zamanlardaki Moskova ve St. Petersburg’u gördünüz; biliyorsunuz. Hepimiz hem tehdit altında hem de yeni bir dönemin kapısındayız.
RTE: Kıbrıs konusunda çok zor durumdayız. Devletin bazı birimleri ve ordu bizi zorluyor. Kıbrıs’ın tanınması yönünde ağırlığınız olan ülkeler üzerinde bir baskı oluştursanız...
PUTİN: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığını sürdürmesi Türkiye’nin varlığını sürdürmesi demektir. Sn. Erdoğan, Kıbrıs konusunda çok yanlış davrandınız. Kaybetmek üzeresiniz. Bizim sağlayacağımız destek kayıpları telafi edemez. Bizim kaynaklarımız; devletinizin bu konuyu vatana ihanet çerçevesinde değerlendirdiğini, ama AB ve ABD baskısından hükümetinize ve şahsınıza yönelik hukuki girişimlerde şimdilik bulunmadığını söylüyor. Sizin yerinize olsam AB ve Kıbrıs konusunda yavaş davranırdım. Ama yine de ABD’ye karşı bir cephe oluşturmak adına Türkiye ile Kıbıs konusunda aynı çizgide durabiliriz.
RTE: Bu adımınızı karşılıksız bırakmayız.
PUTİN: Konuştuğumuz hususlarda çalışma grupları oluşturmalıyız.
RTE: Dediğim gibi bu konuda resmi ortamda geniş bir alan yok. Önce gayri resmi olarak bu konularda çalışmak; sonra da bunu Dışişleri’nin, Ordu’nun ve Hükümet’in önüne getirmek uygun olur.
PUTİN: Ordu’da Kara Kuvvetleri’nden bize sıcak yaklaşım olduğunu söylemiştim. Hüseyin Kıvrıkoğlu dönemindeki eğilim devam etse; siz de iş dünyasındaki bağlantılarınız arcılığı ile bazı paşaları etkileseniz işimiz kolaylaşır.
RTE: Sn. Putin, bu girişim mayınlar üzerinde yürümek gibi.
PUTİN: Bazı riskler alınabilirse hem ülkelerimiz hem de bizler tarih için olumlu malzemeler hazırlamış oluruz. Bilmelisiniz ki yeni dönem hem Türkiye için hem Rusya için doğru stratejiler izlenir ve uygun ittifaklar kurulursa büyük fırsatlar vadediyor. Aksi takdirde de bölgemizdeki tüm devletler petrol ve enerji kaynaklarından kaynaklanan tehditler yaşayacak. Bu bağlamda mesela Irak konusunda ortak politika izlememiz lazım. Irak bölünürse bu tüm coğrafyayı etkiler. Ayrıca Irak’ın ABD’nin tam kontrolünden kurtulması gerekir.
RTE: Irak giderek tüm ülkelerin kontrolünden çıkıyor. Bu hızla devam ederse petrol girdabı küresel aktörleri oradaki rekabete çeker ve bölge savaş alanına döner. Bu konuda özellikle PKK terörü Türkiye’yi çok rahatsız ediyor.
PUTİN: İsrail’in Gazze’den çekilme planını nasıl karşılıyorsunuz?
RTE: Çok olumlu!
PUTİN: İsrail’in bu hamlesinin küresel kaosu tetikleyici ve terörün ivmesini artırıcı bir boyutu olacağını düşünüyoruz. İşgal ve insani boyutu dikkate alarak düşünüldüğünde İsrail bizim de desteklediğimiz olumlu bir karar aldı. Ama bu kararın sonuçlarının ABD’nin Avrasya politikasına hizmet edeceğini görmek de bir gereklilik. Filistinlilerin elde ettiği sonuç sevindirici ama ABD bölgemizdeki çok etnikli ülkeleri bu sonuçtan sonra terör olgusu ile bölünmeye ya da kendi kurguladığı Irak türü federal yapılara dönüştürmek için hızlandırılmış bir uğraş içinde olacaktır. ABD küçük devletler çağı başlatmak istiyor. Şehir devletleri çağı da denebilir buna. Bir sürü ABD’ye bağımlı ülke.

RTE: ULUS DEVLETE KARŞIYIM!

RTE: Çok tehlikeli bir iş olur bu. Kimse buna hazır değil.
PUTİN: Sn. Erdoğan; bu nedenle terörle ilgili konularda daha çok işbirliği yapmalıyız. Türkiye Kafkaslar’daki bir çok muhtar devletin toplulukları ile akraba. Rusya’nın içinde müslüman nüfus önemli oranlara ulaşmış durumda. Türk ve Müslüman muhtar cumhuriyetler var. Şimdilik bir çoğunda ayrılma isteği ve terör yok. Ama önümüzdeki dönemde olabilir. Bu konuda işbirliği içinde olmak çok önemli.
RTE: Bu konuyu partimde ve hükümette konuşmak zorundayım. Ben bireysel olarak ulus-devlet kavramına karşıyım. Ama İslami bir yaklaşım sorunları çözebilir.
PUTİN: Sn. Erdoğan; bu sözünüzü teröre destek olarak almak mümkün. Bu konuda bireysel görüşler değil barışa, rasyoneliteye ve birlikte yaşam kültürüne hizmet etmeye ihtiyaç var. Aksi takdirde küçük devletçikleri savunmasız olmalarından dolayı sömürüye açık hale getirmiş olursunuz. Sn. Erdoğan çok korktuğunuz komünizm vahşi kapitalizmin tatbikinden doğdu.
RTE: Yanlış anlaşılıyorum. Biz parti ve hükümet programında üniter devlet ve millet yapısına vurgu yaptık.
PUTİN: Sn. Erdoğan her ikimizde şark kurnazlığını biliriz. Biz, partinizde ve hükümette “ümmetçiliğin” hakim ideoloji olduğunu biliyoruz.
RTE: Sn. Putin; teröre, etnik, dinsel ve bölgesel milliyetçiliğe karşı olduğumuzu söylüyoruz.
PUTİN: Uygulama sözünüzü destekliyor mu? Bu konuda Türkiye’de şüpheler hayli yüksek.
RTE: Bu konuda farklı düşünüyoruz Sn. Putin!
PUTİN: Sn. Erdoğan; bu görüşme daha önce söylediğim gibi Yalta toplantısı kadar önemli olabilir. Çok kritik bir süreç başlıyor; dünya için, Rusya için, Türkiye için. Bu sürecin SSCB’nin yıkılmasından daha önemli olduğu söylenebilir. Doğru yerde, doğru devletler, doğru ittifaklar yapabilirlerse dünya yeni kan ve gözyaşı trajedileri ile karşılaşmaz.
RTE: Bunu ben de arzu ediyorum.
PUTİN: Mavi Akım; yani ülkelerin birbirine artan bağımlılığı, Türkiye’nin enerji yollarının kesiştiği ve enerji üssü olma stratejisi ile örtüştürülürse önümüzde iyi ufuklar var demektir. Mavi Akım projesinin askeri, siyasi, ekonomik, jeopolitik, kültürel ve dini derinliklerinin oluşturulması gerekir.
RTE: Sn. Putin; ben bu konuda daha önce söylediğim gibi sizin kadar hazırlıklı değilim. Mavi Akım konusunda Rusya ve Türk şirketleri arasındaki anlaşmaların iç piyasadaki fiyatlara tesiri bizim öncelikli konumuz oldu. Türkiye’nin zarara uğratıldığına inanıyorduk.
PUTİN: Olayın şirketler boyutunu bırakalım; global politika ve global enerji eğilimlerine bakalım. Türkiye’deki enerji fiyatları mikro bir husus ve seçimlerle ilgili bir konudur. Mavi Akım’ın arka planına; yani ücretlendirme stratejilerine hükümet ve parti olarak son dönemde vakıf oldunuz. Bireysel ve devletsel anlamdaki imkanlar umarım sizi hayli sarsmıştır.
RTE: Gerçekten çok büyük avantajlar var.

ABD’Yİ SATMAYA HAZIRIM?!

PUTİN: Şimdi bu hususu devletler bazında düşünmek gerekiyor. Siz buna hazırlanırsanız daha farklı işbirlikleri gelişecektir. Rusya Türkiye ile ilişkilerinin boyutunu farklılaştırmak istemektedir. Bunu sizinle yapabilmeyi ümit ediyoruz.
RTE: Buradaki bu kapsamlı konuları görüşmek için ben de çok hazırlıklı olsaydım enteresan bir tablo oluşabilirdi. Sn. Putin genelde aynı düşünüyoruz. ABD konusunda benim bireysel ve Türkiye’nin devletsel endişeleri var.
PUTİN: ABD’nin sizi gözden çıkardığı söyleniyor. Buna ne kadar inandığınızı bilmek bizim için önemli.
RTE: Sn. Putin; siz de iyi bilirsiniz ki, bu konu sadece benim kontrolümde değil. ABD’nin mevcut meclis tablosu karşısında yapabileceği çok fazla bir şey yok. Gözden çıkarsa bile AK Parti’nin alternatifi oluşmadı. Bu partimin elini güçlendiriyor, ama partinin akibeti hakkında bir şey söylemek zor. Türkiye’de her an her şey olabilir.
PUTİN: Meyve ihracatında yaşadığınız Akdeniz Sineği sorunu konusunda ne düşünüyorsunuz? Bizim izlenimimiz bir ihracat sorunu olmasının hükümeti fazla rahatsız etmediği yönünde.
RTE: Olayın üretici boyutunda yaşananlar hükümeti rahatsız ediyor. Ancak tüketicinin düşük fiyatla ürün alması da yine hükümetin ve AK Parti’nin başarı hanesine kaydediliyor. Sayıca az üreticilerin şikayetini sayıca çok tüketicilerin memnuniyeti bastırıyor.
PUTİN: İlginç bir politik paradoks.
RTE: Evet.
PUTİN: Ama bu tür paradoksların kullanım süresi çok kısa, sonuçları ise tahrip edici olabiliyor. Rusya’ da biz bunu çok yaşadık. Özellikle komünizm döneminde...
RTE: Sn. Putin; ABD’ye karşı bir alternatif üretimi konusunda bizim parti olarak ideolojik bir azim ve araştırmamız her zaman oldu; olacak da. Ben hem bireysel olarak, hem ideolojik olarak, hem de ülke olarak bu arayışa sıcak yaklaşıyorum.
PUTİN: Ülkenizde yaşayan insanların bilinçaltlarında tarihten gelen bir Rus ve Komünizm korkusu olduğunu biliyorum. Bu konuyu yenmek ilk işimiz olmalı.
RTE: Bu konuda Rusya’ya daha çok iş düştüğünü söylemek gerekiyor.
PUTİN: Zihinsel alışkanlıklarımız bu konuda bir başka engel. Bu engelleri aşabilirsek Rus-Türk ilişkilerinde bir devrim yaşanacaktır demektir. Sn. Erdoğan bu ilişkilerdeki bireysel fırsatları da daima göz önünde bulundurmamızı özellikle istiyorum. Fakat ABD ile bireysel ve partisel ilişkileriniz bizim için hala bir soru işareti olmaya devam edecek. Bu soru işaretlerini sonlandırmak size düşüyor.
RTE: ABD konusunda bir zihin karışıklığımız var. ABD’ye güvenilmeyeceğini biliyorum. Ama bir işbirliği doğdu, devletlere rağmen. Şimdi de devletlere rağmen bozulan bir işbirliğimiz var. Dün Ilımlı İslam’ı destekleyenler şimdi mesafeli davranıyorlar. Sanki ABD-Türkiye ilişkilerine geleneksel renk hakim oluyor gibi. Bu süreç böyle devam ederse Ak Parti oyunun dışında kalır. Açıkçası ben de ABD’nin şu anda AK Parti ve şahsım hakkında iyi düşünmediğini biliyorum. Bu düşünce işimizi kolaylaştıracak Sn.Putin.
PUTİN: Birçok konuda net olmadığınızı görüyorum; Sn. Erdoğan...
RTE: Bu konuda haklısınız.
PUTİN: Türkiye hızlı bir özelleştirme sürecine giriyor. Önemli özelleştirmeler yapacaksınız. Tüpraş ve Erdemir özellikle ilgilendiğimiz özelleştirmeler. Erdemir üzerinde çok duruyoruz. Bu konuda işbirliği yapabiliriz. Rus şirketleri ilgi duyuyor. Onların önemli isimlerini sizinle tanıştırmak istiyorum; uygun görürseniz.
RTE: Memnuniyetle. Özelleştirmede iyi rakamlar yakalamak istiyoruz.

“TAMAMEN DUYGUSAL” TEKLİF

PUTİN: Çok özel anlaşmalar üretilebilir. Mavi Akım’da olduğu gibi özel avantajlar sağlanabilir!
RTE: Anlıyorum; bunları değerlendirmek isterim! Bu konuda hükümetteki ve iş dünyasındaki bazı arkadaşlarımızla daha geniş kapsamlı görüşmeler yapılabilir. Öngörüşmeleri yapan bir ekipten bahsedildi. Bu konuda Maliye Bakanı öncülüğünde bir program oluşturulmuştu. Rus sermayesini Türkiye’ye çekelim diye. Fethullah Hoca ekibi, eski Mavi Akım ekibinden isimler, bazı eski politikacılar bize değişik tekliflerle geldiler.
PUTİN: Bunların hepsini değerlendirmek bugün mümkün. Ayrıca GSM şirketi Türkcell’e bir Rus firması ortak olmak istiyor. Ekonomi bürokrasisinin engel çıkarmaması bizi sevindirecek. Rus sermayesinin Türkiye’ye girmesi için iyi bir yol Türkcell.
RTE: Türkcell konusunda bürokrasinin ve devletin güven sorunu oluştu. Ayrıca bir bakanımızla görüşülerek; konuyu gündeme getirdiler. Rus firmaları yanlış isimler üzerinden Türkiye’ye girmek istiyorlar.
PUTİN: Sıcak yaklaşımlarla iş yaparsınız. Ben bu konuda adı geçen Bakan’ın (Kürşat Tüzmen) yaklaşımlarının olumlu olduğunu duydum. Bazı özelleştirme operasyonlarında size yakın isimlerin Araplar ve Yahudilerle birlikte hareket etme arayışları içinde olduğunu gördük. Türkcell konusu önemli. Partner değiştirmek gerekiyorsa bu yapılabilir.
RTE: İşler bu yaklaşımla kolaylaşır.
PUTİN: Daha yakın ilişkiler geliştirmek gerekiyor. ABD’yi, IMF’yi tolere etme girişimlerinizde Rus sermayesi ve etkileyebileceğimiz diğer sermaye gruplarını gözönünde bulundurmanız elinizi kuvvetlendirecek. Rusya’da büyük işler yapan gruplar var. Onlarla ilişkilerinizin son dönem sorunlu olmaya başladığını görüyoruz.
RTE: Bir çoğu siyasal devamlılığımız olmadığını düşünüyor.
PUTİN: Biz sizi ve hükümetinizi total olarak destekleyebiliriz. Bu tüm sıkıntıları giderir. İlişkilerimizi incelerseniz Türkiye’ye zor zamanlarında hep yardımcı olduk.
RTE: Sn. Putin bundan eminim. Ben bireysel olarak Rusya ile ilişkilerin ABD ile ilişkilerden daha iyi gideceğine eminim. Bu konudaki tüm fırsatları değerlendireceğim.
PUTİN: Bireysel olarak ne yapacağınız konusundaki zihin karışıklığınız bizi endişelendiriyor. Zayıf bir profil veriyorsunuz. ABD’yi tümüyle silip atamazsınız. Ama bir çok yöntem kullanılabilir uluslararası ilişkilerde. Bazı yöntemler de birlikte bulunabilir.
RTE: Tabii ki; Sn. Putin. Bir günde bu kadar önemli konuları ele almamız zor. Bugün ABD’ye ekonomik ve siyasi bir alternatif oluşturma konusunda bir mutabakat oluşturalım. Bunun yanında Irak ve Kıbrıs’ta birlikte hareket edelim. Kafkaslar, Türk Cumhuriyetleri, Ermenistan kaynaklı sorunlarda biraz daha çalışalım. Bu birden köklü değişimler yapabileceğimiz bir husus değil. Bu konuda bizi anlayışla karşılayın. Zamana ve detay çalışmaya ihtiyacımız var.
PUTİN: Haklısınız. Peki bugün bizim Alfa Şirketinin Türkcell’le ortaklığı ve Erdemir’in özelleştirilmesi konusunu bir karara bağlasak iyi olacak. Önce Alfa’nın sahibini toplantıya alalım. Sizin Türkcell’le ilgili olarak bireysel bir talebiniz var mı?
RTE: Önce Alfa’nın sahibini dinleyelim. Bizim Bakan’la ve Karamehmet’le hangi konularda anlaştıklarını görelim. Edindiğim bilgiler anlaşmaya müdahalenin kaçınılmaz olduğu yönünde.
PUTİN: Bu toplantıya katılacak Alfa’nın sahibine telkinlerinizi ve isteklerinizi şimdi iletmeyecek misiniz?
RTE: Ağustos ayı içerisinde Alfa ile bir görüşme daha yaparız. Erdemir konusunu da Ağustos’ta kararlaştırırız.
PUTİN: Nasıl olacak?
RTE: Çok gizli bir görüşme yapılabilir. İki günlük bir çalışma ile çok kapsamlı bir görüşme yapılır. Bunu Antalya’da ya da İstanbul’da yapabiliriz. Ya da ben iki günlüğüne tekrar Soçi’ye gelebilirim.
PUTİN: Tamam o halde.... Alfa ile tanışalım. Sn. Erdoğan bu görüşmeyi bir başka ortamda yapalım. Daha sonra Erdemir özelleştirmesi ve Savunma Sanayi ihaleleri için iki ayrı grupla daha görüşelim.
RTE: Hay hay...

Sevgiler
Hayrullah Mahmud
29 Aralık 2005


***

EMİN ÇÖLAŞAN’A ÇOK ÖZEL BULMACA YA DA “ÜLKENİN ANASINI AĞLATMIŞIZ” DİYEN BAKAN HANGİ BAKAN, ÜLKENİN TAŞINMAZ VARLIKLARINI “AK’BABALAR” GİBİ PEŞKEŞ ÇEKEN BAŞBAKAN HANGİ BAŞBAKAN, YAŞANANLARA SEYİRCİ KALAN DEVLET HANGİ DEVLET?!

AK’babalar?!

Yer: Bir siyasi partinin genel merkezi (?!)
Zaman: Başbakanı’nın Lübnan ziyareti öncesi!
Toplantıya katılanlar: Başbakan, Maliye Bakanı ve Ulaştırma Bakanı!
Bu üç büyük devlet adamı (?!), genel başkanlık odasında sohbet halindedirler.
Gündemde; dünya meseleleri, insan hakları konusu ile “tüyü bitmemiş yetim”in hakkını “AK’babalara nasıl yedirmeyiz” gibi konular vardır.
Adları geçen siyasetçilerin hepsi de “inanmış” isimlerdir.
İçlerinde “Allah korkusu” vardır.
Hepsi de “karıncayı incitmek”ten imtina eden fanilerdir!
İşte, ilerde evlatlarınıza “Sizler de büyünce bunlar gibi Başbakan, Bakan olun” diyebileceğiniz; “kul hakkı yemek”ten korkan, bu devlet adamlarının “nezih sohbet”lerinden sizler için seçtiğim çarpıcı birkaç diyalog:
Aynen yansıtıyorum:

MAL SAHİBİ, MÜLK SAHİBİ?!

BAŞBAKAN: Sayın Ekonomi Bakanım, Telekom’un özelleştirilmesi ile ilgili olarak Hikmetyar’la (Gülbettin Hikmetyar, Afganistan’ı, Rusların işgali esnasında direnen mücahidlerin başı) bir görüşme yapacağım. Hikmetyar, Lübnan’da Harriri ailesi ile birlikte! Harriri’leri büyüten o! Telekom’u almalarını isteyeceğim. Ön temaslarda bize çok iyi çıkarlar sağlayacağına ilişkin kanaat hasıl oldu. Dubai’deki ilk görüşmelerde, “Telekom’u alırız ama sizi de ortak ederiz” demişlerdi.
MALİYE BAKANI: Parayı basan alır. İhalede kim yüksek rakam verirse o alır.
BAŞBAKAN: Bir sorun çıkar mı?
MALİYE BAKANI: Niye çıksın? Bir defa Özelleştirme İdaresi Başkanı emrimde. Hikmetyar da en yüksek rakamı versin. Kamuoyu anında susar. Medya bunu bir özelleştirme parası olarak verir.
ULAŞTIRMA BAKANI: Sayın Ekonomi Bakanımız doğru söylüyor. Telekom’u kim alırsa aslında üste para alır. Fatura tahsilatı için bankalarla anlaşsa ihalede ödediği paranın yarısını oradan çıkarabilir.
BAŞBAKAN: Nasıl yani?
ULAŞTIRMA BAKANI: Telekom’un cirosu çok yüksek. Her banka fatura tahsilatının kendi üzerinden yapılması için kuruma promosyon teklif ediyor. Telekom’un cirosu diyelim ki 17 milyar dolar. Bankalardan ciro üzerinden % 10-15 promosyon alırlar. Hatta daha yüksek.
BAŞBAKAN: Yani çayın taşı ile çayın kuşu vurulacak. O zaman biz bunu kullanarak Telekom’a ortak olalım.
MALİYE BAKANI: Sadece promosyon bizde kalsa köşe oluruz. Yılda 2 milyar dolara yakın elde edilir.
ULAŞTIRMA BAKANI: Bence Hikmetyar’la görüşürken, promosyonun yarısı ortaklığın %50’si üzerinden pazarlık yapın.
BAŞBAKAN: Hikmetyar ne istersek verir. O “Sizin ülkede İslamcı bir iktidar olsun yeter” diyor.
MALİYE BAKANI: Anlaş gitsin sayın Başbakanım.
BAŞBAKAN: Bu konuyu enine boyuna tartışalım. Bu işi kıvırırsak kimse bizi iktidardan indiremez. İstediğimizi yaparız. İş dünyasını, medyayı ve devleti susturmalıyız.
MALİYE BAKANI: Beklenenin üzerinde bir rakam her tartışmayı bitirir. Hikmetyar da iki üç ton eroin fazla satıversin canım.
BAŞBAKAN: Bu işi bitirirsek en az iki dönem daha iktidarda kalırız. Herkesi para ile sustururuz. Uluslararası destek de sağlarız.
ULAŞTIRMA BAKANI: En önemli şey istikrar. Herkesi krizle korkutabilirsiniz. İhale iptal edilirse, AB süreci aksar, uluslararası piyasalar bu ülkeye olan güvenini yitirir. Dolar ve Euro patlar, gibi bir kampanya yürütülebilir.
MALİYE BAKANI: Çok yüksek bir rakam elde edilirse ihaleyi kim iptal edecek? Valla biraz sıkar.
BAŞBAKAN: Ulaştırma Bakanı doğru söylüyor. Ekonomi Bakanımız ile bir görüşelim. O Başdanışmanınız ile birlikte bir alt yapı hazırlasın. Biz burayı Hikmetyar’a satarız. O konsorsiyumda bizi İtalyanlar’ın temsil etmesi için anlaşmıştık.
MALİYE BAKANI: Valla Sayın Başbakan, sen git anlaş. Hikmetyar’da para bol. Harriri ailesini bu kadar büyüten Hikmetyar’ın uyuşturucu paraları değil mi? Hani Kürtler için diyoruz ya 1 kilo toz, bir otobos (otobüs) diye. Aynı öyle şey.
BAŞBAKAN: Sayın Maliye Bakanım yine günündesin.
ULAŞTIRMA BAKANI: Sayın Başbakanım, burada (Telekom) imkan çok. Şayet burayı Hikmetyar alacaksa, biz ülke olarak aslında üste para vermiş olacağız. Telekom’un görünmez varlıkları var. Topladığı parayı devlete kaptırmamak için gizli hesaplardaki paralar. Onların da pazarlığını yapmalıyız. Bu gizli hesaplardaki paralar şu anda 3 milyar doları buluyor.
BAŞBAKAN: Sayın Ulaştırma Bakanım, sen ne diyorsun? Bu kadar var mı?
ULAŞTIRMA BAKANI: Daha fazla da olabilir. Araştırıyorum. Sayın Maliye Bakanımız bilir. Tüpraş’ın gizli hesaplarda daha çok parası var. Tüpraş’ın gizli hesaplardaki parası en az 7 milyar dolar.
BAŞBAKAN: Emin misin?
MALİYE BAKANI: Doğru söylüyor. Ulaştırma Bakanımız haklı, Sayın Başbakanım, kimse bir şeyden anlamıyor. Devletin dışarıda çok büyük parası var. Gizli hesaplarda.
ULAŞTIRMA BAKANI: Valla Hikmetyar’ın kazanacakları iyi bilinirse çok şey istenebilir.
BAŞBAKAN: Eğer gerçekten öyleyse, Hükümet’te istediğimizi yaparız.
MALİYE BAKANI: AB ile askerleri uyutuyoruz. Irak’taki ABD varlığı askerin dut gibi yaptı. Sermayeyi de özelleştirme maması ile susturuyoruz. Medyayı korkutuyoruz. Valla askeri dikta olsa bizim kadar korku veremezdi.
BAŞBAKAN: Kim kafasını kaldırırsa gönder abi müfettişleri yazsınlar cezayı. Bak ülkenin en büyük medya imparatoruna, 30 trilyoncuk ceza kesilince muma döndü.
MALİYE BAKANI: Valla Sayın Başbakanım, Telekom’u bağlarsan, hani “Türkiye” adında bir ülke var ya, işte onun Koç’u gibi olursun. Sırtımız yere gelmez. Homurtular için de iyi bir fon oluşturursak yırtarız.
(.........)
İşte böyle!
Devlet adamları, devlet adamı gibi konuşur.
Farkındayım!..
Şimdi bu sohbetin tadına siz de doyamadınız.
Okudukça gözünüz gönlünüz açıldı.
O halde bu devlet adamlarının, Başbakan’ın, Lübnan ziyareti sonrası yaptığı sohbete de kulak verelim.
Aynen yansıtıyorum:

“AK”BABALAR GİBİ SATMAK

Yer: Bir siyasi partinin genel merkezi (?!)
Zaman: Başbakanı’nın Lübnan ziyareti sonrası!
Toplantıya katılanlar: Başbakan, Maliye Bakanı ve Ulaştırma Bakanı!
BAŞBAKAN: Sayın Maliye Bakanı, oldu bu iş anlaştık Harriri ailesi ile yani Hikmetyar’la Telekom’da en yüksek fiyatı Harriri ailesi verecek.
MALİYE BAKANI: Valla babalar gibi satarız.
ULAŞTIRMA BAKANI: Gün Maliye Bakanı’nın günü. Ne çok kızıyorlar senin bu sözüne sayın Maliye Bakanım.
BAŞBAKAN: Çok güzel bir anlaşma yaptık. Telekom’u Harriri ailesi kesin alacak. “10 milyar dolara kadar çıkabiliriz” dediler. Hikmetyar müdahale etti, “Nereye kadar çıkarsa en fazlasını biz veririz” dedi. Yani 15 milyar dolara da çıkarsa alacaklar.
MALİYE BAKANI: Sayın Başbakan, ne gerek var? Devlete vereceklerine bize versinler o parayı. Getirsinler 15 milyar doları, ülkeyi götürsünler!
BAŞBAKAN: Sayın Ulaştırma Bakanı, şu gizli hesaplardaki paralar meselesi, kesin rakamı biliyoruz değil mi?
ULAŞTIRMA BAKANI: Kesin rakamı bilmek mümkün değil. Araştırıyoruz. Çok karışık bir sistem kurulmuş. Çözmeye çalışıyoruz. ,
BAŞBAKAN: Hikmetyar’a dedim ki, “Bizim ülke üste para veriyor. Gizli hesaplarda Telekom’a ait 3 milyar dolar tespit ettik. Promosyonu da var bu işin” dedim. Fatura tahsilatı üzerinden alınacak promosyon miktarının 2 milyar doları bulacağını söyledim. “Onlar sizin olsun” dedi. “Ayrıca ihaleyi almanız halinde Harriri’nin konsorsiyumunda yüzde 50 ortaklığımız olmalı” dedim. Kabul ettiler. “Burası (Telekom) altın yumurtlayan tavuk” dedim. Hiç tartışmadan “tamam” dedi. Hikmetyar Harrari’ye de gerekli talimatı verdi. İhaleden sonra gizli bir anlaşma yapacağız.
MALİYE BAKANI: Hayırlı olsun artık bu ülkenin ipleri elimizde desenize sayın Başbakan!
BAŞBAKAN: Şimdi ihaleden sonrasını planlamak lazım. İhaleyi kesin Harriri yani Saudi Oger alacak. Nasıl olsa Danıştay’a dava açılacak. İşin bu kısmını sayın Adalet Bakanı çözebilir mi konuşmak lazım.
MALİYE BAKANI: Ne gerek var? Şimdi Adalet Bakanı’nın burnunu büyütüp pastadan pay sahibi yapmayalıyım. Adalet Bakanı’ndan bir şey istersek, ona da bir şey vermemiz gerekir. Durduk yerde piyango vurmasın Adalet Bakanı’na da. Onun yerine Danıştay’dakileri kriz tehdidi ile korkuturuz. İhalenin iptalinin ülkeyi, ekonomik krize sokacağını söyler bunun propagandasını yaparız.
ULAŞTIRMA BAKANI: Bize mutlaka iş düşer. Biz de ihalenin iptalinin ülkeyi ekonomik krize sokacağını vurgu yaparız.
BAŞBAKAN: Niye krize soksun. İhaleyi en kısa zamanda tekrar ederiz. Harriri ailesi, “15 milyar dolara çıksa da alırız” diyor.
MALİYE BAKANI: Ne gerek var sayın Başbakan. İşi uzatmayalım. Kriz tehdidi ile bürokrasiye istediğimizi yaptırırız. Bence Hikmetyar’dan bürokrasiyi, hakimleri elde etmek için bir miktar para isteyelim. “Medyayı, iş dünyasını susturmak için bir fon oluşturuyoruz, katkıda bulunun” diyebiliriz.
BAŞBAKAN: Bunda engel yok istenebilir.
MALİYE BAKANI: Başka özelleştirmelere, başka projelere de bunlarla girsek olur mu?
BAŞBAKAN: Valla sayın Maliye Bakanım, senden şüpheleniyorum, senin istihbarat servisin var galiba. Hani şu uzun zamandır uğraştığımız “G...port Projeleri” var ya onlar için de destek alıyoruz Hikmetyar’dan.
MALİYE BAKANI: Artık ne Silahlı Kuvvetler’den ne de adaşım olan bu ülkenin kurucusundan korkarız. Sayın Başbakan, başkanlık, cumhurbaşkanlığı, genelkurmay başkanlığı hepsi senin artık. İstersen tüm işadamlarını, onların derneklerini bir anda hizaya getirirsin.
BAŞBAKAN: Dur Maliye Bakanım, sen oyuna bak şimdi. İyi dinle. “G...port” işine siyasete geri dönmeye hazırlanan eski Başbakan’ı yeğeni üzerinden bulaştırdık. Başbakanlık hayali kuran Başkent Belediye Başkanı da danışmanı ile bu işe bulaştı. Bizim eski Turizm Bakanı, taze genel başkan ise bu projeye güvenerek ülkenin en büyük şehrinin Belediye Başkanlığı’na aday olacaktı. O da “.G...port Projesi” ile lekeli durumda. Yani bize kolay kolay yıkıcı muhalefet yapamaz. Zaten onunla “danışıklı muhalefet” üzerine anlaştık. Parti daha çok kan kaybetmesin diye gazı olan milletvekillerini oraya gönderiyoruz. Ülkenin en büyük medya imparatoru da “G...port”a güvenerek Hilton’u aldı. Artık o bizi ısıramaz. Diğer büyük medya patronu ise TMSF ile elimizde. O da ses çıkaramaz. Sami Ofer’le de anlaştık. O sadece paravan. “G...port Projesi”ni biz yapacağız. Para Hikmetyar’dan. O da bizden bir şey istemiyor. Başkent Belediye Başkanı’nı da işe ortak ettik ki, o da bürokrasiyi ve yargıyı kendi yöntemleri ile satın alıp sustursun.

HERKES KONTROL ALTINDA

MALİYE BAKANI: Bir taşla kırk kuş! Çok güzel valla heyecanlandım sayın Başbakan. Demek, Ulaştırma Bakanı’mızın bahsettiği bomba buydu!
ULAŞTIRMA BAKANI: Daha ne bombalar var?
BAŞBAKAN: Daha bitmedi. Önce Telekom’u çok yüksek fiyatla özelleştireceğiz. Sonra TÜPRAŞ’ı da çok yüksek fiyattan özelleştireceğiz. Arada “G...port”u da çok astronomik bir rakamdan çakacağız. Fiyatlar çok yüksek olunca kimse şüphelenmeyecek.
MALİYE BAKANI: TÜPRAŞ’ı ne yapıyoruz sayın Başbakan? Başdanışmanınız, Abdullah’la anlaşmasını yaptı. TÜPRAŞ’ı Shell alacak. Bunun karşılığında da, İngilizler, AB ile müzakerelerin başlamasını sağlayacak.
MALİYE BAKANI: Bu kadar kolay olacak mı? Şu Ofer’e sattığımız hisseler TÜPRAŞ’la açığa çıkarsa bizi hırpalarlar.
BAŞBAKAN: Kim hırpalayacak? Kendini İmparator zanneden medya patronu avucumuzda. Diğer medya patronu da avucumuzda. İstihbaratlar avucumuzda, Silahlı Kuvvetler avucumuzda. Kimse bir şey yapamaz. Hem Ofer hadisesine eski Başbakan da karıştı. Ofer’e hisseleri Global sattı. Eski Başbakan, Medya İptaratoru’nu susturur.
BAŞBAKAN: Sayın Maliye Bakanım, en az on sene daha bakansın.
MALİYE BAKANI: Valla sayın Başbakan, anasını ağlatmışız ortalığın. Herkes kontrol altında desene.
BAŞBAKAN: Daha sürprizler var bekleyin.
(...........)
Ve...
Son olarak...
İşte açıkça buradan soruyorum:
Bu Başbakan hangi ülkenin Başbakanı?!
Bu Bakanlar, hangi ülkenin Bakanları?!
Bu ülke hangi ülke?!
Bakalım Türkiye’nin “en millici”, “en cesur” ve “en demokrat” kalemi Emin Çölaşan, bu soruların cevabını bulabilecek mi?!
Eğer doğru cevapları bulursa, köşesinde yazabilecek mi?!
Eğer doğru cevabı bulamazsa, Yargı’daki görevli tanıdıklarından, “minik kuşlar”ından yardım isteyebilir.
Yoksa rahmetli Aziz Nesin, bu tür sorulara cevap vermek istemeyen yazarlar hakkında ne der, biliyor musunuz?!
Onun için bu soruların muhakkak cevaplarını bulması şart!

Sevgiler
Hayrullah Mahmud
23 Aralık 2005


***

ÇİZME FETİŞİSTLERİ YA DA ERDOĞAN’IN SANSÜRLETTİĞİ, SESAR’IN İNTERNET SİTESİNDEKİ İDDİALARI, “BU YAZILANLAR DOĞRU MU SAYIN BAŞBAKAN?” DİYE SORACAK “DEMOKRASİ AŞIĞI” GAZETECİ-YAZARLAR ARANIYOR?!

Çizme fetişistleri?!

Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938'de, Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumar.
De Gaule, açılan “Onur Defteri”ne şu satırları yazar:
“Atatürk, yaşama veda ede­bilirdi; çünkü, ışık parlamakta, meşale yanmakta ve ülke he­define doğru ilerlemekteydi!”
Peki ya, “2005 Türkiyesi”nde, bu söz geçerliliğini koruyor mu?!
Sanmam!..
Neden mi?!
Anlatayım:
28 Şubat travmasından sonra, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ağır kuşatmasını yaşadı.
Atatürk Türkiyesi’ne, Soros’un devlet yıkan “sivil toplum çalışmaları”nın bir uzantısı olarak “suikast” düzenlendi.
Göz göre göre yıkılmak istendi!
Ankara’ya “iliştirilmiş” bir kısım sivil-asker, bu amaçla önce Türk askerinin kafasına çuval geçirtti, ardından da “Türk milletinin başına çorap örmeye” niyetlendi!
Bir avuç faninin bu hizmeti ise boyunlarına asılan “üstün hizmet madalyaları” ile taçlandırıldı.
Ama...
Sıcak geçen 2005 yaz sürecinde, Türkiye’nin üzerine atılmak istenen ağ, liğme liğme edildi.
Birçok kişinin askeri bir darbe beklediği ya da tahrikçiliği yaptığı bir dönemde, Türk Devleti demokrasi hedefinden sapmadı.
Sapmak isteyenlere de imkan vermedi.
Şimdi ise her anlamda köşeye sıkışan Erdoğan ve ekibi “Alternatifimiz yok” söylemini seslendiriyor!

SESAR’A SANSÜR

Oysa...
AKP Hükümeti’nin, SESAR’ın internet sitesinde yayınlanan ve Türk Telekom’un özelleştirilme sürecinde Başbakan Erdoğan ve iki bakanı arasında geçtiği anlaşılan “ahlaksız diyalog”lara verdiği cevap ortada!
Başbakan Erdoğan, “Bu yazılanlar külliyen yalandır” demek yerine, Abdülhamit kafasının bir ürünü olan “sansür”e başvurmayı tercih etti!..
Böylece tüm “baskıcı yönetim”ler gibi kendi iplerini kendi elleri ile çekip, “Hukuk”en de “Siyaset”en de “butlan” hale geldi.
Halbuki SESAR, hiçbir hakarete cevaz vermeden, nazik bir üslupla “Bu sözler doğru mu sayın Başbakan?” diye soruyordu.
Verilen cevap ortada!
Sansür!
Orhan Pamuk için ayağa kalkan demokrasi savunucusu, “iliştirilmiş aydın”lar ise suskun!
Her nedense hiçbirinin aklından, “Sayın Başbakan, SESAR’ın sitesinde hakkınızda yayınlanan bir yazıya cevap yollamak yerine neden sansür yöntemine başvurdunuz” diye sormak geçmiyor.
Malesefki, Apo’nun, O. Pamuk’un hakkını savunacak kadar “cesur” olanlar, ne var ki, bu basit soruyu sormaktan acizler.
Bu arada Başbakan Erdoğan, “Hayır bu konuşmalar yalan” demek yerine “susturmayı” tercih ediyor.
Yani...
AKP Eş Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan dolaylı yoldan, SESAR’ın internet sitesinde (http://www.sesar.com.tr) yayınlanan ve Türk Telekom’un özelleştirme sürecinde yapılan “ahlaksızca pazarlığı” doğrulamış oluyor.
Türkiye’nin “Hür demokrasi”den yana tercihini yapmış “hür medyası” ise bu konuda gene “üç maymun”u oynuyor.
Görmedim!
Duymadım!
Söylemedim!
Demeyi tercih ediyor.
Oysa, sorulacak soru çok basit:
“Sayın Başbakan, SESAR’ın internet sitesinde yayınlanan, Türk Telekom’un satış süreci ile ilgili şahsınızı da içine alan iddialar doğru mu?!”
Hepsi bu kadar!
Gazeteci Ufuk Güldemir’in literatüre soktuğu yeni deyimle söylüyorum; demokrasi adına, Başbakan’a bu soruyu soracak “topları sağlam” bir gazeteci aranıyor!
Benimkiler yerinde, o yüzden uzunca bir zamandır soruyorum.
Benim gibi Uzan Medyası’nda çalışmaktan sabıkalı olmayan, “gerçek demokrat”, Emin Çölaşan gibi cesur, Kuvva-i Milliyeci gazetecilerin de bu basit soruyu Erdoğan’a sormasını istiyorum.
Bu satırlardan da anlaşıldığı gibi Erdoğan alternatifsiz değil!
Sahte Kuvva-i Milliyeci ve sahte demokratların sayesinde iktidarda duruyor!
Benim nazarımda “Bir soruluk saltanatı” var!
Sadece elindeki 5020 sayılı yasanın gücü ile kendini Türkiye’nin “Ali kıran, başkeseni” ilan etmiş.
Hepsi ve daha ötesi bu!
Unutulmamalı ki, her Firavun’un bir Musa’sı olduğu gibi her Nemrud’un da bir sineği vardır.
Önemle hatırlatırım!

REJİMİ SABOTE ETMEK

Öte yandan...
Gecekonduda oturuyorken, sponsorla çocuk okutup, Boğaz kıyısında beş villa sahibi olmayı başaran, “sansürcü” Başbakan Erdoğan’ın “Alternatifimiz yok” sözlerine gelince!..
Bu anlamda zaman tünelinden birkaç enstantane yansıtayım...
Cumhurbaşkanı Ce­lal Bayar, kurucusu olduğu partinin amblemi olan tutamak yeri “DP” harflerinden oluşan bir baston taşırdı!
Tarafsızlığı işte bu kadardı.
İsmet İnönü başkanlığındaki Anamuhalefet Partisi CHP'yi kastederek "İdam sehpaları kuracağız" diyordu.
İnönü'nün cevabıysa “İdam sehpaları bir kere kurulursa kimlerin sallanacağı belli olmaz” şeklindeydi.
Celal Bayar, İnönü ve başında bulunduğu CHP'yi suçluyordu:
"Rejimi sabote ediyorsunuz. Güney Kore'deki gibi ihtilal olsun diye çalışıyorsunuz!"
İnönü yanıtlıyordu:
"Türk milleti, Kore milletinden daha aşağı de­ğildir. Şartlar olgunlaşırsa, ihtilal de mubah ha­le gelir!"
Yani asker üzerinden siyaset yapma ve devlet gücünü kişisel iktidar için kullanmanın tarihi de tarifi de yeni değildir!
Nitekim...
Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'in de söylediği, "12 Eylül öncesinde müdahale için kapı aşındıran siviller olduğu gibi, şimdi de aynı şekilde kapı aşındıranlar olabilir" sözleri de hala hafızalardadır.
Başkent Ankara’da, her dönemde olduğu gibi 28 Şubat öncesi ve 1960'lı yıl­ların başında da siyaset sahnesinde, kafalarının içini sivilleştirememiş “İttihat Terakki” kalıntıları kol geziyordu!
Ama ya 2000’lerin Türkiyesi’nde?!
Bu defa adres değişmiş gözüküyor!
Darbe isteyenler, İttihat Terakki kalıntılarından ziyade, “Siyasal İslamcı”lar!
Malesefki, AKP yönetiminden etkili ve yetkili konumda olup “AK’çeli Parti” olmanın ve de “AK’babalar gibi özelleştirmenin” hesabını, Yüce Divan’da vermemek için, askeri yönetime müdahale etmeye zorlayan bazı yöneticiler var!
Evet yanlış duymadınız!
AKP yöneticileri içinde TSK’yı “darbe” yapması için kışkırtanlar var.
Bu anlamda bir kısım “iliştirilmiş aydın” ve bir kısım Türk medyası üzerinden yürütülen çok ciddi bir “psikolojik harekat” var!

REJİMİN SİNDİRİM SİSTEMİ

Ki...
Geçmişte “Çizme giyen”lerden çok, çizmeye özenen seçkin siviller, en ufak fırtınada, "nasıl olsa asker gelip duruma el koyacak, iyisi mi önceden davranıp bir davetiye de ben çıkartayım" diye düşünürlerdi.
Ara rejim dönemlerinin bu “değişmez gözde­ler”i her dem tazeliklerini korurlardı.
İçlerinde yaşlarını başlarını almış tek parti dö­nemi yüksek bürokratlarından tutun da, üniversite öğretim üyesine, sermaye sahibine, gazete sahibi­ne ve hatta başyazarına kadar nice “çizme fetişisti”, hep böylesi dönemlerde ortaya çıkardı.
Örneğin...
22 Şubat 1962'de emekliye ayrılan Talat Aydemir'in Harp Okulu'ndaki Alay Komuta­nı Turgut Alpagut'un açıklamalarına göre, 22 Şubat'tan sonra kendileriyle konuşmak için birçok etkili kişi sıraya girmişti.
Bu isim listesine, o sırada İnönü'ye kızgın olan Nihat Erim de dahildir!..
İşadamları siyasetçiler de...
Hatta, anıların kayıtlı olduğu kitaplarda yazdığına göre CIA ajanları bile askerin kapısını aşındırmıştır!
Yakın siyasi tarihimizde, "emir komuta zinciri"ne uymayan sıra dışı protokoller yapılmış, belli adresler arasın­da mektuplar uçuşmuş ve tasarı aşamasından öte­ye gidemeyen “cuntacılık girişimleri” olmuştur.
2005 Türkiyesi için bunlar söylenebilir mi?
Sanmam!..
Ama “mülahazat hanesi”ni açık bıraka­rak, “mutemet” denilebilecek kaynaklardan aldığım bilgiler, yukarıda aktardığım türde girişimlerin bugün için de var olduğunu gösteriyor.
Görevini yapmayan, iktidarla danışıklı dövüşe giren kimi siyasilerin ve medyanın “üç maymun”u oynayan tavırlarının, geçmişten gelen alışkanlıkla “Asker yönetime el koysun ve iktidardan hesap sorsun” isteklerini tırmandırdığını düşünüyorum!
Daha önce yazdığım gibi bu defa öyle olmayacak!
Gerekirse Cumhurbaşkanı yetkilerini kullanacak ve TBMM’ye ihtiyacı olan oksijeni pompalayacak!
Türk Milleti’ne ihanet eden sivil askerler de Yüce Divan ve Divan-ı Harb’te hesap verecek!
Tüm bu tartışmalar yaşanırken, haki rengin hakim olduğu tepelere, yapılan onca provokasyona rağmen, iktidarın görmek istediği fotoğrafın ötesinde bir hava hakim!
Asker kışlasında, sivillerin Türkiye'nin geleceği için bir şeyler yapmasını, rejime sahip çıkmasını bekliyor.
Kamuoyuna verilen açık mesajlarda ve üst dü­zeyde yenilen yemeklerde, bu anlamda yapılan isteklere karşı hep aynı yaklaşım orta­ya konuluyor:
“Tıkanan rejimin emniyet supapları devreye girmesini beklemeden bir şeyler yapın. Bundan rejim büyük zarar görür!”

SAFRALARI ATMAK

Zira...
Unutulmamalı ki “Demokrasinin AKP’li yılları”nda her kesim “Demokratlık” sınavından geçiyor.
Densiz bir AB Parlamenteri’nin sözleri ya da suni gündem peşinde koşan bir AKP Milletvekili’nin TSK ile ilgili isteklerine, Genelkurmay yerine Türkiye’nin demokratlıktan dem vuran kalemleri cevap veremez mi?!
Bence verilebilir!
Verilmeli de!
TSK mensuplarına karşı yürütülen yıpratma kampanya ile karşı karşıya kalan Türk Ordusu, bu tür çapsız çıkışlara cevap verecek seviyeye düşürülmeli miydi?
Gerekli cevaplar, bundan böyle, Türk demokrasinin yılmaz bekçisi olan Parlamento içinden birbirinden değerli parlamenterler tarafından verilmeli!
2000’li yılların Türkiyesi’nde artık “Demokrat”lık adına, “Demokrasi” adına, "Askeri savunmak bize mi kaldı?" diye, herhangi bir komplekse girmenin de bir anlamı olmadığını düşünüyorum!
Hele Soros’un “Türkiye’nin ihraç edilebilir tek değeri” diye tanımladığı ve CIA, NATO, İsrail Genelkurmay Başkanları’nın Ankara’ya kadar gelip, TSK’dan, “İran ricası”nda bulundukları bir dönemde, bence her türlü övgüyü hak ediyor?!
Görevini eksik ya da yanlış yapan birkaç Paşa’yı bir yana bırakacak olursak, Türk Ordusu, Türkiye’yi kuran Ordu’dur! Bu milletin ordusudur!
“Demokrasi”yi, Atatürk Türkiyesi’ni savunma görevi ise tüm Türkiye’nin, tüm aydınların görevi! Irak’ta, ABD ve İngiliz askerlerinin yaptığı vahşeti görmezden gelen tüm “aydınlar”ımıza önemle hatırlatırım!
Tavır net olmalı!
Bilmeyenler için o tavırların ne olması gerektiği­ni, İsmet İnönü, 12 Mart döneminde, CHP Genel Sekreteri Ecevit'e şu sözlerle açıklıyordu:
"Demokrasiyi düşe kalka yürütüyoruz. Biz si­yasiler kaideleri bozuyoruz, restorasyonu ordu­ya düşüyor. Biz bozdukça, bu böyle sürüp gide­cektir. Restorasyon hep orduya düşecektir ve restorasyon arası devirler daima var olacaktır."
7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ise tarihe İsmet İnönü’nün sözlerine devam olabilecek şu öğüdü not düşüyordu:
"Esasen Türkiye, bu gibi kriz dönemlerinde seçime gidebilmeyi öğrenmiş olsaydı, belki de müdahalelere gerek kalmadan problemler halle­dilebilirdi. Halbuki, Batı ülkelerinde bizdeki krizli durumlardan çok daha hafif durumlarda rahatlıkla erken seçime gidilebiliyor ve böylece halk iktidardan veya koalisyondan memnun mudur, yoksa iktidar değişikliği mi istiyor, bunu rahatlıkla ortaya koyabiliyor. Bizde bu ne za­man yerleşecek bilemiyorum!"
Ve...
Son olarak...
Bu bakımdan, 28 Şubat’ın bir kısım “iliştirilmiş mağdur”unun "çizme fetişistliği" ile suçladığı kesimin... Bizden, yani Erdoğan’ı yanlışlarından dolayı eleştirenlerden ziyade!.. Dikkatle bakacak olurlarsa, destek verdikleri AKP yönetimi içinden, bazı isimlerin “Çizme fetişistliği” yaptığını görecekler!
Yazımın girişine aldığım De Gaulle'ün sözlerine gelince!
Birtakım çürük elmalar bir yana, Türkiye, umutlu yarınları yeşertebi­lecek, yanlış yapan Başbakan’lara, SESAR’ın internet sitesinde yer alan iddialarla ilgili, basit soruları soracak kadar insan kaynağına da sahiptir!
Görünen o ki, Başkent Ankara'da yürütülen üst düzey­de temaslar, o emniyet supapları faaliyete geçme­den, rejimin aradığı temiz havayı sağlayacağını gösteriyor.
“Rejimin sindirim sistemi”, kendini “alternatifsiz” sanan “posa”larını atmaya ha­zırlanıyor.
2006’da Bush’suz ve Erdoğan’sız bir Türkiye’ye hazır olun!

Sevgiler
Hayrullah Mahmud
27 Aralık 2005


***

UZAN “ZENGİN”Dİ, SİYASETE ATILDI “TAYYİP” OLDU; ERDOĞAN “FAKİR”Dİ, BAŞBAKANLIĞA TAŞINDI, “UZAN” OLDU?!

Diş kirası?!

Başkent Ankara’dan son “İMAM” vak’ası!..
AKP kulislerinden aynen aktarıyorum:
Başbakan Erdoğan’a parmakları kadar yakın bir danışmanı anlatıyor:
“Schröder’e, Başbakan ile aynı fotoğraf karesinde ‘iftar açması’ için ödediğimiz ‘diş kirası’ 3 milyon dolar. Biraz pahalı oldu ama değerdi.”
Erdoğan’ın “icraat” üretmek yerine, “iç tüketime dönük” sadece yabancı devlet adamları ile yanyana sırıtırken “medyatik pozlar” verme sevdasının Türkiye’ye faturası ortada!
Oysa…
Bu anlayış “Üçüncü Dünya Devletleri”nden kalma bir uygulama.
Genelde sömürülen ülkelerin Başbakanları, sömüren ülke yönetimleri ile aynı fotoğraf karesi içine girmeye özen gösterirler. Finans çevrelerine, “Patronla ilişkiler sağlam, arkam sağlam” diye verilmeye çalışılan mesajlardır bunlar.
Eskiden bizim basında da benzer bir hastalık vardı.
Haldun Simavi’nin patronluğunu, Rahmi Turan’ın yönetmenliğini yaptığı sayfalarda, muhabirler yabancı yıldızlarla “sanki sevgiliymiş” gibi pozlar verip, “Türk erkeği harika!” diye fotoğraf çektirirlerdi.
Şimdi bu moda, Erdoğan iktidarında bir farkla; “siyasette” devam ediyor. 1970’li yıllarda Erdoğan gazetecilik yapıyor olsaydı, bu yönü ile Rahmi Turan’ın çok işine yarardı.
İşin iç yüzünü bilmesek, biz de bazı saf AKP’liler gibi, ABD ve AB liderleri, Başbakan Erdoğan ile fotoğraf çektirmek için birbirlerini eziyor zannedeceğiz.
Ama durum farklı!
Görüldüğü üzere “Diş kirası”nı almayan, Erdoğan’ın yüzüne bakmıyor.
Bakalım dünün “Kasımpaşalı” bugünün “Brükselli” Başbakanı Tayyip’in “fotoğraf macerası” nerede, nasıl son bulacak?!

TÜCCAR BAŞBAKAN

Bu arada, her gün yeni bir “kabahat dosyası” ile kamuoyunun gündemine gelmeyi başaran bir Başbakanı, “bazı”ları hukuk devletinin kurallarının dışına taşarak korumaya çalışıyor.
Şöyle ki:
Güvenlik bürokrasisinden “bazı”ları, üzerlerine vazife olmadığı halde, sanki “Tayyip Güvenlik Teşkilatı”nın üyeleriymişçesine, “kişiye özel” araştırma yapma cürretini kendilerinde bulabiliyorlar.
Gerekçeleri de şu; “Sayın Başbakanımızın, aleyhine yazı yazıyorlar!”
Söyler misiniz Allahaşkına, böyle bir “icraat karnesi” olan bir Başbakan hakkında yazı yazmayacaktık da, kim hakkında yazacaktık?!
“Bırakalım satsın, bırakalım bölsün, bırakalım kul hakkı yesin!” mi diyecektik.
Ne zamandan beri “Yanlış yapan bir Başbakanı eleştirmek suç oldu?!”
Başbakan Erdoğan’ın “hoşuna gitmeyen satırlar” yazdığımız için, doğum yerimizden tutun da “bu adamı kim tanıyor”a dek varan, yedi sülalemizi tarayan “detaylı” bir araştırma yapıyorlar.
Allaha şükür verilemeyecek bir hesabımız yok.
Çiğ yemedik ki karnımız ağrısın!
Çünkü adımız; Recep Tayyip Erdoğan değil!
Yalan yazmıyor, iftira atmıyoruz.
Ne yazıyorsak, bu milletin menfaati adına yazıyoruz.
Öküzün altında buzağı aramak isteyen buyursun arasın!
Yalnız!..
Yeri gelmişken, altını çizmeden geçemeyeceğim…
AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın “kirli icraatlarını” örtmek, üzerlerine vazife olmadığı halde “sevenlerimize gözdağı vermek” amacıyla, operasyon yapan bazı güvenlik bürokrasisi mensuplarına da önemle hatırlatmak isterim:
Erdoğan, Yüce Divan’a gönderildiğinde, ben de sizler hakkında, Başbakan’ın kabahatlerine “yardım ve yataklık”tan dava açılmasını isteyeceğim.
Çünkü tuttuğunuz yol, bu ülkenin geleceği adına “emniyet”li bir yol değil!
Hatta, “çete kurup, devleti yıkma teşebbüsüne ortak olduğunuz gerekçesi” ile görevlerinizden azledilmelerinizi de teklif edeceğim.
Hülasa; bu defa “yapanın” da “yaptıranın” da “seyredenin” de yanına kar kalmayacak.
Türk milletinin değil, Erdoğan’ın “özel güvenlik teşkilatı”ymış gibi çalışan, adı bende isim isim saklı, bürokratlarla, o gün geldiğinde şahsen ilgileneceğim.
Unutulmamalı ki, “rüşvet”, “vatana ihanet”, “gasp” gibi suçlara karışan kim olursa olsun hesap sorulur.
Geçmişte de hesap sorulmuştu, bugün de hesap soruluyor, yarın da hesap sorulacak!
Atatürk Türkiyesi adına “asli görevlerini unutanlara” önemle hatırlatırım.

MİLYAR DOLARLIK BAŞBAKAN?!

Ki…
2000’li yılların Ankara’sı, 1900’lerin İstanbul’unu aratmıyor!
2005’in Ankara’sında, okullardan “Nutuk”u uzaklaştıran, Peygamberimiz Hz Muhammed’in sakalını ayağına getirtip, havaalanında bir Arap Şeyhi’ne vermek üzereyken suçüstü yakalanan “tüccar” bir Başbakan var.
Ne almasının ne de vermesinin ölçüsü var!
Özelleştirmelerde “yabancı sermaye getiriyorum” diye Türkiye’yi, “Yahudi sermayesi”ne mahkum etmek isteyen bir siyasi anlayış var.
2005’in Ankara’sında, “Domuz eti” ve “içki” konusunda çok hassas ama iş “kul hakkı yeme”ye geldiğinde, bunda hiçbir sakınca görmeyen bir Başbakan var.
Osmanlı’nın “Makarrı”sında olduğu gibi Türkiye’nin “Başkenti”nde de bugün “Avrupalı olacağız” diye vatanı, bölünme, parçalanma noktasına getiren bir Hükümet var.
Böyle bir Başbakan’dan biz hesap sormazsak, muhakkak tarih, o hesabı bizden sorar.
Nasılsa işin içine “kul hakkı” da girdiği için, Allah (cc) da günü gelince, Erdoğan’dan hesap sorar.
Öte yandan…
Daha düne kadar Erdoğan, “kaçak binada otururup, çocuklarını yurtdışında sponsorla okuttuğunu” iddia etmiyor muydu?!
O zaman sormazlar mı Erdoğan’a; “Sayın Başbakan, olmayan hangi paranızla ya da hangi sponsorların desteği ile maaile oturmak için 5 villa satın aldınız?! Türkiye’nin ve dünyanın en zengin isimleri arasında yer alan Kemal Uzan, oğlu siyasete girdikten sonra tüm malvarlığını kaybetti. Şimdi ‘kaçak’ hayatı yaşıyor. Siz nasıl oldu da, bir anda Başbakan maaşı ile ‘ultra zenginler ligi’ne yükselebildiniz; açıklar mısınız?!”
İnancım o ki, siyasi tarih “Türkiye” parantezinde, 2000’li yıllara şöylesi bir not düşecek:
Cem Cengiz Uzan, varlıklı bir ailenin oğluydu. Yatları, uçakları, katları, medyası, çimento fabrikaları, enerji ve GSM şirketleri vardı.
Siyasete atıldıktan sonra tüm “var”larını kaybetti!
Siyaset Uzanlar’ı bitirdi, fakirleştirdi!
Erdoğan Ailesi’ni ise topyekun zenginleştirip “Uzan”laştırdı!
Recep Tayyip Erdoğan, siyasete atıldığında beş parasızdı.
İstanbul Belediye Başkanlığı görevinden sonra, Türkiye’ye “Başbakan” olmaya karar verdiğinde, Rahmi Koç’un ifadesi ile cebinde “1 milyar doları” vardı.
Uzanlar, Erdoğan iktidarında “Tayyip”leşip fakirleşirken, Erdoğan, AKP iktidarında, hızla “Uzan”laşıp, zenginleşti.
Başbakanlığının ilk günlerinde, çocuklarını, “ABD’de nasıl okuttuğunu” soran meslektaşlarıma “Sponsorla” cevabını veriyordu.
“İmar izni olmayan”, kaçak bir konutta yaşıyordu.
Şimdi ise “maaile oturmak için”, Boğaz sırtlarında 5 villa satın alabiliyor.
Yaz tatilini artık, Uzanlar gibi “yat”ında geçirebiliyor.
(Yat üzerine bazı Paşalar’la yaptığı çok derin sohbeti, şimdilik buraya almıyorum.)
Perde arkasından, bazı yabancı girişimciler üzerinden medya sahibi (star) olma hırsı ise hala devam ediyor. Yakın çevresi, “Kanada üzerinden olmadı, Almanya üzerinden şansımızı deneyelim” diyor.
Ülker Bayi olmak, insanı bir anda “Uzan” kadar zengin yapmaya yetiyorsa, söylenebilecek pek fazla bir şey yok!..

TAYYİP&MARKOS

Ama…
“Uzan kadar zengin olmaya özenen” Erdoğan Ailesi bilmeli ki, “an gelir”, şu an olduğu gibi rüzgar tersine döner.
Ülker’in, Erdoğan iktidarı sırasında “ne kazandığı”, Erdoğan’a “ne kazandırdığı” da mercek altına alınır. Belki alınmıştır da!..
Yine bir başka “an gelir” maske düşer, büyük sponsorun (Ramsey) perde arkasındaki “gerçek yüzü” beliriverir.
Erdoğan Ailesi “Uzan kadar zengin oldum” sanırken, bir de bakarlar ki “Markos’vari” bir fotoğraf karesinin içine oturuvermişler.
Ve neticede, o anlardan, “en korkulan an” gelir:
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Erdil Paşa gibi bir anda “maaile mahkemeye taşınıp”, Yargı önünde “mevcut servetleri”nin hesabını veririken bulabilirler kendilerini.
Paşa için “Bilirkişi raporu”nda, “Bu maaşla, Etiler’de daire olmaz” diye yazıyor.
Ben de, star’dan, sizin talimatınızla “hukuksuz”ca gönderilmiş bir gazeteci olarak diyorum ki; “Sayın Başbakan, görünen ve görünmeyen servetinizi ne Ülker Bayiliği ne çocuklarınızın düğününde toplanan paralar ne de Başbakanlık maaşı ile açıklayamazsınız!”
Özetle, “Bu kadar kısa sürede, bu kadar para ile bu kadar servet olmaz!”
Onun için geç de olsa size tavsiyem; gelin Uzan Ailesi’ne özenmekten vazgeçin. Yoksa önümüzdeki günlerde ödenecek “diş kirası” sayısı o kadar artacak ki, çektiğiniz bunca zahmete değmeyecek.
Sonsöz: Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!..

Hayrullah Mahmud
21 Ekim 2004


***

HİTLER & HUMEYNİ’DEN TAYYİP’E UZANAN ÇİZGİ YA DA AVANAK DEMOKRATLAR?!

Hitler’den Tayyip’e?!

William Carr, “Hitler” kitabında şöyle der:
“Almanya felaketinin nedeni, sadece Hitler'in yaptıkları değil, bizim de bir Hitler yaratışımızdı. Hitler, Alman halkının, kendi kaderinin tek hakimi yaptığı ve kaderini, kendi isteğiyle ellerine teslim ettiği adamın adıdır!”
CHP lideri Deniz Baykal da, devrim şehidi Kubilay’ın, Menemen’deki 75’nci ölüm yıldönümü etkinliklerine katılmak için İzmir’e giderken; uçakta, gazetecilere, şu hatırlatmayı yapma ihtiyacı hissediyor:
“İran’da, Humeyni iktidara gelirken, komünistlerle İslami güçler arasında demokrasi, insan hakları ve özgürlükler temelinde bir birliktelik vardı. İran’da da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi liberallerin desteğini almıştı Humeyni. Tıpkı II’nci Cumhuriyetçilerin, liberallerin çeşitli gerekçelerle AKP’yi desteklemeleri gibi!..”
Nitekim...
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bir hayli hararetli geçen “bütçe görüşmeleri” sırasında, Meclis kürsüsünden Başbakan Erdoğan’a bu anlamda şöyle sesleniyordu:
“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol! Başbakan hangi Başbakan? ‘Anıtkabir’de sap gibi duruyorlar’, diyen mi, Hikmetyar’ın önünde diz çöken mi, Anıtkabir’de saygı duruşunda bulunan mı?”
Erdoğan ise Baykal’ın bu sorusuna şu cevabı veriyordu:
“Bu olay 1986’nın olayı. O zaman onların verdiği mücadeleyi herkes alkışlıyordu. Şimdi farklı bir safha geçti. Şimdi o safta, desteklemiyorum. Değiştim, değişerek geliştim!”
İşte bu anlamda zaman tünelinden birkaç flu kare...
Erdoğan’ın “değişerek gelişme”sini yansıtan, “kendi sesi”nden birkaç düşünce fotoğrafı:

BUKELEMUN SİYASET

“Elhamdülillah şeriatçıyız!” (21.11.1994, Milliyet)
“Yılbaşına karşıyım!” (19. 12. 1994, Sabah)
“Ben tekkeye değil dergaha gittim!” (22.01.1997, Gözcü)
“Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok!” (12.05.1994, Hürriyet)
“10 Kasım’da yaygara kopartıldı!” (14.11.1994, Hürriyet)
“İçki yasaklansın!” (1.05.1996, Hürriyet)
“İstanbul’u Medine yapacağız!” (Akis)
“Bütün okullar İmam Hatip yapılacak!” (17.09.1994, Cumhuriyet)
“Ben İstanbul’un İmam’ıyım!” (8.01.1995, Hürriyet)
“Milli Piyango zulümdür!” (29.09.1994)
(.............)
Erdoğan’ın izinden gittiği belli olan Hitler ise “Kavgam” adlı eserinde şöyle der:
“Ekseriyet hiçbir zaman bir şahsın yerine kaim olamaz. Ekseriyet ahmakları olduğu kadar alçakları da temsil eder. Saman dolu yüz kafa, nasıl ki hiçbir zaman bir akıllı kişiye eşit olamazsa, yüz korkak adamdan hiçbir vakit kahramanca bir karar beklenemez. Devlet bir gaye değil, bir vasıtadır!”
Erdoğan’ın da benzer sözleri vardır.
“Demokrasi amaç değil araçtır” der.
Bu tarz düşünceler ileri süren Hitler de, Erdoğan gibi sandıktan çıkmıştır.
Partisi, kendisine Başbakanlık yolunu açan, 6 Kasım 1932 seçimlerinde, yüzde 33.1 oy almıştı! Ancak, alınan bu oylar, halkın çoğunluğunu temsil etmiyordu.
Önce, General von Scheicher, Başbakanlığa getirildi.
Başarılı olamadığı için bir başka partinin desteğini alan Hitler, 30 Ocak 1933'te Cumhurbaşkanı Hinderburg tarafından Başbakanlık’a atandı
Bizde ise Erdoğan, Cem Cengiz Uzan’ın zamansız kurduğu GP’nin aldığı oy oranı ile Meclis’te neredeyse “mutlak iktidar”ı yakaladı.
Her “ihtilal” önce evlatlarını yermiş!
AKP merkezli “Anadolu İhtilali”nde de öyle oldu!
Erdoğan, Başbakanlık koltuğuna oturunca, ilk olarak Uzan İmparatorluğu’nu yerlebir etti.
Ardından da “5020 Sayılı Yasa”nın verdiği güçle, dümeni Atatürk Türkiyesi’ne doğru kırdı.
Yani...
GP’nin “bilinçsiz katkı”sı ile Erdoğan, halkın çoğunluğunun istemediği ve hatta nefret ettiği bir parti iken, seçim sistemimizin demokratik olmaması sayesinde, Anayasa’yı değiştirecek bir güç ile tek başına iktidar olmayı başarabildi.
Bu durumda, egemenliğin, kayıtsız şartsız Türk milletinde olduğunu iddia etmek mümkün mü?!
Ki...
1933 yılına gelinceye kadar Almanya'da kamuoyu, Nazi’lerin iktidarını normal karşılayacak biçimde hazırlanmıştı.
O günlerin Almanya’sında, Hasan Cemal gibi yazarların savunduğu yaygın düşünce şöyleydi:
“Madem demokrasi var; seçmen iradesine saygı göstermek şart! Bir kere de bu partiye şans verelim. Hitler değiştiğini söylüyor. Hem bu ülkede yasalar var, kurumlar var; hele hele ordu var!”

AVANAK DEMOKRATLAR

Oysa ki, totaliter bir rejim kurmak için “mutlak çoğunluğa” dahi gerek yok!
Almanya, İran ve Türkiye örneklerinde görüldüğü gibi halk ılık suda bıcı bıcı yapan kurbağalara dönüştürülmüşse, sistemi “gaflet uykusu”ndan uyandırmak bazen çok zor; hatta kimi zaman da imkansız!..
Hitler’in Propaganda Bakanı Göbels, günlüğüne bu anlamda şu notu düşmüştür:
“Sayıların ne önemi var? Devlette efendiler artık biziz!”
Günün moda deyimi ile “siyasetin fındık kurdu” ya da “politikanın fındıkkıranı”, modern zamanların Propoganda Bakanı Cüneyd Zapsu’nun da, AKP sandıktan fırladıktan sonra, “Türkiye artık bizden sorulur!” diye kamuoyuna vaz’ettiği, Göbels’inkine benzer sözleri vardır; dinleyende “Deja vu” yani “Ben bunu daha önce yaşamıştım” hissi uyandıran!..
Ve...
Son olarak...
Lenin, AKP iktidarından nemalanan “sözde aydın”lar için “Avanak demokratlar” tanımlamasını yapar.
Ardından da şöyle der:
“Bu tür tatlı su demokratlarını önce kullanın, işiniz bittikten sonra atarsınız!”
30 Aralık 2005 tarihli Sabah Gazetesi’nin manşetinden aynen yansıtıyorum:
Ali Kırca sordu: Cumhurbaşkanı olmayı düşünüyor musunuz?
Erdoğan cevap verdi: Gün ola harman ola!
Ve Erdoğan’ın yıllar öncesinden ifşa ettiği Köşk’e çıkmakla ilgili hayali:
“Cumhurbaşkanı’nın İmam Hatip’li olacağı günler yakındır!” (5.02.1996, Akit)
Üst üste binen bu sözler insanda, “Acaba, Erdoğan gerçek niyetini saklıyor mu?!” düşüncesini uyandırıyor.
Belki de, şu tarz bir yaklaşım daha doğru bir tanımlama olacaktır:
“Erdoğan önce niyetini söylüyor, sonra inkar ediyor, ardından niyetini gerçekleştirmek için avanak demokratların desteği ile hedefine doğru emin adımlarla ilerliyor!”
Nitekim, Almanya yıkıldığında, Hitler rejiminin iki numaralı adamı Göring, Nürenberg Savaş Suçları Mahkemesi'nde kendini şu kelimelerle savunuyordu:
“Biz halka gerçeği söylemiştik, sadece iktidara gelene kadar demokratik yollara başvuracağımızı açıklamıştık. Halk bizi bilerek seçti, bizi istedi. Bizi yargılayamazsınız!”
Erdoğan da ilerde benzer bir cümle kurarsa, tatlı su demokratları o zaman bu sözler için kendilerini nasıl savunacaklar?!
Bu bakımdan “Avanak demokrat” niyetine kullanılmak istenen, başta Ali Kırca olmak üzere, Atatürk Türkiyesi’nin kazanımları ile gününü gün eden herkese önemle hatırlatırım!
Dikkat!
Oturduğunuz dalı kesiyorsunuz!

Sevgiler
Hayrullah Mahmud
30 Aralık 2005


***

NOT: Star Gazetesi’nde bu anlamda yayınlanan bir yazımı da dikkatinize sunuyorum.

Son centilmen

'Orman kanunu nedeniyle Cumhurbaşkanı ile çatışacak deniyordu. O ise gayet güzel bir barış ilan etti. 'Ekim'e kadar Parlamento'yu açmıyoruz' dedi. Tayyip Bey, gerilimci değil. Neticede hedefine gidiyor, ama diyalog açıcı, gerilimi durdurucu bir yaklaşım içinde duruyor. Mesela uyum paketlerinde çok başarılı oldu.'
Bu sözler ayniyle vaki!..
Tayyip Erdoğan'ın akıl hocası Korkut Özal'a ait...
8 Eylül 2003, Pazartesi tarihli Radikal'de Neşe Düzel'le yaptığı söyleşide... Özal, Erdoğan'ın Türkiye'yi ele geçirme stratejisini farkında olmadan deşifre ediyor...

AÇIĞA DÜŞMEK

Bu anlamda bir başka fotoğraf:
'Yalnız, bir yerde hata yaptık. O da, büyük silah ve teçhizat alımının ardından teknik düzeyde eleman alımına gidildi. O silahların bakımını yapacak kadro alımı için çok yoğun bir talep oldu. O yüzden de önceden yaptığımız gibi, ciddi bir araştırma yapamadık. Alınan elemanlar, sıkı bir denetime tabi tutulamadı. Humeyni'nin eylemi başladığında, ordu yönetime el koyma kararı aldı; ama, ne tank, ne tüfek, ne de uçakları kullanabildi. Silah gücünün hemen hepsi, teknik düzeydeki adamlar tarafından iş görmez hale getirilmişti. Bu yüzden bizler de bir şey yapamadık.'
Bu sözler de ayniyle vaki!..
Aynen, Korkut Özal'ın söylediği türden...
İran'dan Türkiye'ye kaçan, üst düzeydeki bir komutan, adının yazılmaması kaydıyla, o dönem Yeni Asır'da çalışan arkadaşımız Erol Yaraş'a anlatmış...
O söyleşiyle ilgili olarak Yaraş bana, 'Komutan çok üzgündü, adının çıkması halinde adresinin saptanıp, öldürülmesinden endişe ediyordu' demişti.

ÇİÇEĞE BAKMAK

Nitekim...
Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 30 Ağustos Zafer Bayramı'nın 74. yıldönümü münasebetiyle verdiği resepsiyonda, SABAH'ta manşet olan, yukarıya aldığım sözlere paralel şu anısını aktarmıştı:
'Bana öyle şeyler anlattılar ki, dayanamayıp sordum:
'Peki, siz hiç böyle bir irticai gelişmenin farkında olmadınız mı?'
İranlı komutan şu cevabı verdi:
'Sayın general, devamlı bir çiçeğe bakarsanız, o çiçeğin büyüdüğünü göremezsiniz. Örneğin, bir gülün nasıl açtığını bile fark edemezsiniz. İşte bizde de öyle oldu.'
Bu sözlerine karşılık susmak istedim; ancak, üsteleyince sordum:
'Peki, hiç mi kavrayamadınız, algılayamadınız?'
Bu kez şöyle bir cevap verdi:
'Biz onların, her gün hiç farkettirmeden, ama yavaş yavaş, santim santim, sanki yeni bir şey olmuş gibi getirip ortaya koydukları dini şeyleri, halkımızın temiz duyguları diye düşündük. Sonuçta böylesine bir durumla karşılaşacağımızı hiç tahmin edemedik. Ama baktık ki, her geçen gün halkımızın temiz duygularından kaynaklandığını zannettiğimiz dini ve masum istekler gibi görünen şeyler, irticanın ta kendisiymiş.'
Komutan böyle tarif edince, 'Demek ki, siz görevinizi yapmamışsınız' dedim. Ardından da sordum; 'Peki, farkettiğinizde, yani Humeyni için Tahran'da 500 bin kişiyle miting yapılmaya başlandığında da mı farketmediniz?'
Komutanın verdiği o cevap, hiçbir zaman kulaklarımdan silinmedi.
Bana şöyle dedi:
'Sayın general farkettik... Farkettik ama iş işten geçmişti'...'

O KAFA

Bu sözler, 'Atatürk Türkiyesi'nin neden bu konuda hassas olması gerektiğini anlatıyor... Ortada 'entelektüel' diye dolaşıp, 'Dinciler de iktidara gelse ne olur?' diye geçmişte fetva verenlerin, nasıl bir kış uykusunda olduklarını net bir şekilde ortaya koyuyor...
Ki...
Hasan Hüseyin Ceylan da yine SABAH'ta yayınlanan, 'İmam Hatip Lisesi mezunları Harp Okulları'na girebilseydi, dünya yeniden kurulacaktı. Kanun çıksaydı, biz 1979 yılında Harp Okulu'ndan mezun olacaktık. Bugün Binbaşı Hasan Hüseyin Ceylan, Albay Tayyip Erdoğan olacaktı' sözleriyle niyetlerini çok önceden açık seçik ortaya koymuştu.
Bu bakımdan, hukuk devletinin temel mantığı ortadadır.
Kanun varsa uygulanır.
İşlevini yitirmişse, iptal edilir, yenisi hazırlanır...
Eğer, 'Benim zihniyetim bu!' diyen...
Devleti temellerinden yıkıp ümmetçiliği yaymak isteyenlere, yargı önünde hak ettikleri ceza verilmezse...
Aynen, o İranlı generallerin anlattığı gibi, Türkiye için de iş işten geçmiş olur...
Tercih, bu ülkenin geleceğiyle ilgiliyse...
Bu ülkede yaşayan, Atatürk'ün kurduğu Türkiye'nin devamını isteyen herkes, elini taşın altına koymak zorundadır.
'Son centilmen'in de bu gerçekleri gözönüne alarak hareket etmesi gerekmez mi?!
Çünkü, başka Türkiye yok!..
Çünkü, İslam'ı demokrasi ile bağdaştırabilen başka Batılı ülke de yok!..
Çünkü, irticanın yol haritası ortada!..

16.09.2003
Hayrullah Mahmud



Hayrullah Mahmud ÖZGÜR, 30 Aralık 2012
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?! / Hayrullah Mahmud ÖZGÜR

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Ara 31, 2012 14:30

RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' II ve/veya Bugün Aslında Dündü?!

ÇUWALL, MUHATABINI ARIYOR YA DA TÜRKİYE CUMHURİYETİ, “YOLGEÇEN HANI CUMHURİYETİ” Mİ OLDU?!

Çuwall?!

Tarih: 4 Temmuz 2003...
11 Türk askerinin kafasına, Süleymaniye’de çuval geçirildi!..
Daha doğru bir ifade ile “Çu-wall”!..

***

Özel Tim’e ABD baskını

HÜRRİYET / SEDAT ERGİN YAZIYOR

Süleymaniye’deki Türk Özel Harekat Timi bürosunu basan 100 kadar Amerikan askeri, 11 askerimizi müsadere edip Kerkük'e götürdü.
Süleymaniye’deki Türk Özel Harekat timlerinin bulunduğu büroyu basan ABD askerleri, Kerkük'ün Kürt valisine suikast yapacakları iddiasıyla 11 askerimizi Kerkük'e götürdü. Türkiye, operasyonu sert bir dille protesto etti. Ankara, Türk askerlerinin derhal serbest bırakılmasını istedi.
Amerikan birliklerinin dün Kuzey Irak'ta Talabani bölgesinin başkenti Süleymaniye’de bulunan Türk Özel Harekat timinin yaşadığı merkezi basarak 3'ü subay, 8'i astsubay 11 Türk askerini müsadere ederek Kerkük'e götürmeleri Ankara ile Washington arasında büyük bir gerginliğe yol açtı.
Türkiye, dün öğleden sonra meydana gelen olay üzerine pek çok kanaldan yaptığı girişimlerle yaklaşık 100 kadar silahlı Amerikan askeri tarafından gerçekleştirilen bu operasyonu sert bir dille protesto etti ve müsadere edilen askerlerin bir an önce serbest bırakılmalarını talep etti.
Ankara ile Washington arasında dün gece geç saatlere kadar yoğun bir diplomasi trafiğinin yaşanmasına yol açan kriz, iki NATO müttefiği ordu arasında bugüne dek emsali görülmemiş ölçülerde nahoş bir durumu yansıtıyor.

TELEFONLARI DA KESTİLER

Ankara'ya ulaşan bilgilere göre, olay silahlı 100 kadar Amerikalı askerin dün saat 14.00 sularında Süleymaniye’de görev yapan Türk özel harekat görevlilerinin çok uzun bir süredir büro olarak kullandıkları merkezi basmalarıyla ortaya çıktı.
Türk özel harekat görevlilerinin Amerikalı askerlerin gelişini başlangıçta dostane bir hareket zannettikleri, ancak Amerikalı askerlerin silahlarını bırakmaları yolundaki uyarılarıyla karşılaştıkları öğrenildi. Amerikalı askerler, bu arada dışarıyla haberleşmeyi önlemek için evin telefonlarını da kestiler.
Alınan bilgilere göre, baskın gerçekleştiği sırada büroda özel harekatçıların aşçısı olarak çalışan bir Türkmen kadın, özel hizmetli olarak çalışan iki Kürt ve Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri Celal Talabani tarafından harekatçılara koruma olarak tahsis edilmiş olan 3 Kürt Peşmerge de bulunmaktaydı.
Amerikalı askerlerin özel harekat görevlileri ile birlikte içeride bulunan toplam 17 kişiyi müsadere ettikleri ve askeri taşıtlara bindirerek Kerkük'e götürdükleri bildirildi. Özel harekatçılar ve maiyetlerindeki ekip, Kerkük'teki bir Amerikan askeri tesisinde gözlem altına alındı.
Olayla ilgili bilgilerin Ankara'ya ulaşması üzerine dün Genelkurmay ve Dışişleri Bakanlığı'nda tam bir kriz durumuna geçilirken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da durumdan haberdar edildi.
Genelkurmay Başkanlığı NATO Başkomutanlığı ile Dışişleri Bakanlığı ise gerek Ankara'daki ABD Büyükelçiliği gerek ABD Dışişleri Bakanlığı ile doğrudan temasa geçerek olayı protesto ettiler. Washington Büyükelçisi Faruk Loğoğlu'nun da devreye girdiği bu girişimlerde Kuzey Irak'ta müsadere edilen Türk askerlerinin bir an önce serbest bırakılmasını istendi.

SUİKAST İDDİASI

Bu arada, Amerikan tarafı, olayla ilgili verdiği ilk yanıtta, özel harekatçıların Kerkük'ün Kürt kökenli valisine yeşil hattın güneyinde bulunan bazı Türkler tarafından suikast düzenleneceği yolunda alınan bir istihbarat üzerine müsadere edildiklerini bildirdi.
Türk tarafı, bu gerekçeyi inandırıcı bulmadı. Özel harekatçıların görev yaptığı Süleymaniye, Kürt bölgesini ayıran yeşil hattın kuzeyinde kalıyor.

5 Temmuz 2003

***

Süleymaniye baskınında kim suçlu?!

HAYRULLAH MAHMUD YAZIYOR

Tarih: 4 Temmuz 2003...
Yer: Süleymaniye...
Türk askerlerinin davetsiz misafirleri vardır.
ABD’li askerlerin niyetleri kötüdür.
Türk askerinin kafasına “çuval” geçirmek için karargahlarından hareket etmek üzeredirler.
İşte Türkiye’de büyük “travmaların” yaşanmasına yol açan, Türk-ABD ilişkilerini çıkmaza sürükleyen “Süleymaniye baskını”nın kare kare perde arkası:

Belge 1:

FM. MSE 5
TO: 0100 (OKHÜ)
TSG: 050915C TEM03
HRK: 314
Bölgemizde olağandışı bir hareketliliğin yaşandığı, A unsurlarının T unsurları ile beraber bir operasyon icra edeceği, bu operasyon yapılacak yerin muhtemel ITC Bürosu veya merkezimiz olacağının değerlendirildiğini, böyle bir durumda hareket tarzımızın bildirilmesinin tensip ve emirlerinize.

Belge II:

FM. MSE 5
TO: 0100 (OKHÜ)
TSG: 051005 C TEM03
HRK: 314
H.E’lerden alınan bilgiye göre, A unsurlarının baskını merkezimize yapacağını, bunun için Kerkük merkezlerinde yaklaşık 1000 A unsurunun ve bölgemizden de 500 T unsurunun intikal halinde olduklarını, muhtemelen 1 saat içerisinde merkemizde olacaklarını...

Belge III:

FM. 0100
TO: MS5
TSG: 050930C TEM03
HRK: 234
Konunun Ankara’ya bildirildiğinin, Ankara’dan gelecek emirler doğrultusunda hareket edilmesinin, bunun dışında bir hareket izlenmemesinin ve gerekli emniyet tedbirlerinin alınmasını...

Belge IV:

FM. 0100 (AYTAÇ)
TO: MS5
TSG: 051030C TEM03
HRK: 234
Ankara’dan gelen emirler doğrultusunda A unsurları ile kesinlikle çatışmaya girilmemesini, A unsur komutanının merkezde misafir edilmesinin gerekli görüşmelerin yapılmasını ve sonucun derhal bildirilmesini...

“ÇUVAL” MUHATABINI ARIYOR?!

İşte böyle!..
Sedat Ergin’in ortaya çıkardığı “Süleymaniye baskını”nın perde arkasında bu yazışmalar var!
Belgeler böyle diyor!..
2004 YAŞ sürecinde, faturası Korgeneral Köksal Karabay’a çıkarılan “Süleymaniye baskını”nın perde arkasında bu gerçekler var!
Karabay, 19 Ağustos 2004, Perşembe tarihli Hürriyet’teki açıklamasında, bakın ne diyor:
“Saniye olayı, anlık olay. Türkiye’den hiç kimsenin emir verme şansı yok. Detayları açıklama yetkisine sahip değilim. Bu kadar söylüyorum. Oradaki 11 kişi olaydan önce de sonra da kahramanca görev yapmıştır!”
Belgeler Karabay Paşa’yı doğruluyor!
Ortada ne bir “istihbarat” ne de “yürek” eksikliği olmadığını net bir şeklide ortaya koyuyor.
O zaman ortaya şu soru çıkıyor:
Sorumlu kim?!
Türk askerinin başına “niyet”leri belli olduğu halde “çuval geçirilmesi”ne yol açan emirleri “rütbe esas” olan sistemde, veren kim?!
2004 YAŞ sürecinde “Çuval’ın intikamı alındı” haberini manşetten verdirip, dezenformasyon yaptıran, rakibini köşeye sıkıştırmak için kendisinin dahil olduğu tatsız bir baskını, başkasının üzerine yıkmak isteyen Paşa hangi Paşa?!
Sorular böyle uzatmak mümkün!
Ama...
Ortada bir gerçek var ki, o da, bazen rütbe hırsının, vatan sevgisinin önüne geçtiği!
Evet!
“Süleymaniye baskını” ihmali olan komutanlarla ilgili doğru adresini arıyor?!
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinde “A unsurları ile kesinlikle çatışmaya girilmemesini, A unsur komutanının merkezde misafir edilmesinin gerekli görüşmelerin yapılmasını” talimatını vererek, kendi askerinin başına “çuval geçirten” büyük Türk büyüğü kim?!
Nitekim...
1 Mart 2003’te TBMM’de “Tezkere” reddedildi.
3 Mart 2003’te Erbil’de, Peşmergeler “Türk Bayrağı”nı ilk defa yakma cür’retini gösterdi.
4 Temmuz 2003’te Türk askerinin başına ilk defa Süleymaniye’de “çuval” geçirildi!
Yunanlı askeri öğrencilerin “Türk Bayrağı”nı yakmasını ve bunun üzerine yapılan “özür” ziyareti ise bahsetmeye değmez.
Daha ötesini yazmaya elim varmıyor.
Sorular basit!..
Süleymaniye baskını, 2005 YAŞ sürecinde hesabını sormak için muhatabını arıyor!..
Çünkü ihmalin bedeli, ağır!

Sevgiler...

Hayrullah Mahmud
29 Haziran 2005


***

Çuvaldaki müttefik

YENİ MESAJ / AHMET ERİMHAN YAZIYOR

Süleymaniye’de 11 Türk askerinin Amerikalılarca çuvallanmasının üzerinden 2 yıl geçti. Eric Edelman “3 ve 4 yıldızlı kademelerle çok iyi dostluklar kurulduğunu” açıklasa da bu hiç bir zaman mümkün olmayacak.
Çünkü çuval olayı, 5000 yıllık bir geleneğe sahip Türk ordusunun ve milletinin asla kabul ed(e)meyeceği ve unutamayacağı bir olaydır.
Çuval olayı ile ilgili olarak çok şey söyleyebiliriz ama gelin isterseniz bu tarihi günde konuya ilişkin bazı ilginç notları sizlere hatırlatmakla iktifa edelim. Söyleyeceğimizi de bu şekilde söylemiş olalım:

–Türk halkının bu kritik olaydan haberdar olması, konunun resmi muhatabı hükümet veya Genelkurmay açıklamaları ile olmuyor. Çuval olayının üzerinden tam 18 saat geçtikten sonra Sedat Ergin imzalı bir haberde Türkiye olayı öğreniyor.

–Çuval olayının yaşandığı günle, Amerika’nın “kurtuluş günü” ilginç bir tesadüfle aynı tarihe denk geliyor.
Yine ilginçtir 11 Türk subayı Süleymaniye’den Bağdat’a getirildiğinde havaalanında bulunan Amerikalı askerler, meslekdaşlarını “kurtuluş günü kutlu olsun” diyşe selamlıyorlar.
–Baskında Talabani’ye bağlı Peşmergeler de yer aldılar. Celal Talabani’nin oğlu Basel Talabani baskını el kamerasıyla filme aldı!
–Baskından sonra başına çuval geçirilen Türk askerleri olduğu halde operasyonu gerçekleştiren konvoy Süleymaniye sokaklarında şehir turu attı!
–Beyaz Saray başta Dick Cheney olmak üzere önemli adreslerin hiçbirisi Türk yetkililerin telefonlarına çıkmadı. İlk temas yapılabildiğinde olayın üzerinden 1 tam gün geçmişti.
Genelkurmay bu tavrı “olayın mahalli bir olay değil, Washington’dan planlandığının bir ispatı olarak” gördü.
–Hükümet konuyu “basit bir mesele” olarak algıladı. Başbakan ve Dışişleri Bakanı programlarını bozma gereğini duymadılar. Abdullah Gül Kayseri’de liseli arkadaşlarıyla “mantı günü”ne katılırken, Tayyib Erdoğan Samsun’da içme suyu açılışına katılmayı tercih etti.
Gazetecilerin “niçin programınızı değiştirmediniz” sorusuna Başbakan şöyle cevap verdi:
“Ülke meselesi tek bir gündeme mahkum edilemez.”
–Hükümet baskın için Amerika’ya nota vermedi. Hatta Başbakan bu noktada ortaya çıkan baskılar için “bu müzik notası değil kardeşim” açıklamasını yaptı.
–ABD Türk subayları bırakırken 3 şart öne sürdü:
1. 11 Türk askerini gözaltına almanız şartıyla serbest bırakırız.
2. Türk Özel Timi bundan böyle bize (Amerikalılara) haber vermeden tek adım atmayacak.
3. Irak’a savaşmak için lejyoner asker gönderin.
–Amerikalılar 4 Temmuz’da sadece Süleymaniye’ye baskın yapmadılar. Aynı anda 5 farklı bölgede Türk ve Türkmen noktalara baskınlar düzenlediler, fakat ünlenen Süleymaniye baskını oldu.
–Amerikalılar baskın komutanı Albay Mayville’i Genelkurmay’ın bütün taleplerine rağmen görevinden almadılar. Mayville, normal hizmet süresinin sonuna kadar bölgede kaldı ve 1 yılın sonunda tayini çıkarak, İtalya’ya gitti.
–Albay Mayville, 1991’deki 1. körfez savaşında da K. Irak’ta görev yapmıştı!
–Amerikalılar baskında elde ettikleri belge, doküman ve kripto makinelerini iade etmediler.
–Böyle bir baskının yapılabileceğine dair bir raporun varolduğu ortaya çıktı. Yani baskın aslında sürpriz değildi, bekleniyordu.
–Baskında yakalanan Türk subayları çatışmayı tercih etselerdi 100’lerce Amerikalı ve 400 peşmerge ölebilirdi. Çünkü baskın yapılan TIT binası patlayıcılarla döşeliydi.
Hatta çok sonra baskın mahallini ziyaret eden Amerikalı General Slyvester’e bu anlatıldığında komutan “siz gerçek bir kahramansınız” ifadesini kullandı!
–Baskın sonrası Süleymaniye’deki görüşmelerde Amerikalılar bir temsil krizi yaşattılar. General seviyesinde katılan Türk tarafına yüzbaşı seviyesi ile karşılık verdiler. Türk komutan görüşmelerden çekilince, müzakereler başlamadan bitti.
–Ankara’da devam eden görüşmeler ise NATO’nun devreye girmesi ile yapılabildi.
–Amerikalılar Ankara’daki görüşmelere “baskıncı Mayville”i getirmeye kalktılar. Türk Genelkurmay’ı ayağa kalktı.
–Cüneyt Ülsever bu olaydan sonra ünlü SS1 ve SS2 formülünü ortaya attı.
Yani seve seve olmazsa, zorla formülü...
–Amerikalılar baskına ad da takmışlardı:
“Kep operasyonu.”
–Türk askerlerinin teslimi için tam 57 saatin geçmesi gerekti. Yani krizin “en sıcak” kısmı 57 saatte çözülürken, baskında çuvallanan askerler Bağdat’ta sorgulandılar!
–Baskın olayından sonra Özel Kuvvetler komutanı emekliliğe ayrıldı. Baskında yer alan subaylar ise yargılandılar.
Ahmet Erimhan

5 Temmuz 2005

***

Çuvalın tanıkları ABD'ye iltica etti

VATAN / MANŞET

K.Irak'ta 11 Türk askerinin başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınması sırasında tercümanlık yapan iki Türk, ABD'de ortaya çıktı

Tarih ABD'nin bağımsızlık günü olan 4 Temmuz 2003'tü... Amerikan askerleri, Kuzey Irak'taki Türk Özel Hareket Dairesi karargahına baskın düzenledi ve 11 Türk askerini başlarına çuval geçirerek tutukladı. Olayın patlak vermesiyle Türkiye ile Amerika arasında benzeri görülmemiş bir diplomatik kriz yaşandı. Baskının perde arkasını ilk kez ABD askerleriyle operasyona tercüman olarak katılan Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç, Amerikan Associated Press (AP) muhabiri Seth Hettena'ya anlattı. İşte AP'ye göre "Çuval Krizi"nin perde arkası:

Türk Yüzbaşı kavga etti

ABD'nin Irak operasyonunda görevlendirmek üzere tercüman aradığını duyan Tuncay Çelik, 2003'ün Şubat ayında San Diego merkezli Titan tercüme şirketiyle anlaşarak Kerkük'teki ABD üssüne gitti. "Amerika Saddam'dan kurtulurken ben de onların yanında yer almak istiyorum" diyordu. Orada kendisi gibi tercüman olarak görev alan bir başka Türk Savaş Dalkılıç ile tanıştı. 4 Temmuz günü ABD askerleri Irak'taki direnişe yönelik bir istihbarat gerekçesiyle Türk karakoluna baskın düzenleme kararı aldı. Yanlarında Dalkılıç ve Çelik vardı. Askerler herkesi tutuklayıp Kerkük'e götürdü. Tutuklananlar arasında üniformasız 11 Türk askeri vardı. Kerkük'teki üste ABD ile görev yapan Türk subayları olayı haber alır almaz askerlerin yanına geldi.

Bir Türk Yüzbaşı, operasyonun başındaki Amerikan Albay ile sert bir ağız dalaşına girdi. İkilinin sözlerini Çelik çeviriyordu. Tartışmanın en hararetli anında Yüzbaşı'nın cep telefonu çaldı. Arayan Savunma Bakanı Vecdi Gönül'dü... O kadar yüksek sesle bağırıyordu ki Çelik yüzbaşının yanında olmasına rağmen her şeyi duyuyordu. Gönül, "Derhal olayı çözüp sorumluları bul" diye bağırıyor hatta tehdit ediyordu.

Bu sırada diğer tercüman ise çok daha güç bir durumdaydı. Amerikalılar, gözaltına aldıkları 11 askere turuncu mahkum elbisesi giydirip başlarına çuval geçirmiş, ellerini kelepçelemişti. Dalkılıç'tan sorgulama sırasında tercümanlık yapmasını istediler. Bu kez de devreye aynı üste görev yapan bir Türk Albay girdi.

Anlatmaya korktu

Dalkılıç'a dönerek, "Sorguda tercümanlık yaparsan Türkiye'ye döndüğünde cezalandırılırsın" dedi. Sorgu yine de gerçekleşti. Sorgulamanın ardından üsteki Türk askerler iki tercümana, "Ne sorulduğu, askerlerin nereye götürüldüğü" gibi konularda sorular sordu. Ancak ABD adına çalıştıklarını söyleyen tercümanlar bilgi vermeleri durumunda başlarına geleceklerden korktuklarını söylerek konuşmadı. AP ajansına verdikleri demeçte de sorgunun ayrıntılarını vermekten kaçındı.

Geri dönersek "vatan haini" olarak yargılanırız

Türk askerlerine olan biteni anlatmakta direnen Çelik ve Dalkılıç, çuval olayının patlak verdiği gün durumlarını değerlendirmek üzere bir odaya çekildi. Tir tir titriyor, "İçinde olmamamız gereken bir duruma düştük" diyorlardı. Tercümanlarla birlikte çalışan Amerikalı yüzbaşı Patricia Cawdrey'i uyandırdılar ve durumu anlattılar. Cawdrey, "Ülkenize dönmekten korkuyorsanız ABD'ye sığınma talep edin" önerisinde bulundu. Sonrasında bir Türk askeri yetkili, Ankara'ya gönderdiğini söylediği bir belge ile tercümanların yanına geldi. Belgede her iki Türk'ün de vatan haini olduğu yazıyordu. Çelik'in ifadesine göre Türk yetkili, "Herhalde size Amerikan pasaportu vermişlerdir" demişti.

1 milyon $ istiyorlar

Bu kez çalıştıkları tercümanlık şirketi Titan'a başvurarak kendilerini korumalarını istediler. Ancak Titan yetkilileri, "Türk vatandaşı olan iki kişiyi Türkiye'ye göndermekte bir tehlike göremiyoruz" yanıtını verdi.

İki tercüman tek çarelerinin ABD'ye sığınmak olduğuna karar vererek Irak'tan kalkan bir Amerikan kargo uçağına bindi. Delaware'deki Dover Hava Kuvvetleri Üssü'ne giderek sığınma talebinde bulundular. Göçmenlik şubesinde görev yapan ABD'li yetkili anlatılanları duyduğunda şok olmuştu. 3.5 ay boyunca başvurularına yanıt beklediler. Kasım 2003'te mahkeme kararı ile sığınma talepleri kabul edildi. İlk işleri Titan şirketini mahkemeye vermek oldu. 1 milyon dolarlık tazminat davasının önümüzdeki günlerde görülmesi bekleniyor. Şu anda Güney California'da yaşayan iki tercüman, "Eski hayatlarımızı çok özledik. Burada kimseyi tanımıyoruz. İş bulamıyoruz" ifadesini kullandı. Oğlunu en son 3 yıl önce gördüğünü söyleyen Tuncay Çelik ise "Türkiye'ye dönmekten neden korktuğumu ona söyleyemiyorum" dedi.

***

‘Çuval’ın tanığı konuştu

HÜRRİYET YAZIYOR:

Süleymaniye’de 11 Türk askerinin başına çuval geçirilerek sorgulanması sırasında ABD adına tercümanlık yapan Metin Öngel, olayın tüm ayrıntılarını verdi. Öngel, askerlerimize su, yemek ve sigara götürdüğünü söyleyerek, "Binbaşı Aydın E. yapılan muameleye çok kızmıştı. Bu yüzden ABD’liler onun üzerine gidiyordu" dedi.

Kuzey Irak’ta, 11 Türk askerinin ABD askerleri tarafından gözaltına alınıp başlarına çuval geçirilerek alıkonulması olayının bilinmeyen bir tanığı ortaya çıktı. O dönemde Amerika Birleşik Devletleri adına tercümanlık yapan 32 yaşındaki Metin Öngel, 4 Temmuz 2003 günü yaşananları tüm ayrıntılarıyla ilk kez Hürriyet’e anlattı. Öngel, gözaltına alınan askeri personelden bildiği isimleri de sıraladı. Türkiye’de vatan hainliğiyle suçlanma korkusu nedeniyle ABD’ye iltica eden kendisi gibi tercüman Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç’ı eleştiren Öngel, "Koca Türkiye, bu iki tercümanla mı uğraşacak?" dedi. Halen Kocaeli Derince’de ticaret yapan Öngel, 4 Temmuz günüyle ilgili şu bilgileri verdi:

KAAN YÜZBAŞI’NIN BARBEKÜ PARTİSİ

4 Temmuz günü, biz ABD ordusu hesabına tercümanlık yapıyorduk. O gün ABD’nin resmi bayramı olduğu için, Kerkük’teki ABD üssü içinde bulunan Türk Özel Kuvvetleri’ne ait ofiste Kaan Yüzbaşı da bir barbekü partisi veriyordu. Kaan Yüzbaşı, partiye bizi de davet etti. Yemekleri yedik, sonra bir Amerikalı asker geldi. ’3-4 Türkçe tercüman lazım’ dedi. Süleymaniye’den bazı insanları gözaltına almışlar. Biz hemen o askerle Kerkük’teki gözaltı merkezine gittik. Yanımda, Amerika’ya sığınan Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç ile Gülay Kıramer adlı kızıl saçlı bir Türk kızı daha vardı. Gülay Kıramer, bir emekli astsubayın kızıydı ve Amerika’dan gelmişti. Emin değilim, sanıyorum daha önce bir Amerikalı ile evlilik geçirmişti.

ELLERİ ARKADAN PLASTİK KELEPÇELİ

Gözaltı merkezinde, buraya getirilen 33 kişi vardı. Bunların sorgusunu yaptılar. Ben gözaltına alınanları Kuzey Iraklı Türkmen sanıyordum, sonra 11 Türk askerinin de gözaltına alındığını gördüm. Türk askerleri, Süleymaniye’de Dışişleri İrtibat Bürosu’nda görevliydiler. Sivildiler ve hepsinin ellerini arkadan plastik kelepçeyle kelepçelemişlerdi. Kafalarına çuval geçirilmişti. Gözaltı merkezinde değişik odalar vardı. Bunları, 3-4 ayrı odaya dağıttılar. Gözaltına alınanlar arasında, bir temizlikçi kadın ile 14 yaşındaki oğlu bile vardı. Kimi buldularsa getirmişlerdi. 2 Kürt koruma ve oradaki dönerci dükkánında oturanlar bile vardı.

ASKERLERİMİZE YİYECEK VE SİGARA GÖTÜRDÜM

İlk sorgu sırasında ben, bizimkilere su, yemek ve sigara götürdüm. Amerikalılar, getirilenler arasında Türk askeri olduğunu biliyorlardı; ama bilmezlikten geliyorlardı.

TÜRK BİNBAŞI ÇOK KIZMIŞTI

Binbaşı Aydın E., çok sinirliydi, agresif davranıyordu. Yapılan muameleye kızmıştı. Bu yüzden Amerikalılar da onun üzerine gidiyordu. Kerkük’te 1 ya da 2 gün kaldılar. Sonra uçakla tüm ekibi Bağdat’a uçurdular. Havaalanına götürürken, turuncu kıyafet giydirmişlerdi.Kamyonun arkasında taşındılar. 2’nci sorguya, tercümanlardan sadece Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç gitti. Biz gitmedik, daha doğrusu gitmek istemedik.

’ÇUVAL’DAN SONRA İSTİFA ETTİK, DÖNÜYORDUK

Çuval olayı üzerine Türk tercümanlar olarak hepimiz istifa ettik, geri dönüyorduk. Ancak Türk Özel Kuvvetleri Komutanlığı, ’Colin Powell özür diledi, olay diplomatik olarak çözüldü’ deyince istifadan vazgeçtik. Bir ay sonra Türkiye’ye döndük.

TÜRKİYE’NİN İTİBARI İLE OYNAMASINLAR

Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç, ABD’de kalabilmek için Türkiye’de vatan hainliğiyle suçlanma iddiasını gündeme getirdiler. ABD’ye kapağı atmak için bunu bahane ettiler. Ülkenin itibarıyla oynamasınlar. Kimse onları tehdit etmedi. Koca Türkiye Cumhuriyeti zaten böyle iki tercümana mı kaldı. Tercümanların lideri konumunda, Helinka Pepison adlı bir ABD’li kadın vardı. Helinka, Tuncay ve Savaş’ı ABD için ikna etti. Onlara akıl verdi. Zaten Tuncay, Helinka’nın asistanıydı. Bizi kimse tehdit filan da edilmedi. Ortalığı bulandırmasınlar.

Gözaltına alınan Türk askerleri

Tim Komutanı Binbaşı Aydın E.

2 üsteğmen. Birinin adı veya soyadı Bozkurt.

5 astsubay başçavuş

3 kıdemli üstçavuş.

Amerika’da 10 yıl kaldım

METİN Öngel, ABD’de 10 yıl kaldığı için İngilizce’yi çok iyi bildiğini söyledi. Kuzey Irak’ta ABD için çalışan 4 ayrı kategoride tercüman olduğunu anlatan Öngel, "Her kategorideki tercüman, belli gizlilik seviyesine göre yetkiliydi. Biz en düşük yetkide tercümanlardık" diye ekledi. Öngel, nasıl tercüman olduğunu ise şöyle anlattı: "Askerden dönmüştüm. Bir arkadaşım, bu işten haberdar olmuş, CV gönderdik. Gaziantep ve İskenderun’da çalıştırmak için tercüman arıyorlardı. Ankara Hilton’da toplantı yaptılar, evrak verdik, kabul ettiler. Mardin’de 15-20 gün kaldık. Sonra geri döndük. Bir daha arayıp Irak teklifi yaptılar. Ticari bağlantı kurarım diye kabul ettim. Tuncay Çelik benden bir hafta önce gitmişti, Savaş Dalkılıç’la aynı dönemde gittik."

Kebap partisi

TÜRK tercüman Metin Öngel, kendilerine iş veren ABD’li şirketin yöneticisi Helinka Pepison ile bir Irak dönüşü Mardin’de kebap partisinde.

Birlikte görevde

TERCÜMAN Metin Öngel, ABD’ye iltica eden diğer tercüman Savaş Dalkılıç ile Kuzey Irak’ta birlikte görev yaptığını anlattı. Öngel ve Dalkılıç’ın birlikte pek çok fotoğrafı var. Öngel, ABD’ye iltica eden Savaş Dalkılıç ile Tuncay Çelik’in davranışlarını doğru bulmadığını söylüyor.

***

‘Pembe saçlı’ kız bu mu?

Ferit ASLAN/DİYARBAKIR, DHA

Süleymaniye’de 11 Türk askeri ile birlikte ABD askerleri tarafından gözaltına alınan İngiliz Michael Todd’un, "Sorgulamalar sırasında pembe saçlı bir kız vardı" sözleri, baskından sorumlu tutulan Albay Wiliam Mayville’nin tercümanlığını yapan 25 yaşlarındaki Türk kızını gündeme getirdi.

Süleymaniye baskınından sorumlu tutulan ABD’nin 173’üncü Hava İndirme Tugayı Komutanı Albay Mayville, 31 Aralık 2003’te Kerkük Havaalanı hangarında askerleri için yılbaşı partisi düzenlemişti. Partiye Türk irtibat subaylarının yanısıra Kerkük’te görevli gazeteciler de katılmıştı. Gecede Albay Malville’nin tercümanlığını saçları kızıl-pembe boyalı genç bir kız yapmıştı. Albay Mayville, gazetecilerle konuşurken tercümanlık yapması için çağırdığı ’Pembe saçlı kız’ DHA kamerası tarafından görüntülenmişti.

Türk vatandaşı olduğunu söyleyen, çok iyi İngilizce konuşan, gece boyunca ABD askerleri ve Türk subayları ile sohbet eden genç kızın adı öğrenilemedi. Yılbaşı gecesinde Türk irtibat subaylarını partiye davet ederek aralarındaki buzları eritmeye çalışan Albay Mayville, Türk gazetecilerle de yakından ilgilenmişti.

Albay Mayville, ABD’ye döndükten sonra ’çuval’ olayı için, "Bu olay geçmişte kalan bir sayfadır. Tarih oldu. Şu anda Türk Özel Kuvvetleri ile ilişkilerimiz iyidir" demişti.
22 Aralık 205, Perşembe

***

Tercüman pembe saçlı bir kızdı

HÜRRİYET / Faruk ZABCI YAZIYOR / LONDRA

Çuval olayında 11 Türk askeri ile birlikte ‘Türk terör zanlısı’ olarak gözaltına alınan, başına çuval geçirilen Michael Todd, ‘Türk komutan çok iyi İngilizce biliyordu, tercümana ihtiyacı yoktu’ dedi.

2003 yılının 4 Temmuz günü Süleymaniye’deki Türk Özel Harekat Merkezi’ne yapılan baskın sırasında 11 Türk askeri ile birlikte gözaltına alınıp Kerkük’te sorgulanan, sonra da turuncu tulum giydirilip başına çuval geçirilerek Bağdat’a götürülen İngiliz vatandaşı Michael Todd, sorgulamadaki Türk tercümanlarla ilgili yeni iddialar ortaya attı.

ABD’de ortaya çıkıp Associated Press (AP) ajansının San Diego muhabirine konuşan Tuncay Çelik ile Savaş Dalkılıç’ın iddialarıyla ilgili açıklamalarda bulunan Todd, ‘4 Temmuz gecesi Kerkük Havaalanı’nda kimlik tespiti yapan tercümanlardan biri pembe saçlı bir kızdı. Diğeri ise erkek. İki erkek yoktu’ dedi.

Dalkılıç, AP’ye açıklamasında ‘11 asker, turuncu tulumları içinde elleri kelepçeli olarak, başlarında çuvalla, ABD askeri istihbaratı tarafından sorgulanmak üzere içeri getirildiler’ demişti. Oysa Michael Todd, tulum ve çuvalların sorgulama bittikten sonra, Bağdat’a götürülürken giydirildiğini ileri sürüyor.

KERKÜK, 4 TEMMUZ GECESİ

Mike Todd, 4 Temmuz gecesi Kerkük Havaalanı’ndaki sorgulamayı şöyle anlattı:

‘Biz akşam Süleymaniye’den Kerkük Havaalanı’na götürüldüğümüzde iki tercüman oradaydı. Kimlik tespiti yapıldı. Tercümanlardan biri çok ilgimi çektiği için kendisini iyi hatırlıyorum. Çok değişik bir kızdı. Saçları pembeye boyanmıştı. Saçıyla askere benzemiyordu ama, askeri çöl kamuflaj elbisesi giymişti. Gözlerimi bu 24-25 yaşındaki Türk kızından ayıramadım. Benim yanıma elinde bir dosyayla geldi ve Türkçe adımı, babamın adını ve büyükbabamın adını sordu. Türk olmadığımı öğrenince çok şaşırdı. Sonra bir daha yanıma gelmediler.

5 TEMMUZ’DA SORGULAMA

Sorgulama ise bir gün sonra 5 Temmuz’da, 14.00 sularında yapıldı. 24 kişiydik. Herkes sivil olduğundan kimin asker, kimin sivil olduğunu kestiremiyordum. Türk özel kuvvetleri askerleri de o gün sivil vaziyette alınmışlardı. Bazıları İngilizce bilmiyordu. 11 askerden hangilerinin özel kuvvetler timinden olduğunu bilmediğim için kaçta kaçının İngilizce bilmediğini söyleyemem ama komutan çok iyi İngilizce biliyordu ve tercümana ihtiyacı yoktu. İngiliz olduğum için sorgulamamı bir Amerikalı subay tercümansız yaptı. Alanda, eski bir Saddam hapishanesinde 14-15 hücrede kalıyorduk. Ben de bir hücrede kaldım. Tercümanlar bu sorgulama sırasında görev yaptılar. Her birimizin sorgulaması yarım saat kadar sürdü. Daha sonra Bağdat’a gitmek için helikopterlere alınmadan önce Amerikalılar soyunmamızı ve teröristlere giydirdikleri turuncu tulumları giymemizi istediler. Biz giyinirken tercüman kızı pencerenin kenarında beklerken gördüm.’

İki erkek yoktu

Çuval vakasının tercümanları oldukları iddiasıyla ABD’den sığınma hakkı alan Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç’a, olayın en yakın tanığı olan İngiliz Michael Todd’dan yanıt geldi: ‘Sorgulamada iki erkek tercüman yoktu. Pembe saçlı bir kız tercüman, bir de erkek vardı.’

Türk timinde albay yoktu sadece Aydın Binbaşı vardı

İKİ Türk tercümandan Savaş Dalkılıç’ın, AP’ye açıklamasına göre, sorgulamada tercümanlığını yaptığı Türk albay, ‘Bu şartlar altında tercümanlık yapman yasadışıdır, ağır şekilde cezalandırılırsın’ demişti. Ancak olay sırasında Kerkük’de, sorgulamanın yapıldığı havaalanı dışında olan Hürriyet muhabiri Faruk Zabcı, gözaltına alınanlar arasında albay, sadece binbaşı rütbesinde bir subayın bulunduğunu tespit etmişti. O kişi de Binbaşı Aydın’dı ve olay sonrasında Zabcı ile konuşmuştu.

İşte gözaltı tutanağı

‘TÜRK TERÖRİST’

İNGİLİZ vatandaşı Michael Todd, sorgulama öncesi ‘pembe saçlı Türk tercüman kız’ tarafından el konulan eşyalarıyla ilgili zabıt tutulduğunu söyledi. Todd’un kaçırmayı başardığı tutanakta; söz konusu eşyaların ‘Türk özel kuvvetlerine karşı operasyonda ele geçen zanlıdan alındığı’ açıkça belirtiliyor. ‘Michael Albert Todd’un gözaltı nedeniyle ilgili olarak da ‘Şüpheli - adı daha önce bilinmeyen Türk terörist’ ifadesi yer alıyor. Bu tutanağın kendisi için önemli bir delil olduğunu anlatan Todd şöyle diyor:

‘Süleymaniye’de başıma gelenlerin bir tanığı yok. Türk özel kuvvetleri meslekleri icabı sırra kadem bastılar. Tanık bulamadığım için dava dosyamı hazırlayamıyorum. Elimdeki tutukluyken giydiğim tulumu ve dosyayı dışarı kaçırdım ama, avukatlar yeterli bulmadılar. 2 tercüman mahkemede tanıklık ederse ABD’ye karşı davayı kazanırım.’

Türk binbaşıya Bağdat’ta telefon verdiler

MICHAEL Todd, Türk özel kuvvetlerinin üzerindeki herşeyin Amerikalı askerler tarafından alındığını belirterek şöyle konuşuyor: ‘Türkiye’den gelen büyük tepki karşısında Bağdat’a gittikten sonra Amerikalılar yumuşadı ve Türk özel kuvvetlerin komutanı Binbaşı Aydın’a ilk defa bir uydu telefon vererek Ankara ile konuşmasına izin verdiler. Komutan Bağdat Havalimanı’nda hapisken odadan çıkıp Ankara ile konuştu. Komutanın Ankara’da kimle ne konuştuğunu tabii ki bilmiyorum. Bu konuşma 6 Temmuz öğleden sonra veya akşam yapıldı.’

***

Süleymaniye’de hayati emir?

HÜRRİYET / YALÇIN DOĞAN YAZIYOR

EN belirleyici sahne, tam o anda. Bizim subayın soğukkanlı davranışında.

Zenci Amerikalı asker içeri girdiğinde, hiç kimse önce önemli bir şeyler olacağını anlamıyor. Hatta, Türk askerleri ‘hoş geldiniz’ demeye hazırlanıyor. Zenciyi, içeri dolan diğer silahlı Amerikalı askerler izliyor.

Ne zaman ki, Amerikalı zenci elindeki otomatik tüfeği Türk subayının ensesine dayıyor, işte o zaman ortalık karışıyor. Kuzey Irak, Süleymaniye, 2003 Temmuzu. Bizim askerlerin başına geçirilen çuval olayı.

Dün Ertuğrul Özkök’ün Süleymaniye olayını bir başka açıdan anlattığı yazısı ‘Süleymaniye olayının aydınlatılmamış hálá birçok yönü var’ cümlesiyle bitiyor. Ben bu cümleden yola çıkarak, bugüne kadar perde arkasında kalmış bazı yönlerini aydınlatmaya çalışıyorum.

Olay, Türk-Amerikan ilişkilerinin en dramatik sahnelerinden biri. İlişkiler hálá kolay kolay unutulmayacak bu olayın gölgesinde.

TABANCAYI ÇEKİYOR

2003’ün 4 Temmuz günü (Amerika’nın kurtuluş günü) yüz kadar Amerikalı asker, resmi araçlarıyla şehirde tur atıyor. Epey gürültü çıkartarak. Bizim askerler kendi barakalarında. Haberlerde onbir Türk askeri diye geçiyor. Benim edindiğim bilgi, ondört Türk askeri.

Amerikalılar bizim askerin bulunduğu binaya geliyor, içeri giriyor. Bir anda, bizden bir subayın ensesine otomatik silahını dayıyor.

Dramatik olayın en belirleyici anı. Zenci silahı dayayınca, bizim astsubaylardan biri tabancasını çekiyor. Ensesine silah dayanmış subay, bizim askerin komutanı. Emir veriyor astsubaya, indir silahını.

Hayati bir emir. Çünkü, eğer o anda silahlar konuşmaya başlasa, o binadan kimsenin sağ çıkması mümkün değil. Bizden ondört subay ve astsubay, onlardan da en az o kadar asker ve subayın hayatını kaybetmesi işten değil.

İKİ FOTOĞRAF

Bizim askerlerin kaldığı binada, içerde duvarda iki fotoğraf asılı. Biri Atatürk’ün, diğeri Talabani’nin fotoğrafı.

Amerikalılar bizim askerleri dışarıya çıkartıyor. Ardından içerde olmadık densizlikler birbirini izliyor. Atatürk’ün fotoğrafını duvardan indiriyor, ama Talabani’nin fotoğrafı yerinde kalıyor. Amerikalılar tam anlamıyla hınç alıyor.

Daha önemlisi, içinde bölgeye ilişkin pek çok bilgi ve belgenin yer aldığı dosyaları Amerikalılar toplayıp götürüyor. Hepsinden fotokopi çekiyor. Bir kaç gün sonra, Türkiye’nin isteği üzerine, aynı belgeler bir çuvala konulup, aynı binaya atılıyor. Oysa, o bilgi ve belgeler Türkiye’nin yıllar boyu edindiği istihbaratı içeriyor.

Başına çuval geçirilen bizim askerler helikopterlerle Bağdat’a götürülüyor. Ankara olayı Süleymaniye’den bir Türkmen’in haber vermesiyle öğreniyor.

Türkiye’den bir ekip Süleymaniye’ye gidiyor, saatler süren görüşmeler sonucu, bizim askerler yeniden Süleymaniye’ye getiriliyor ve bırakılıyor.

Çok hesaplı, çok bilinçli, Pentagon damgalı hınç alma olayı, Irak savaşından önce TBMM’de reddedilen tezkerenin rövanşı niteliğinde.

Ben özetlediğim bu öyküyü bir Amerikalı’dan dinliyorum. Tezkerenin TBMM’de reddi, Türkiye’nin Irak için Amerikan askerine geçiş izin vermeyişi, onlarda hala çözülmeyen birikimin kaynağı. ABD’nin PKK duyarsızlığına kadar uzanıyor.

***

Büyükanıt'a Kâtibim' jesti

SABAH / ASLI AYDINTAŞBAŞ YAZIYOR

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın Washington gezisi, Türk Amerikan ilişkilerinde yeni bir sayfanın açıldığının göstergesi olarak renkli anlar ve kritik toplantılarla geçiyor. Org. Büyükanıt'ın muhataplarından olan ve Washington gezisini SABAH'a değerlendiren üst düzey bir ABD'li yetkili "Temaslarımız çok iyi geçiyor. Büyükanıt burada konuştuğu herkesi etkiledi. Gezi çok parlak geçti" dedi. Büyükanıt'ı "karizmatik" diye tanımlayan ABD'li muadilleri, görüşmelere katılan yetkililer, tartışmaların "yapıcı" bir üslupta geçtiğini, Yaşar Paşa'nın Irak ve Kuzey Irak konusundaki bilgi derinliğinin ABD tarafını özellikle etkilediğini vurguladı. Washington, ağustostaki Yüksek Askeri Şura kararları sonrasında ya ABD Genelkurmay Başkanı Peter Pace'in Türkiye'ye gelmesi ya da Büyükanıt Paşa'nın Genelkurmay Başkanı olarak yeniden Washington'a davet edilmesini planlıyor.

ŞAŞIRTAN YORUMLAR

Büyükanıt'ın gezisi, iki başkent tarafından da 1 Mart tezkeresiyle bozulan Türk-Amerikan askeri diyalogunun tamirinde önemli bir sembol olarak görülüyor. Büyükanıt'ın geçmişte ABD'de görev yapması nedeniyle, ABD Genelkurmay Başkanı Peter Pace ve eşi dahil olmak üzere Pentagon üst düzey komuta kademesini şahsen ve ailece tanıyor oluşu da gezinin Washington nezdindeki önemini arttırdı. Ancak gezinin içeriğinden haberdar olan kaynaklar, Büyükanıt Paşa'nın Türk medyasında çıkan yorumlarda Washington'daki resmi temaslarının CIA ve FBI Başkanları'nın "sürpriz" Türkiye gezileriyle ilişkilendirilmesinden rahatsızlık duyduğu öğrenildi. Türk ve ABD'li yetkililer, bu gezilerin aynı döneme denk gelmesinin "tesadüf" olduğunu, ancak tüm bunların ABD Yönetimi'nin Türkiye'de tüm kurumlarla ilişkileri yeniden ve "en üst seviyede" kurmak isteğinin bir uzantısı olduğunu belirtti.

"SINIR ÖTESİ" DEMEDİ

Görüşmeler Irak, terörizm, PKK ve ikili askeri ilişkiler üzerine yoğunlaştı. Görüşmelere katılan Türk ve ABD'li yetkililer, Kara Kuvvetleri Komutanı'nın PKK ve Irak sınırından sızmalar konusunda bilgiler vererek "PKK konusunda bir şey yapılması gerektiğini güçlü bir biçimde ortaya koyduğu"nu belirtti. Büyükanıt, PKK'ya "acil eylem" gereğini vurguladı; ancak görüşmenin içeriğinden haberdar olan taraflara göre Komutan, sınırötesi operasyon için bir talepte bulunmadı. Genelkurmay kaynakları, TSK'nın içinde olduğu ikilemi açıklarken; "Yaşar Paşa'nın sınırötesi operasyon gereği hissettiğini, ancak bölgedeki gerçekler doğrultusunda bunun şu an için mümkün olmadığını bildiğini" söylediler. Ayrıca görüşmelerde Irak'ın mevcut yapısını meşrulaştıran BM kararlarını da masaya koyan Yaşar Paşa, bu kararların açık ve net bir dille ırak'ın terör örgütlerinden temizlenmesi gerektiğini vurguladığını söyledi. Büyükanıt Paşa'nın Kuzey Irak konusundaki bilgisinden etkilenen ABD tarafı da, Amerikan ordusunun Irak savaşı ve Katrina felaketlerinden çıkardığı dersleri anlatan bir sunum yaptı. Irak ordusunun inşasından sorumlu ABD'li General Petreaus, yeni Irak ordusunu anlattı.

"YAŞ'TA OY SAHİBİ DEĞİLİZ"

Geziyi değerlendiren üst düzey ABD'li kaynak, Türkiye'de bazı çevrelerin Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanlığı'nı istemediğini hatırlatmamız üzerine, "Ondan çekiniyorlar. Ama kimse bizi Türkiye'nin bürokratik kavgasına çekmeye çalışmasın" dedi. ABD'nin Türkiye'de kimin genelkurmay başkanı olacağı yolunda olumlu ya da olumsuz bir tavrı olamayacağını belirten yetkili "Biz YAŞ'ta oy sahibi değiliz. Bizim muhatabımız, Türkiye'de sistemin getirdiği askeri liderlerdir. Favori belirlemiş de değiliz. Gezi favori belirleme çabası değil. Kimin genelkurmay başkanı olacağı Türkler'e bağlıdır. Büyükanıt'ın çok iyi, hatta müthiş geçen gezisi kendi içinde değerlendirilmeli" dedi.

ŞARKILARLA AKŞAM YEMEĞİ

Yaşar Paşa'nın gezisinin atmosferini en iyi yansıtan sahnelerden biri, ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Peter Schoomaker'ın evinde verilen akşam yemeği oldu. Katılan Türk ve ABD'li yetkililer, yemeğin "çok sıcak" geçtiğini belirttiler. Yemekte Büyükanıt ve ABD Kara Kuvvetleri Başkanı Schoomaker'le eşlerinin yanında, Washington Büyükelçisi Faruk Lağoğlu, ABD Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcıları Eric Edelman ve Peter Flori, Ulusal Güvenlik Başkan Yardımcısı JD Crouch da vardı. Schoomaker, Büyükanıt'a bir de jest yaptı. Kara Kuvvetleri telli çalgılar bandosunun konserinde, solist Türkçe bilmediği halde, "Kâtibim" şarkısını ezberden söyledi. Büyükanıt ile Washington Büyükelçimiz Faruk Loğoğlu'nun eşi Mevhibe Loğoğlu da şarkıya eşlik ettiler.

16 Aralık 2005

***

Büyükanıt’a verilen liyakat madalyası!.

YENİ ÇAĞ / İSRAFİL KUMBASAR YAZIYOR

KARA Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün ‘hükümet ile uyumlu çalışmaya özen gösterdiği’ bir dönemde, ‘bildiği doğruları’ hiç çekinmeden ‘dobra dobra’ söyleyen ‘sıradışı’ bir asker!..
Ülke gündemindeki ‘asli meseleler’ hakkında, zamanında yaptığı çıkışlar ile, ‘Türk dostlarının’ yüreğine su serpiyor, ‘Türk düşmanlarının’ ise şimşeklerini üzerine çekiyor!..
‘Şahsi hesaplar’ içerisine girip, daha önce birlikte çalışmış olduğu ‘yakın çalışma arkadaşlarını’ satmıyor!..
28 Şubat generalleri gibi, ‘laiklik’ kavramından ‘din düşmanlığını’ anlamıyor, ‘irtica’ ile ‘İslam dini’ni birbirine karıştırmıyor!..
Erzurum Atatürk Üniversite’sinde bir şehit annesine yönelik ‘başörtüsü’ provokasyonuna, “Bu kadarı da fazla!..” diyerek ilk tepkiyi gösterenlerden birisi de o olmuştu!..
Bu tavrından dolayı, her geçen gün biraz daha Türk milletinin sevgisini ve güvenini kazanıyor!..
‘Eğer bir aksilik olmazsa’ önümüzdeki yıl içerisinde Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni Genelkurmay Başkanı olacak!..
Belli ki iktidar mensupları, ‘ülkenin milli meseleleri’ konusundaki hassasiyetinden dolayı onunla pek ‘uyum içinde’ çalışamayacaklar!..
Bu yüzden, çeşitli ‘spekülasyonlar’, ‘senaryolar’ ortaya atarak önünü kesmeye çalışıyorlar!..

***

İşte o Yaşar Büyükanıt, memlekette suların yeniden ısınmaya başladığı bir dönemde, ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Peter Schoomaker’in davetlisi olarak Washington’da!..
‘Amerika’nın kuruluşu döneminde’ görev yapan askerlerin kıyafetlerini giyen bir tören kıtası tarafından karşılandı!..
Orgeneral Schoomaker tarafından kendisine bir ‘üstün liyakat’ madalyası takdim edildi!..
Herkes, ‘bireysel’ olarak, istediği yerden istediği madalyayı alabilir!..
Ancak, malum madalyanın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ‘Genelkurmay Başkanı namzeti’ olan bir ferdine veriliş sebebi şu:
- “İki ülke arasındaki işbirliğine yaptığı katkılar ve gösterdiği liderlik!..”
İşte bu noktada, şu iki soru çıkıyor karşımıza:
BİR: Org. Yaşar Büyükanıt, Türkiye ve ABD arasındaki hangi işbirliğine liderlik etmiştir ki, bu madalyayı almayı hak etmiştir!..
İKİ: Org. Yaşar Büyükanıt’ın bugüne kadar göstermiş olduğu milli tavırda, bundan sonra herhangi bir değişiklik olacak mıdır?..
Org. Büyükanıt’ın önünü kesmeye çalışan mihraklar, şimdiden bu ‘üstün liyakat’ madalyasını dillerine doladılar bile!..

***

Türkiye daha önce bir Memduh Tağmaç deneyimi yaşadı!..
Org. Memduh Tağmaç, Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde ‘en keskin’ Amerikan karşıtı subaylardan birisi olarak tanınıyordu!..
Öyle ki Genelkurmay Başkanlığı’nin ilk dönemlerinde, Amerika’nın hükümete dayattığı birçok teklife karşı çıktı, Amerikan misyon şeflerine sık sık uyarılar yaptı, İncirlik Üssü’ne denetim adı altında ani baskınlar düzenledi!..
Ta ki, ABD’den bir davet alıncaya kadar!..
O zamanlar Washington’da uygulanan protokole göre Genelkurmay Başkanları ‘19 pare’, Cumhurbaşkanları ‘21 pare’ top atışıyla karşılanırdı!..
Org. Memduh Tağmaç, 21 pare top atışıyla karşılandı!..
Araştırmacı-yazar Dr. Mehmet Niyazi Özdemir’in anlattıklarına göre, Org. Memduh Tağmaç bu karşılamayı, Amerika’nın kendisine ‘Cumhurbaşkanlığı’ yolunu açtığı yönünde yorumladı!..
Dönüşte, ‘direnişçi’ Memduh Tağmaç, gitmiş, yerine ‘uzlaşmacı’ Memduh Tağmaç gelmişti!..
Derler ki, görevi sona erinceye kadar, bir daha Amerikan karşıtlığı yapmadı, önüne gelen her evrakı da ‘hiç itiraz etmeden’ imzaladı!..

***

Siyasi iktidarın yalakalığını yapan bazı gazetelerde çıkan “Paşa, Amerika’ya icazet almaya gitti” yolundaki haberler üzerine bir açıklama yapan Org. Yaşar Büyükanıt, şöyle diyor:
- “Ziyaretin arkasında bir şeyler aramamak lazım!.. Basında çıkan haberleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yapılan bir ayıp olarak görüyorum. Türk askeri icazetini Atatürk’ten alır, yasalardan alır. Başka kimseden icazet almaz Türk askeri!..”
İyi güzel de!..
Bu, ‘üstün liyakat’ madalyası neyin nesi oluyor Sayın Büyükanıt!..
Siyasetçilerin aldıkları ‘üstün cesaret madalyalarının’ şimdiye kadar Türkiye’ye neye mal olduğunu hep birlikte gördük!..
Size uzatılan ‘liyakat’ madalyasını ‘elinizin tersi’ ile itip, Amerikalı generallere ‘şerefli Türk askerinin şanına yaraşır’ bir çıkış yapamaz mıydınız?..
Mesela, şöyle diyemez miydiniz:
- “Bu madalyayı, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yapılan bir ayıp olarak görüyorum!..
Türk askeri, üstün liyakat madalyasını ancak Türk devletinden alır!..
Şimdi alın bu madalyanızı, ‘kozmik gizli’ şifreli uygun bir kasanıza sokunuz!..”

***

‘Geleceklerinden’ endişe duyan bu ülkenin ‘vatanperver’ evlatları, sana güveniyor!..
Adı ‘Türkiye’ olan bu memlekette, ‘Türk milletinin menfaatleri’ doğrultusunda hareket ettiğine inanılan bir tek insan dahi kalmadı!..
Lütfen yanıltma bizi Paşa!..

Hayrullah Mahmud
2 Ocak 2006


…………..

RTE’NİN ÇUVALI / ERDOĞAN'IN “SÜLEYMANİYE BASKINI”NDAN ÖNCEDEN HABERLİ OLDUĞU BELGELENDİ YA DA ÇUVAL’I 11 TÜRK ASKERİNİN BAŞINA RTE & ABD, ORTAK DÜZENLEDİKLERİ BİR OPERASYONLA GEÇİRTTİ?!

RTE’nin çuvalı?!

Tarih: 4 Temmuz 2003...
Yer: Süleymaniye...
11 Türk askerinin başına “iliştirilmiş” Türk ve Kürtlerin ortak çabası sonucu “çuval” geçirilir.
Resmi açıklamalara göre, ABD'nin bağımsızlık günü olan 4 Temmuzda Irak'ın kuzeyindeki Süleymaniye kentinde 100 kişilik bir ABD birliği Kerküklü mahalli personelin de katılımıyla özel tim bürosunu" basarak, burada görevli 3 subay ve 8 astsubayı gözaltına almış ve başlarına çuval geçirerek Bağdat'a götürmüştür. Başlarına çuval geçirilen, tokatlanan ve hakarete uğrayan 11 askeri görevli 57 saat sonra "serbest" bırakılmıştır.
11 askerin gözaltına alınması olayının kamuoyuna yansımasından sonra "gerek hükümet seviyesinde, gerek askeri makamlarca" birbiriyle çelişen açıklamalar yapılmaya başlanmıştır.
"Hükümet seviyesinde" yapılan açıklamalarda, "olay"ın, "yerel bir olay" olduğu, "malum bir ABD'li albayın işgüzarlığı" olduğu, "fazla büyütülmemesi gerektiği", "ABD ile stratejik ortak olunduğu" belirtilirken, "askeri makamlarca" yapılan açıklamalarda ise, "olay"ın "kabul edilemez" olduğu, sözkonusu olanın "milli onurumuz ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin onuru" olduğu belirtiliyordu.
Üçü subay ve sekizi astsubay olan "11 asker"in ABD askerleri tarafından gözaltına alınması ve bu gözaltı süresince "terörist muamelesi" görmesi, tüm basın-yayın organlarında "ulusal onurun çiğnendiği" manşetleriyle yansırken, AKP hükümetinin "soğukkanlı ve olayı yatıştırıcı yaklaşımı", giderek "ne oluyor" sorusunun sorulmasına yol açmıştır.
Nitekim…
Gazetecilerin, "ulusal onurumuzu çiğneyen bu davranış karşısında ABD'ye nota verecek misiniz?" sorusuna "T.C.'nin başbakanı" sıfatını taşıyan Tayyip Erdoğan'ın verdiği yanıt ise, "Bu müzik notası değil. Öyle aklınıza her estiğinde verilmez. Ağırlığı ve ciddiyeti vardır..." şeklinde olmuştur.
Ve ardından "olayı incelemek" amacıyla "ortak komisyon" kurulduğu, olayın "incelendiği" açıklamaları yapılmıştır.
ABD'li generalin yaptığı söylenen "inceleme" sonrasında "ortak açıklama" yapılmasına sıra geldiğinde, ABD, "ortak açıklama"nın Washington tarafından onaylanmadığını gerekçe göstererek "Türk tarafının" açıklamasını 24 saat "teyit" etmemiştir.
İşte bu 24 saat içinde ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld' in Tayyip Erdoğan'a yazdığı mektup ortaya çıkmıştır.
"Diplomatik teamüllere uygun olmayacak biçimde" ABD Savunma Bakanı Rumsfeld'in "Başkan Bush'un isteği üzerine" diyerek Başbakan Erdoğan'a gönderdiği mektup konusunda da, 11 askerin başına "çuval geçirilmesi" olayında olduğu gibi, birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan açıklamalar gazetelerde yer almaya başlamıştır.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Rumsfeld' in mektubunun "basında farklı yansıtıldığını", mektupta "Türkiye-ABD ilişkilerinin stratejik öneminin ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ne duyulan saygının vurgulandığını ve Süleymaniye'de yaşanan olaydan duyulan üzüntünün ifade edildiğini" belirterek, "Türkiye-ABD stratejik ortaklığı ve dostluğuna verilen önem"den söz etmiştir.
Yine Abdullah Gül, gazetecilerin "Rumsfeld'in mektubundan yönetimin operasyondan haberdar olduğu mesajı çıkıyor mu?" sorusuna, "Yok, hayır" diye yanıt verirken, 11 askerin kafasına "çuval" geçirilmesi olayını "yerel bir olay" ve "yerel bir ABD subayının işgüzarlığı" olarak açıklamaya devam etmiştir.
Ve 18 Temmuz günü Rumsfeld'in mektubu gazetelerde yayınlanmıştır.
“Umarım, askerlerimizin oluşturduğu ve gerçekleri araştıran Ortak Komisyon'un çabaları, bizim askerlerimizin ve subaylarımızın, Süleymaniye'deki tesise baskın yapmak için haklı ve acil nedenleri bulunduğu yolunda size güven kazandıracaktır. Bizim askeri güçlerimizin süratle hareket etmesinin temellerini, bir suikast tehdidi ve koalisyona karşı eylemlerin hızla destbalize edici sonuçları olabileceği oluşturdu. Ayrıca, hiç beklenmedik bir şekilde, çok sayıda silah, patlayıcı maddeler, detonatörler ve zamanlama cihazlarının gözaltına alınan üniformasız personel ile birlikte ele geçirilmesi mevcut kuşkularımızı daha da artırdı. Bizim anlayışımıza göre, ele geçirilen cihazların çoğu Türk güçlerinin genelde kullandığı türden değildi. Türk Hükümeti'nin, Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetlerine karşı zararlı bir harekete yetki vermeyeceğini ve desteklemeyeceğini biliyoruz, ancak gerçekler de gözden geçirilmek üzere Ortak Komisyon'un önündedir. Bizim askeri güçlerimiz harekete geçti, çünkü gözaltına alınanlardan en az bazılarının Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetlerine karşı komplo içinde bulunduğuna yönelik zamana duyarlı bilgilerimiz vardı.”
Görüldüğü gibi, Rumsfeld, 11 askerin başına "çuval" geçirilmesi olayının, doğrudan ABD yönetiminin bilgisi dahilinde olduğunu ve "haklı nedenlere" dayandığını söylerken, aynı zamanda "Türk hükümeti"nin "Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetlerine karşı zararlı bir harekete yetki vermeyeceğini ve desteklemeyeceğini biliyoruz" diyerek AKP hükümetini olayın dışında tuttuğu mesajını vermektedir.
Mektubun metninin açıklanmasından önce Abdullah Gül'ün yaptığı açıklamaların tümüyle gerçek dışı olduğu da, böylece ortaya çıkmıştır.
4 Temmuz günü gerçekleşen olaydan sonra yapılan tüm spekülasyonlar böylece sona ererken, 11 askerin kafasına "çuval" geçirilmesi olayının doğrudan ABD yönetiminin bilgisi ve onayı ile gerçekleştiği, amacın "Türk özel timlerinin" "suikast tehdidi"ni ortadan kaldırmak olduğu "resmen" açıklanmış oldu.
Ancak…
Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün olay üzerine yaptığı "Türk-Amerikan ilişkilerine, Türk ve Amerikan silahlı kuvvetlerinin ilişkilerine önem veriyoruz, ama bu ilişkilerin önemi kadar önemli olan bir şey daha vardır, o da milli onurumuz ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin onurudur" açıklaması ise gazetelerin sayfaları arasında unutulup gitmiştir.
Ne var ki…
Bugünkü Hürriyet’te, Kasım Cindemir imzası ile yayınlanan bir haber, “Çuval operasyonu”ndan AKP yönetiminin ve BOP Eş Başkanı Erdoğan’ın haberdar olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya koyuyor.
İşte, 11 Türk askerinin başına çuval geçirilmeden önce Erdoğan’a bilgi verildiğini aktaran o satırları, Cindemir’in haberinden aynen yansıtıyorum:
“Bir CIA ajanının kimliğinin basına sızdırılmasıyla ilgili olarak ‘adaleti engellemek’ suçundan yargılanan Lewis Libby’nin notlarında, ‘Erdoğan’ ve ‘Türk Özel Güçleri’ gibi ifadeler var. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin eski Özel Kalem Müdürü olan Lewis Libby, Irak Savaşı’nın da mimarlarından biriydi. CIA ajanı Valerie Plame’ın kimliğinin ‘bir intikam eylemi’ olarak basına sızdırılması ile bağlantılı soruşturmada yalan beyanda bulunmakla suçlanan Lewis Libby’nin, adaleti engellemekten yargılandığı mahkemeye sunulan özel notlarında ilgi çekici ifadeler bulunuyor. CIA dosyasını soruşturan özel savcı Patrick Fitzgerald’ın sunduğu notlarda Lewis Libby’nin ‘şifre’ kullandığı görülüyor. Libby’nin bir notu aynen şöyle: ‘We need to be sure T< M gets info to Erdogan.’ Cümleyi, ‘Bilginin Erdoğan’a ulaştırılmasına emin olmalıyız’ şeklinde çevirmek mümkün. Ancak bu şifreli ifadeyi çözmek mümkün değil. El yazısı ile Libby tarafından kaleme alınan bir başka cümlede ise ‘Neil piece on Turkish Special Forces’ deniliyor. Notların 2003 yaz aylarında kaleme alındığı belirtiliyor. Plame’in eşi olan eski Büyükelçi Joseph Wilson, ABD devleti adına savaştan önce Nijer’e giderek Irak’ın bu ülkeden nükleer silah yapımında kullanılan malzeme alıp almadığını araştırmıştı. Wilson, sunduğu raporda, bu iddiayı destekleyecek ‘hiçbir bulguya rastlanamadığını’ bildirmişti. Ancak, Başkan George W. Bush, Ocak 2003’te Kongre’de yaptığı ‘Birliğin Durumu’ konuşmasında aynı asılsız iddiaları yinelemiş ve Mart ayı sonunda da Irak savaşı başlamıştı. Wilson, 6 Temmuz 2003’te New York Times gazetesinde yayınlanan yazısında, Beyaz Saray’ı eldeki istihbaratı çarpıtmakla suçlamıştı. Bundan sekiz gün sonra da, Joseph Wilson’ın eşi Valerie Plame’in adı Washington Post gazetesinde yer almıştı. ‘Örtülü’ CIA ajanlarının kimliğini açıklamak suç. Özel Savcı Patrick Fitzgerald, birkaç yıl süren soruşturmadan sonra, Ekim 2005’te sadece Libby’yi suçladı. Washington’da geçen ay başlayan mahkemede, şimdiye kadar savcılık makamının sunuşu yapıldı. Bu hafta ise savunma tarafının sunuşu başlayacak. İfade vermeye çağrılabilecek isimler arasında Dick Cheney ve ünlü gazeteci Bob Woodward da yer alıyor. Özellikle Irak savaşı planlanırken ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin sağ kolu olan Lewis Libby’nin bir notu aynen şöyle: ‘We need to be sure T< M gets info to Erdogan.’ Burada, T’nin Türkiye için kullanıldığı tahmin edilirken, sonraki işaret (<) ile M’nin anlamları açık değil ve bilinmiyor. Cümleyi ise ‘Bilginin Erdoğan’a ulaştırılmasına emin olmalıyız’ şeklinde çevirmek mümkün. Ancak, T< ve M unsurlarının ‘kesin olarak bilinememesi’ anlamı ‘eksik’ bırakıyor. Cümle, ‘M’nin bilgiyi Erdoğan’a ulaştırmasına emin olmalıyız’ anlamına da gelebilir. Bir başka cümlede ise, ‘Neil piece on Turkish Special Forces’ deniliyor. Bu, ‘Neil’in Türk Özel Güçleri hakkındaki yazısı’ anlamına gelebilir. Kim olduğu belli olmayan ‘Neil’ın daha önce yaptığı bir sunum da olabilir.”
Ve…
Son olarak…
Bu anlamda J. J. Rousseau der ki, “Doğru yolda giden kaplumbağa eğri yolda giden yarış atını geçer”!
Hepsi ve daha ötesi bu!
Sevgiler

Hayrullah Mahmud
12 Şubat 2007


…………..

MY WAY / BÜYÜKANIT’TAN NE CONLAR’A “HER TÜRLÜ YAPTIRIMINIZA CEVAP VERMEYE HAZIRIZ” MESAJI YA DA ANKARA’NIN YENİ YOL TERCİHİ?!

Devlet tercihi?!

Türkiye’nin yaptığı yeni yol tercihi bağlamında birkaç satır…
II. Dünya Savaşı zamanından kalma bir anektod…
Müttefik güçler, “Normandiya Çıkarması”nın hazırlığını sürdürmektedirler.
Bu sırada yapılan planlara da “özel kod”lar verilir.
Misal; “Normandiya operasyonu”na verilen kod adı “Overlord”, deniz kuvvetlerinde görevli olan grubunki ise “Neptune”, çıkarmanın yapılacağı kıyıların adları da “Utah” ve “Omaha” sözcükleriyle kodlanır.
Takviye birliklerin bekleyecekleri bölgenin adı ise “Mulberry” olarak belirlenir.
Çıkarmanın yapılmasından 33 gün önce İngiltere’de yayınlanan Daily Telegraph gazetesinin çapraz bulmacasındaki bir sorunun yanıtı, bu “çok özel kodlar”dan birine denk düşer.
Sonraki günlerde öteki sözcükler de yine aynı çapraz bulmaca köşesinde yer alır.
Çıkarmanın yapılmasına 6 gün kala, yine aynı köşeden operasyonun kod adı “Overlord” sorulunca, günlerdir bulmacaları izleyen “İngiliz Gizli Servisi” ajanları dayanamayıp, Daily Telegraph’ı (!) basarlar.
Karşılarında bir Nazi ajanı bulacaklarını sanmaktadırlar.
Ne var ki, beklediklerinin ötesinde karşılarına Leonard Dave adında 20 yıldır gazetenin “çapraz bulmaca” köşesini hazırlayan kendi halinde bir okul müdürü çıkar.
Şans, tesadüf ya da raslantı!
Dave şaşkındır ve MI6 ajanlarını bir Nazi olmadığına zorlukla ikna edebilir.
Nitekim…
2000’li yıllarda yaşanan “küresel paranoya”, II Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru bir bulmacanın labirentleri arasına sıkışıp kalmış “gizemli” birkaç sözcükten ibaret değil!
“Post Modern IV. Dünya Savaşı”nın yaşandığı bir ortamda, her şey şeffaf!
Post modern mücadele, medyanın değişik unsurları kullanılarak yani “açık istihbarat” üzerinden yapılıyor.
Arkaik “Dezenformasyon / enformasyon sorunsalı” bir tarafa, 2007’nin Ocak ayı itibariyle medya üzerinden yapılan “açık istihbarat” oranı yüzde 99 mertebelerine ulaşmış durumda!
Hülasa, günümüzde “Dünya nereye gidiyor?” sorusunun cevabı “kozmik sır”lara (!) vakıf olmaktan ziyade, koordineli işleyen bir akıl ile birlikte, açık istihbarat üzerinden anlamlı “puzzle”lar, yani “yap-bozlar” oluşturabilme kapasitesi ve de sabrının içinde saklı!
Kaldı ki, dünyanın nereye gittiği sorusu da artık hiç kimse için bir sır değil!
Her şey çok net!
Her şey çok açık!
Birkaç kare hariç, neredeyse geleceğe dönük netleşmeyen enstantane kalmadı gibi!
İşte 15 Şubat 2007 tarihi itibariyle, kürede yükselmeye başlayan “Yeni Dünya Düzeni”nin ya da ‘küresel yap-boz’un parçaları:

(…)
PUTİN’İN TARİHİ ÇIKIŞI: 43. Münih Güvenlik Konferansı'na Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in konuşması damga vurdu. Rusya Devlet Başkanı Putin, ilk kez katıldığı Münih Konferansı'nda tarihi bir çıkış yaptı. Putin, "tek kutuplu" dünya düzeninin kabul edilemeyeceğini vurgularken, ABD'ye meydan okudu. Türkiye'den ilk kez davet edilen CHP lideri Deniz Baykal'ın katıldığı konferansta ABD'li temsilciler Rusya'yı sorgulamaya çalışırken, Putin'in, "karşı sorgulama"sıyla yüz yüze geldiler. Putin, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ABD'nin başını çektiği yeni dünya düzenine karşı uluslararası bir toplantıda belki de ilk kez bu kadar sert bir konuşma yaptı. Rusya Devlet Başkanı'nın tek kutuplu düzene karşı yeni bir denge arayışının ve oluşumunun sinyalini verdiği konuşmasında yaptığı çıkış şöyle özetlenebilir: 1) Tek kutuplu dünya düzeni ve ABD öncülüğündeki Batı politikalarını uygun bulmuyorum. 2) Tek merkezli bir gücün dünyayı yönetmesi çabası doğru olamaz. 3) Tek merkezli bir dünya demokrasi için de doğru bir algılama değildir. 4) Demokrasi, çoğunluğun isteklerinin azınlığın hakları ihlal edilmeden yerine getirilmesi olmalıdır. 5) Biz silahsızlanma konusunda şeffafız, ama ABD ve birçok ülkede bu şeffaflığı göremiyoruz. 6) Bize sürekli demokrasiyi öğretmeye çalışanlar, demokrasinin gereğini yerine getirmiyorlar. 7) ABD her şeyin üzerinde davranıyor. 8 ) ABD, ulusal güvenliği gerekçe göstererek ulusal sınırları tanımıyor. Bu büyük bir çatışma yaratıyor. Tek yönlü eylemler çatışmaları çözmüyor, aksine kötüleştiriyor. 9) Hiç kimse uluslararası hukuka saygı göstermiyor. 10) Hükümet dışı kuruluşlar (NGO) başka ülkelerin güdümünde faaliyet gösteriyorlar. Bu kabul edilemez. Rusya'da NGO'ları sıkı biçimde izletiyorum. 11) NATO bir dünya kurumu değildir. 12) Eğer İran'ın nükleer çalışmaları sorunsa, bu İsrail, Pakistan, Hindistan ve Kuzey Kore ile birlikte ele alınmalıdır. Kuzey Kore nükleer denemeyi yaptı bile. 13) ABD'nin, "önleyici müdahale" yaklaşımı ve uygulamasının doğru olmadığı ve çatışma alanlarını daha da artırdığı ortaya çıkmıştır. Putin, NATO'nun genişlemesinden duyduğu rahatsızlığı da vurguladı. Varşova Paktı lağvedilirken, Rusya'ya kendi güvenliği açısından sözler verildiğini, ancak NATO'nun genişlemesi ile Batı'nın Rusya sınırına askeri güç yığdığının görüldüğünü vurguladı. NATO'nun, ülkelerin çoğunluğunun üye olduğu bir dünya kurumu olmadığını, bu nedenle bütün dünyayı temsil eden bir güç gibi davranamayacağını, uluslararası sorunların çözüleceği zeminin BM olduğu mesajını verdi. Putin, ABD'nin BM'yi dikkate almadığını anımsatarak, Rusya'nın da gerekli gördüğünde -özellikle nükleer silah kullanımı konusunda- aynı yöntemi kullanabileceğini ima etti. Putin, ABD'li senatörlerin Rusya'yı İran'ın nükleer çalışmalarını desteklemekle suçlamaları üzerine, Tahran'ın nükleer materyalleri Batı'dan satın aldığını belirtti. (Milliyet / Fikret Bila / 11 Şubat 2007)

(…)
PENTAGON’LA NEO CONLAR ARASINDA DERİN ÇATLAK: Beyaz Saray'ın Irak'ta 107 Amerikan askerinin ölümüne neden olan yol kenarı bombalarının İran yapımı olduğu şeklindeki açıklaması, ABD Genelkurmay Başkanı General Peter Pace tarafından tam olarak doğru bulunmadı. Bu durum Bush yönetiminin İran'a yönelik suçlamaları konusunda şüphe yarattı. İran'ın Irak'taki Şii militanlara gelişmiş silah ve eğitim sağladığına dair somut delillere ulaşıldığı şeklindeki açıklama geçen hafta sonu Bağdat'ta 3 ABD'li askeri yetkili tarafından yapıldı. Yetkililer, yol kenarı bombalarının İran'ın en üst düzeydeki yöneticilerinin emriyle Irak'a gizlice sokulduğunu ileri sürdüler. Bir gün sonra ise Genelkurmay Başkanı Pace, Endonezya gezisi sırasında yaptığı açıklamada, bomba yapımında kullanılan bazı malzemelerin İran'da imal edildiğini bildirdi. Ancak göreve geldiğinden bu yana Başkan Bush'a sadık bir asker profili çizdiği için "Perfect Peter" (Mükemmel Peter) lakabıyla anılan Genelkurmay Başkanı, sözlerinin devamında Beyaz Saray'ca da desteklenen İran dosyasındaki iddialara katılmadığını açıkladı. General Pace, "Fakat bu anlattıklarım İran hükümetinin kesin olarak bundan (Irak'taki şiddet olaylarından) sorumlu olduğu anlamına gelmez" dedi. Pace, daha önce de "İranlı yetkililerin bombalardan haberi olduklarını ya da suç ortağı olduklarını söyleyemem" demişti. (Milliyet / 15 Şubat 2007)

(…)
PUTİN, GENELKURMAY’IN SİTESİNDE: Genelkurmay Başkanlığı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 43. Münih Güvenlik Konferansındaki "ABD ve NATO"yu eleştiren konuşmanın tam metnini internet sitesinde yayımladı. Putin, 10 Şubat 2007'deki konuşmasında, Soğuk Savaş sonrasında öngörülen tek kutuplu dünyayla ilgili değerlendirmelerde bulunmuş, "Günümüz dünyasında, tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olmasının yanı sıra, aynı zamanda imkânsız olduğu kanaatindeyim" görüşünü dile getirmişti. Tek taraflı ve çoğu kez gayri meşru olan eylemlerin hiçbir soruna çare olmadığını vurgulayan Putin, bunların yeni insanlık trajedilerine sebep olduğunu ve yeni gerilim noktaları yarattığını kaydetmişti. Putin ABD ve NATO'yu şu sözlerle eleştirdi: "BM yerine NATO ya da AB'yi koymamıza gerek yok. Ne zaman ki, BM uluslararası toplumun güçlerini gerçek anlamda birleştirir ve çeşitli ülkelerdeki olaylara gerçekten tepki gösterebilecek hale gelir ve biz uluslararası hukuku göz ardı etmeyecek duruma gelirsek, o zaman durum değişebilir. Aksi halde, şu anki durum bir çıkmaza gidecektir ve yapılan ciddi hataların sayısı katlanarak artacaktır. Buna paralel olarak, uluslararası hukukun gerek kavramsal olarak gerek normlarının uygulanması bakımından evrensel bir niteliğe kavuşması gerekmektedir." (İnternethaber / 15 Şubat 2007)
(…)
II. SOĞUK SAVAŞ: 17 yıl önce sona eren bu kriz dönemini hatırlatan konuşmasında Putin, 7 yıllık liderliği boyunca Washington’a karşı en sert çıkışını yaparak, “ABD dünyanın tek hakimi olmak istiyor. Bize demokrasi dersi vermeye çalışıyor ancak kendisi demokrasiden anlamıyor. Washington, Birleşmiş Milletler’i atlayıp uluslararası hukuk sistemini hiçe sayarak diğer ülkelere tek taraflı güç uyguluyor. Doğu Avrupa’ya füzeler konuşlandırarak gerilimi daha da tırmandırıyor” dedi. ABD’nin buna yanıtı ise gecikmedi. ABD Savunma Bakanı Robert Gates, Putin’in sözlerini yorumlarken şu ifadeleri kullandı: “Putin’in sözleri bana Soğuk Savaş dönemini hatırlattı. (Putin gibi) eski casuslar böyle sert konuşmayı sever. Benim de istihbarat geçmişim var. Ancak artık önümüze bakmamız gerekiyor. Kimsenin Rusya ile ikinci bir Soğuk Savaş istediğini sanmıyorum. Ancak bir taraftan da, başka ülkelere silah sevkiyatı yaparak ya da siyasi baskı için enerji kartını oynama arzusu sergileyerek Rusya’nın uluslararası istikrara zarar veren politikalar yürütüp yürütmediğini soruyoruz.” Robert Gates ayrıca, “Bazı Doğu Avrupa ülkelerinde konuşlandırılan Amerikan füzeleri Rusya’ya karşı değil, sadece yeni NATO üyelerini korumaya yönelik” ifadesini kullandı. Putin’in açıklamalarına en ilginç tepki 40 yıl boyunca Sovyet boyunduruğu altında yaşayan Çekler’den geldi. Amerika’nın füze kalkanı projesine ev sahipliği yapması beklenen Çek Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı Karel Schwarzenberg, “Rusya lideri Putin’in sözleri NATO’nun genişlemeye devam etmesinin gerektiğini gösterdi” ifadesini kullandı. 1949’da 12 üyeyle kurulan NATO, 26 ülkeye genişledi. 1947’de başlayan Sovyet Rusya-ABD arasındaki gerilim yaklaşık yarım asır süren bir süreç olarak tarihe geçti. “Soğuk Savaş” sürecinde ABD ile Sovyetler silah yarışına girip ideolojilerini de uydu devletlere yayma politikası izledi. 1980’de Sovyetler dünyanın en büyük ordusu oldu. Ancak 1985’te iktidara gelen Mikhail Gorbaçov, Perestroika (Yeniden yapılanma) ve Glasnost (Açıklık) prensiplerini getirdi. 1987’de Reagan ile füzelerin imhası için anlaşma imzaladı. 1991’de ise Sovyetler dağıldı. (Vatan / 12 Şubat 2007)

(…)
KÜRESEL KIYAMET RAPORU: Merakla beklenen BM iklim raporunda, küresel ısınmanın son 50 yılda yüzde 90 oranında insan eliyle yaratıldığı ve asırlarca süreceği belirtildi. Fransa'nın başkenti Paris'te düzenlenen iklim değişikliği panelinde, Hükümetler Arası İklim Değişikliği Uzmanlar Grubu tarafından 21 sayfalık bir rapor yayımlandı. Raporda, insan eliyle sera gazlarının salınımının neden olduğu bugünkü sorunlar, şöyle sıralandı: Daha az soğuk günler, daha sıcak geceler, öldüren sıcak hava dalgaları, seller ve yoğun yağışlar, yıkıcı kuraklıklar ve kasırga ile tropikal fırtına gücünde artış (Özellikle Atlas Okyanusu'nda). Raporda ayrıca, ''Eğer şimdi bunun kötü olduğunu düşünüyorsanız, 21'inci yüzyıl boyunca zararlı etkileri, 20'nci yüzyıl sırasındaki etkilerinden daha büyük olacak'' denildi. / 2100'e kadar sıcaklık 1.8 ile 4 derece artacak. Bu binlerce yıldır iklimde meydana gelen en dramatik değişiklik! / Uzun süreli ve yoğun sıcak hava dalgalarıyla daha sık karşılaşacağız. / Uygarlaşma ne kadar yavaşlarsa yavaşlasın ya da sera gazlarının salımı ne kadar azalırsa azalsın, küresel ısınma ve deniz seviyesinin yükselmesi asırlarca sürecek. Okyanuslardaki su seviyesi 18 ile 59 santimetre yükselecek! / Daha şiddetli fırtınalar görülecek. / Sıcaklık dalgaları daha sık yaşanacak. / Kutup buzulları eriyecek. 2100 yılı yazında artık Antartika olmayabilir. / Bangladeş'ten Hollanda'ya pek çok kıyı ülkesi sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya! / Panele 130 ülkeden 500 delege katıldı. Panele katılan yüzlerce bilimadamı ve bürokrat, kapalı kapılar ardında bir hafta süren müzakerelerde bulundu. Raporda, küresel ısınmanın nasıl ve neden olduğu anlatıldı, ancak dünyanın bununla ilgili ne yapması gerektiği belirtilmedi. Panele katılan Amerikalı bilimadamı Susan Solomon, ''Sera gazlarındaki artışın, insan faaliyetlerinin egemenliği altında olduğundan hiç şüphe yok'' dedi. Colorado'daki Ulusal Atmosferik Araştırma Merkezi'nden iklim analizi yöneticisi Kevin Trenberth ise ''Bu durduramayacağınız bir şey. Bununla yaşamak zorunda kalacağız. Farklı bir gezegen yaratıyoruz'' dedi. Arizona Üniversitesi'nden Jonathan Overpeck, “Buradaki nokta, bir şey yapmazsak ve bir şey yaparsak neler olacağına dikkati çekmek. Eğer bir şey yapmamaya karar verirseniz, etkileri bir şey yapmamızdan daha büyük olacaktır” diye konuştu. (AA / 2 Şubat 2007)

(…)
MEZAR TAŞI TESTİ: Şimdiye kadarki çıkışlarıyla İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, 'dünyayı felakete sürükleyecek radikal' lider, Venezuela Devlet Başkanı Chavez ise 'diplomasinin espri ihtiyacını karşılayan' kişi olarak gösteriliyordu. Ancak Washington'ın 'terörle mücadelede ortak' olarak nitelediği Rusya lideri Putin, artık 'kral çıplak' dedi. Pek çoklarının inandığı; ancak Amerika'nın 'şerri'nden dolayı seslendirmekten çekindiği gerçekleri bir bir sıraladı Putin. ABD'nin kendi politikalarını dünyaya dayattığını vurgulayarak dolaylı olarak uluslararası teröre neyin kaynaklık ettiğini dile getirdi. NATO ve Avrupa Birliği üst düzey yetkililerinin somurtarak dinledikleri belirtilen Putin'in Münih'te cumartesi günü yaptığı konuşma, her ne kadar yeni bir 'soğuk savaş' işareti olarak manipüle edilmek istense de aslında, bir dünya başkaldırısı mahiyetinde. Dünya güvenliğinin önündeki tehdit olarak Amerika'yı gösteren Rus liderin konuşması, destek görürse mevcut dünya düzeninin değiştirilmesinin bir adımı olarak da nitelendiriliyor. "Kural dışı bir şekilde, bir ülke, ABD, kendi ulusal sınırlarını siyasi, ekonomik ve insani açıdan aştı ve kendi sistemini başka devletlere dayattı. Peki bu kimin hoşuna gitti?" diye soran Putin, "Bu, çok tehlikeli. Artık hiç kimse kendisini güvende hissetmiyor; çünkü kimse uluslararası hukuka sığınamıyor." şeklinde konuştu. Tek kutuplu dünyanın yanlışlığı bir tarafa bunun mümkün olmadığını ifade eden Putin, George Bush yönetimini, 'hiçbirine tam çözüm bulamadan bir çatışmadan diğerine koşmakla' ayıpladı. Putin'e göre ABD öncülüğündeki dünya, ortaya çıkan sorunları, sadece 'bombalama ve ateşleme' yöntemleriyle çözme çabasından ileriye gidemiyor. Batı dünyasında, 'suçluyu (İran) koruma refleksi olarak' nitelenerek, başka tarafa çekilmek istenen Putin'in sert çıkışının zamanlaması, ABD'nin Çek Cumhuriyeti ve Polonya topraklarına NMD (ulusal füze kalkanı) sistemini yerleştirmesiyle ilintili biraz da. Kremlin, 1971 tarihli ABM (anti balistik füze) anlaşmasından tek taraflı çekilerek savunma sistemi kuran Washington'ın, yeni bir silahlanma yarışını başlattığı görüşünde. Zaten bir aralar elindeki silahları karşılıklı azaltan Rusya ve ABD, bu çabaları rafa kaldırmış durumda. Nükleer başlıklı füze sayısının indirilmesini öngören Start anlaşmaları hiç gündeme gelmiyor bile. Rusya Savunma Bakanı Sergey İvanov da İran ve Kuzey Kore gerekçe gösterilerek kurulan NMD sistemlerinin, ABD'nin müttefikleri olan Türkiye, Irak ve Afganistan'da neden kurulmadığını merak ediyor. Moskova ile Washington arasındaki limoni ilişkilere son bir katkı da ABD Savunma Bakanı Gates'in, Rusya'yı 'ne olacağı belli olmayan' düşmanlar listesine dahil etmesiyle gelmişti. Her ne kadar Gates'in konuşması, bakanlığının bütçesinin kırpılmadan çıkma çabasına bağlansa da Putin, hiçbir şekilde yumuşatılamayacak net ifadelerle ülkesinin pozisyonunu ortaya koymuş oldu. SSCB'den sonra 'açık ve özgür dünya'dan gelecek demokrasi hususunda hayal kırıklığına uğrayan Rusya halkı da ABD'ye herkesten daha fazla kızgın şu sıralar. İran krizinin yanı sıra gazeteci Anna Politkovskaya ve eski ajan Aleksandr Litvinenko'nun öldürülmesi olaylarına bağlı kalmadan, bu çarpık uluslararası düzenin değiştirilmesi hususunda dünyanın kanaat önderlerinin, ilk seslendirmeyi yapan Vladimir Putin'i desteklemeleri zaruri. Her gün yüzlerce insanın öldüğü ve binlercesinin mağdur olduğu sistemde bir yanlışlık olmalı. Zira bazı gelişmelere sessiz kalmak bizleri mezar taşı testinde çaktırabilir. (Zaman / Mirza Çetinkaya / 12 Şubat 2007)

(…)
YİNE AYNI GAZETECİ: ABD’nin en etkin gazeteleri arasında yer alan New York Times, Irak Savaşı öncesinde Bush yönetiminin Irak’ta kitle imha silah programı bulduğuna dair haberi ilk veren yayın kuruluşu olmuştu. 8 Eylül 2002 tarihinde yani savaştan 6 ay önce yayınlanan haberde Amerikalı istihbarat yetkililerinin Irak’ın nükleer programında kullanılmak üzere bu ülkeye sokulmaya çalışan alüminyum tüpler ele geçirdiği kaydedilerek bu olay, “İşte Saddam’ın kitle imha silah programının kanıtı” diye dünyaya duyuruldu. Ancak aradan yıllar geçip de Irak’ta en ufak bir kitle imha silahına bile rastlanmayınca New York Times, Savunma muhabiri Michael Gordon imzasını taşıyan bu haber için bir özür yayınladı. Fakat Gordon’un Bush yönetimine altın tepside sunduğu haberler devam etti. Irak’ta durumun kötüleşmesi üzerine strateji değişikliği kararı alan Başkan Bush, bir çalışma grubu oluşturarak yeni stratejinin belirlenmesini istedi. Ancak Irak Çalışma Grubu asker çekilmesi ve Suriye-İran ile diyalog önerince sonuç Bush’un hoşuna gitmedi. Durum böyle olunca Gordon bir kez daha Bush yönetiminin imdadına yetişerek, “Asker çekmek çözüm değil” konulu 2 analiz yayınladı. Gordon’un bu destek haberlerine dün de bir yenisi eklendi. NYT yazarı, adını vermediği askeri ve diplomatik kaynaklara dayandırdığı haberinde, “Irak’ta kullanılan en ölümcül silahların İran tarafından sağlandığını”’ duyurdu. İran’a askeri operasyonun tartışıldığı dönemde gelen bu haber hem akılları karıştırdı, hem de savaş karşıtlarının “Gordon yine savaş çığırtkanlığı yapıyor” yorumlarına yol açtı. New York Times gazetesinin savunma muhabiri Michael R. Gordon, 1995’te “Generallerin Savaşı; Körfez’deki Savaşın İç Yüzü” adlı kitapla büyük bir çıkış yapmıştı. 1991 Körfez Savaşı’nı anlatan bu kitabın ardından, geçen yıl “Cobra II: Irak İşgalinin İç Yüzü” kitabını yazdı. En çok satan kitaplar listesine girmeyi başardı. Gordon’un alüminyum tüpler haberi, Dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın 5 Şubat 2003’te Birleşmiş Milletler’de Irak savaşını meşru göstermek için yaptığı sunumunda kaynak olarak gösterilmişti. Michael Gordon, ertesi gün, “Colin Powell’ın bu kanıtlarının ardından Irak Savaşı’na karşı çıkanlar ne yapacaklar merak ediyorum” diye yazmıştı. (Vatan / 11 Şubat 2007)

(…)
HAMANEY’DEN BUSH’A UYARI: İran dini lideri Ali Hamaney’in hafta ortasında yaptığı açıklamada, “ABD eğer bizi vurmak gibi bir çılgınlık yapmaya kalkarsa dünya çağındaki tüm Amerikan çıkarlarını hedef alırız” demesinin ardından İran yönetiminin olası bir Amerikan operasyonuna karşı ittifak arayışlarını artırdığı kaydedildi. İran’ın, Afganistan’da Taliban, Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta ise Mehdi Ordusu’na yardımları artırarak, bu örgütleri kendi yanında tutmayı amaçladığı kaydedildi. (Vatan / 11 Şubat 2007)

(…)
DOLAR ÇIPLAK: Bugünün dünyasında kralın kim olduğunu herkes biliyor; ABD. Haksız da olsa, yanlış olsa da yaptıkları; güç ABD'de olduğu sürece onun dediği olacak. Tıpkı doların düşüşe geçmesinde olduğu gibi. Dolar düşüyor ama sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada bu böyle. Euro karşısında, Yen karşısında, Ruble karşısında ya da ABD'nin ticareten sömürdüğü herhangi bir ülkenin parası karşısında değer kaybediyor. Olan şudur; ABD ekonomisi, bütün dünyaya olan trilyonlarca dolarlık borcunu bu yöntemle azaltıyor. Böylece ABD, kasıtlı şekilde doların değerini düşürerek borçlarını yüzde 40 oranda azaltmış oldu. Bugün ABD'nin iç ve dış borçlarının toplamının 37 trilyon dolar civarında olduğu söyleniyor. Yani, Amerika'nın gayri safi milli hâsılasının yaklaşık 4 katı kadar borcu var. Bu borcun yarıya yakınının dış borç olduğu hesaba katılırsa olayın boyutu daha iyi anlaşılır! Ve bütün dünyaya borç takan Amerika ne yapıyor? Borcunu ödemiyor, çünkü ABD güçlü. Borcunu ödemediği gibi bu paranın üstüne yatıyor. Çünkü Amerikan ekonomisi dünyadaki her şeyi kendi kafasına göre yapma imtiyazına sahip tek ülke. Eskiden bütün dünya ülkeleri kendi ülkelerindeki para miktarını altına göre belirliyorlardı. 70'li yıllarda bu durum değişti ve şimdi her ülke, kasasında, ürettiği malın karşılığı olarak dolar bulundurmak zorunda. Bu durumda ne oluyor? ABD, dünya piyasasına karşılıksız dolar sürme lüksüne sahip olduğu için dış borçlarını bu sayede kapatabiliyor. Daha çok para basıyor ve bu kâğıt paraların üzerindeki mürekkep ve kâğıdın maliyeti dışında hiçbir masrafı yok ABD'ye. O, dolara bir karşılık göstermek zorunda değil ama biz ve bütün diğer dünya ülkeleri, ürettiğimiz malın karşılığını dolar olarak göstermek zorundayız. ABD, bugün böylesi önemli bir lüksü kafasına göre kullanıyor. Böylece dünyayı iki şeyle; silah ve parayla yönettiğini de göstermiş oluyor. ABD'nin en büyük iki silahından biri Pentagon ise diğeri de karşılıksız bastığı dolardır. Yani Kralımız Çıplak ve fena halde tehlikeli ama ne yazık ki bu gerçeği kimse görmüyor. Şimdi manzaraya bir bakalım. Mesela ABD merkez bankası sadece Avrupa'dan her yıl 100 milyar dolar, Çin'den 100 milyar dolar, Japonya'dan 140 milyar dolar ve diğer ülkelerden de en az 10'ar milyar dolarlık para geliyor. Bu paralar ABD'ye akıyor çünkü Amerika'ya ve dolara büyük bir güven var. Sistem böyle kurulduğu için Amerikan ekonomisi, bütün dünyanın kanını emerek yaşamını sürdürüyor. Özetle, bugün, ABD'yi bekleyen en büyük tehlike, ne uluslar arası terörizm, ne Kuzey Kore, ne İran ne de Usame Bin Ladin. En büyük tehlike bir şekilde ABD'ye dolar akışının durması. Yani mesela bütün ülkelerin kendi kasalarındaki malvarlıklarına karşılık olarak başka bir para birimini, Euro'yu göstermeleri. İşte Washington'un en büyük korkusu bu. İşte bu yüzden, ABD saldırıyor, hırçınlaşıyor, işgal ediyor. (Bugün / Nuh Gönültaş / 15 Şubat 2007)

(…)
ABD’DE CEO TAZMİNATLARINA FREN: ABD’de başarılı olup almadıklarına bile bakılmadan, CEO’lara ödenen yüksek tazminatların kamuoyunda tepki çekmesi siyasileri harekete geçirdi. Bardağı taşıran son damla ise, perakende devi Home Depomat’ın CEO’su Bob Nardelli’nin görevinden ayrılması halinde 210 milyon dolarlık bir tazminatı kapsayan sözleşmeye imza atması oldu. Demokratların çoğunlukta olduğu Kongre’nin CEO’lara ödenen fahiş tazminatları frenleyecek yasal düzenlemelere önümüzdeki aylarda gidebileceği belirtiliyor. Kongre’yi CEO tazminatlarını kontrol altına alacak yeni düzenlemeler getirmek istemesine neden olan gelişmelerin başlangıcı, hissedarlar tarafından başarısız bulunan ilaç devi Pfizer CEO’suna ödenen miktar oldu. Pfizer CEO’su Henry McKinnell’in şirketin borsadaki değeri yüzde 49 oranında düşmesine rağmen 200 milyon dolarlık bir tazminatla görevinden ayrılması, kamuoyunda büyük tepki çekti. Bu olayın ardından ise Home Depomat CEO’su Bob Nardelli’nin ayrılması halinde kendine ödenecek tazminatı kapsayan 210 milyon dolarlık bir sözleşme yapması yine ExxonMobil CEO’su Lee Raymond’un 357 milyon dolarlık tazminatla ayrılmaya hazırlanıyor olması, ABD’de Kongre’yi harekete geçirdi. Mali İşler Komitesi Başkanı Barney Frank, son gelişmelerin ışığında durumun artık kontrolden çıktığını belirterek, CEO tazminatlarını düzenleyen yeni bir yasa teklifi üzerende çalıştıklarını söyledi. Geçtiğimiz günlerde Başkan George W. Bush da dev şirketlerin üst düzey yöneticilerine ödedikleri ’cömert’ primlerin yüksekliğine dikkat çekerek, "Amerikan şirketleri olarak şeffaf ve kurumsal yönetim ilkelerine sadık olduğunuzu tüm dünyaya göstermelisiniz" açıklamasını yapmıştı. Forbes Dergisi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, en büyük Amerikan şirketlerinin CEO’larına yılda 10.9 milyar dolar ödediği ortaya çıktı. Araştırmada, en yüksek CEO ücretinin ise 250 milyon dolar olduğu belirtildi. Yine 2005 yılındaki bir başka araştırmada, CEO’ların ortalama bir çalışandan 411 kat daha fazla kazandıklarına işaret edilerek, bu farkın 1990 yılındaki rakamlara göre 107 kat daha yüksek olduğu kaydediliyor. Uzmanlar, son dönemde ödenen yüksek ücret ve tazminatlarda CEO’ların başarılı olup almadıklarına bakılmadığını belirtiyorlar. (Hürriyet / 14 Şubat 2007)

(…)
ABD’NİN POLAT / 24 KRİZİ: Amerikan televizyon tarihinde hiçbir dizi, “24” kadar tartışma yaratmadı. Her sezonu olay yaratan ve milyonları ekran başına kilitleyen dizi, geçtiğimiz sezon Müslümanları küçük düşüren görüntülerin ardından bu kez de işkence skandalıyla gündeme geldi. Ebu Garib, Guantanamo ve Afganistan’da yaşanan işkence skandallarının ardından inceleme başlatan Amerikan ordusu, askerlerin çok büyük bir bölümünün “işkencenin her türlüsünün meşru gösterildiği” bu dizinin bağımlısı olduğunu ortaya çıkardı. Irak’ta görev yapan ABD askerlerinin birliklerinde 24 DVD’leri bulundu. Askerlerin, dizide bir federal ajanı oynayan ve istediği bilgiyi alabilmek için kendi kardeşine bile işkence yapmaktan çekinmeyen Jack Bauer’ı örnek aldıkları görüldü. ABD’nin en önemli askeri akademisi West Point’ten mezun olan subayların bile Bauer karakteriyle özdeşleşmeleri üzerine Pentagon harekete geçti. Dizide Müslümanların hep kötü karakterler olması ve işkence ile sorgulamanın normalleşmesini eleştiren West Point Dekanı General Patrick Finnegan, 7 FBI sorgu memurunu da yanına alarak 24’ün yapımcılarını ziyaret etti. New Yorker dergisine göre General, “Tüm uluslararası anlaşmalara aykırı olarak işkenceyi meşru gösteriyorsunuz. Eğittiğimiz askerler kendilerine Bauer’ı örnek alıyor. Sadece Amerika’da değil tüm dünyada izlenme rekorları kıran bu dizi yüzünden Amerika’nın imajı çok büyük zarar görüyor” diyerek yapımcılardan “senaryonun yumuşatılmasını” istedi. Irak’taki sorgulamaları yöneten Tony Lagouranis “Irak’taki birliklerde 24 izleniyor. Askerler dizi bitince yan odaya geçip izlediklerini Iraklılar üzerinde uyguluyor” dedi. TGRT’nin de sahibi olan Rupert Murdoch’un FOX kanalında yayınlanan 24, Amerika’da yayın günlerinde hep ilk 3 sıra içerisinde yer alıyor. 15 milyon Amerikalı dizinin müptelası.. Kiefer Sutherland sezon başına 10 milyon dolar kazanıyor. Kurtlar Vadisi Terör ise ilk bölümüyle yüzde 44 dolayında “share” aldı. Yani o an açık olan TV’lerin yaklaşık yarısında Polat izlendi. 24’ün 5 sezonunda sorgulamalar sırasında 67 kez işkence uygulanması üzerine Amerikan medyası, “24 ile Ebu Garib meşru mu gösteriliyor” sorusunu sormaya başlamıştı. USA Today gazetesi, “24’ün senaryo yazarları ’dünyayı kurtarmak için sorgulamada her yol kullanılır’ düşüncesini beynimize yerleştirmek istiyor” yorumunu yaptı. Dizinin her bölümünde 12 dakikada bir, “ABD halkı korunmalı” mesajı verildiği belirlendi. Tartışmanın büyümesi üzerine FOX televizyonu izleyiciler arasında bir anket yaptı. “24” izleyicilerinin yaklaşık yüzde 50’sinin güvenlik tehlike altında olunca işkence kullanımını onayladığı ortaya çıktı. Hakkari’nin Yüksekova İlçesi’nde bir grup, “Kürt halkını rencide ettiği” gerekçesiyle “Kurtlar Vadisi Terör” dizisini protesto etti. Özgürlük Meydanı’nda toplanan 250 kişi, ağızlarını bantlayarak, “Kurtlar Vadisi dizisini ve bu diziyi kaldırmayan RTÜK’ü kınıyoruz”, “Kurtlar ürür kervan yürür” dövizleri taşıdı. (Vatan / 12 Şubat 2007)

(…)
TALABANİ’DEN ERDOĞAN’A “TERÖR” MESAJI: Türkiye Irak'a girmeyi tartışırken Talabani'nin temsilcisi Galali'den şok sözler: Seçim var diye herkes milliyetçi oldu. Seçimden sonra PKK'ya af bekliyoruz. Irak Cumhurbaşkanı Talabani'nin Türkiye Temsilcisi Galali, "Kapsamlı bir af çıkarsa Kandil'dekiler dağdan iner, liderleri de Avrupa'ya kaçar. PKK sorunu ancak bu yöntemle biter" dedi. Temsilci, "Kişisel görüşüm" dese de Talabani'nin PKK'ya af beklentisini şöyle ifade etti: Seçim var diye herkes milliyetçi oldu. Seçime kadar af çıkmaz. Ama seçimden sonra bir af bekliyoruz. Irak Cumhurbaşkanı ve KYB lideri Celal Talabani'nin Türkiye temsilcisi Behroz Galali, ilginç açıklamalar yaptı: Kuzey Irak'taki PKK varlığı savaşla çözülmez. Kişisel görüşüm, eğer af olursa, problemi çok büyük oranda, yüzde 80 çözer, PKK biter. Şu anda sorunu çözmenin tek yolu bu. Militanlar Türkiye'ye döner, yöneticiler de kaçıp gider Avrupa'ya. Af çıkarsa örgütte kimseyi tutamazlar. Kapsamı büyükse çok dönen olur. Eskiden çok fazla sınır ötesi operasyon oldu. Sorun çözülemedi. Çünkü siz ne kadar PKK'lı alırsanız, öldürürseniz, 1 ay sonra yeniden gidiyorlar. 4 bin kişiyi öldürseniz, 4 bin kişi daha yeniden gider. PKK'yı bitirseniz, yarın başka isimle başka bir PKK çıkar. Biz eskiden Türkiye ile birlikte PKK'ya savaş yaptık. KDP ve KYB savaş yaptı. Ama bu mesele çözümlenmedi. Meseleyi siyasi çözmek lazım. Şimdi seçim geliyor. Bunu bir seçim malzemesi yapmamak lazım. Çünkü seçim geliyor diye Türkiye'de herkes milliyetçi oldu. Şu anda partilerin hepsi, sosyal demokratlardan en sola kadar, soldan en sağa kadar herkes milliyetçilik yapıyor. Onun için şimdi değil, ama seçimden sonra kapsamlı bir af çıkacağını tahmin ediyorum. Af çıkar ve bu işi çözerler. PKK'yı bitirirler. Kuzey Irak'ta 4 bin PKK'lı olduğu bence abartılı, 2 bin- 2 bin 500 civarındadır. Türkiye'nin güneydoğusuyla birlikte büyük Kürdistan'ı kurma hayali yok. Tabii hangi Kürt'e sorsan kendi devletini ister. Şu anda Kuzey Irak'ta 4 milyon Kürt yaşıyor. Bunlar nasıl 70 milyon Türkiye için tehlike olacak. (Takvim / Mehmet Çetingüleç 14 Şubat 2007)

(…)
ERDOĞAN’DAN, “KURTLAR VADİSİ - TERÖR”E SANSÜR: Dizinin yayından kaldırılmasını, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın rica ettiği konuşuluyor. Erdoğan'ın RTÜK Başkanı Zahid Akman'dan, Show TV yöneticileriyle konuşup ikna etmesini istediği, Akman'ın kanalın yöneticileri ve Pana Film şirketi temsilcileriyle önceki akşam uzun bir görüşme yaptığı konuşuluyor. Pana Film yetkililerinin, 'tahrik unsuru' taşıdığı gerekçesiyle büyük tartışmalar yaratan Kurtlar Vadisi Terör dizisinin yerine, yeni bir proje başlatmayı düşündüğü belirtiliyor. (Süperpoligon / 15 Şubat 2007)

(…)
OLMERT, “İSRAİL, TÜRKİYE’DE AKP İLE BÜYÜDÜ”: İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Türkiye'nin, İslam dünyasıyla İsrail arasında güvenilir ilişkiler kurulmasında köprü rolü oynayabileceğini söyledi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yetenekli, ciddi ve güvenilir bir lider olduğunu belirten Olmert, dün başlayan Türkiye ziyareti öncesi Kudüs'teki başbakanlık ofisinde Milliyet'e şunları söyledi: Erdoğan'la samimi ve dostça bir ilişkimiz var. Dostlar arasında bazen görüş ayrılıkları olabilir ama bunu konuşarak çözüyoruz. Telefonda sık görüşürüz. Geçen yıl 6-7 kez telefonla görüştük. Kendisi yetenekli, ciddi ve güvenilir bir siyasi lider. İsrail ile komşuları arasında köprüler kurulmasında önemli rol oynayabileceğine inanıyorum. Ama bu köprüler sağlam bir temel üzerine kurulmalı ve bu temel de İsrail ile Filistinliler ve Arap ülkelerinin barış ve güvenlik içinde birbirlerini karşılıklı tanımasıdır. Erdoğan'ın bu mesajın Arap dünyasına nasıl işlenip iletileceğini bildiğine şüphem yok. Türkiye ile İsrail arasında, Akdeniz'in altından "enerji koridoru" kurulması projesine çok ciddi bakıyoruz. İsrail her yıl yurtdışına 23 milyar dolarlık yatırım yapıyor. Türkiye'de şu anda 150 şirketimiz var. Eğer Türk bürokrasisi dostça davranırsa, İsrail şirketleri milyarlarca dolar yatırım yapmaya hazırdır. AKP döneminde Türkiye ile ilişkiler kesinlikle geriye değil ileriye gitti. Ticaret hacmimiz 2.5 milyar dolara ulaştı. Erdoğan ile kendisinin eski belediye başkanı olduklarını söyleyen Olmert, "Başbakanlığa giden yolun sırrı işlerimizi hep ciddiye almamızdır" dedi. Erdoğan ile ikinci ortak özelliklerinin futbola ilgileri olduğunu belirten Olmert, geçmişte kısa süre futbol oynadığını söyledi. Olmert, "Benim takımım Beitari Jerusalem'in renkleri sarı-siyah, Erdoğan'ınki ise sarı-lacivert" diye konuştu. (Milliyet / Utku Çakırözer / 15 Şubat 2007)

(…)
ERDOĞAN, KÜRDİSTAN’IN HAMİSİ Mİ: Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu, ''Başbakan, Türkiye'ye telkin edilen, Irak'ın parçalanması halinde ortaya çıkacak Kürdistan'a hami rolüne ön bir rıza mı beyan etmektedir?'' dedi. Bir gazetecinin, ''Başbakan Erdoğan'ın Kuzey Irak'taki bölgesel Kürt hükümetiyle ilişkiler geliştirilebileceği sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?'' sorusu üzerine Mumcu, bu açıklamaları ''günübirlik, güncel siyasi kaygıların etkisinde söylenmiş sözler'' olarak değerlendirdiğini kaydetti. ''Konunun, bölgesel hükümetle iyi ilişkilerden ibaret bir konu olmadığı aşikardır'' diyen Mumcu, şöyle devam etti: ''Türkiye'nin bölgesinde barışı, istikrarı ve iyi ilişkileri istemesinden daha doğal bir şey olamaz. Hükümetin bunu seslendirmesi de doğaldır ama ifadelerin arkasına saklanmış mahrem manaların açıklıkla konuşulabiliyor olması lazım. Türkiye, Irak'ın bütünlüğü tezinden vazgeçmiş midir? Başbakan, Türkiye'ye telkin edilen Irak'ın parçalanması halinde ortaya çıkacak Kürdistan'a hami rolüne ön bir rıza mı beyan etmektedir? Başbakan'ın bu konulara açıklık getirmekten ziyade, ilgililerine örtülü, mahrem bir mesaj amaçladığını düşünüyorum. Bunu Türkiye'nin orta ve uzun vadeli politikalarıyla bağdaşık bulmuyorum. Bu sözlerin tavizden başka hiçbir değeri yoktur.'' Bir gazetecinin, ''Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın 'Türkiye'nin, 1923'ten bu yana bu kadar risklerle ve tehditlerle karşı karşıya kalmadığı' açıklamasına katılıyor musunuz?'' sorusu üzerine Mumcu, şunları ifade etti: ''Sosyo-politik süreçler bir günde cereyan etmez. Türkiye'nin çok ciddi kaygı duyacağı tehditlerle karşı karşıya bulunduğu kolayca inkar edemeyeceğimiz bir gerçek ama bunlar bir günde ortaya çıkmadı ve sadece tehdit algılamasıyla yetinemeyeceğimizi bilmemiz gerekiyor. Bugün milletimize vermemiz gereken duygu; tehditler karşısında korkma, içine kapanma, büzülme reaksiyonu olmamalıdır. Tehditler fırsatları da beraberinde getirir. Tehditleri fırsatlara dönüştürecek yönetme, liderlik becerisini gösterecek bir siyasete ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bence Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu en önemli tehdit, bugün var olan yarın ortaya çıkabilecek ve hayat boyu devam edecek olan tehditler-fırsatlar zincirinde tehditleri bertaraf edip fırsatları gerçekleştirecek liderliğe sahip olmayışıdır. Ben sorunu dışarıda değil içeride görüyorum. Dünyadaki gelişmeleri okumaktan aciz, Türkiye'nin sahip olduğu potansiyelin, değerlerin kıymetini bilmeyen, Türkiye'nin ne yapabileceğinden habersiz bir yönetimin en büyük tehdit olduğunu düşünüyorum.'' (Gerçekgündem / 15 Şubat 2007)

(…)
“AKP, TAŞERON HÜKÜMET”: MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Gelişerek değiştiği” edebiyatıyla geçmişini inkar ederek, değişmeyen niyet ve düşüncelerini saklamaya çalışan Başbakan'ın siyaset geçmişi ve geleneği, bugününün aynasıdır'' dedi. Bahçeli, bir gazetecinin sorduğu “Hükümetin, TCK'nın 301. maddesi ile ilgili olarak topu sivil toplum kuruluşlarına atmaya çalıştığı yönündeki değerlendirmelere nasıl bakıyorsunuz?'' şeklindeki bir soruya ise “Gerçeği bu... Türkiye'yi yönetmek için taşeronluk üstlenmiş olan, 301'i çıkarmak için de kendisine taşeron arıyor” cevabını verdi. ''Türk milliyetçiliğini topyekün aşağılamak ve suçlamak günün modası haline gelmiştir'' görüşünü dile getiren Bahçeli, ''Türk milliyetçiliği, şoven, ırkçı, çatışmacı, ayrımcı, lümpen, şiddet kışkırtıcısı, bölücü, demokrasi düşmanı gibi temelsiz ve hayasız suçlamalarla bir iftira sağanağı altında bırakılmıştır'' diye konuştu. Erdoğan'ın, “Türk milliyetçiliğini suçlama kampanyasının bayraktarlığını yaptığını” öne sürerek, şunları söyledi: “Son yaşanan olayları değerlendirirken herkesin cevabını araması gereken ilk soru, hangi duygu ve düşüncelerin bir Başbakan'ı Türk milliyetçiliğini suçlama kampanyasının bayraktarlığını yapmaya sevk etmiş olduğudur. Bunun cevabı, Başbakan Erdoğan'ın siyasi dünya görüşünde bulunacaktır. Başbakan'ın, Türkiye'nin milli birliği ve milli kimliği hususundaki sakat düşüncelerinin, etnik bölücülüğe cesaret kazandıran tutumunun nedenlerinin aranacağı adres de aynı adrestir. 'Gelişerek değiştiği' edebiyatıyla geçmişini inkâr ederek, değişmeyen niyet ve düşüncelerini saklamaya çalışan Başbakan'ın siyaset geçmişi ve geleneği, bugününün aynasıdır. Başbakan Erdoğan'ın 1991 yılında Refah Partisi İl Başkanı iken 'Kürt Sorunu' hakkında parti yönetimine sunduğu rapor, Başbakan'ın bugün sergilediği tutumun ve Türk milliyetçiliği düşmanlığının derin köklerini göstermesi bakımından bir ibret vesikasıdır.'' Sözünü ettiği rapordan alıntılar aktaran Bahçeli, ''Bu rapor ile PKK siyasi talep listesi yan yana konulduğunda ikisi arasındaki birçok noktada şaşırtıcı benzerlik ve örtüşme görülecektir'' dedi. (Habertürk / AA / 15 Şubat 2007)

(…)
TÜRKİYE’YE 5. KOL FALİYETİ: Türkiye, açık bir saldırı ile karşı karşıya: Medya saldırısı... Türk televizyonları ve gazeteleri, elbirliği etmiş, Türk Devleti'ne saldırıyor. Arkalarında da özel üniversiteler duruyor. Tümü de aynı şeyleri söylüyor: Kıbrıs verilsin... / Ermenilere soykırım yaptık. / Ege'de Yunanistan haklıdır; Kardak bir kayalık, onun için neden olay çıkartıyoruz ki... / Asker ikide bir siyasetçileri uyarıyor; hemen susturulsun... / Bayrak, ilkel milliyetçiliğin simgesidir; Türk bayrağını kimse savunmasın... / Irak'ta Kürt Devleti'nin kurulması bizim yararımızadır. Amerika ne isterse yapalım. Amerika'yı sevmek İslam'ın 6. şartıdır. / Biz millet olarak çok kötüyüz; adam olmayız; AB'ye girelim ki onlar bizi adam etsinler. / Türban Türkiye'nin temel sorunudur; bırakalım, türbancılar istediklerini yapsınlar. / PKK için de siyasal çözüm düşünülmelidir. / 5. Kol, 2. Dünya Savaşı sürecinde ortaya çıkmıştır. Cephe gerisinde, düşman için çalışan özel birliklere, gruplara 5. Kol denilir. Bunlar sivil görüntülüdür ama yıkıcı operasyonlarla orduları çökertirler. Günümüzde, en önemli savaş gücü, moral gücüdür. Moral gücü çökertilen bir milleti teslim almak çok kolaydır. Bu operasyonun en acıklı örneğini son olarak Kıbrıs'ta görüyoruz. Kuzey Kıbrıs'taki Türk halkının morali çökertilerek Avrupalı karşısında her şeye evet diyecek hale sokuldu.

Şimdi sıra Türkiye'ye geldi. Türkiye'deki özel televizyonlar, özel üniversiteler; cumhuriyet rejimini geliştirecek, güçlendirecek yaklaşımlar yerine onu çökertecek fikirlerin imal merkezine döndüler. Beşinci Kol; aydın provokatörlerden ciddi ölçüde yararlanıyor. Düşman güçlerin Türkiye'yi içeriden çökertme planında ne yazık ki bizden gözükenler kullanılıyor. Gerçeği artık kabul edelim. Batı emperyalizmi; ABD'nin liderliğinde dünyayı sömürgeleştirme operasyonunu çoktan başlattı. Bunun için Batı, kendisine bir gerekçe yaratacaktı, yarattı da: ABD'li siyasetbilimci Samuel Huntington; dünyanın geleceğini 'medeniyetler çatışması'nın belirleyeceğini yazdı. Bu teze, ABD yönetimi sahip çıktı. Çünkü; bu tez; ABD'nin istediği bir gerekçe idi. Medeniyetler Çatışması; batı ile doğu çatışması demek. Batı; Hıristiyanlığı; doğu, Müslümanlığı gösterir. Müslüman dünyasını ise Türkler temsil ediyor. Sözün özü şudur: Medeniyetler Çatışması, özünde Hıristiyan batı dünyası ile Türkiye'nin çatışmasıdır. ABD'nin de Avrupa Birliği'nin de Müslüman dünyasında güç merkezi saydığı yer; Türkiye'dir ve Türklerdir. Yeni Papa Ratzinger'in daha önce belirttiği gibi; Batılının gözünde, Müslüman demek, Türk demektir. Bu yargı, tam 900 senedir Batılı Hıristiyan orduları ile savaşan gücün Türkler olması yüzünden oluşmuş bir yargıdır. Batılılar; 900 yıl boyunca dize getiremediği, çözemediği Türkleri şimdi 5. Kol aracılığıyla çökertmeye çalışmaktadır. İslam yerine; ılımlı İslam önerilerek İslam'ın Türklerde şekillenen antiemperyalist özü çürütülmek isteniyor. Ilımlı İslamcı tarikat liderleri yetiştirilip bu medya aracılığıyla şişiriliyor. AB adına çıkarılan kanunlarda misyonerliğin önü açılıyor. Milletin ahlakını çürütecek yayınlar yapılıyor. Geleneklerimiz, tarihsel değerlerimiz aşağılanıyor. Binlerce yılda pek çok medeniyet yaratan tarihimiz kötüleniyor. Milletin kendisine güveni çökertiliyor; moral bozuluyor. Böylece üç kuruşa kendisini, ülkesini satabilecek insan tipi yetiştirilmek isteniyor. Özel televizyonları, özel üniversiteleri 5. Kol üsleri olmaktan çıkarmadan Türkiye'nin yönünü bulması mümkün olmayacaktır. (Yeni Çağ)

(…)
5’NCİ ORDU: Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli Savunma Bakanlığı’nın, “ortaklaşa” yürüttüğü çalışmalar son aşamaya geldi. Van Merkezli 5. Ordu kurma hazırlıkları tamamlandı. Çoğunlukla 2. ve 3. Ordu’dan alınan bölgelerle oluşturulması planlanan ‘Şark Ordusu’, muhtemelen Muş, Ağrı, Hakkari, Iğdır ve Bitlis illerini kapsayacak. Yeni ordu kurma ihtiyacı, PKK ve Kürt devleti tehlikesinin yanısıra ABD’nin Irak’ı işgal süreci ile netleşti. ABD’nin Kandil Dağı’ndaki 5 bin PKK militanını dağıtma sözünde durmaması, Irak’ın kuzeyindeki muhtemel bir Kürt devleti tehlikesi ile İran, Irak ve Suriye’deki hareketlenme ihtimali, 5. Ordu arayışlarını da hızlandırdı. Kritik süreç devam ederken 100 binden fazla askeri gücünü, “mobilize etme yeteneğine sahip” Türk Silahlı Kuvvetleri, bu özelliğiyle dünyanın sayılı ordularınnın başında geliyor. TSK ayrıca, Güneydoğu’da yıllardır yürüttüğü PKK ile başarılı mücadelesi ile gerilla taktiklerini bilen “en deneyimli” ordu oldu. Zaman içinde Konya’dan Malatya’ya nakledilen 2. Ordu, özellikle Ege ve 1. Ordu’ya ait bazı kuvvetleri bünyesinde topladı. 17 ilin bağlı olduğu 2. Ordu’nun mevcudunun, ABD’nin Irak işgalinde zaman zaman 150 bini bulduğu biliniyor. Malatya merkezli 2. Ordu, Türkiye’nin en kalabalık ordusu haline geldi. Gücü kadar, “hareketliliği” de birinci derecede önemli olan ordu yapısında yeni düzenleme ihtiyacı doğdu. ‘Şark Ordusu’ için öncelikle Van’daki Asayiş Bölge Komutanlığı güçlendirildi. Van Gölü’nde görev yapacak olan deniz araçlarının temini kararlaştırıldı. Van Gölü üzerindeki kaçakçılık yollarının yanı sıra sınır güvenliği, kaçakçılık ve terörle mücadele ile ilgili strateji geliştirildi. Asayiş Komutanlığı’nın korgeneral yerine orgeneral seviyesinde temsili planlandı. Hazırlıklar tamamlandı. Askeri Şura’da orgeneral sayısındaki düşüş ile Şark Ordusu “şimdilik” ilan edilemedi. Ordular bir ülkenin, “tehdit” alanına göre şekilleniyor. Türkiye’de 1. Ordu, Boğazlar ve İstanbul’un düşman işgaline karşı kuruldu. 2. Ordu, Suriye ve Hafız El Esad’ın “yayılma politikasına” karşı desteklendi. Ege Ordusu, Albaylar Cuntası’nın bir askeri darbeyle ele geçirdiği Yunanistan’daki savaş ihtimaline karşı oluşturuldu. 3. Ordu ise Rus ve komünizm tehlikesini bertaraf etmek için kuruldu. PKK tehlikesi ve Irak’ın kuzeyindeki muhtemel bir Kürt devleti çabalarının yanı sıra İran’daki muhtemel hareketlenmeler, Şark Ordusu’nun kuruluş fikrini oluşturan ana sebep. Ayrıca bölgedeki büyük orandaki kaçakçılık faaliyetleri de ayrı bir unsur. Buna karşılık AB ve ABD’nin Şark Ordusu’na, “sıcak bakmadığı” biliniyor. ABD, Irak üzerindeki baskı unsuru olacağı gerekçesiyle Türkiye’nin yeni bir ordu kurmasını istemiyor. Türkiye ise, yeni ordunun asker sayısını artırmaya yönelik olmadığı gerekçesiyle, bu çabayı ‘iç reorganizasyon’ olarak değerlendiriyor, AB ile ABD’nin bu bakışını reddediyor. (AA / 25 Ağustos 2004)


Devam ediyor...
En son Oğuz Kağan tarafından Pzt Ara 31, 2012 14:43 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kez düzenlendi.
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?! / Hayrullah Mahmud ÖZGÜR

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Ara 31, 2012 14:35

(…)
TÜRKİYELİ SENARYOLAR DEĞİŞİYOR: ABD-AB ve stratejik ortaklarına karşı, Rusya-Hindistan-Çin ve İran’dan oluşan yeni blok şekillenmeye başladı. Bu kutuplaşma ortaya çıkarsa, oluşacak petrol arz dengesinde ve askeri stratejilerde Türkiye kilit ülke. Bazı tespitleri aktararak başlamak istiyorum: 1- 2023 yılında yani Cumhuriyetimizin 100. yılında Türkiye’deki boru hatlarından akacak petrol, Orta Doğu’daki en büyük üretici olan Suudi Arabistan’ın neredeyse iki katına eşit olacak. 2- 2023 yılında büyüyen dünya ekonomileri sonucu dünya genelinde enerji ihtiyacı bugünün tam olarak yüzde 50 fazlası olacak. Bu ihtiyacın sadece yüzde 10’u nükleer enerjiden karşılanacak. 3- 11 Eylül saldırısı öncesi içinde bulunduğumuz dünya düzeni “Hegelian” bir yapı üzerinde kurulmuştu ve ABD karşısında Rusya, “çift kutuplu yapıyı” veya “tez-antitezi” temsil ediyorlardı. Dünya 1945-1990 arasında tam olarak bu yapı içinde kaldı. 4- 1990’ların başından itibaren ABD rakipsiz kaldı ve bu rakipsizlik ABD sermaye piyasalarına yansıdı. Aşağıdaki grafikte de gördüğünüz gibi DOW endeksi 1980-2000” özellikle 1990 sonrası “tarihi genleşmeyi” gerçekleştirdi. 5- Putin’in Almanya’da yaptığı son konuşma sonrası yeniden ortaya çıkmaya başlayan “çift kutuplu” dünya düzeninden bahsedilmeye başlandı. “ABD-AB ve stratejik ortaklarına” karşı “Rusya-Hindistan-Çin ve İran’dan” oluşan yeni blok şekillenmeye başladı. 6- Ortaya çıkan daha doğrusu “şimdilik ucu görünen” ama süratle şekillenen “BLOK” Türkiye’nin önemini daha da artırdı. Böyle bir bloklaşma durumunda aynı zamanda Türkiye için alternatif senaryolar da arttı. Değerli dostlar, yukarıdaki karışık olarak aktardığım tespitler sonrası gelelim sonuçlara: 1- 1945-1990 arasında Rusya-ABD arasında şekillenen dünya düzeninde, 1990-2001 arasında ABD’nin tek başına kaldığı bir yapı gördük. 2001 Eylül saldırısı sonrası dünya, yeniden çift kutuplu hale geldi fakat yapı farklıydı; ABD ve karşısında Orta Doğu kaynaklı terör. Putin’in son açıklaması “ABD-terör” yapısının kaymaya ve kutupların ABD-AB-stratejik ortakları karşısında Rusya-Hindistan-Çin-İran olarak oluşmaya başladığını gösterdi. 2- Bu kutuplaşma ortaya çıkarsa, oluşacak petrol arz dengesinde ve askeri stratejilerde Türkiye kilit ülke. Tam olarak iki kutup arasında yerleşik ve petrol-doğal gaz arz kanalları için en önemli geçiş yolu. 3- Türkiye bu önemi süratle ve bugünden itibaren kavrayarak AB gibi kısır bir senaryodan süratle kurtulmalı ve iki kutup arasında kartlarını doğru oynama yoluna girmeli. 4- ABD ile tam ortaklık da Türkiye’ye “büyük güç” olmayı getirebilir, İran’dan başlayarak Rusya-Çin-Hindistan dörtlüsüne katılım da. 5- Türkiye, önümüzdeki dönemde petrol fiyatlarının yüksek kalabileceğini bilerek, petrol-gaz boru hatları ile ilgili stratejilerini geliştirmeli. Özellikle “fiyat üzerinden komisyon” aldığımız modeller yüksek petrol fiyatının olduğu bir ortamda yüksek getiri sağlayabilir. 6- Varolan ve bir kısmı cumhurbaşkanı tarafından veto edilen petrol yasası kesinlikle bu hali ile kabul görmemeli. Değişen tablo net olarak görülmeli ve yukarıda tarif ettiğim içine girdiğimiz yeni dönem görülerek yasa bu yapıya göre şekillenmeli. Son söz: Türkiye’nin önemi artıyor, top yeniden ayağımıza geliyor fakat “Türkiye’de bunu analiz edip attığı adımlara yansıtabilecek siyasetçimiz var mı” o konuda çok emin değilim. (Referans / Yiğit Bulut / 13 Şubat 2007)

(…)
BÜYÜKANIT’TAN DÜNYAYA “MY WAY” MESAJI: Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Nabi Şensoy önceki akşam Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt onuruna resepsiyon verdi. Resepsiyon, Orgeneral Büyükanıt’ın sözleri ve atmosferiyle tarihin önemli sayfaları arasında yer bulacak. Büyükanıt ABD’de yaşayan Türklerin davetli olduğu resepsiyonda şunları söyledi: Bu ziyaret maalesef çok kritik bir döneme denk geldi. Bu ziyaret planlandığı zaman ne Ermeni soykırımı olayı vardı, ne Kıbrıs sorunu vardı. Bizim elimizde olan bir şey değildi. Ama ABD ile olan yakın ilişkilerimiz nedeniyle bu ziyareti yapma gereği duyduk. Gücüm ve kapasitem oranında da Türkiye’ye yararlı olması için elimden gelen gayreti göstereceğim. Burada söyleyeceğim şeyler, yalnız burada olanlar için değil, Türk milletine duygularımı düşüncelerimi ifade edeceğim. Bugün gerçekten Türkiye çeşitli sorunlarla karşı karşıyadır. Bugün Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılından bu yana hiç bu kadar çeşitli risklerle tehditlerle karşı karşıya kalmamıştır. Hududumuzun hemen ötesinde Irak sorunu vardır. Irak sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu bölgesinin, ABD’nin ve komşu ülkelerin birçoğunun sorunudur. Irak sorunu, tek bir parça halindeki sorun değildir. Irak’ın Kuzeyi ayrı sorundur, Irak’ın bütünü ayrı bir sorundur. Bu bir gerçektir. Bugün Irak bölünme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bunu kimse inkar edemez. Irak’ın kuzeyinde bir terör örgütü vardır. Bu sorun Türkiye’nin içiyle ilgilidir ve onun sınırındaki Irak’la ilgilidir. Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili sorunu vardır. Türkiye’nin kuzeyi Kafkasya bölgesi potansiyel risk bölgesidir. Yarın Kafkaslarda ne olacağı belli olmaz. Türkiye’nin İran’la sınırı vardır, orası da potansiyel bir risk bölgesidir. Türkiye’nin güvenlik boyutunda AB ile ilişkilerinde bazı sıkıntıları vardır. Tekrar bunu söylüyorum, Türkiye cumhuriyeti, tarihi boyunca hiçbir zaman bu kadar çok sorunla karşı karşıya gelmedi. Değerlendirmelerim böyle... (Bu sırada salondaki bir konuğun yüksek sesle “İç problemlerimiz var paşam” dediği duyuldu) Bu sorunları tek başımıza mı çözeriz? Yoksa uluslar arası boyutlardaki ilişkilerle mi çözeriz? Ona bakmamız lazım. Bu sorunlar çok boyutludur. Türkiye’nin şu anda karşı karşıya olduğu sorunlar maalesef kendi aralarında dokusal bir ilişki içindedir. Kuzey Irak’la Türkiye’deki terör sorunu, Türkiye’deki terör sorunu ile Irak’ın bütünlüğü konusundaki sorunlarımız birbirinden ayrılabilir mi? Ayrılamaz. Bu kendi içinde dokusal sorunları çözerken gerçekten Türkiye’nin çok sağlıklı, çok tutarlı politikalar üretmesi ve bunları uygulaması da kaçınılmaz bir durumdur. Türkiye Cumhuriyeti çok büyük bir ülkedir. Türkiye Cumhuriyeti çok kuvvetli bir devlettir. Bu yüzden, bize güvenen insanlara soruyorum diyorum ki, bizim bugünkü durumumuz Samsun’a çıkmadan önce 16 Mayıs 1919’da Atatürk’ün karşı karşıya olduğu sorunlardan daha mı büyük? 16 Mayıs 1919 Atatürk Samsun’a çıkmadan, ordusu yok, parası yok, doğru dürüst bir yetkisi yok, tam 10 senelik bir savaşla yok olmuş bir Anadolu. Bu Anadolu insanı ki yıllarca harp etmiş, bakın bayanlarda okuma yazma oranı yüzde 5, erkeklerde yüzde 10, Atatürk tüm bu olumsuzluklara karşı ’Biz bu olumsuzlukları yenebiliriz’ diyebiliyor. Peki şimdi Türkiye Cumhuriyeti bu kadar mı kötü durumda? Değil. Bir ülkedeki en olumsuz durum; ümitsizliktir. Ümidini kaybeden insan gerek bireysel olarak, gerek kurumsal olarak, zaten her şeyini kaybetmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ve onu oluşturan insanlar, ümitsiz olduklarında her şeyini kaybederler, olmamaları lazım. Türkiye Cumhuriyeti insanları da şu anda öyle değil. Bir kere onu iyi bilmemiz lazım. Kendimize güvenmemiz lazım. Türkiye, büyük, güçlü bir ülkedir. Bu gücünün de bilincinde olması lazım. Kişisel inancım bazen, bu değerlendirmeyi yanlış yaptık. Türkiye, onun bunun iteleyeceği bir ülke değildir. Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Nabi Şensoy’un Büyükanıt onuruna verdiği resepsiyonun düzenlendiği salona alkışlar arasında girdi. Büyükanıt’ın konuşması sık sık “Türkiye laktir laik kalacak”, “iyi ki siz askerler varsınız”, “Yaşa varol paşam” sloganlarıyla bölündü. Büyükanıt, konuşmasından sonra bir grup gazeteciyle sohbet ederken, “Türkiye bölünecek ve icazet almaya gitti konularını bundan sonra sürekli gündeme getireceğim. Burada düğmeye bastım. Türkiye kristal bardak mı kırılsın? O zaman biz asker olarak boşuna varız. Gidelim Türkiye’den başka yere yerleşelim. Hatta gelelim ABD’ye (gülerek) New Jersey’e yerleşelim. Konuşmamın yalnızca konu başlıkları vardı. İçimden geldiği gibi yaptım. Çok heyecanla söyledim” dedi. Büyükanıt uyardı: Bu korkularımızın üstesinden gelmemiz lazım. “Türkiye bölünüyor...” Kim Türkiye’yi bölecek? Kimin buna gücü yeter bana onu söyleyin. (Salondan “Kimsenin” desteği geldi) Bölmeyi rüyalarında görenler, bu rüyalarının sonunda kabus görürler. Türkiye’yi koruyan dinamik güçler var olduğu sürece, o rüyayı görenler kabusla uyanacak ve derslerini alacaklar. Buna inanmamız lazım. Biz inanıyoruz. Ama diyorum ki kimse Türkiye’yi asla bölemez, ona cesaret edemez. Bunu düşünenlerin biz gereğini yaparız. Yapmaktayız, yapacağız. Hangi güçle yapacak? Böyle bir güç var mı? Yok. Hayal kuranlar var. Hayal kuranlara destek verenler de var. Geçmişte de hayal kuranlar vardı, o hayallerin içinde boğuldular. Kimse Türkiye’yi bölemez, kimseye Türkiye’yi böldürtmeyiz. Hiç kimse, hiçbir kurum Türkiye’yi Anayasası ile belirlenmiş rejimin dışına çıkaramaz. Türkiye, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Lütfen, korkularımızın, duygularımızın esiri olmayalım. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün kurduğu rejimi ve temel ilkeleriyle sonsuza kadar var olacaktır. Bunun aksini düşünen çok az sayıda da olsa sapkınlar, düş kırıklığına uğrayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, güçlü olmanın dinamiğini kendi içyapısında bulur. “Ermeni” konusunda çok şey söylemek istemiyorum. Ama bu konunun bizi üzdüğünü de herhalde tahmin edersiniz. Şu anda bu konu ABD’nin yasal organına gelmiştir. ABD’nin yasal organlarına intikal etmiş bir konu hakkında efendim ’siz böyle yaparsanız biz böyle yaparız’ filan gibi böyle şeyleri ifade etmek istemiyorum. Silahlı Kuvvetler’in bir mensubu olarak, 50 senedir ABD Silahlı Kuvvetleri ile beraber çalışmış bir insan olarak, şunu ifade etmek istiyorum: Biz böyle bir şey olursa bundan inciniriz. ABD Silahlı Kuvvetleri’nin değerli komutanlarının hepsi de bunu paylaşırlar. Müsaade etsinler de incinelim. Saygıyla söylüyorum, ama inciriz.. Ben Kongre’nin iradesine karşı herhangi bir şey koyamam. Ben askerim, ama inanıyorum ki ABD’nin sağduyulu vatandaşları, Kongresine bir şey demiyorum, iradeye sahipler. Ama ABD’nin vatandaşları da, yalnızca yıllardır stratejik ortaklık içinde bulunduğu TSK’yı değil, Türk milletini de incitmekten herhalde kaçınacaklardır. Bundan sonrası sizlere bağlı değil mi? Bağlı... Dünyada, kendi ülkeleri dışında yaşayan insanlar var. Ermeni diasporası gibi, Rum diasporası gibi, peki kendi ülkeleri dışında yaşayan Türk vatandaşlarına ne diyeceğiz? İşte buradasınız. O zaman size bir iş düşmüyor mu? Türkiye Cumhuriyeti dışında yaşayan insanların bir araya gelip, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çıkarlarını daha iyi korumaları gerekmez mi? Niye onların sesleri diğerleri kadar çıkmıyor? Şimdi size bir şikayette bulunuyorum. Diasporadaki Türklerin sesleri diğerleri kadar çıksa, size bir şey söylüyorum, ne Ermeni soykırımı ortaya gelir, ne de Türkiye böyle bir şeyle karşı karşıya gelir. Kusura bakmayın sizi şikayet ediyorum. Eğer bu Türk insanı kimsenin ulusal çıkarları aleyhinde değil, ama Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda ne kadar örgütlenir ne kadar destek verirseniz, Türkiye o kadar güçlü olur. Zaman zaman kulağımıza gelen bazı şeyler, ifade edilen bazı şeyler bizleri üzmektedir. Ben geçen sene ABD ziyaret edeceğim zaman bazıları ’komutan oradan icazet almaya gidiyor’ dediler. Çok üzüldüm. TSK’nın komutanı, başka ülkeye gidip kimden icazet alacak? Böyle şey olur mu? Başka bir ülkenin böyle bir icazet verme gibi ne değeri olur, ne isteği olur. Bunlar kendi ülkemizi, kendi cumhuriyetimizi küçümsemek anlamına gelir. Bunu açıkça ifade ediyorum. Türkiye’nin böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. Türkiye tam bağımsız ve egemen bir ülkedir. Bunda başkalarının kabahati yok. Biz bunu kendi kendimize yapıyoruz. Ben bunu yapanlardan da utanç duyuyorum. Atatürk kimden icazet aldı da Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu? Türk iradesinden, Türk halkından aldı bu icazeti. Biz de icazetimizi oradan alıyoruz. Kendine güvenmeyen kendi milletine güvenmeyen ülkeler yanlış yaparlar. Biz Türk halkına güveniyoruz, sizlere güveniyoruz. Tüm gücümüz sizlerden aldığımız, vatan sevgisi, bayrak sevgisi, Atatürk sevgisi. (Vatan / 15 Şubat 2007)

(…)
Ve…
Son olarak…
Kürede “IV. Dünya Düzenlemesi” tamamlanıyor.
2007’nin başı itibariyle saflar netleşmiş ve hatta sıklaşmış durumda!
BOP operasyonu bağlamında, dünyayı kan gölüne çevirmeye çalışan yönetimler ile ordular arasında “My way” yani “yol, yöntem tercihi” anlamında “derin” çatlaklar var.
Bir yanda her ne pahasına olursa olsun BOP operasyonunun devam etmesini isteyen küresel sermayenin hizmetine girmiş CIA bağlantılı yönetimler var; diğer yanda ise aklı merkeze oturtmuş “sağduyu” çağrısında bulunan çekirdek devletler!
Putin’in, Almanya’dan Neo Conlar’a yaptığı çağrı bu anlamda değerlendirilmelidir.
Büyükanıt’ın, AKP’nin kendisine en büyük destekçi olarak gördüğü ABD topraklarından Türkiye’ye gönderdiği eşzamanlı “mesaj”ın adresi de artık net olarak anlaşılmaktadır.
ABD Genelkurmay Başkanı Pace’in mesajını da doğru okumak gerekiyor.
Bu anlamda Fransız yazar Marguerite Yourcenar, “Tarih bir özgürlük okuludur. Bizi önyargılardan kurtarır ve sorunlarımıza başka bir açıdan bakmayı öğretir” der.
Hülasa, mazi kalpte bir yaradır.
Ezcümle, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt; ABD’den dünya kamuoyuna yaptığı “My way” yani “Benim, bizim yolumuz” açılımı ile Neo Conlar’a “Her türlü yaptırımınıza cevap vermeye hazırız” mesajı vermiş oldu.
Orgeneral Özkök’ün deyişiyle, zaten “Büyükanıt”tı, şimdi daha da büyük bir anıt olmuş oldu!
Yeni yol tercihimizin vatana millete hayırlı uğurlu olması temennisiyle…
Sevgiler

Hayrullah Mahmud
15 Şubat 2007



Hayrullah Mahmud ÖZGÜR, 30 Aralık 2012







RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' III ve/veya Bugün Aslında Dündü?!

ANKARA’DA “İHTİLAL” ZAMANI YA DA CIA, ERDOĞAN’A, “DARBE ORTAMI”NI KENDİ ELLERİ İLE HAZIRLATIYOR VEYAHUT RTE’NİN “TURKUAZ KARŞI DEVRİM” PLANI?!

Bugün Aslında Dündü?!


“AK”lanmamakta inat eden BOP Eş Başkanı Erdoğan’ın, “Provokatif Dink suikasti”ndeki parmak izlerini örtmek için öne sürdüğü “Derin devlet” argümanları bağlamında birkaç satır daha…
“Eş Başbakan” Erdoğan, bugünkü AKP Grup Haftalık Toplantısı’nda şöyle diyor:
“Derin devlet kendi kutsalları adına hukukun dışına çıkan çetelerdir. Bizi eleştirenlere soruyorum siz ne yaptınız? Döneminiz faili meçhullerle dolu. Hangisini aydınlattınız. Biz çomağı soktuk. O yüzden rahatsız olanlar var. Seslerini yükseltiyorlar. İçinde nefret ve öfke olan davranışlara karşı uyanık olmalıyız. Milleti sevmek millete hizmetle olur. Ayrımcılık yapan negatif milliyetçiliktir. Aramıza nifak tohumu ekmek isteyenler var. Milletin soluduğu havayı zehirlemek isteyenler var. Belki her şey olabilirler ama asla vatansever olamazlar. Kirli oyunlar kutsal değerler üzerinden oynanıyor. Hamaset slogan üretir. Herkesin hukukuna riayet etmek zorundayız. Atılan adımlar demokrasi ve insan hakları üzerine olacak!”
“AKP Eş Genel Başkanı” Erdoğan’ın söylediği bu sözler bana, bundan birkaç yıl önce izlediğim bir filmi hatırlattı.
Filmin adı; “Bugün Aslında Dündü”.
Filmin kısaca öyküsünü anlatacak olursak…
Kahramanımız bir televizyon kanalının hava durumu sunucusu Phil Connors’dır.
Ve onun için, yarın başka bir gün değildir.
Aynen “AKP Türkiyesi’nde olduğu gibi!..
Onun için yarın, hep aynı gündür:
2 Şubat!
2 Şubat , kış mevsiminin daha uzun sürüp sürmeyeceğini, baharın gelip gelmeyeceğini öğrenmek için, yılın 8 ayını kış uykusunda geçiren dağ sıçanlarının “görüşü”ne başvurulan, geleneksel bir gündür.
“Groundhog Day” denilen bu gün, Punxsutawney adlı küçük bir kasabada düzenlenen şenliklerle geçmektedir her yıl. Huysuzluğu ve ukalalığıyla tam bir kaprisli yıldız olan Phil Connors da, dört yıldır, dağ sıçanlarının “görüşü”nü yansıtmak için bu şenliklere katılıp, seyircilerini bilgilendirmektedir. Ama bu kez, garip bir durum vardır. Phil adlı dağ sıçanı, 6 hafta daha kış olacağını söyler. Phil ise bir gün önceki haber bülteninde, Körfez’den gelen sıcak hava dalgasının soğukları kıracağını, kar ya da tipi beklenmediğini duyurmuştur. Dağ sıçanı Phil haklı çıkar, hava sunucu Phil kar fırtınası yüzünden kasabadan ayrılamaz.
“Ertesi sabah” aynı saatte, 6’da, radyodan yükselen “I Got You Babe” şarkısı ve sunucuların tıpatıp aynı soğuk esprileriyle uyanır. Çok geçmeden, bunun “ertesi” değil, aynı sabah olduğunu anlar. Tarih, yine 2 Şubat’tır. Olaylar, insanlar, rastlantılar bile aynıdır.
Belki de 100’den fazla kez tekrarlanacak olan 2 Şubat günü yeniden başlamıştır.
Phil, bu garip “zaman kilitlenmesi”nin farkına varınca, sonsuz olanakları değerlendirmeye karar verir. Fütursuzca davranması mümkündür.
Çünkü, “ertesi sabah”, hiçbir şey olmamış gibi aynı günü baştan yaşayabilecektir. İnsanları aşağılar, olabildiğince kötü davranır. Yatağa atmak istediği kadınlar hakkında bilgi edinip, “ertesi gün” zayıf noktalarından yakalayarak tavlar. Bir banka aracının geliş saatini ve o sırada neler olduğunu saptayıp, tereyağından kıl çeker gibi basit bir soygun yapar.
Ama giderek sıkılmaktan kurtulamaz.
Bilumum yöntemlerle intihar eder, “ertesi sabah” hep sapasağlam kalkar.
Ölümsüz de olmuştur.
Her türlü tecrübeyi yaşamak mümkündür onun için…
Bir tek, aynı televizyon kanalında çalıştığı güzel yapımcı Rita’nın kalbini çalmakta zorlanır.
Ve 2 Şubat’lar ilerledikçe, Phil, insanları kırmanın kolay, iyilik yapmanın ise zor olduğunu kavrar, nerdeyse tüm kasaba halkının o gün yaşadığı sorunlara çözüm bulmaya, en azından bir günlük kurtarıcı olmaya sıvanır...
Ne var ki, başrollerini BOP Eş Başkanı Erdoğan ve tayfasının paylaştığı “Bugün Aslında Dündü - 2007” filmi için benzer şeyler söylemek mümkün değil!
Çünkü; AKP Türkiyesi’nde uyandığımız her sabah, bize bir önceki günü aratıyor.
Ezcümle, kabus bir türlü sona ermek bilmiyor.
Hatta, tekrar tekrar yaşananlara bakıp, “Damad Ferit Hükümeti ile AKP Hükümeti arasında ne fark var” diye sormaktan insan kendini alamıyor.
İşte “AKP Ankarası”nda, BOP Eş Başkanı Erdoğan’ın Türkiyesi’nde “Bugün Aslında Dündü” dedirten, zaman tünelinden birkaç enstantane…
Aynen yansıtıyorum:

(…)
BİR ÜLKE NASIL BATIRILIR: Araştırmacı-yazar Ersal Yavi'nin 'Bir Ülke Nasıl Batırılır' kitabını son günlerde bir kez daha okudum. Moraliniz bozulmasına ama 'Osmanlı'nın son dönemi içinden geçtiğimiz sürece çok benziyor. Olaylar sorgulanmıyor, kavramlar peşin olarak kamuoyuna dayatılıyor, dışarıdan gelen her şey 'iyiyken' içeride 'özgüven' her gün kırılıyor... Değerli dostlar, bu kitaptan çıkardığım notları, geleceğimizi kurabilmek için geçmişimizi doğru bilmemiz gerektiğini düşünerek sizlere aktarmak ve özellikle Osmanlı'nın nasıl borçlandırıldığıyla ilgili bölümleri dikkatli okumanızı rica etmek istiyorum... İşte kitaptan alıntılar; '...Mali problemleri dış borçlanmalar yoluyla çözümlemek, 1854 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun geleneksel ve başlıca mali politikası haline gelmişti... Dış borç taksitlerini ödemek ve diğer giderleri karşılamak için, yeni gelir kaynakları bulmak veya mevcut vergi sisteminde gelir artırıcı değişiklikler yapmak yerine, daha kolay olan dış borçlanma yolu seçiliyordu... Her yeni dış borçlanmaya bir gelir kaynağı karşılık gösterildiğinden, iç gelir kaynakları üzerinde yabancı etkisi artmış, yabancı kökenli kuruluşlar kurularak 'Düyun-u Umumiye' (Genel Borçlar) ve 'Tütün Reji İdaresi' gibi, en verimli devlet gelirlerinin yönetimi yabancılara terk edilmişti... 1854 ile 1874 arasında 15 borçlanma operasyonu yapıldı. Bunlar sırasıyla şöyleydi: 1 - Yüzde 6 faizli 1854 Borçlanması: İngiltere ve Fransa'nın desteği ile 24.8.1854 günü Londra'da 'Palmer Ortakları' ve Paris'te 'Goldschmid ve Ortakları' ile ilk dış istikraz mukavelesi yapıldı. 'Mısır Vergisi' diye anılan yıllık 60 bin kise altın (300 bin Osmanlı lirası) devlet geliri, borcun ödenmesi bitinceye kadar 33 yıl, iki yabancı ortaklığa devredilmiş oluyordu. 2 - Yüzde 4 faizli 1855 Borçlanması! 3 - Yüzde 6 faizli 1858 Borçlanması: İngiltere'de bulunan 'Dent' ve 'Palmer' adlı müesseselerle yüzde 6 faizli ve 33 yıl vadeli 5 milyon İngiliz lirası tutarında dış borç mukavelesi, imzalandı. Borçlanmaya teminat olarak, İstanbul'un gümrük ve oktuvra gelirleri gösterildi. 4 - Yüzde 6 faizli Mires Borçlanması: Avrupa piyasasında kötü tanınan Mires adındaki bir bankerle istikraz mukavelesi imzalandı. 400 milyon frank tutarındaki borçlanma yüzde 6 faizli ve 36 yıl vadeliydi. 5 - Yüzde 6 faizli 1862 Borçlanması! 6 - Yüzde 6 faizli 1863 Borçlanması
7 - Yüzde 6 faizli 1865 Borçlanması: 'Bank-ı Osman-i Şahane' (Osmanlı Bankası) Fransız 'CrÈdit Mobilier' ve 'Societe Generale' ile 150 milyon franklık bir istikraz mukavelesi imzalandı. Yüzde 6 faizli ve 21 sene vadeli bu borçlanmaya Ergani-Maden bakır madeni hasılatı ile Anadolu ağnam resmi karşılık olarak gösterildi. 8 - 1865 Birinci Tertip Umumi Borçları! 9 - Yüzde 6 faizli 1869 Borçlanması! 10 - Yüzde 6 faizli 1869 Borçlanması! 11 - Yüzde 6 faizli 1871 Borçlanması: 'Credit Generale Ottoman', 'Louis Cohen Sons' ve 'Dent Palmer' grubu ile yapılan anlaşma sonucu, yüzde 6 faizle 5 milyon 700 bin sterlin tutarında borçlanma yapıldı. 12 - Yüzde 9 faizli 1872 Hazine Tahvilleri! 13 - 1873 Umumi Borçları (II. Tertip) 14 - Yüzde 6 faizli 1873 Borçlanması: 'Credit Mobilier' müesseseleri ile 694 milyon 444 bin 500 franklık bir borç mukavelesi imzalandı. Yüzde 6 faizli bu borca , Tuna vilayeti aşarından 1 milyon 200 bin, Anadolu ağnam resminden 750 bin lira, İstanbul Tütün Rejisi gelir fazlasından 300 bin lira, Ankara vilayeti aşarından 150 bin lira ve genel devlet gelirleri karşılık gösterilmişti. 15 - 1874 Umumi Borçları (III. Tertip)...' Sonuç: Kitapta detaylı şekilde anlatılan dönemin borçlanmalarından çıkardığım özeti sizlere aktardım. Sizden ricam borçlanılan kurumlara ve karşılığında verilenlere dikkat etmeniz. Yarın kaldığım yerden devam edeceğim... (Radikal / Yiğit Bulut / 14 Temmuz 2006)

(…)
EKONOMİ / “BALTA LİMANI ANLAŞMASI” (1838): Dünya sahnesinde 200 yıldan beri oynanan bir oyunun yeni perdesi seyrediliyor. Türkiye’nin Avrupalılaşma amacıyla yeniden düzenlenmesi… Türkiye’nin Batı’nın oyuncağı haline gelme süreci Osmanlı’nın 1838 yılında İngilizlerle yaptığı ilk ticaret anlaşması olan Balta Limanı Anlaşması ile başladı. Anlaşma, İngiliz tüccarlarına Osmanlı ülkesinde imtiyazlar tanıyordu. Osmanlı Devleti’nin yabancı sermaye ile ilk teması, bu anlaşma ile gerçekleşti. Bu anlaşma Osmanlı Ekonomik Düzeni’nin değişim sürecinin başlangıcı olarak da görülür. İngiliz dostu Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından padişaha imzalatılan Balta Limanı Anlaşması sırasında Osmanlı’nın dış borcu “sıfır” idi. 1789 Fransız İhtilali sonrasında yaşanan Napolyon Savaşları, Avrupa’daki siyasi, sosyal ve iktisadi hayatı derinden etkilemiştir. Napolyon Mısır’ı işgal edince Hint yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere, derin bir kaygıya düşerek tüm ilgisini Osmanlı Devleti’ne yöneltmiştir. Diğer Batılı devletler de Osmanlı’yı yanlarına çekebilmek için mali baskı ve politik dayatma yapmışlardır. Bütün bu baskılar, Osmanlı Devleti’nin gümrük duvarlarında gedikler veya kapılar açmak içindi. Bu anlaşma, 1841 yılında başta Rusya olmak üzere Osmanlı ile ticaret yapan diğer tüm ülkelerle de (Rusya, Fransa, İsveç, Norveç, İspanya, Belçika, Almanya, Prusya, Danimarka) imzalanmıştır. Anlaşmanın maddeleri: 1-Geçerlilik süresi sınırsız olan bu anlaşma tüm Avrupa devletleri için de geçerlidir. 2-Kapitülasyonlar devam edecektir. 3-İngiliz tüccarlara tanınan haklar, onların yanında çalışan çıraklara bile tanınacaktır. 4-Bu kişiler devletin her yerinde her çeşit malı serbestçe alıp satacaktır. 5-Osmanlıya tanınan tekel haklar iptal edilecektir. (Tekel’in, Telekom’un vs. özelleştirmek istenmesi) 6-Yabancılar mal alım ve nakli için vergi ödemeyeceklerdir. 7-İngilizler, dünyanın neresinde olursa olsun istedikleri malları ülkeye rahatça vergisiz sokabileceklerdir. Anlaşmanın sonuçları: Bu anlaşmayla sanayi, ticaret ve maliyede karar mekanizması Avrupalı devletlere bırakıldı. Bağımsız dış ticaret politikası ortadan kaldırıldı.
İthalatta kapılar ağzına kadar açıldı. Her malın ithali serbest hale getirildi. İngiltere sahip olduğu ayrıcalıklarla kendi mallarını satarken, Osmanlı’dan yaptığı ithalat sönük kaldı. İngiltere’nin Osmanlı ile dış ticareti… 1838 yılında İhracat: 1,81 milyon sterlin… İthalat: 3,85 milyon sterlin… 1853 yılında İhracat: 2.58 milyon sterlin… İthalat: 8,95 milyon sterlin (Türkiye 1 Ocak 1996’da Gümrük Birliği’ne girdi. 1996’da dış ticaret açığımız 11.6 milyar dolardı. 2000 sonunda 53,9 milyar dolara çıktı) Osmanlı pazarları Avrupa’nın açık pazarı haline getirildi. (Bugünkü Gümrük Birliği gibi) Yabancı rekabete hazır olmayan yerli üretim tümüyle yok oldu. Örneğin pamuk Amerikan pamuğuna, yün Avusturya ve Arjantin yününe yenildi. (Bugün de Kanada’dan kırmızı mercimek, Meksika’dan nohut, ABD’den kuru fasuyle alıyoruz) (Şeker Yasası, Tekel Yasası, Tütün Yasası…) Avrupa kendi mallarını yüksek gümrükler uygulayarak korurken, Osmanlı Devleti’nin gümrük resmi, yapılan anlaşmalarla % 3’lere indirildi. Örneğin yerli tüccar % 12 vergi öderken, yabancı tüccar % 3 vergi ödüyordu. Böylece Osmanlı’nın maliyesi büyük bir gelirden mahrum kaldı. Ekonomisi ve ticareti Batı karşısında çöktü, zaten güçsüz olan Osmanlı ticaret adamları da battı. Batılı ülkeler, Osmanlı Devleti’nde işlerine yarayan bütün üretim kaynaklarına da el attılar. Bu anlaşmayla Osmanlı borç tuzağına düşürüldü. Artık bütün işler Batı’ya bağlı olarak yapılıyordu. Hatta bürokratlar yükselmek için yabancı devlet adamları ile görüşmeler yapmaya başlamıştı. (Günümüzde de iktidara gelmek isteyen parti liderleri sürekli Amerika’ya gidip gelmekte, icazet almaktadır. Türkiye’de yönetime gelen pek çok iktidar üyesinin, siyasetçi ve bürokratın Bilderberg tedrisatından geçtiği de bir gerçektir.) Bu anlaşma imzalandığı zaman İngiltere o denli memnun olmuştur ki, İstanbul’daki dönemin İngiliz Elçisi Ponsonby, İngiliz Dışişleri Bakanı Palmesteron’a, “Umduğumuz ve hakkımızın üstünde bir netice elde ettik” derken, Palmesteron da, “25 yıllık hayalim gerçekleşti” diye karşılık vermiştir.

(…)
SİYASİ / TANZİMAT FERMANI (1839): Tanzimat, “sıralama, dizme, ıslah, düzen, yeni düzen” anlamına gelir. Şimdiki “Avrupa Birliği’ne uyum yasaları”, Tanzimat dönemini ve sonrasında olanları hatırlatır. Tanzimat Fermanı (Gülhane Hattı Hümayunu) Balta Limanı Anlaşması’ndan bir yıl sonra 3 Kasım 1839’da ilan edildi. Balta Limanı Anlaşması’yla ekonomisi Batıya bağlanan Osmanlı, Tanzimat Fermanı’yla siyaseten de Batı’nın yörüngesine giriyordu. Ferman İngiliz elçisi Stratford Canning’in eseriydi. Ferman ilan edildiğinde dönemin emperyalist güçleri Osmanlı’yı ayakta alkışlıyorlardı. Ülke, sonu bölünmeyle noktalanacak sürece ilk adımını atmıştı. Tanzimat Fermanı’nın en önemli maddesi özgürlükçülük adı altında azınlıklara tanınan haklardı. Avrupa azınlık haklarını bahane ederek iç işlerimize karıştı. (Bugün de Kürtler azınlık olarak gösterilmek istenmektedir.) Tanzimat Fermanı’nın sonuçları: Emperyalist güçlerin Osmanlı üzerindeki parçalama ve paylaşma düşüncelerinin kilit noktaları azınlıklardır. Rum ve Ermenilere tanınan geniş ayrıcalıklar Osmanlı’nın sonunu kaçınılmaz hale getirmişti. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra Osmanlı’ya olan Hıristiyan göçü arttı. Rumlar başta olmak üzere tüm yabancılar kendilerine sağlanan mülkiyet hakkı güvenliği, ekonomik, sosyal ayrıcalıklar ve siyasi hesaplara bağlı olarak ülkemizden yoğun bir şekilde toprak aldılar. (Bugün de yabancıların Türkiye’de toprak ve ev alabilmelerini sağlayan düzenlemelerin yapılması konuşuluyor.) Azınlıkların yarattıkları problemler, dış ülkelerin de desteklemesi ile, iç işlerimize müdahaleleri doğurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi tebaası üzerindeki hakimiyet ve nüfuzu sarsıldı. Devletin dağılmasına zemin ve imkan hazırlanmış oldu. Tanzimat aydını (!) Tanzimat aydını kendi milletini unutup, diğer milletlere benzemeye çalışır, hiçbir zaman kendi halkına güvenmez.
Sırtını her zaman emperyalist bir güce dayayan Tanzimatçılar onların isteklerini yerine getirmekle yükümlü misyonerlerdir. Tanzimat döneminin ana vasfı, Batı taklitçiliği olmuştur. Osmanlı aydınlarının çoğu Batı’ya hayranlık duymuş ve Avrupa’yı kendi toplumları ile kıyaslamış, oradaki kuruluşları ve hayat tarzını üstün bulmuşlardır. Tanzimat’ın kurucuları, Batı’nın askeri ve idari yapısını Osmanlı İmparatorluğu’na aktarırken Batı’nın günlük kültürü de Osmanlı toplumuna girmiştir. Giyim, ev eşyası, paranın kullanılışı, evlerin stili, insanlar arası ilişkiler “Avrupai” olmuştur. Tanzimat döneminin tüm siyasi kişilikleri çözümü bir emperyalist güce bağlanmakta bulurlar. Tanzimat döneminin siyasi kavgaları da farklı emperyalistlerin Türkiye’yi paylaşırken yaşadıkları çatışmanın yansımalarıdır. Tanzimat dönemi İngilizci Reşit’le Fransızcı Ali ve Fuat Paşaların ve daha sonra da bunlarla İngilizci Namık Kemal’in mücadelelerine sahne olur. (Bugün de Türkiye’de ABD yanlıları ile Avrupa yanlıları çatışmaktadır.)

(…)
İLK DIŞ BORÇLANMA (1854): Türk ordusu, Avrupa içlerinde durdurulup geriye dönüş başlayınca, toprağa dayanan gelir kaynakları kurumuş, 1838 Ticaret Anlaşması’yla da rekabet şansı ortadan kalkmış, geriye tek kaynak olarak, borçlanma kalmıştı. Bu durum, Batılı ülkeler için bulunmaz fırsattı. Batı, önce mal satarak, ardından borç vererek sonunda da doğrudan yatırımlarla büyük hedefine ulaşmak için altın tepsi içinde sunulan fırsatı büyük bir istekle uygulamaya koydu. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Akdeniz Ticareti’ni ele geçirmesini önlemek için Osmanlı Devleti’ni hem kışkırtıyor hem de ağır bir borç kıskacına sokmak için baskı yapıyorlardı. İLK BORÇLANMA (1854)-Nihayet beklenen oldu. Osmanlı Ruslar’la Kırım Harbi’ne (1853-1856) tutuştu. Kırım Harbi’nin finansmanını karşılayabilmek için Abdülmecit, ilk dış borç anlaşmasını 24 Ağustos 1854’te Londra’da Palmer ve Parisli ortağı Gold-Schmid ile yaptı. Bu sözleşmeyle Osmanlı 3.000.000 sterlin (3.300.000 Osmanlı Lirası) borçlanmıştı. Bu paradan ele ancak 2.5l4.9l3 lira geçmiş, faizi % 6 olarak belirlenmiş, karşılık olarak da Mısır vergisi teminat gösterilmiştir. İKİNCİ BORÇLANMA (1855)- Ardından 27 Haziran 1855’te ikinci bir anlaşma ile borç alınmıştır. Nedeni ise 1854’de alınan borçların, Kırım Harbi masraflarını karşılamaya yetmemesidir. Bu anlaşmaya da İngiltere’deki Yahudi kuruluşu olan Rothschild aracılık etmiştir. Bu anlaşmayla da Mısır vergisi, Suriye ve İzmir gümrük gelirleri teminat olarak gösterilmiş, karşılığında 5.500.000 lira borç alınmıştır.
DİĞER BORÇLANMALAR- 1858, 1860, 1862, 1863, 1865, 1869, 1871, 1873 ve 1874 yıllarında da çeşitli miktarlarda dış borçlanmaya gidilmiştir. Avrupa bankerleri ve bezirganları, bu acemi borçluyu para almaya adeta zorlamışlardır. Devrin paşalarına rüşvetler vererek onları bile kullanmışlardır.

(…)
ISLAHAT FERMANI (1856): Tanzimat Fermanı’yla başlayan Batılılaşma serüveninde Islahat Fermanı çok önemli bir mihent taşıdır. 18 Şubat 1856’da ilan edilen ferman, Türkiye’nin AB’ye katılım ve entegrasyon sürecinin de başlangıç noktasıdır. Müslümanlarla gayrimüslimleri eşit hale getiren bu fermana karşı yurdun dört bir yanında ayaklanmalar başgöstermiştir. Batılı devletlerin yoğun baskıları sonucu ve tamamen Osmanlı toplumunda yaşayan gayrimüslimlerin haklarını garanti altına almak için çıkarılmıştır. Tanzimat Fermanı ile Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında Batı’nın istediği eşitlik sağlanamamıştı. Özellikle İngiltere ve Fransa, kendi menfaatleri açısından gayrimüslimlerin hemen her alanda Müslümanlar’la eşit olmasını istiyorlar ve Tanzimat Fermanı’ndan daha köklü ve kapsamlı bir reform projesini Osmanlı’ya kabul ettirmek için en uygun zamanı bekliyorlardı. Rusya ile Osmanlı’yı karşı karşıya getiren Kırım Savaşı, Batılılara aradıkları fırsatı verdi. Savaşta Osmanlı’nın yanında yer alan İngiltere ve Fransa, yaptıkları askeri ve siyasi yardımın karşılığını istemekte gecikmediler. Konu, Kırım Savaşı’nı sona erdirmek üzere hazırlanan Paris Antlaşması’nın maddeleri konuşulurken gündeme getirildi. İngiltere, Fransa ve Avusturya, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir ferman ilan edilmesini, barış için şart koşmuşlardı. Paris Konferansı öncesinde müttefiklerden talepler gelmeye başladı: “Barıştan sonra yepyeni bir Avrupa kuracağız. Siz de bu düzende yer edinmek istiyorsanız, reformlara başlayın. Mesela işkenceyi yasaklayın, azınlıklara haklarını verin, tam bir din hürriyeti sağlayın, ekonominizi düzeltin, bütün bunları yapın, sonra gelin konuşalım” diyorlardı. (Kopenhag kriterleri) Osmanlı, bu baskılar karşısında daha fazla direnemedi. Sadrazam Ali Paşa da, “Onların bize Avrupalı olmamızın şartlarını resmen yazdırmalarını beklemeyelim. Böyle bir muamele devlet için utanılacak bir vaziyet yaratır. Dolayısıyla işi konferanstan önce kendimiz halledelim” dedi. 1856’nın başlarında İstanbul’da yabancı devlet temsilcileri ve Osmanlı devlet adamlarından oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyonun görevi gayrimüslimlerle ilgili reformların çerçevesini çizmekti. Komisyona İngiltere’yi temsilen katılan Büyükelçi Canning, diplomatik kurnazlığı sayesinde hemen her önerisini kabul ettirdi. (Ulusal program da benzer şekilde hazırlandı) Islahat Fermanı’nın maddeleri: (Bunlara Paris Kriterleri de diyebiliriz) Müslümanlar ve azınlıklar kanun önünde eşit olacaktır. Azınlıkların okul, hastane ve kiliseleri düzenlenecektir. Hıristiyanlar İl Meclisi’ne üye olabilecektir. İşkence yapmak, fiziksel ceza vermek, eziyet etmek ve bunlara benzer uygulamalarda bulunmak yasaktır. Bunlara rağmen işkence yapanlar veya yaptıranlar ceza kanununa konacak yeni maddelere göre şiddetle cezalandırılacaklardır. Cezaevlerinde insanlıkla ve adaletle uyum sağlayacak şekilde ıslahata gidilecektir. Hıristiyan ve Yahudiler de orduya alınacak, hatta isteyenler subay bile olabilecektir. Müslümanlarla, Hıristiyanlar ve diğer gayrimüslimler askerlik görevlerini fiilen veya diledikleri takdirde bedelli olarak yapacaklardır. Müslüman halk ile azınlıklardan eşit vergi alınacaktır. Dini bir vergi olan ve sadece gayrimüslimlerden alınan cizye kaldırılacaktır. Memur aylıkları düzenli olarak ödenecektir. Azınlıklar ve yabancılar da gayrimenkul edinebilecektir. Azınlıklar ve yabancılar, banka ve şirket kurabilecektir. Bütün tebaaya din ve mezhep farkı gözetmeksizin can, mal ve namus dokunulmazlığı tanınmıştır.
Mezhepler arasından küçük ve büyük ayırımı yapılmayacak, din hürriyetinden bütün mezhepler istifade edeceklerdir. Dini liderlere ve cemaat şeflerine belirli gelirler tahsis edilecektir. Rahiplere ve din adamlarına maaş bağlanacaktır. Gayrimüslim din adamları ve kurumlarının menkul ve gayrimenkulleri devlet güvencesine alınacaktır. Gayrimüslimlere ait mabetlerin tamir ve yeniden yapımlarına izin verilecektir. Gayrimüslimlerin ayin ve törenleri serbest bırakılacaktır. Gayrimüslimler devlet hizmeti ve memuriyetine girebilecektir. Cemaatlere okul açma hakkı verilecektir. Ticaret ve ceza davalarına bakacak olan karma mahkemelerle ilgili kanunlar biran önce çıkartılacak ve imparatorlukta kullanılmakta olan bütün dillere tercüme edilerek yayınlanacaktır. Bu istekler I. Abdülmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı konferansın toplanmasından bir hafta önce ilan edildi. Ferman işe yaradı (!) ve Batı dünyası, 25 Şubat’ta başlayıp 30 Mart’taki imza merasimiyle sona eren Paris Konferansı’nda Türkiye’nin “Avrupalı” olduğunu ilan etti. (1856 yılında yaşananlarla 1999 Aralık ayında yaşadığımız Helsinki kararları arasındaki benzerlik gerçekten tarihin tekrarı niteliğinde. 10 Aralık Helsinki bildirisiyle Türkiye AB’ye değil ama AB Türkiye’ye girmiştir) O devrin AB’si sayılan “Avrupa Devletler Konseyi”ne de alındık ve resmen Avrupalı olduk. Islahat Fermanı’nın sonuçları: Ferman, Müslümanlar ile gayrimüslimleri siyasi haklar da dahil olmak üzere bütün alanlarda eşit hale getirmiştir. Paris Anlaşması’na imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmışlardır. Ali Paşa, İngiltere Büyükelçisi Stratford’un değiştirilmesi için İngiliz Hükümeti’ne yolladığı mektupta, elçinin devlet işlerine müdahalesinden, yalnız bakanların değil küçük memurların azil ve tayinlerine bile karışmasından ve tavsiyelerde bulunmasından şikâyet etmekteydi. Ali Paşa, diğer elçilerin de aynı şekilde işlere karıştığını yazmaktaydı. (Karen Fogg gibi!) (İMF, Telekomünikasyon Üst Kurulu üyelerinin atanmasına karışmıştır.) Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, ceza ve medeni hukukun bir bölümü, dini esaslardan arındırılıyordu. Islahat Fermanı’nın en büyük marifetlerinden birisi, Osmanlı ikliminde, misyoner faaliyetlerini artırmasıdır. Hedefleri müslümanlardan çok Ermeniler ve Yahudiler’di. Kırım Savaşı günlerinin en becerikli misyoneri Hamlin, Robert Kolej’in kurucusudur. Robert Kolej daha sonra Boğaziçi Üniversitesi olmuştur. (Bugün de misyonerlik faaliyetleri devam etmektedir. Son 1 yılda özellikle gençler arasında Hıristiyan olanların sayısı hızla artmaktadır. Hatta bunlar arasında İlahiyat Fakültesi öğrencileri bile vardır.) Osmanlı topraklarında kısa zamanda çok sayıda kilise ve havra inşa edildi. Bilinçsiz verilen bazı haklara, yabancı devletlerin kışkırtması da eklenince, imparatorluğun bir çok yerinde (Örneğin Lübnan’da, Balkanlar’da, Mısır’da) isyanlar, ayrılmalar oldu. Ferman, gayrimüslim azınlıkların konumunu güçlendirip bunların arasında milliyetçi akımların hızlanmasına hizmet etti. Gayrimüslimler arasında milliyetçi akımların yayılması ise Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi birliğinin parçalanmasına yol açtı. Mali sıkıntılar da eklenince, ticari, mali, askeri anlaşmalar yapılmak zorunda kalındı. Bu durumlar Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahaleye kadar vardı. (İMF ve AB’nin geçmiş atalarından ne farkı var? Bugün onlar da aynısını yapmıyorlar mı? İç işlerimize karışmıyorlar mı?)

(…)
MUHARREM KARARNAMESİ (1881): Osmanlı’nın dış borçlanmasının, ekonomik çöküşün temel dinamiğini oluşturduğuna şüphe yoktur. Çünkü, 1874-1875 yıllık bütçe gelirleri 25.l04.928 lira olduğu halde, borçlarının o yıllık bölümünün toplamı 30.000.000 lira civarındadır. l875 yılında bütçe açığı 5 milyon lira iken, aynı yıl anapara ve faiz olarak 14 milyon lira dış borç taksidi ödemesi yapılması gerekmiştir. 1880’li yıllarda Osmanlı maliyesi perişan duruma düşünce, 20 Aralık 1881 yılında alacaklı devletler ile Osmanlı Devleti, Muharrem Kararnamesi adlı bir kararname imzalamış, böylece zengin Avrupalı, müflis Osmanlı’dan bir kez daha istediğini almıştır. Bu kararnamenin 8. maddesine göre gümrük gelirleri, tuz, tütün gelirleri, Mısır vergisi mutlak ve değişmez biçimde dış borç ödemesine ayrılıyordu. Bununla da kalmıyor Batılı alacağını garantiye almak için bu gelirler borç ödemesine yetmediği takdirde ağnam (koyun ve keçi başına alınan vergi, sayım vergisi) gelirleri de teminat olarak gösteriliyordu. Böylece Osmanlı gelirlerinin yaklaşık % 35’e yakın bir kısmı Batı ülkelerinin, yani alacaklı ülkelerin denetimine bırakılıyordu. Bu durum mali bağımsızlığın kaybından başka bir şey değildir.

(…)
DÜYUN-U UMUMİYE (1881): Muharrem Kararnamesi’nin 15. maddesine göre alacaklıların menfaatini korumak ve borçların ödenmesini bir plan dahilinde yürütmek üzere İngiltere, Hollanda, Fransa, Almanya, Avusturya ve İtalya’dan birer üye ve Osmanlı’yı temsilen bir üyenin bulunduğu Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. (Bugünkü IMF) Bulgaristan vergisi, Kıbrıs adası gelirleri fazlası, Şarki Rumeli vergisi, Gümrük Gelirleri, Temettü Vergisi ve Tömbeki Resmi Düyun-u Umumiye’ye tahsis edildi. Ayrıca tuz ve tütün tekelinde gerekli değişiklikleri yapma ve tekel tarzında yönetme yetkisi de tanındı. (Günümüzdeki örneği Tütün ve Şeker Yasası) GÖREVİ, Osmanlı Devleti’nce kendisine tahsis edilen gelir kaynaklarından Osmanlı Devleti’nin dış borç anapara ve faizlerinin geri ödenmesini sağlayacak fonlar yaratmaktı. (Bugünkü faiz dışı fazla…) Düyun-u Umumiye İdaresi, elde ettiği kaynaklardan her yıl % 1’i anapara, % 4’ü faiz olmak üzere Osmanlı borçlarının % 5’ini ödeyecekti. Eğer elde ettiği gelir borçtan fazla olursa kalan kısım Osmanlı hazinesine aktarılacaktı. 1882-1914 tarihleri arasında Osmanlı gelirleri hiçbir zaman bu oranı aşamamıştır. YAPISI- İdare’nin başkanlığı, Fransız ve İngilizler’e ait olacak ve her üye nöbetleşe 5 yılda bir başkanlık yapacaktı. Beş yıl için seçilen tüm üyeler, Osmanlı Devleti’nin maaşlı memuru sayılacaktı. Dış ülkelerden gelenler 2.000, İstanbul’da oturanlar ise 1.200 sterlin maaş alacaklardı. 1897’de Cağaloğlu’nda kendisi için yaptırılan büyük binaya (Bugünkü Kabataş Erkek Lisesi) taşındı. I. Dünya Savaşı’nın başlarında Düyun-u Umumiye İdaresi’nde çalışanların sayısı 5.537 idi. Bu sayı 1912 yılında 9.000 kişiye çıkmıştır. Düyun-u Umumiye, 1.Dünya Savaşı’na kadar düzenli olarak Osmanlı borçlarını belirlendiği şekilde elde ettiği kaynaklardan ödedi. 23 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’yla borçların bir kısmı Osmanlı’dan ayrılan devletlere devredildi. 1928 anlaşmasıyla Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı borçlarından 1912 yılından önceki kısmının % 62’sini, bu tarihten sonraki kısmının da % 76’sını ödemeyi kabul etti. Borcun 1933 yılı bakiyesi 79.820.563.TL olup o zamanki pariteye göre yaklaşık 65 milyon dolardır. Bu borcun 25 Nisan 1944 tarihli bir anlaşma ile on yıllık bir süreçte tasfiyesi kararlaştırılmıştır. Böylece 1854’te başlayan Osmanlı’nın borçlanma işlemi 100 yıllık bir macera ile 1954’te son taksidi ödenerek tamamlanmıştır. Düyun-u Umumiye İdaresi, devletin bağımsızlığını ipotek altına sokan, vergi ve bütçe haklarını çiğneyen bir kuruluş olarak görülmelidir. Bugünkü küresel borçlanma siyasetinin temel hedef ve araçları dikkate alındığında benzeri bir değerlendirmeyi IMF politikaları için de yapmak mümkün.

(…)
REJİ İDARESİ (1883): Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluşundan sonra 27 Mayıs 1883’te kurulan Tütün İdaresi’nin Reji Şirketi’ne devredilmesiyle birlikte Reji İdaresi’nin 1.112 adede ulaşan kolcuları ve korucuları ile devlet içinde devlet haline geldiği görülmektedir. Bu idare köylünün ürettiği tütünü en düşük fiyattan alıyordu. Tütün üreticisi de bu idare dışında 4-5 kat fazla fiyat veren yabancı tütün alıcılarına satmak istiyordu. Bu yüzden silahlı kolcularla köylüler arasında çıkan çatışmalarda 1883-1902 yılları arasında toplam 20.000 köylü öldürülmüş veya kendi tütününü kaçak sattığı tespit edilenler idam edilmiştir. Bu durum karşısında devletin sesi bile çıkmamıştır. Reji İdaresi’nin bu zulmü, Lozan Anlaşması’na kadar devam etmiştir.

(…)
OSMANLI BORÇLARININ GENEL BİR DEĞERLENDİRMESİ: Dışarıdan alınan borçların tamamı yatırımlardan ziyade cari harcamalara ayrılmıştır. (Türkiye yıllarca cari harcamaları için borç aldı. Bugün de borcu ödemek için borç alıyor.) Borçlarla ilgili şu tespitler yapılabilir: 1- Alınan borçların faizleri günün piyasalarına göre çok yüksektir. (IMF’den aldığımız borçların faizleri de yüksek) 2- Borçlanmada ele geçen miktar % 57 civarında olmasına rağmen borçlanılan kısım % 100’dür. Geriye kalan meblağ, masraf veya komisyon olarak kesilmiştir. 3- Alınan borçlar için devlet gelirlerinden bir ya da birkaçı karşılık olarak gösterilmiştir. Özellikle Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluşundan sonra gelirlerin bir kısmının bu idareye tahsis edilmesi sebebiyle devlet gelirlerinde büyük bir azalma olmuş ve bu durum devletin çökmesinde önemli bir rol oynamıştır. 4- Hemen bütün borç sözleşmelerinde ek sözleşmelerle borç veren ülkelere mali ve ekonomik ayrıcalıklar tanınmıştır. (Günümüzde, borçların karşılığı olarak uluslararası sermayenin önünü açacak yasalar zorla çıkarılmıştır.) 5- Düyun-u Umumiye İdaresi’nin teşkili ile devlet gelirlerinin önemli bir kısmından vazgeçilmesi, devletin hem egemenlik hem de mali haklarından feragat etmesi sonucunu doğurmuştur. (Bugün de IMF’nin istediği yasaları çıkarması için TBMM iradesi hiçe sayılmaktadır.) 6- Başlangıçta borç veren ülkelerin başında Fransa ve İngiltere gelirken Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’ya borç veren ülkelerin başında Almanya yer almıştır. 7- Borcu borçla kapatma mantığı devletin sonunu getirmiş, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına ve tarih sahnesinden çekilmesine sebep olmuştur. Osmanlı Devleti’nin, süper güçlerin ve onların yönetimindeki uluslararası sermayenin bir devleti batırmak için kurduğu tuzağa düşmesi bir ibret vesikası olarak bugün de uyarıcı nitelik taşımaktadır.

(…)
VE OSMANLI’NIN SONU: Batılılaşma sürecinde, dışa bağımlılık ve sömürünün artması, halkın yoksullaşmasına neden oluyordu. Osmanlı ekonomisi, elitlerin eliyle Batı kapitalizminin çıkarları doğrultusunda biçimlendirildikçe geriliyor ve bunun yükünü halk omuzluyordu. (Bugün de dışa bağımlılık halkı yoksullaştırıyor) Bugün de önümüze konulan IMF yasaları, yıllar önce Osmanlı’nın parçalanması için hazırlanan, zamanı geldikçe Türk’ün önüne konulan yasaların, fermanların benzeridir. Bu yasalar kaygı vericidir, büyük tehlikeler taşımaktadır. Batı kapitalizminin bugünkü geleneği, kökenlerini o dönemden almaktadır. Batı Avrupa, Osmanlı’da olduğu gibi, önceleri mal satarak sömürüye başlıyor, ardından sattığı malların gelirini borç vererek sömürüsünü sürdürüyor sonra da az gelişmiş ülkelerdeki kuruluşları ve tesisleri çok ucuza kapatarak sömürünün son halkasını tamamlamış oluyordu. 1879’da İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby, kendisinden gayet emin olarak “Osmanlı Devleti’ni o denli yakından denetliyoruz ki bu devletin toprakları üzerindeki egemenliği pratik olarak sıfıra inmiştir” demektedir. Batı'nın böylece, sömürdüğü ülkeleri ağır borç yoluyla sisteme bağlamayı klasik bir yöntem haline getirdiği anlaşılmaktadır. Hıristiyan Batı’nın bugünkü silahları başta Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği olmak üzere, IMF, çok taraflı ve ikili anlaşmalardır. Şimdi hepimiz yeniden düşünelim. 1839-1919 Dönemi ile 1939-2002 dönemi arasında ne fark var? O dönem Sevr ile biten bir 80 yılı kitaplardan okuduk şimdi ise tarih gözlerimizin önünde seyrediyor. (ATO / 2004)

(…)
TÜRKİYE’DE “TURKUAZ KARŞI DEVRİM” ZAMANI: Günledir tartışılıyor, Maliye Bakanlığı'ndaki “derin köstebek” bilgileri nasıl ele geçirdi? Dink’i vuran katil Ogün Samast, polis ve jandarma ile kahramanmış gibi nasıl resim çektirdi? Devlet nasıl milliyetçilerin elinde oyuncak oldu? Yukarıdaki başlıkları istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Hatta sonuna Başbakan’ın “Türk milliyetçisi olmanın ne kadar kötü olduğuna” dair açılmalarını ve “basınımızda pozisyon tutmuş bazılarının” Türk devleti üstüne nasıl çullandığını da ekleyebilirsiniz. Peki bütün bunlar ne anlama geliyor? Gerçekten devlet içinde “adam öldüren” bir şebeke mi var? Dink’in cenazesinde ortaya çıkan ve hepsi aynı matbaadan çıktığı belli olan pankartlarda yazdığı gibi gerçekten katılımcıların hepsi kendini Ermeni mi hissediyorlar? Türk devleti neden “içi boş adam öldüren bir şebekeymiş" gibi halka algılatılmaya çalışılıyor? Olanlar çok açık. Detaylara geçeceğim ama öncesinde bir tespit yapmam gerekli; hükümet derin devleti falan bıraksın ve şu soruya cevap versin: “11 ay öncesinden bu hükümetin atadığı İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü Dink’in öldürüleceğine dair ihbarlara ve uyarı mektuplarına sahipler, neden hiçbir şey yapmadılar?” Psikolojik harekat başladı. İşte dram burada, bırakın derin mi, değil mi tartışmasını. Hükümetin atadığı bürokratlar biliyorlar ve bırakıyorlar. Bunun neresi derin? Değerli dostlar, peki Türkiye’de ne oluyor? Ne yapılmaya çalışılıyor? Olanlar çok açık. Kılına zarar gelmemesi için her şeyi yapmak zorunda olduğumuz azınlık bir vatandaşımız öldürülüyor ve bu olaydan hemen sonra, yaşananlar fırsat bilinerek psikolojik harekat en sert şekilde başlıyor. Varılmak istenen nokta, verilmek istenen mesaj çok açık; bu ülkede, bu topraklar birçok milletin yaşadığı, birlikte varolduğu bir toprak parçasıdır. Varolan devlet yapısı bu insanlara huzur vermez ve bu şebeke mutlaka çökertilmelidir. Daha da açıkçası, bu topraklar üzerinde kurulan üniter yapıdan vazgeçmeliyiz ve çoklu her kavramın kabul edildiği yeni bir devlet kavramını kabul etmeliyiz. Peki normalde bu oyunu görüp, önlem alması gereken Başbakan ne yapmaya çalışıyor? Bırakın olanı kavramayı, kendi atadığı bürokratlar olacakları bilmelerine rağmen hiçbir önlem almazlarken, şu cümleyi kullanıyor: “Derin devlet var, yok etmek gerek. Yeni değil Osmanlı’dan gelen bir gelenek.” Ne acı! Hükümet ettiği bir devleti, ortaya çıkan olumsuz durumla özdeşleştirerek, "Geçmişten gelen kötü dinamikler var, yok edilmesi gerekir" cümlesiyle tarif eden bir Başbakan ve tarihinin en sert ve acımasız psikolojik harekatına maruz kalan Türkiye gerçeği. Konuyu bu noktada biraz daha açalım ve daha geniş bir açıdan yeniden soralım: Son 6 yıldır özellikle 1999-2001 arasındaki finansal-psikolojik harekattan bugüne Türkiye’de neler oluyor? Detayı maddeler halinde sorgulayalım: 1- 1999-2006 arasında Türk halkı yani bizler, normal bir insanın kolay kaldıramayacağı bir süreç geçirdik. İlk önce çok ağır bir ekonomik kriz geçirdik. Ardından Kemal Derviş’in gelişiyle IMF ve Avrupa Birliği (AB) baskısı altında ekonomik ve siyasi zorlamalar, sosyal çatlak yaratabilecek uygulamalar hayata geçirildi. AB’nin reform isteğiyle Türk halkının moral yapısını yaralayan istekler zorlanırken sonuçta ne girilmiş-ilerlenmiş bir AB, ne de makro ekonomik bir değişim ortaya çıktı. 2- 1999-2006 arasında oluşan sürecin sonunda; kendini hakarete uğramış hisseden, varlıkları özelleştirme adı altında transfer edilen ve ekonomik çark dışında ezilmişliği artan bir toplum yapısı ve hızlanan sosyal bozulma ile uçlara kayan bir orta sınıf yapısı oluştu. 3- Bugün gördüğümüz ortamı sorgularken "Derin oluşumlar zorluyor", “O var, bu var” demek yerine bu zeminin oluşumunu sorgulamak ve bu tabanı oluşturan bireyleri oraya çekenlerin hangi gerçeklerden yararlandığını anlamaya çalışmak daha doğru bir yaklaşım. Sonuç 1: Bir ülke, bütçesinin yarısını faiz adı altında yurtiçi ve yurtdışı odaklara aktarıyorsa, o ülkede finans piyasaları 5-6 altı yılda bir krize giriyor ve düşüş-çıkış süreçlerinde büyük rant yaratıyor ama halkın yüzde 99’u bu çark dışında kalıp sadece krizin eziciliğini yaşıyorsa, özelleştirme adı altında alın teri ile yaratılan varlıklarının satıldığına üzülerek bakıyorsa, Gümrük Birliği ve yabancılara satılan bankaların kredi vermemesi gibi gerçekler küçük-orta ölçekli işletmeleri hızla yok edip insanları işsiz olarak sokağa bırakıyorsa ve en önemlisi bu süreç sırasında ağır ve derin bir psikolojik harekat ile varolan yapı zorlanıyorsa; “Her şeyi derin organizasyonlar yapıyor” diyeceğinize dönün de yukarıda anlattığım gelişmeleri sorgulayarak kendinize şu soruyu sorun: “Biz ne yaptık? Neye alet olduk? Hala ne yapmakta ısrar ediyoruz? Ve en önemlisi Türkiye’de ne zorlanıyor ?” Sonuç 2: Varolan üniter, laik yapımız üzerine oynanan oyunu görmeyip, tabanda oluşan sosyal kaymayı ve ortaya çıkan yapıyı görmeyenlere çok net bir tavsiyem var; sokağa çıkın ve ortalama Türk vatandaşlarına şunu sorun: Türkiye nereye gidiyor? Ben sordum, aldığım cevabı aktarayım: "Türkiye Cumhuriyeti tasfiye ediliyor, topraklarımız elimizden alınıyor." Son söz: Kendi bürokratlarının ihmalini görmeyip “Derin devlet yapıyor" diyerek konuyu saptıranlara, olanları fırsat bilip devleti karalamayı meslek edinenlere ve insanları kamera karşısına geçirip, hatıra olsun diye görüntülerini çekip psikolojik harekat için kullanan yabancı TV kanallarına bir çağrım var: Türk halkı gerçeği görüyor ve sizin gibilere gereken cevabı çok yakında verecek. (Referans / Yiğit Bulut / 5 Şubat 2007)
(…)
Ve…
Son olarak…
Gazi Mustafa Kemal şöyle der:
“Evvelâ, millete; tarihini, asil bir millete mensup bulunduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz.”
Ezcümle: Atatürk’ün dediği gibi “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler, evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.”
Hepsi ve daha ötesi bu!
Sevgiler

6 Şubat 2007
Hayrullah Mahmud


…………………..

HANGİ RECEP DAHA DEMOKRAT YA DA “BAŞBAKAN RECEP BEY’İN KORKTUĞU GAZETECİ”?!

Hangi Recep?!


Bir yanda tarihe “faşist diktatör” olarak geçmiş bir Başbakan var.
Adı da; Recep Peker!
Diğer yanda ise “bir kısım medya”nın “tamamen duygusal” gerekçelerle “liberal, çağdaş, Batıcı Başbakan” ilan ettiği, bir başka Recep Bey var.
Onun adı da, Recep Tayyip Erdoğan!
Haftalık’ın bu pazarki sayısında, Emel Lakşe imzası ile “Başbakan Recep Bey’in korktuğu gazeteci” başlığı altında, yakın tarihten şu anektoda yer verilmiş.
Aynen yansıtıyorum:
“Emniyet Genel Müdürlüğü son günlerde yaşanan bilgi kirliliğinden şikayetçi. Bu kirliliğin açık adresi olarak da medyayı göste­riyor. Hiç şaşırtıcı değil. Zaten Türkiye'de aklına esenin, kafası kızanın medyaya çat­ması olağan işlerden sayılıyor. Herkes için tek suçlu var; basın... Neden? Doğrusunu isterseniz artık bu soruyu sorabilmek bile ce­saret ister oldu. Görünen o ki yıllar önce Başbakan Erdoğan'ın hem adaşı hem mevkidaşı olan eski bir siyasetçinin verdiği ce­vapla yetinmek zorundayız. 1946 seçimleri sonrası... Demokrat Parti 65 milletvekiliyle parlamentoya girmeyi başarmış, çok partili sistemin doğal bir gereği olarak genel kurul toplantıları olaylı oturumlara sahne olmaya başlamışta. Bu celselerden birinde Başba­kan Recep Peker'in Menderes için ‘Psiko­pat varlık’ ifadesini kullanması yalnız Meclis'te değil basında da epey gürültü kopar­mıştı. Bedii Faik'in Tasvir'deki yazısında bu yüzden başbakana iğneli bir üslupla çatması Sıkıyönetim’in sadece gazeteyi değil matbaayı da kapatmasıyla sonuçlanmıştır. Bedii Faik, Başbakan Peker'den randevu alarak hiç değilse matbaanın açılması için ricada bulunmak ister. Makam odasında karşı karşıya geldiklerinde sert karakteriyle tanınan başbakan sorar: ‘Bana ne anlatacak­sın?’ Bedii Faik heyecanla olaydan kendisi­ni sorumlu hissettiğini, bir ceza verilecekse sadece kendisine verilmesi gerektiğini anla­tır. Konuşmaya o kadar kaptırmıştır ki, baş­bakandan gelen soruya hazırlıksız yakala­nır: ‘Sen benden korkuyor musun?’ Bedii Bey'in ağzından biraz da endişeli bir ‘Ha­yır’ dökülür. Peker'se tarihe geçecek cüm­lesini söylerken onun kadar tereddüt içinde değildir: ‘Fakat biz senden korkuyor olma­lıyız ki gazeteni kapatmışız’ Bununla da kalmaz ve ekler: ‘İşi bu tarafından al ve ra­hat et. Sen cesaret sahibi bir genç yazarsın. Bunu hiç kaybetme." Ertesi gün öğleden sonra Tasvir gazetesi açılmıştır. Sert karakteriyle tanınan Başbakan Recep Peker söyledikleriyle genç gazeteci Bedii Faik'i çok şaşırtmıştı.”
Nitekim…
Dünkü Milliyet gazetesinde, zaman tünelindeki bu kısa yolculuğun ardından, “2000’li yılların Başbakan Recep Beyi” hakkında, fikir sahibi olmamıza katkıda bulunacak, şu satırlar yer alıyordu:
“Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, ‘Kurtlar Vadisi – Terör’ dizisinin Radyo Televizyon Üst Kurulu'na (RTÜK) giden olumsuz eleştiriler sonrasında yayından kaldırılmasıyla ilgili olarak, ‘Abdülhamid dönemi geri geldi’ dedi. Diziyi hiç izlemediğini belirten Şener, ‘Türkiye'de basın özgürlüğü bulunduğunu, sansürün basın özgürlüğüyle bağdaşmayan bir kavram olduğunu’ belirterek, şunları söyledi: ‘Zaman zaman televizyonlara, sinemalara bakıyorum. Rambo, Terminatör tipi çok daha ağır şiddet içeren yayınlar, çok serbestçe bir kez değil, hatta onlarca kez tekrar tekrar çeşitli kanallarda gösterilebiliyor. O zaman şu tartışılır, ‘Tüm filmleri, dizileri, eşit ve eşzamanlı aynı ilkeye tabi tutacak bir sisteme ihtiyaç var mı?’ Şener, İstanbul'da bir grup gazeteciye yaptığı açıklamada ise şu ifadeleri kullandı: ‘Yazılı basında böyle bir uygulama olsa bunun adı sansür olur. Abdülhamid dönemi geri geldi. Kuralsız yapılan işleri hiçbir zaman doğru bulmadım. Ben kuralsızlığa karşıyım. Kurallar olmalı ve herkese eşit olmalıdır. Şiddet nedeniyle bir diziyi kaldırırken şiddet içeren Rambo gibi dizi ve diğer filmler oynatılırsa çelişki olmaz mı? Kurallar herkese eşit olmalıdır.”
Ki…
“Matbuat”, “basın” derken günümüz “Türk Medyası”nda, bu kısa zaman aralığında, Başbakan Yardımcısı Şener’in sözlerini teyid eden bir başka gelişme daha yaşandı
ANKA’nın geçtiği ve bugünkü Zaman’da yayınlanan haberden aynen aktarıyorum:
“Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı'nca 8 Ocak 2007'de bankalara gönderilen yazıda, yapılmakta olan vergi incelemesi nedeniyle listede yer verilen kurum ve kuruluşlarla ilgili 1 Ocak 2004 ile 31 Aralık 2006 dönemine ait bilgi ve belgelere ihtiyaç duyulduğu ifade edildi. Gelirler Kontrolörü Metin Ölçek'in imzasını taşıyan yazıda, kimlik bilgilerine yer verilen kurum ve şahısların bankalar nezdindeki 'TL, YTL, döviz, çek, yatırım, kredi gibi hesaplarının olup olmadığı, varsa bu hesaplara yatan ve çekilen paralara ilişkin olarak, tutar, tarih, cins ve şahıs bilgileri ile hesap özetleri'nin excel ya da CD, disket ortamında gönderilmesi istendi. Bankalardan bankaya gelen ve giden havale, swift, eft ve benzeri para transferlerinin tarihi, cinsi, tutarı, kimden ve nereden geldiği, kime gönderildiğinin (detaylı olarak) ulaştırılması talep edildi. Ayrıca, işlem görmüş ve bunlar adına, bunlar tarafından ciro edilen çeklerin onaylı birer fotokopisinin gönderilmesi istendi. Yazının sonuç bölümünde de, ‘Söz konusu bilgileri içeren yazınızın ve eklerinin her bir kurum ve şahıs için ayrı ayrı olacak şekilde imzalı ve mühürlü bir örneğinin 15 gün içerisinde çalışma adresimize gönderilmesi gerekmektedir. İstenilen sürede ve eksik gönderilmesi durumunda Vergi Usul Kanunu'nun ilgili maddeleri uyarınca işlem yapılacaktır’ denildi. Maliye'nin tutumunu 'örtülü servet araştırması' olarak yorumlayan gazeteci Tuncay Özkan, konuya ilişkin olarak dava açacaklarını söyledi. Gazeteci Emin Çölaşan ve Mustafa Balbay, ART'de yaptıkları programda, konuyla ilgili değerlendirmede bulundu. Tuncay Özkan, 4 Şubat'ta Bahçeşehir Üniversitesi'nin düzenlediği bir programda ‘Kanaltürk televizyonunun kurulması sırasında kullanılan 17 milyon doları nereden buldunuz?’ şeklindeki soruya, ‘Bir kısmını sünnet düğününden, bir kısmını ninemin yastık altındaki parasından kullandım.’ açıklamasını yapmıştı.”
Kanal Türk’te çalışan meslektaşlarımın ne gibi endişeler yaşadıklarını, duygularını tahmin edebiliyorum. Çünkü; benzer bir süreci, şimdi Berat Albayrak’ın CEO’luğunu yaptığı star’da, bundan üç yıl önce biz de yaşamıştık.
Hülasa, eskilerin deyişiyle, damdan düşenin halinden, en iyi damdan düşenin anlaması gerekir değil mi?!
Ama nerde?!
İşte; bu anlamda “2000’li yılların Başbakan Recep Beyi”, 27 Kasım 2004’te Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Yönetim Kurulu Üyeleri onuruna verilen bir yemekte, “Türkiye artık gazetecilerin hapse atıldığı, etkin kalemlerin susturulduğu, sivil toplum örgütlerinin gözaltı çileleri yaşadığı susan bir ülke olmaktan çıkmıştır. Türkçe’de bir söz vardır; ‘Damdan düşenin halini, ancak damdan düşen anlar!’ Yıllar önce okuduğu bir şiir yüzünden hapse atılmış bir Başbakan olarak, düşünce ve ifade hürriyetine verdiğim önem her şeyin önündedir. Çünkü zamanında biz de damdan düştük ve damdan düşenin halini çok iyi biliyoruz. Ülkemizdeki özgürlük alanlarını, istismara yer vermeyecek tedbirlerle genişletmekte kararlıyız” diye vaatte bulunmasına rağmen, icraatları ortada.
Ezcümle, görünen köy/sansür kılavuz istemiyor.
Ve…
Son olarak…
Bu anlamda bir soru:
“Sizce ‘İki Recep’ Başbakan’dan hangisi daha hoşgörülü ve de demokrat?!”
Ezcümle; 2000’li yılların Türkiyesi’nde “ifade özgürlüğü” Abdülhamid dönemine kadar gerilemiş ya da bir dönemin despot Başbakanı Recep Peker’i dahi aratacak bir hale dönüşmüş ise o ülkede “demokrasi”nin varlığından söz edilebilir mi?!
Sevgiler

Hayrullah Mahmud
19 Şubat 2007


………………

ANKARA’DA “İHTİLAL” ZAMANI YA DA CIA, ERDOĞAN’A, “DARBE ORTAMI”NI KENDİ ELLERİ İLE HAZIRLATIYOR VEYAHUT ADIM ADIM YAKLAŞAN BÜYÜK DEPREMİN ARTÇI SARSINTILARI?!

Ankara’da “İHTİLAL” zamanı?!


2007 yılı 19 Şubat’ı ile Ankara’da manzara-i umumiye:
“CIA, 1960 türü bir ihtilal planını Türkiye’de adım adım hayata geçiriyor!”
Nasıl mı?!
Anlatayım:

(…)
BİRİNCİ ENSTANTANE: AKP iktidarına yakınlığı ile bilinen Yeni Şafak’ta bugün yayınlanan “Menderes’i Çankaya’ya çıkaralım’ dedi ama...” başlıklı haberde şu satırlara yer verilmiş: Başbakanlık Devlet Arşivleri’nde 46 yıldır gizli tutulan 27 Mayıs belgeleri, yayın yasağı kalkınca ortaya çıktı. Gazeteci Erdal Şen, ‘Yassıada'nın Karakutusu’ adlı kitabında, 27 Mayıs'a giden son 1 ayda yaşanan yakın tarihi aydınlatacak olayları, yine o belgelerle ortaya koydu: “Cemal Gürsel, 27 Mayıs 1960 darbesinden 24 gün önce tüm ordu birliklerine gönderdiği mektupla 'Darbe yapmayın' uyarısında bulundu. Gürsel, 'Ordunun ve taşıdığınız üniformanın şerefini daima yüksek tutunuz. Şu sırada memlekette esen hırslı politika havasının zararlı tesirlerinden kendinizi korumasını biliniz. Ne pahasına olursa olsun politikadan katiyyen uzak kalınız. Bu, sizlerin şerefi, ordunun kudreti ve memleketin kaderi için ehemmiyet-i haizdir' dedi. Ancak Gürsel, bu tavsiyelerine rağmen 27 Mayıs'ın ardından ihtilalin başına geçmek zorunda kaldı.” Gürsel, Kara Kuvvetleri Komutanı iken dönemin Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e yazdığı ve ülkedeki olumsuzluklara değindiği 12 maddelik mektupta, "Cumhurbaşkanlığı'na Sayın Adnan Menderes getirilmelidir. Bu muhterem zatı, her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniyim. Bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir" dedi. Fakat darbenin ardından mektup, bu cümle çıkarılarak Resmi Gazete'de yayımlandı ve kamuoyuna "Biz hükümeti zamanında uyardık" mesajı verildi. Belgelerde şair-yazar Necip Fazıl Kısakürek'in Adnan Menderes'e ve dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'ye gönderdiği mektuplar da bulunuyor. Mektuplarda Necip Fazıl, memleketi Maraş'tan milletvekili yapılmasını önerirken, CHP ile mücadele edeceğini yazıyor. Gürsel, Demokrat Parti'nin bazı aydın çevrelerde hoşnutsuzluk yaratan tutumunu tenkid eden ve alınabilecek tedbirler konusunda, Millî Savunma Bakanı'na hitaben yazdığı 12 maddelik bu mektup yüzünden 3 Mayıs 1960 tarihinde Başbakanlık’ça izinle görevinden alındı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın 2. yılı Gürsel için siyasî hayata girişin dolaylı bir başlangıcı oldu. Mektubu yazdıktan 24 gün sonra, 1960 ihtilalini yapan subaylar, Gürsel'i ihtilal liderliğine çağırdı. Gürsel de, ihtilalci subaylardan oluşan Millî Birlik Komitesi'nin (MBK) başına geçti. Gürsel, 3'ü asker, 14'ü sivillerden kurulu MBK Hükûmeti'nin de 1961 yılına kadar devlet ve hükûmet başkanlığını ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Başkomutanlığı görevini üstlendi.

(…)
İKİNCİ ENSTANTANE: ABD ziyareti sırasında Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın adını vermeden andığı, önceki yıl Türkiye’de büyük suikastler ve kaos yaşanacağını haber veren Fetullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen Zaman gazetesinde, “Eruygur Paşa, 6 bakan, 32 vekil ve 100'ü aşkın bürokratı fişlemiş” başlığı altında, şu satırlara yer verildi: Türkiye yeni bir fişleme skandalıyla karşı karşıya. 2002-2004 yılları arasında jandarma genel komutanlığı yapan Orgeneral Şener Eruygur'un, devletin zirvesindeki isimler hakkında istihbarat raporları hazırlattığı ortaya çıktı. Emekli Paşa, 3 Kasım seçimlerinden sonra işbaşına gelen 6 bakan, 32 milletvekili ve 100'ü aşkın üst düzey bürokratı fişlemiş. Jandarma İstihbarat Teşkilatı'nın (JİT) raporunda, toplam 150 isim, 'şucu, bucu' diye itham ediliyor. Kamuoyunda tartışma doğuracak fişleme olayını açıklayan ise eski bakanlardan Hasan Celal Güzel. 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu'nu (BÇG) deşifre eden Güzel, JİT raporunun yaklaşık 1 yıl önce eline geçtiğini belirtiyor. Zaman'ın sorularını cevaplayan Güzel, fişlenen kişileri "Türkiye kritik bir süreçten geçiyor" düşüncesiyle şimdilik açıklamayacağını kaydediyor. Söz konusu uygulamanın suç niteliği taşıdığını vurgulayan eski bakan, "Rapor elimde. Yapılan hukuk dışı işlem, göz bebeğimiz gibi korumamız gereken Silahlı Kuvvetler'imizi de yıpratır." diyor. Hasan Celal Güzel'in verdiği bilgiye göre, Jandarma İstihbarat Teşkilatı'na hazırlatılan rapor, trajikomik bilgiler ve suçlamalarla dolu. Jandarma'nın resmî antetini taşıyan belgede, bakan ve milletvekillerinin fotoğraflarının yanında ne tür 'irticaî' faaliyette bulunduklarına ilişkin bilgiler yer alıyor. Bu kişilerin kimlerle görüştüğü ve hangi eğilimde olduklarına kadar birçok detaya giriliyor. Bazı sivil toplum örgütlerinin etkinlikleri ve sosyal faaliyetler de 'irtica' kapsamında değerlendiriliyor. Fişlenen isimlerin siyasi geçmişi de dikkat çekici. Meclis Başkanı Bülent Arınç, Başbakan Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener gibi AK Parti'nin çekirdek kadrosu raporda geçmiyor. İrtica damgası yiyen bakan ve milletvekillerinin önemli bir kısmını ANAP ve DYP kökenli isimler oluşturuyor. Kebapçıların bile 'irtica' yaftasıyla damgalandığı, gazetecilerin aslı astarı olmayan suçlamalarla “andıç”lanarak işinden edildiği kampanyalara sahne olan Türkiye, yeni bir fişleme skandalı yaşıyor. Fişlemeyi yaptıran isim, AK Parti'ye cumhurbaşkanı seçtirmeme parolasıyla yola çıkan, ancak kısa zamanda dağılan ulusalcı hareketin öncülüğünü üstlenen Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı emekli Orgeneral Şener Eruygur. 2002-2004 yılları arasında jandarma genel komutanlığı yapan Eruygur Paşa'nın hazırlattığı raporda, kritik görevler üstlenen bakan, milletvekili ve üst düzey bürokratlar 'mürtecilik'le suçlanıyor.
Fişleme olayını açıklayan Hasan Celal Güzel, 28 Şubat sürecinde neredeyse toplumun tüm kesimlerini fişleyen BÇG ile ordu içinde darbe çalışmaları yaptıkları öne sürülen 'Erenler Grubu'nu da kamuoyuna duyurmuştu. Eski bakan, önümüzdeki aylarda kamuoyuna detaylarının yansıması beklenen raporla ilgili şu bilgileri veriyor: "Rapor benim elimde. Fişlenenler arasında bağlı bulunduğu içişleri bakanı da var. Bu uygulama hukuk dışıdır ve suçtur. Göz bebeğimiz gibi korumamız gereken Silahlı Kuvvetler'imizi de yıpratır."

(…)
ÜÇÜNCÜ ENSTANTANE: Aynı haberin devamında yer alan şu satırlar dikkat çekici: “Radikal Gazetesi'ne göre Eruygur Paşa darbe planı yaptı”! Radikal Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan ile Ankara Temsilcisi Murat Yetkin, Ağustos 2004'te devir teslim törenlerine davet edilmedikleri gerekçesiyle Orgeneral Şener Eruygur ve Orgeneral Aytaç Yalman hakkında ağır eleştiriler yöneltti. İsmet Berkan, her iki isimden de bahsettiği 29 Ağustos'taki yazısında, bir komutanın Genelkurmay Başkanı Özkök'ü pasiflikle suçlayarak darbe planları yaptığını, 'Tarih beni yazacak' dediğini aktardı. Aynı komutanın emekli generaller aracılığıyla politikacı ve gazetecilerle siyasete ilişkin mühendislik çalışması gerçekleştirdiğini kaydetti. New York'taki Kıbrıs görüşmeleri sırasında da bir komutandan mesaj alan 'cuntacı profesör'ün (Rauf Denktaş'ın danışmanı Mümtaz Soysal) 'askerler sert bir bildiri yayınlayacak' diye sevinçten havaya uçtuğunu anlatan Berkan, profesörün haber kaynağını sormuştu. Murat Yetkin de aynı tarihli köşe yazısında Eruygur'a "Sizin 'darbeci' olduğunuz öne sürülüyor." dediğini aktardı. Eruygur ile Aralık 2003'te makamında yaptıkları görüşmeyi anlatan Yetkin, Eruygur'un Radikal'i 'hükümet yanlısı yayın yapmakla' suçladığını ifade etti. Yetkin, verdiği cevabı da yazdı: "Ben bunu nereden çıkardıklarını sordum. 'Öyle söyleyenler var.' dedi. Ben de, 'Bazı internet siteleri de sizin darbeci olduğunuzu öne sürüyor. Onlara da mı inanacagız?' dedim. (O sıralarda Eruygur'un bazı politikacılarla, emekli generalleri aracı koyarak makamında görüşme yaptığı konuşuluyordu. Eruygur'un, yalnız Ankara'dan değil, İstanbul'dan da bazı işadamı, siyasetçi, gazeteci ve köşe yazarlarına verdiği akşam yemeklerinde siyasi projeler ortaya koyduğu biliniyordu. Bu toplantılarda Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün AKP hükümetine gerekli direnişi göstermediği gerekçesiyle eleştirildiği, Özkök'ün kulağına da muhtemelen gidiyordu.) Kamuoyu, fişleme ile 28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda oluşturulan Batı Çalışma Grubu ile tanıştı. 1998'de patlak veren andıç olayı ise vahim sonuçlara yol açtı. 26 Nisan 1998 tarihli Sabah ve Hürriyet gazetelerinde, PKK terör örgütünün 2 numaralı ismi Şemdin Sakık'a ait olduğu ileri sürülen ifadeler milat sayılabilecek gelişmelere yol açtı. Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi'nin, "Aramızdaki hainleri tanıyalım" başlığıyla yazısına konu ettiği haberde, gazeteciler Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar ile o dönemin İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal, PKK ile ilişkili olmakla suçlanıyordu. Bu ifadelere dayanılarak Birand işten çıkarılırken, Çandar'ın yazılarına ara verildi. Akın Birdal ise 15 gün sonra silahlı saldırıya uğradı. Sözde ifadelerle ilgili şüpheyi doğrulayan ilk açıklama Can Ataklı'dan geldi. Ataklı, 99'un son aylarında Öküz Dergisi'ne şöyle diyordu: "O ifadeler İstanbul 'sosyete'siyle içli dışlı bir komutan tarafından eklendi. Yayımlanmaması halinde gazeteyi batırmakla tehdit etti." Bir süre sonra da Nazlı Ilıcak, Yeni Şafak gazetesinde 'andıç'ı deşifre etti. 10 Mart 2004'te ise Hürriyet gazetesi ilginç bir fişleme olayını manşetine taşıdı. 'Sosyetik fişleme' başlıklı habere göre, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, kaymakamlıklara yazı göndererek, "AB ve ABD yanlısı kişiler hakkında istihbarat toplanmasını" istemişti. Yazı kapsamında AB ve ABD yanlısı kişilerin organize bir grup olup olmadığı, söz konusu devletlerle ilişkilerinin mahiyetinin ne olduğunun araştırılması ve biyografik bilgilerin toplanması talep ediliyordu. Ayrıca azınlıklar, yüksek 'sosyete', zengin çocukları, tarikatlar, masonlar ve satanistler de izlenme kapsamında değerlendiriliyordu. ABD'de siyahlara karşı kurulan ırkçı terör örgütü Ku Klux Klan örgütünün faaliyetlerinin bile mercek altına alınması isteniyordu. Tepkilerin artması üzerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, duruma el koydu ve gereğinin yapılacağını duyurdu. Fişleme skandalının 'merkezî' değil 'lokal' bir talimattan kaynaklandığını söyleyen Özkök, "Ordunun komutanı benim. Kabahat de benim" dedi. Ordu, konuyla ilgili somut girişimini 2004 YAŞ'ında yaptı. Fişlemeyi yapan 2. Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Kaya Varol, emekliye sevk edildi.”

(…)
DÖRDÜNCÜ ENSTANTANE: Dünkü Sabah gazetesinde “İşte gerçek çuvalcı general” başlığı altında yayınlana haberde ise şu bilgilere yer veriliyor: Irak'taki ABD birliklerinin başına getirilen General David Petreaus'un "çuvalcı general" olmadığının ortaya çıkması üzerine olayın esas kahramanının kimliği merak konusu oldu. Petreaus'un "Bana çuvalcı demeyin" isyanı ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın da "Çuval geçirme ile Petreaus'un ilgisi yok" şeklindeki açıklamasının ardından gerçek çuvalcı komutanı bulundu. Türk askerlerinin başına çuval geçirildiği sırada Kuzey Irak'taki ABD birliklerinin başında tümgeneral Raymond Odierno vardı. 2003 yılının Mart ayından itibaren Irak'ta görev yapan Odierno, 4 Temmuz 2003'te yaşanan Süleymaniye baskını sırasında da Irak'taki ABD ordusunun komutanı olarak görev yapıyordu. Pentagon'un önemli isimlerinden biri olan ve Kürtlere yakınlığıyla da tanınan Odierno, 2003 yılında Kerkük'teki yerel seçimlerde Kürtlerin hile yaptığını da reddetmişti. General peşmergelerin silah taşımasına izin verilme gerekçesini ise "Kürt milisler Saddam Hüseyin'i deviren koalisyon güçlerinin bir parçası" olarak açıklıyordu. 3 Kasım 2004'te Washington'a dönen Odierno şu anda ABD Genelkurmay Başkanı Peter Pace'ın yakın çalışma arkadaşlarından biri. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt'ın Petreaus'u aklarken Odierno'nun ismini vermemesinin nedenlerinden biri de Amerikalı generalin Pentagon'da hala etkin etkin olarak görev yapıyor olması.

(…)
BEŞİNCİ ENSTANTANE: Mali Şube’de hakkında sayısız belge olan Turgay Ciner’e ait bugünkü Sabah Gazetesi’nin manşetinde, “Washington’da katibim” başlığı altında, CIA bağlantılı gazeteci Aslı Aydıntasbaş’a ait şu satırlar dikkat çekiyordu: ABD Genelkurmay Başkanı'nın evi. ABD bandosu "Kâtibim"i çaldı. Org. Büyükanıt şarkıya eşlik etti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, geçen hafta Washington'da Amerikan Genelkurmay Başkanı Pace'in evinde verdiği yemekte sürprizle karşılaştı. ABD askeri bandosu "Kâtibim"i çalmaya başladı. Amerikalı solist şarkıyı Türkçe okurken Org. Büyükanıt da bu jeste jestle karşılık verdi. Masadan kalkan Büyükanıt solistin yanına gitti ve şarkıya eşlik etti. Büyükanıt geçen yıl kuvvet komutanı olarak gittiğinde aynı jestle karşılanmıştı. ABD'li yetkililer, Büyükanıt'ın gezisini şöyle değerlendirdi: Gül ve Gönül'ün gezileriyle bir bütün. En üst düzeyde kabul gördü. Ermeni tasarısını durdurmak için her şeyi yaptığımızı gördü. PKK konusunda güçlü tezler öne sürdü. Amerikan Genelkurmay Başkanı Pace'in, evinde Orgeneral Büyükanıt onuruna verdiği yemekte askeri bando 'Kâtibim' şarkısını çaldı ve Türkçe söyledi. Büyükanıt da solistlerin yanına giderek şarkıya eşlik etti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın ABD gezisi, Yaşar Paşa'nın Amerikalı muadili Orgeneral Peter Pace'in evinde verilen yemekte hoş bir sürprizle noktalandı. Amerikan Genelkurmay Başkanı Pace'in evinde Büyükanıt onuruna verdiği yemekte, Amerikan Genelkurmay askeri bandosu, "Kâtibim" şarkısını çaldı ve Türkçe söyledi. Geçen yıl Kara Kuvvetleri Komutanı olarak Washington'da ağırlandığında da benzer bir jestle karşılaşan Orgeneral Büyükanıt, bu kez jeste jestle karşılık vererek, solistin yanına gitti ve şarkıya eşlik etti. Yemeğe Pentagon'dan üst düzey yetkililerin yanında ABD'nin PKK koordinatörü Joseph Ralston ve Genelkurmay Plan ve Prensipler Daire Başkanı Korgeneral Hilmi Akın Zorlu da katıldı. ABD'li yetkililer, Orgeneral Büyükanıt'ın gezisini değerlendirirken, "Atmosfer açısından mükemmeldi. Vecdi Gönül ve Abdullah Gül'ün gezileriyle de birleşince ikili ilişkilerin rayında olduğu kesin. Kendisi Washington'da derin bir saygıyla anılıyor. En üst düzeyde kabul gördü. Sanırım bundan da etkilendi" dedi. Müttefik bir ülke de olsa bir Genelkurmay Başkanı'nın, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Steve Hadley ile görüşmesi, Washington'daki diplomatik protokol için sıradışı uygulamalar. SABAH'ın görüştüğü bir başka üst düzey yetkili, "Ne konuştuğu değil kiminle konuştuğu önemli" sözleriyle Cheney ve Hadley görüşmelerinin önemine işaret etti. Her iki toplantıda da Yaşar Paşa'nın PKK konusuna kuvvetli bir vurgu yaptığını belirten ABD kaynakları, sınırötesi operasyon sorusuna ise, "PKK konusunda bir şey yapılması için çok kuvvetli tezler öne sürdü. Türkiye'nin ulusal çıkarlarını kuvvetli biçimde savundu. Ancak PKK'ya yönelik neler yapılabileceği konusunda nüanslı konuştu ve bu da bizim için önemliydi" dedi. Orgeneral Büyükanıt'ın basın toplantısında verdiği, "Barzani'yle konuşmam" mesajını doğrudan vermemekle birlikte ABD tarafına hissettirdiği belirtildi. Amerikalılara Kürt liderlerle yakın çalıştığını anlatan Büyükanıt, Barzani'nin açıklamalarından duyduğu hayal kırıklığının altını çizdi. Büyükanıt, ayrıca Pentagon'da Irak'taki ABD güçlerinin durumu ve karşılaştıkları zorluklarla ilgili bir brifing aldı. Türk ve ABD'li yetkililer, Büyükanıt'ın K. Irak'taki PKK varlığı konusunda "nüanslı" bir tutum takınmasının ABD'yi rahatlattığını söyledi. Türk ve ABD'li kaynaklar, görüşmelerde Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve iç politikaya girilmediğini, Büyükanıt'ın Cheney ve Pentagon görüşmelerinde İslami köktendinciliğin Pakistan bağlamında oluşturduğu tehditten söz ettiğini belirtti. Ancak Türk ve ABD'li yetkililer, Genelkurmay Başkanı'nın gezisinin ABD başkentinde en önemli etkisinin Kongre'deki Ermeni tasarısının engellenmesi yolunda olacağını belirtti. Bir yetkili, "Her görüşmede bu konuda güçlü bir vurgu yaptı. Ve sanırım bizim de Ermeni tasarısını durdurmak için elimizden geleni yaptığımızı gördü" dedi.

(…)
ALTINCI ENSTANTANE: Bugünkü Referans’ta “Türkiye’de yalancı bahar yaşanıyor” başlığı altında bir yazı kaleme alan Yiğit Bulut, şu saptamalara yer veriyor: Son birkaç günlük soğuk dalgası gelmeden önce, evden çıkarken gördüğüm manzarayı tarif etmek istiyorum. Çiçekler zamanından önce açmış, ağaçlar filiz vermeye başlamış, kuşlar ötüyor, hava sıcak. Kısacası bahar gelmiş. Gördüğüm manzara beni ekonomide yaşadığımız "dışarıdan girişe dayalı bahar” tablosunu düşünmeye itti. Özel sektör ve vatandaş süratle döviz borçlanıyorlar, döviz makro dengelerden kopuk bir şekilde sadece dünyadaki fazla paranın spekülatif girişi ile düşüyor, cari açık rekor üstüne rekor kırıyor, dış politikada tarihin en ağır darbelerini alıyoruz ama sıcak paraya dayanan "biz yaptık" havası içinde olanlar asla algılanmıyor. Kısacası durumumuz doğadan farklı değil. Biz de yalancı baharı yaşıyoruz. Değeri dostlar, yukarıdaki tablo doğadan yola çıkarak vardığım bir benzetme. Peki genel algılama yalancı bahar etkisiyle kayıyor da yıllarını bu işe vermiş bazı arkadaşlar özellikle basın mensupları ve bazı uzman akademisyenler gidişi nasıl göremiyorlar? Hatta durumu o kadar abartıyorlar ki, bazılarının kamuoyunun karşısına çıkıp yaptıkları yorumlara inanamıyorum. Her şey çok iyiymiş, bunun göstergesi olarak faiz düşüyor, borsa yükseliyormuş, dolar son ayların en düşük seviyesindeymiş ve en önemlisi artan açıklar da abartılıyormuş!

Sonuç 1: Bu ülkede içeriden ve dışarıdan sokulan para zoruyla oluşturulan dalgalara karşı çıkmak her ne kadar yok olmayı göze almak olsa bile, yaratılan suni Avrupa Birliği (AB) gündemine nasıl sonuna kadar karşı çıktıysam, her ne olursa olsun çizilen bu yalan dünya tablosuna da sonuna kadar karşı durmak istiyorum. Sorarım bu arkadaşlara; ülkemizde insanların yüzde kaçının öve öve bitiremediğiniz o finans piyasalarında parası var? Daha açıkçası yaşadığımız yalancı baharın reel anlamda bu toplumun ne kadarına etkisi var?
Değerli dostlar, bu arkadaşlara ne kadar olduğunu ben söyleyeyim; bu ülkede öve öve bitiremedikleri finans piyasalarından yararlananların sayısı yüzde 5’den az. Gerisi emeğiyle yaşayan ve sizin makro ekonominin ana göstergesi olarak algıladığınız ve algılattığınız piyasalardan asla yararlanamayan insanlar. Onların dünyası sizin dünyanız gibi sıcak parayı basınca şişen sanal bir yapıdan ibaret değil. İşin kötüsü hükümet de sıcakçılar gibi bir algılama ve düşünceye sahip. Başbakan çıkıp açıklama yapıyor; borsa 48.000 olacak diye. Yabancı kurumların bu ay sokup gelecek ay dışarı çekecekleri bir para girişi ile borsa patlasa, dolar 1.30’lara gerilese sokaktaki işsiz iş bulabilecek mi? Tam tersi işsiz daha uzun süre işsiz kalacak. Sıcak para giderken içeriden de götüreceği gibi suni olarak düşen kur ihracat yapıp ayakta kalmaya çalışanları vuracak.

Sonuç 2: Sizin yükselen borsanız, düşen kurunuz, halkın yüzde 95’ine hiçbir şey katmadığı gibi tam tersi onların hakkını da emerek çıkacak. Yukarıda anlattıklarım işin bir kısmı. Bir de reel sektörün ana damarının elimizden kayması gibi daha hazin bir bölüm var. Bu konuda da ben o modaya uymayacağım, daha önce yazmama rağmen bir kez daha yazacağım, birileri uyanana kadar bir kez daha yazacağım, hatta son yazım bile olsa bir kez daha yazacağım, mali sektörü olmayan bir ülkenin ana hayat damarı kopmuş demektir! Nedenine gelince. Bu noktada sizlere bazı detayları hatırlatmak ve sonrasında bazı sorular sormak istiyorum. Önemli Türk bankalarının yabancı sermayeli kuruluşlara satış detayları:

* TMSF elindeki Sitebank'ı Yunan Novabank'a sattı.
* TEB'in yüzde 50'si Fransız BNP'ye satıldı.
* Yapı Kredi, TMSF tarafından Unicredito-Koç ortaklığına satıldı.
* Dışbank, Fortis'e satıldı.
* Garanti Bankası'nın kontrol hissesinin yarısı GE Finance'a satıldı.
* C Bank'ın kontrol hissesinin tamamı İsrail Bank Hapoalim'e satıldı.
* Finansbank, Yunan NBG'ye satıldı.
* Tekfenbank, Yunan EFG'ye satıldı.
* Denizbank, Dexia'ya satıldı.
* Şekerbank'ın kontrolü Kazakistan'dan Bank Turan'a geçti.
* Adabank, bir Kuveyt finans kuruluşuna satıldı.
* MNG Bank, Hariri ailesine satıldı.
* Akbank’ın yüzde 20’si Citibank’a satıldı ve Oyakbank satış için vitrinde, kamu bankaları özelleştirme kuyruğunda.

Bu detaylar sonrası yeniden sormak istiyorum:
1- Mali sektörü olmayan bir ülke nereye gidebilir?
2- Reel sektörü mali sektörün fonladığı gerçeğini dikkate alırsak; parasının kontrolünün tamamen yabancıların eline geçtiği bir ülkenin, reel sektörünün rekabet etme kapasitesi ve gelişme kapasitesi de kontrol altına girmez mi?
3- AB ülkelerindeki firmalarla Gümrük Birliği içinde zaten haksız rekabete muhatap olan Türk firmaları, Avrupa kökenli bankaların kredi musluklarını kapattıkları bir ortamda, daha büyük bir haksız rekabete maruz kalmazlar mı?
4- AB ülkelerinde bankacılıkta yabancı payı neden düşük? Neden düşük kalması için özen gösteriliyor?

Sonuç 3: Bırakın bu “borsa yükseldi” masallarını da halkın ekonomisine bakın. Ülke altımızdan kayıyor ve birileri bu kayışı gölgelemek için para koyup trend yaratmak dahil her şeyi yapıyorlar. Tarih bu günleri yazacak. Ülkede üreten kesimin nasıl düşük kur, haksız Gümrük Birliği rekabeti, elden giden ve bir daha asla kredi üretmeyen bankalar gibi gerçekler altında ezildiğini, yok edildiğini yazacak.

Son söz: Bu ülkede gerçekleri görebilen kimse kalmadı mı? Ülkenin mali sektörü elimizden kaydı, reel sektör can çekişiyor, kamunun en önemli varlıkları satıldı, kendi topraklarımız üstünde finansal-entellektüel ve askeri-endüstriyel bütün yapıların dışına itildik ve hala birileri çıkıp “uçuyoruz” diyor. Uçuyoruz ama uçurumdan aşağıya doğru, lütfen artık görün bu acı gerçeği.

(…)
ANKARA’DA İHTİLAL ZAMANI

Nitekim…
Alt alta sıralanan bu haberlerin ışığında şu saptamalar yapılabilir:
(…)
Matruşka, iç içe geçmiş bir süreçle karşı karşıyayız. Atlantik ötesinden yola çıkan “E-Posta güvercinleri”nin gagasından “gazete sayfaları”na taşınan haberlerde, yeniden postal seslerinin volümü yükseltilmeye çalışılıyor. CIA, açıkça BOP operasyonunda kendilerini başarısızlığa uğratan “BOP Eş Başkanı” Erdoğan’dan intikam almaya çalışıyor. Bunun için de Türkiye’de “sistem içine iliştirdiği unsurlar” üzerinden, biriken gazın boşaltılmasına izin vermiyor, demokratik çözümün önündeki tüm vanalarının vidalarını iyice sıkılaştırtıyor. Kurtlar Vadisi dizisine gelen sansür, Kanal Türk’e Maliye baskını, Doğan Medya Grubu’na uygulanan POAŞ şantajı vb… Bu arada Erdoğan’ın beynini yöneten “güvenlik bürokratları” üzerinden; kesinlikle Yargı’ya gidip aklanmamasını, Köşk’e çıkmak için ortamı korkmadan daha da germeye devam etmesini tavsiye ediyor. Bu tavsiyeyi yaparken de, her zaman olduğu gibi “Korkma arkanda biz varız” mesajını göndermeye devam ediyor.
(…)
CIA, yüksek siyasetin semboller üzerinden yapıldığı bir ortamda, Erdoğan’a yakınlığı ile bilinen Fatih Altaylı’nın yönetimindeki Sabah gazetesinin manşetinden, kendilerine yakın gazeteci Aslı Aydıntasbaş aracılığı ile kamuoyuna “ABD, Büyükanıt’a ‘Katibim’ dedi, My way/Benim yolum melodisini ciddiye almadı” mesajını verdirmeye çalışıyor. CIA, Büyükanıt’ın “Çuvalcı Paşa” demeyin ricasına, Sabah’a sızdırdığı “gerçek çuvalcı paşa” haberi üzerinden, Ciner Grubu ile ‘Genelkurmay’ı karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Bu da önümüzdeki günlerde Doğan Grubu benzerinde olduğu gibi, Sabah grubunun da operasyona uğrayacağını, görünen adres olarak da Genelkurmay’ı vermeye çalıştığını gösteriyor.
(…)
Sıcak para üzerinden Türk ekonomisini kontrol altında tutan CIA, Ocak 15 & Nisan 15 zaman dilimi aralığında, kazanın altına attığı odunların miktarını artıracak. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde doları yukarı fırlatıp, sıcak paranın üstündeki “10 yüz milyon baloncuğu” sabun köpüğü gibi bulutların üstüne doğru havalandıracak. Tıkanmış sisteme, bir de tıkanan ekonomiyi ekleyip, finans sistemini patlatacak. Bankalara borçlu beyaz yakalı çalışanların evlerine, işyerlerine bu dönemde art arda hacizler yağacak. Emlak piyasası çökecek! Sözün özü; Menderes’in deyişiyle “Tezekle yapılan bir iktidar, sidikle yıkılmış olacak”!
(…)
“Stratejik aklı olmayan, devletinin kurumlarına güvenmeyen, iliştirilmiş danışmanlar üzerinden arka kapı diplomasisi yapmaya çalışan, milletini aşağılayan, BOP’çulara söz verip tutmayan bir siyasi iktidara, küresel sermayenin taşeron örgütü CIA nasıl darbe planlar?” diye merak ediyorsanız, bu sorunun cevabı yukarıdaki satırlarda saklı.
Kaldı ki, artan işsizlik, kapkaç, asayiş, faili meçhul (!) cinayetlerin faillerini yakalama konusunda AKP iktidarının ne kadar mahir olduğu ortada. “Yolsuzluk ve yoksulluğa” son verme iddiası ile iktidara gelen bir partinin adı, halk arasında artık ak yolsuzlukların partisi olarak anılıyor. Görüldüğü üzere, devletin tüm kurumlarını “kişisel mecburiyeti” adına, cebren ve hile ile elinin altındaki “şantaj dosyaları” üzerinden baskı altında tutmaya devam eden de, AKP iktidarından başkası değil!
CIA’nın bu basit “darbe planı”na göre, sistemi rahatlatmak, rejimin boşaltım sistemini çalıştırmak için geriye bir tek çare kalıyor.
O da, BOP Eş Başkanı Erdoğan ve tayfasına “lavman yapmak”!
Buna da, önümüzdeki günlerde artarak devam edeceği ortaya çıkan “kaotik süreci” ekleyecek olursak, kimsenin karşı çıkacağını sanmıyorum.
12 Eylül sonrası Anayasa oylamasına ve Evren’e halkın gösterdiği teveccüh ortada.
Asker de “ulusal güvenlik” gerekçesi ile “istemese” dahi dört dörtlük, her yönü ile hazırlanmış bir ihtilal sürecini kucağında bulacak.
Yani, yönetime el koymama gibi bir şansı, lüksü kalmayacak!
Hülasa, ‘TBMM’si, ‘Yargı’sı, ‘Yürütme’si, ‘Medya’sı, ‘TSK’sı, ‘Siyasi Parti’leri, ‘Sivil Toplum Örgütleri’ baskı altında tutulan, gayr-ı milli olduğunu da “BOP Eş Başkanlığı” görevini kabul ederek kayda geçirtmiş, hakkında birçok belge biriktirilmiş ve önümüzdeki günlerde CIA tarafından değişik medyalar aracılığı ile ortalığa saçılacağı anlaşılan “kirli çamaşırlar” karşısında, AKP’nin kim, nasıl yanında duracak?!
Filvaki, herhangi bir ulusal televizyon kanalında, “3 dakikalık bir görüntülü haber” sonrasında, geriye AKP diye bir partinin kalacağını da zannetmiyorum.
Filhakika, daha önce CIA’dan aldıkları talimatla, her geçen gün rejimin biraz daha sıkıntıya girmesine yol açan MİT Müsteşarı Atasagun ve Taner ikilisini bu yüzden eleştirmiştim.
Çünkü “taşıma akılla” yapmaya çalıştıkları görev sırasında hem ülkeye, hem de demokrasiye zarar veriyorlardı.
Hülasa, atalarımız boşuna, “Aptal dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun” diye söylememişler.
Şimdi “şaşkın” ya da “avanak” demokratlar (!), susarak, kimin değirmenine su taşıdıklarını anlamışlardır sanırım.
Aklı olmayan, sadece maksimize edilmiş kar düşüncesi olan sermayenin, medyanın, iktidarın Türkiye’yi getirdiği “yeni ihtilal süreci”ni, hakları gasp edilmiş bir gazeteci, Atatürk Türkiyesi’nden yana saf tutmuş bir Türk aydını olarak lanetliyorum.
Bu anlamda, önümüzdeki günlerde, “post modern ihtilal süreci”ni tırmandırmak amacı ile Hrant Dink “provokatif suikasti”nde olduğu gibi kaosu pekiştirecek, yeni cinayetlerin işlenmesini bekliyorum.
Ezcümle; öküzün trene baktığı gibi, kişisel menfaatleri ya da mecburiyetleri adına, yeni bir ihtilal sürecine seyirci kalan, burunlarının dibine kadar yaklaşan trene karşı kayıtsız durmaya devam eden, etrafa pembe gözlüklerle bakmakta ısrarlı bir kesime, kayda geçmesi bakımından, ben de ısrarla şu soruyu sormak istiyorum:
“Demokrasinin geleceği adına, sizler gibi gerçek (?!)demokratlar için, doğruya doğru yanlışa yanlış demek, neden bu kadar zor?! Üç maymun oyunu oynamaya devam ederek, gerçekten demokrasiye sahip çıkılabileceğine inanıyor musunuz?!”
Son söz: Türkiye’yi göz göre göre yeni bir ihtilal sürecine mecbur bırakanları, hem insanlık hem de tarih önünde, buradan bir kez daha lanetliyorum.
Hepsi ve daha ötesi budur.
Sevgiler

Hayrullah Mahmud
19 Şubat 2007


……………..

BATI, OSMANLI’YI “PETROL”Ü İÇİN PARÇALADI: Cumhurbaşkanı Sezer’in veto ettiği yeni petrol yasasının başında “Türk” adı bulunuyor!.. Yani, bizim yasamız bu.. Türkler ve Türkiye için çıkarılıyor ve bu yasada yer alan her hüküm Türkler ve Türkiye’nin yararına olacak.. “Türk Yasası” nın yabancılara kolaylık sağlaması beklenemez. Acaba gerçek böyle mi? Uzun süredir Yeniçağ’da bu konuya geniş yer veriliyor. En son biz de, Ceviz Kabuğu programında 6,5 saat süren canlı yayın rekoru ile bu konuyu tartıştık. Yasayı çıkaran ve savunan iktidardaki AKP’nin milletvekilleri de görüşlerini açıkladılar. Bu canlı yayın boyunca görüldü ki, yasada imzası olan AKP milletvekillerinin bir kısmı yasayı bilmiyor. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, bu yasayla kabotaj hakkımız yok ediliyor, ama kabotajın ne olduğu bilinmiyor. Yasayı hazırlayan TBMM Enerji Komisyonu üyesi AKP Aydın Milletvekili Ahmet Rıza Acar’a bu soruyu sordum. “Onu herkes biliyor” dedi ama yanıt veremedi! Aynı soruyu CHP Adana Milletvekili Tacidar Seyhan yanıtlamaya çalışırken de, “Kıvırtma, bak sen de bilmiyorsun” anlamında çıkışlar yaptı. Bilindiği gibi kabotaj, Fransızca’dan gelmiş bir sözcük ve iskele ve limanlar arasında gemi işletme hakkı. Kısaca, deniz ve akarsulardaki egemenlik hakkı. AKP milletvekilleri bu petrol yasası ile “Yurt dışına bağımlılık azalacak” görüşünde! Oysa, yorum yapmaya gerek yok. Maddeleri okuduğumuzda, “yurt dışına göbekten bağımlı duruma geldiğimizi” görüyoruz. Yeraltındaki (ne kadar olduğunu bizim bilmediğimiz!!..) petrol ve doğalgazımızın tamamını yabancılar çıkarma hakkı kazanıyor. Hem de “sınırsız süre” ile.. Ama AKP’liler “bağımlılığımızın azaldığını” düşünüyor!.. Bir başka ilginç ve vahim nokta ise, yeraltında ne kadar petrol ve doğalgaz rezervimiz olduğunu bilmememiz. Bunu, yasayı hazırlayan ve çıkaran AKP’liler bilmiyor. Ceviz Kabuğu’nda sorduğum milletvekilleri, bunu bilmek için çok kazı (sondaj) yapılması gerektiğini söylüyor. Oysa, elin oğlu hiçbir kazı yapmadan bunları uydudan ölçüyor ve variline kadar biliyor. AKP’liler ise, “Zaten petrolümüz yok ki, biz petrol zengini değiliz ki” görüşünde!.. Biz de diyoruz ki, “Olmayan şeyin yasasını mı çıkardınız?” AKP’liler, aynı zamanda, “Bizim milli petrol şirketimiz TPAO’nun bugüne kadar yaptığı belli. Yabancılar gelsin, varsa çıkarsın. Ayrıca, Türk şirketlerine hiçbir engel yok” diyor. Oysa, eşit güçte olmayanlar arasında bir rekabetten söz edilemez. Zayıf Türk şirketleri, yabancı petrol tekellerine “konu mankeni” olmaktan öteye geçemez ve bu, “işte rekabet var” propagandası yapacaklara sözde bir kanıt olur!.. AKP’liler yeni petrol yasası ile “yeraltındaki petrol hızlı ve etkin çıkarılacak” diyor.. Ulusal çıkarlar konusunda daha duyarlı olanlar ise, “hızlı çıkarıp da ne olacak? Yabancılar petrolümüze daha hızlı mı sahip olsunlar?” diye soruyor. Halk da soruyor. Halkın ince zekâsına saygı duymamak mümkün değil. Halkın sorusu şu: “Saddam, böyle bir petrol yasası çıkarsaydı, ABD kendisini idam eder miydi?..” AB ve ABD’cilerin ulusal (millî) çıkarlara “Türk ve Türkiye gözüyle bakmaması” toplumun büyük tepkisini çekiyor. Buna karşın ulusalcıların da (millîcilerin de), karşı görüştekileri anlaması gerek. Biz anlamaya çalıştıkça, onların mantığı bizden uzaklaşıyor. Şu mantığı anlamak ve yakınlaşmak mümkün mü: “Türkiye sürekli olarak etrafına düşmanlık üretti!..” Bu sözü, Ceviz Kabuğu’nda AKP Aydın Milletvekili Ahmet Rıza Acar söyledi. Bu mantık, Sayın Acar’ın “kişisel görüşü” değil. Belli bir kesimin yaklaşımı. Hatta “kesin inancı!” Yine, bu yasayı çıkaran TBMM Enerji Komisyonu Başkanı ve AKP Kütahya Milletvekili Dr. Soner Aksoy’un, “Bir dolara mermi sıkacak durumdayım, ama petrolü çocuklarımız için yeraltında mı saklayacağım?” mantığı da bizden çok uzak. (Başbakan Erdoğan’ın da, “Bir dolara mermi sıkacak” kadar fakirleştiğimizi düşündüğünü sanmıyorum!..) Birinci Dünya Savaşı başlangıcında, 1914’de, dünya petrol rezervinin yüzde 57’sini kontrol eden Osmanlıların nasıl parçalandığını artık herkes iyice öğrendi. Şimdi ise, “bir varil petrol için” bile Türkiye üzerinde ne oyunlar oynanıyor?.. Halk her şeyin farkında. Ezici bir çoğunlukla “Petrol millileştirilsin” görüşündeki halka kulak verecek bir “halk iktidarı” gelir mi acaba?.. (Yeni Çağ / Hulki Cevizoğlu / 13 Şubat 2007)

(…)
ABD’DEN “KÜRT KARTI”: Washington Post Gazetesi’nde yayınlanan makalesinde ABD eski dışişleri bakan yardımcısı Richard Holbrooke, Kuzey Irak ve Kerkük sorununun açılması için şu önerileri sundu. Barzani, PKK’yı frenlesin, Türkiye’nin iç işlerine karışmama sözü versin. ABD, Türkiye’nin kaygılarını da göze alarak Kerkük’te arabulucu olsun. İki taraf da ortada fırsatların olduğunu da görmeli. ABD’nin eski Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Dayton Anlaşması’nın mimarı Richard Holbrooke, Mesut Barzani’nin PKK’yı frenlemesi ve Türkiye’nin içişlerine karışmaması sözünü vermesi gerektiğini belirtti. Holbrooke, Türkiye’nin Kerkük ile ilgili meşru kaygılarını dikkate alan bir uzlaşının gerekliliğine de işaret ederken, Kerkük konusunda krizin önlenmesi için ABD’nin yoğun bir arabuluculuğunu istedi. Holbrooke, Washington Post gazetesinde yayınlanan Erbil çıkışlı köşe yazısında, Türkiye ile Iraklı Kürtler arasındaki sorunların çözümlenmesi için ABD’nin teşviki ile Türkiye ve Iraklı Kürtler arasında bir yakınlaşma sağlanması için fırsat olduğunu savundu. Holbrooke yazısında, Ankara’daki Türk liderler ile yaptığı temasların ardından Erbil’e geçtiğini belirtirken, ilk aşamada çözümlenmesi gereken sorununun PKK saldırılarının olduğunu belirtti. Bir şantiye halindeki Erbil’in savaş halindeki Irak’ın parçası olduğuna inanmanın çok zor olduğunu belirten Holbrooke, "Yoksa bu bölge Türkler ve Kürtler arasında bir başka savaşa mı sahne olacak" diye sordu. Holbrooke, Türkiye’nin olası bir sınır ötesi harekatla ilgili olarak da şu görüşleri öne sürdü: "Bu üslere karşı sınırlı bir Türk askeri operasyonu dışlamazdım. Çünkü Başbakan Tayyip Erdoğan, seçim yılında şahin rakiplerinin karşısında güçlü milliyetçi bir tavır takınması için büyük bir siyasi baskı altındadır." Holbrooke, Bush Yönetiminin yıllarca Türkiye ile ilişkileri yanlış yürüttükten sonra, geçen yıl herkesin saygı duyduğu emekli Orgeneral Joseph Ralston’u özel temsilci olarak görevlendirdiğine dikkat çekerken, "Ralston ataması, geçen yaz Irak’ta bir Türk saldırısının önlenmesine yardımcı oldu ve Erbil’in PKK’yı frenlemesini sağlamaya yönelik çabaları hızlandırdı" diye yazdı. Kerkük sorunu ile ilgili olarak da Holbrooke, Türkiye’nin referanduma karşı çıktığına dikkat çekerek "Tam bir krizin önlenmesi, ABD’nin yoğun bir arabuluculuğunu gerektirecek. Maalesef, Ralston’a verilen yetki, Kerkük’ü içermiyor" ifadesini kullandı. Holbrooke şöyle devam etti: "Yakınlaşma, her iki taraftan büyük taahhütleri gerektirir. Halen Kürt bölgesel yönetimi başkanı olan efsane Kürt lideri Mesut Barzani, PKK’yı frenlemeli ve Türkiye’nin iç işlerine karışmama sözünü vermeli. Kerkük konusunda Türklerin meşru kaygılarını dikkate alan bir uzlaşı gerekli olur. Bu özellikle Türk askerleri için zor olabilir ama Amerika’nın güçlü cesaretlendirmesi ile denenmesi gerektiğine inanıyorum." Uzlaşma için vizyon sahibi liderlere gerek bulunduğunu ifade eden Holbrooke, "Yine de Irak’taki kriz, Türkler ve Kürtlerin ortak çıkarlarını düşünmelerini gerektiriyor. Her iki taraftan da liderler ile daha yeni konuştum. Onların da ortada sadece bir kriz değil, aynı zamanda fırsatların da bulunduğunu anladığına inanıyorum" dedi. (Hürriyet / Kasım Cindemir / 13 Şubat 2007)

(…)
“TERÖR İSTİHDAM ALANI OLDU, TERÖRİST ÜCRETLİ İŞÇİ”: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, terörle mücadelede bölgeler arasındaki ekonomik uçurumlara işaret ederek, "İçinde bulunduğu trajediden müreffeh toplumları sorumlu tutan geniş kitlelerin ıstırabı devam ettiği müddetçe terörizmin kaynaklarının bütünüyle kurutulması zordur" dedi. Özkök, bu nedenle terörün istihdam alanı haline geldiğine, teröristin ücretli işçiye dönüştüğüne vurgu yaptı. "Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu" Bilkent Otel'de başladı. Toplantıya, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Afganistan Devlet Başkanı Hamit Karzai, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da katıldı. Sempozyumda bir konuşma yapan Özkök, terörizmle mücadeledeki zorluklara değinerek, "Hiçbir ulus dünyadaki terörizmi kendi başına kazanabileceğini de düşünmemelidir" dedi. Özkök, "Ulusal savunma ve mukabele kabiliyeti terörle mücadale açısından son derece önemlidir. Ancak sadece bunlar yeterli sayılamaz" dedi. Özkök konuşmasında şunları kaydetti: "Diğer ülke ya da kültürlere yönelik tehditleri gözardı ederek sadece kendisine yönelik terörizmi yenmeye çalışan hiçbir ulus ya da kültürün kesin bir başarısı söz konusu olamaz. Terörle mücadelede yapılacak işbirliği için Birleşmiş Milletler gibi küresel örgütlenmelerin ya da NATO ve AB gibi bölgesel kuruluşların önemli görev ve sorumlulukları olduğuna inanmaktayım. Bu kapsamda uluslararası platformlarda bilgi ve istihbarat paylaşımının sağlayacağı yeni yapılanmaların oluşturulması ve bu yapılar arasında yüksek seviyeli bir iletişimin tesisin vazgeçilemez bir gereklilik olduğunu değerlendiriyorum." Bugün terör artık bir istihdam alanı olmuştur. Teröristler ise idealler yerine maddi koşullarla terör örgütlerine bağlanan, ücretleri ve sosyal hakları terör örgütleri tarafından sağlanan işçilere dönüşmüştür. Terörün kurumsallaşmasına giden bu dönüşüm tehlikelidir... Yoksulluk, ümitsizlik ve çaresizlik içinde kıvranan ve içinde bulunduğu trajediden müreffeh toplumları sorumlu tutan geniş kitlelerin ıstırabı devam ettiği müddetçe terörizmin kaynaklarının bütünüyle kurutulması zordur. Keza, terörizmin kaynağının kültür mü, inanç mı yoksa geçmişte yaşananların acısının insanlar yaşadığı coğrafya mı olduğu doğru tespit edilmediyse teröristk eylemlerin daha da hız kazanması önlenemez. Bu bağlamda zengin bölgelerle fakir bölgeler arasında giderek derinleşen yapısal sorunlara daha somut çözümler getirilmesi gerekmektedir." Genelkurmay Başkanı Özkök, terörle mücadelenin sadece devlet organlarıyla yapılamayacağını belirterek, bunun için geniş halk kesimleriyle medyanın desteğine ihtiyaç olduğunu söyledi. Özkök, "Terörislerin propanganda için hedef seçktiği kitlenin radikalleşmesinin önlenmesi, masumların zarar görmesinin önüne geçilmesi ve herşeyden önemlisi devletin gücü ve iyi niyeti konusunda toplumun ikna edilmesi başarıya ulaşmak için kaçınılmazdır" diye konuştu. Özkök, terörle mücadelede teröristlerin yaymaya çalıştığı korkunun önüne geçilmesi ve istihbari verilerin zamanından önce kamuoyuna duyurulmaması için medya önemli görevler düştüğünü ifade etti. Özkök, terörün bu nedenle bir istihdam alanı haline geldiğini vurguladı. Afganistan Devlet Başkanı Karzai de Sempozyumda yaptığı konuşmada, terörizmle mücadelede uluslararası işbirliğinin önemine işaret etti. Karzai, terörizmle mücadelede etkili bir mücadele için BM başta olmak üzere, devletler, kurumlar, kişiler ve kültürler arasında işbirliği yapılması gerektiğini vurguladı. (Milliyet / 23 Mart 2006)


Hayrullah Mahmud ÖZGÜR, 30 Aralık 2012
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?! / Hayrullah Mahmud ÖZGÜR

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Ara 31, 2012 16:17

RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' IV ve/veya Bugün Aslında Dündü?!

AKP’NİN DERİN ÜÇKAĞIDI YA DA SEVGİSİZ İSLAM OLUR MU?!

Derin üçkağıt?!


1908’de; II. Meşrutiyet oldu.
1918’de; I. Dünya Savaşı sona erdi ve Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı; Gazi’li dönem!
1930’da; CHF’ye karşı “Serbest Fırka” patlaması!..
1940’ta, II. Dünya Savaşı ve İsmet Paşalı dönem!..
1950’de “Beyaz ihtilal” ya da “Yeter söz milletindir” diyen Menderes iktidarı!
1960’ta; “sivil diktatör” Menderes’e Anayasa darbesi!
1971’de bir muhtıra!..
1980’de bir ihtilal!..
1990 yılının 3 Aralık’ında Torumtay’ın istifası ve ardından 17 Nisan 1993’te Özal’ın ölümü! 1997’de iliştirilmiş “28 Şubat süreci”!
2002’de “Anadolu İhtilali” ile manşetlere tırmanan AKP’nin, “Menderes”vari 3 Kasım zaferi!
Bu silsileyi bozmadan yazmaya devam edecek olursak…
“2007’de neler olacak, AKP adına nasıl bir gelişme bekleniyor” sorusunun cevabı büyük önem kazanıyor.
İşte bu anlamda birkaç enstantane…
BOP Eş Başkanı Erdoğan’ın “Derin devlet” tartışmaları ya da “Derin üçkağıt” üzerinden gözden kaçırmaya çalıştığı bazı hakikatler…
Aynen yansıtıyorum:

(…)
ERDOĞAN’IN 14 ŞUBAT KONUĞU OLMERT: İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in, “14 Şubat Sevgililer Günü”nde resmi temaslarda bulunmak üzere Türkiye’ye geleceği açıklandı. İki günlük ziyaret kapsamında Olmert’in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül ile görüşmesi planlanıyor. Filistin konusu ve Suriye-İsrail ilişkilerinin gündemin ana maddesi olması bekleniyor. Ziyaretin Lübnan saldırısını sona erdirmesinden tam 6 ay sonra gerçekleşmesi dikkat çekici… (Vatan / 8 Şubat 2007)

(…)
RTE İLE ÇOK ÖZEL İLİŞKİSİ OLAN ÜLKE, “İSRAİL”: İsrailli Bakan Benyamin Fuad Ben Eliezer, Erdoğan ile Olmert yönetimi arasındaki “çok özel ilişki”yi şu kelimelerle özetliyordu: “Başbakan Erdoğan tarafından yapılan tüm girişimlere son derece saygı duyuyoruz. Şunu bilmenizi istiyorum ki, onun İsrail’de çok sıcak bir yeri vardır. İsrail halkı ona çok büyük saygı duymaktadır. Bizim bu ‘Başbakan’ ile çok özel bir ilişkimiz var. Onu çok saydığımızı da söylemek istiyorum. Kesinlikle söyleyebilirim ki, onun bu son girişimine de çok saygı duyduk ve bir sonuç çıkmasını bekledik. O, imkansızı yapmaya çalıştı!” (Hürriyet / Ferai Tınç / 14 Temmuz 2006)

(…)
ERDOĞAN’IN DOSTU MUGABE: Kim bu Mugabe? Durup dururken nereden çıkıyor bu Mugabe? Başımızı derde mi sokacak bu Mugabe? Haber, uluslararası ajanslarından bilgisayarlara düştüğünde, şaşırıyor ve inanamıyorum. Ayrıntılı haber Zimbabwe kaynaklı. Ankara hiç bir biçimde yalanlamıyor. Geçen hafta Tayyip Erdoğan bir toplantı için Etiyopya’da. Orada pek çok liderle görüşüyor. Bu arada Zimbabwe Devlet Başkanı Robert Gabriel Mugabe ile karşılaşıyor. Ne konuştukları belli değil. Ama, belli olan önemli ayrıntı, uluslararası ajanslara yansıyor. Zaten önemli olan da, o ayrıntı. Aynı ayrıntıyı açıklayan Zimbabwe tarafı. Erdoğan, Mugabe’yi Türkiye’ye davet ediyor. Ne var bunda? Şimdi göreceksiniz ne olduğunu. Zimbabwe Devlet Başkanı Mugabe dünyada pek çok ülke tarafından ve bu arada AB tarafından persona non grata ilan edilen, yani istenmeyen kişi. Bir devlet başkanı ki, pek çok ülke onu kendi ülkesinde görmek istemiyor, onunla diplomatik ilişkilerini kesiyor. Ama, o kişiyi Tayyip Erdoğan Türkiye’ye davet ediyor. Adam neden istenmeyen kişi? Çünkü, insan hakları ihlallerinden dosyası hayli kabarık. Yaklaşık yirmi yıldır ülkenin tek hakimi. Olabilir. Ama, hangi yöntemlerle tek hakim? Mugabe’de her numara var. İddialara göre: Seçime hile karıştırmak. / Değişik insan hakları ihlalleri. / Gazetecilere tutuklama ve işkence. / Yolsuzluk. En ilginci de, şu: Muhalefet milletvekillerine işkence ve gözaltı. Adam muhalefet milletvekili olduğu için, işkence görüyor ve gözaltında. Pek sık görülen bir vaka değil! Mugabe hakkında çeşitli insan hakları derneklerinin tuttukları dosya, onun için yüz karası. Sayfalar dolusu suçlama ve şikayet. Tam bir diktatör. Zimbabwe Afrika’da kıyıda köşede kalmış, açlık, hastalık, gelir bölüşümü adaletsizliği içinde kıvranan tipik bir az gelişmiş ülke. Kıyıda köşede ama, Mugabe’nin ülkesindeki uygulamaları herkesin dikkatini çekiyor. İnsan hakları derneklerinin de katkısıyla, AB bir karar alıyor. 19 Aralık 2004 tarihli AB Bakanlar Konseyi kararıyla, Mugabe’nin AB ülkelerine girişi yasaklanıyor. Yasak dışına bir kez çıkılıyor. Papa II. Paul öldüğünde, AB izniyle, İtalya Mugabe’ye sadece Papanın cenaze törenine katılıp, hemen geri dönmesi için, bir günlük vize veriyor, o kadar. Şimdi bu muhteşem devlet adamı, Tayyip Erdoğan tarafından Türkiye’ye davet ediliyor. Tayyip Erdoğan, Mugabe’nin bu maceralarını biliyor mu? Muhtemelen hayır. Bilmeden davet ediyor. Ziyaret gerçekleşir mi? Ortada AB yasağı varken, muhtemelen hayır. Ancak, buradaki ilginç olay şu. Erdoğan kendine uluslararası bir kimlik arıyor. Karşısına kim, nerede, hangi fırsat çıksa, onu kullanmaya kalkıyor. Zaman zaman da, bu gibi vahim durumlar doğuyor. (Hürriyet / Yalçın Doğan / 8 Şubat 2007)

(…)
BAŞBAKANLIK MÜSTEŞARI DİNÇER: "Türkiye'deki İslami hareketlerin bizim açımızdan toplumsal bir değişimi sağlayabilmesi için üç temel şartının bulunduğunu söylemek mümkündür. Bugün nasıl bir devlet ve toplum istediğimizin çok net ve açık bir şekilde tanımını yapmak zorundayız. Bu tanımlamanın aslında kafamızda çok net ve açık olduğunu ve bunun için az çok hazırlıklı olduğumuzu biliyorum ama topluma yansıtma konusunda eksikliklerimizin olduğu kanaatini de taşıyorum. Öyleyse bu, tüm topluma duyuracak bir mekanizma ile ulaştırılmalıdır. İkincisi Türkiye'deki kültürel öncelikle İslami hareketlerle, siyasi öncelikli İslami hareketlerin karşılıklı ilişki ve etkileşimlerinin yeniden tanzim edilmesidir. Eğer bu iki hareket bütünleşmiş bir halde devam ettirilebilirse, Türkiye'de İslam'ın hiç bir ülkede görülmemiş bir şekilde, sağlam bir temel üzerinde gelecek vaad ettiğini ifade edebiliriz. Nihayet üçüncüsü Türkiye'nin İslam dünyası ile işbirliği yapmasıdır. İslam dünyasında bugün gerçekten bir enerji birikmiştir ve bu enerjiyi tıpkı bizdeki bürokratik yapıda olduğu gibi, merkezi yönetimde olduğu gibi, dünyaya hakimiyet kurmuş olan ve yeni dünya düzeni ile kendilerini tasnif ve tavsif edenlerin aslında dünyadaki İslami gelişmelere engel olduklarını görüyoruz. Bu engel oluşlar devam ettiği müddetçe, İslami hareketlerin bir patlama yapabileceğini söyleyebiliriz." Aynı Ömer Dinçer, kültürel İslami hareketlerle birleştirilmesi gerektiğini söylediği siyasi nitelikli İslami hareketlerin de "Siyasi öncelikli İslami hareketler aslında devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek, toplumda değişikliği sağlamaya yönelik hareketler olarak ifade edilebilir. Karar gücünü elinde bulundurursanız, bir takım değişimleri bu karar gücüyle gerçekleştirmeye çalışırsınız" diye tarif ediyor. Tayyip Erdoğan da, bu beyi, devlet bürokrasisinin başına getiriyor. Bu bey de, hazırladığı tasarıyla milli olmayan, aşırı yerel, Ankara'yı by-pass etmeye yönelik, bölgelerarası ekonomik gelişmişlik farklarının daha da artmasına ve bu suretle alt kültür ve dini gruplar arasında çatışmalara neden olabilecek, hatta uzun vadede Balkanlaşma etkisi yaratabilecek, sosyal devlet anlayışının sonunu getirecek, mahalli idareyi mülki idarenin önüne geçirecek ve kendi yazısından anladığımıza göre, "Kafasında çok net ve açık olduğu ve bunun için az çok hazırlıklı olduğunu beyan ettiği" programı hayata geçirecek. (Haber X / Emin Şirin)

(…)
AKP İKTİDARINDA “ATA”, RAKI MARKASI OLDU: Rakı adı olarak Ata kullanılmasını daha ilk gün yadırgamış ve anlamsız bulmuştum. O sırada yazma imkanım yoktu. Bugün CHP Atatürk’ün adının rakıya verilmesinden rahatsızlık duyulduğunu belirterek bu isimlerin değiştirilmesini istiyor. Firma yetkilileri “Biz hatırlatma yapmasın diye beyaz leblebiyi kullanmadık” diye savunuyor kendini. Rakının adını “Ata” koyduktan sonra bu bahane ne kadar geçerli bilemiyorum. Sadece bu değil, olur olmaz her şeye Ata’nın adının verilmesi rahatsız ediyor beni. Atatürk bizim en büyük değerimiz, O’nun adını hedef gösterdiği çağdaş uygarlık dünyasında, yaptığımız en önemli eserlere vermeliyiz. Adım başı Atatürk adı taşıyan bir okul, bir kültür merkezi, bir cadde olmamalı. Bence adı Atatürk olan her şey yeniden ele alınmalı, Atatürk adı sadece en büyük eserlerde bırakılmalı, diğerleri değiştirilmeli. Bugünkü iktidar bunu yapmaya kalkarsa elbette derdini anlatamaz, ama Cumhuriyet’e, Atatürk devrimlerine bağlı bir iktidar işbaşına gelirse bunu mutlaka düşünmeli. O rakının adı da hemen değişmeli. Bırakın “Atatürk düşmanları bunu kullanıyor” safsatasını, Atatürk adı ticari kar amacıyla kullanılmamalı. (Vatan / Can Ataklı / 8 Şubat 2007)

(…)
İPİN UCU NEREDE: Hrant Dink Cinayeti'ndeki gelişmeler nerelere geldi görüyor musunuz? Maktul ortada... Ortada değil elbet çoktan gömüldü, çürümeye başladı bile... Bir avuç kadar da tetikçi adayı, azmettirici adayı, abi adayı var... Neyin ne olduğunu hep birlikte oturmuş anlamaya çalışırken, basında bir haber yarışıdır, kaptırdı gidiyorlar. Ben haber yarışına inanırım. Yıllarca içinde bulundum. Ama haber yarışı, bilmeksizin, iyi niyetle de olsa çeşitli servislere hizmet yarışına dönerse bu yanlış olur. Böyle vahim olaylarda, haber yarışının yerine haber dayanışmasının geçmesi gerekebilir. Şu anlamda: Karanlık çevreler, gazeteler arasındaki haber yarışını kötüye kullanabilirler. Süreçte gelinen son nokta enteresan: Bu cinayet dış bağlantılara gidebilir, deniyor. Olmayacak iş değil. Ama bu olasılık, Türkiye'yi ve Türkiye'nin güvenlik ve istihbarat sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşını, İstanbul'un göbeğinde öldürmeye cesaret ve teşebbüs eden dış bağlantılar nelerdir? Burası dingonun ahırı mı? Elini kolunu sallayarak cinayet işlenebilecek bir yer mi? Bir hikaye geldi aklıma: MOSSAD yıllar önce Saddam'ın bir savaş uçağını Irak'tan İsrail'e kaçırmıştı. Ama uçağı kullanan pilot, Iraklı'ydı! Bilmem anlatabildim mi? (Takvim / İlker Sarıer / 8 Şubat 2007)

(…)
DERİN DEVLET MUHABBETİ: Bendeniz, bilmem şu kadar faili meçhul cinayet dosyasının hâlâ faili meçhul kalmakta olduğu bir atmosferde yaşadığım cihetle, derin devlet tartışmalarına ve dahi derin ilişkilerin ortaya çıkartılması taleplerine katılmamazlık edemem. Fakat yine bütün kalbimle şunu söylemeliyim. Her büyük cinayetten sonra sanki yeniden mevsimi gelmiş gibi derin devlet muhabbetlerine girişmenin de, kusura bakmayın ama bir miktar havanda su dövmek anlamına geldiğini düşünüyorum. Böyle yaklaşmamın bir diğer dinamiği de şu: Aslında, bildiğiniz normal devlet zaten normal yaşam şartlarında bile birey karşısında üstün, hakim, egemen ve muazzam bir imtiyaza sahiptir. Türkiye'de yürürlükteki bütün yasalarda, Anayasa dahil, birey devlet dengesinin, birey aleyhine bozuk olduğu çok açık. Bu böyle, vallahi ben uydurmuyorum. Hal böyleyken, halkımız da bu durumdan pek şikayetçi değil, alan memnun veren memnun, hatta devlete tapınmak en içselleşmiş duygudur, diyerek ihaleyi halka şutlamayı düşünmem. Mesele şudur: Bizim devletimizin zihinsel yapısı, duruşu ve yasal olanakları bakımından, her an, her saniye bir şekilde derinleşmeye zaten elverişli görünüyor. Herhangi bir olgu veya süreç karşısında, bir bürokratın, bir yetkilinin veya bir makam sahibinin, kurmuş veya kuracağı ilişkiler açısından ne kadar derinleşebileceğini ve sonra da yüzeye dönebileceğini kestiremezsiniz. Bu, görünüşte meşru ve yasal olanın, bir süre için yasadışına çıkabilmesi ve meşruiyetini yitirmesi anlamındadır. Zannetmeyiniz ki, derin devlet, seçilmiş ve belirlenmiş bir ekip olarak derinlerde bir yerde ikamet etmektedir. Hayır, derin denilen kuvvet, normal şartlarda meşruiyet ve yasallık içindedir. İşin en zor tarafı da, istediği zaman yüzeye dönebilmesi veya zaten yüzeyde görünüyor olmasında yatıyor. Hani ararken, bilinsin diye söylüyorum. Avanak gibi yerde veya gökte aramayalım diye... (Takvim / İlker Sarıer / 8 Şubat 2007)

(…)
DEVLET TEKTİR: Eski Bakan, eski TBMM Başkanı İsmet Sezgin, emekli Jandarma Tümgeneral Osman Özbek'e sordu: - Derin devlet var mı? Osman Paşa da "yok" dedi. Bunun üzerine biz "İsmet Abi" ye sorduk: - Devletin önemli yerlerinde bulundunuz... İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı gibi... Derin devlet var mı, yok mu? O da "yok" dedi ama... "Devletin derini sığı olmaz, devlet tektir" dedi ama... Sonra "başka şeyler söyleme ihtiyacını" duydu. Devlette bir ömür geçirdikten sonra şunu gördüm... Devlette görev ve sorumluluğu olmayan bazı kişilere zaman zaman devlet tarafından görev veriliyor. Git, şu görevi gör deniliyor. Sonra o kişiler, devlet görevi yaptıkları inancı içinde devleti kullanmaya başlıyorlar. Öyle yüksek devlet görevleri vardır ki, dünyanın her yerinde, devlet dışındaki bazı kişiler kullanılır. Osman Özbek, Tümgeneral rütbesindeyken ve Jandarma Genel Komutanlığı Harekat Başkanlığı görevindeyken "kendi isteğiyle" emekliye ayrıldı. - Osman Paşa... Gerçekten derin devlet yok mu? - Hayır, yok... Ama devletin bazı görevlendirmeleri olabilir. - Daha açık konuşsanız? - Birilerine devlet adına görev verilebilir... Bunun bazı yanlış sonuçları da olabilir. Sonra yine İsmet Sezgin konuştu: 1. İşin içinde bazı kamu görevlilerinin işgüzarlığı söz konusu. 2. Ayrıca ideolojik, siyasi, kişisel veya kişinin kendince kutsal saydığı bir şeye hizmet gayreti gibi şeyler de var. 3. Milletçe komplo teorisine meraklıyız. 4. Ve bir de her şeye bir kulp takmaya bayılıyoruz. Haydi çıkın bakalım işin içinden. Derin devlet var mı, yok mu? (Sabah / Yavuz Donat 7 8 Şubat 2007)

(…)
DERİN DEVLET NEDİR: Türkiye'de siyasi istikrarı bozmaya yönelik cinayetlerin işlendiği her defasında olduğu gibi, Agos Genel Yayın Müdürü Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra da "derin devlet" tartışmaları alevlendi. Bu kavramın Türk siyasi lugatına esas olarak Kasım 1996'da yaşanan "Susurluk skandalı"yla girdiği söylenebilir. Söz konusu skandal, bazı devlet yetkililerinin, PKK'ya destek sağladıklarına inanılan kişileri öldürtmek için yeraltı dünyasına mensup kimseleri (kanun kaçağı katilleri ve uyuşturucu kaçakçılarını) kullandıklarının ortaya çıkmasıydı. Zamanla söz konusu kimselerin kendi çıkarları için devleti kullanmaya başladıkları anlaşılmıştı. (Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın, TBMM Susurluk Komisyonu'nun ve MİT'in hazırladıkları, internet üzerinden ulaşılabilen raporlar konunun vahameti hakkında iyi bir fikir verir.) O günden bugüne giderek yaygınlaşan bir kavram olarak "derin devlet"in kökeni ve ne anlama geldiği konusunda mutabakat bulunmadığı muhakkak. "Derin devlet"in kökenine dair en az iki teori var: Kimilerine göre "derin devlet"in kökleri Soğuk Savaş döneminde NATO'ya üye ülkelerde oluşturulan ve CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerine dayanır. Bu örgütün Türkiye'deki adı "Kontrgerilla"dır. Ondan ilk kez 1974 yılında merhum Başbakan Bülent Ecevit söz etmiştir. Başkalarına göre ise "derin devlet" köklerini, Osmanlı devletinin son yıllarında İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kurulan gizli istihbarat ve askerî operasyon örgütü olan "Teşkilat-ı Mahsusa"dan almaktadır. Başbakan Erdoğan son günlerde, "Derin devletin varlığına katılmıyorum diye bir şey yok... O her zaman olmuş. Türkiye Cumhuriyeti döneminde başlamış bir şey değil. Ta Osmanlı'dan. Bu gelenekten gelen bir şey zaten..." ve "Derin devlet gelenek haline gelmiş. Bu ifade Osmanlı'dan bu yana kullanılıyor. Kurumların içindeki çeteleşme de diyebiliriz. Bu tür bir yapı var..." (Gazeteler, 28-30 Ocak) derken bunu söylemektedir. "Derin Devlet"in ne olduğuna gelince: Eski cumhurbaşkanı ve başbakanlardan Süleyman Demirel'e göre, "Derin devlet, askerdir." (Radikal, 18.04.2005) Türkiye'de "bir değil iki devlet" vardır; "sivil devlet" devreden çıkınca "derin devlet" devreye girer. Demirel'i iktidardan deviren 12 Eylül 1980 askerî yönetiminin başı olan emekli Orgeneral Kenan Evren de onunla aynı görüştedir: "Sayın Demirel doğru söylüyor. Derin devlet, biziz. Devlet zaafa uğradığında el koyarız..." (NTVMSNBC, 16.11.2005) Kavram, uluslararası ansiklopedilere de girmiştir. İngilizce Wikipedia'ya göre "Derin Devlet", "Türk siyasi sistemi içinde kanunlara dayanmayan; ama etkili bir anti-demokratik ittifakı ifade eder. Bu ittifaka güvenlik kuvvetleri, istihbarat servisleri ve yargı organları üst kademe mensupları ile örgütlü suç şebekelerinin önde gelen liderleri dahildir... Aşırı milliyetçi ve devletçi bir ideolojiye sıkı sıkıya bağlı olan askerler ile güvenlik ve yargı kuruluşları üyelerinden oluşur ve kendi görüşlerini paylaşmayan hükümetleri engellemeye, hatta devirmeye hazırdır." Yabancı gözlemcilerin "derin devlet"i daha farklı şekillerde yorumladıkları da görülüyor: "Derin devlet, güvenlik ve istihbarat örgütlerinin yanı sıra devlet bürokrasisi içinde yuvalanan, değişime bazen şiddet kullanarak karşı çıkan bir gruptur... Siyasette devletin merkezî bir rol oynamasını savunan yüksek yargı ve öğretim kuruluşları mensuplarının paylaştıkları bir inançlar sistemi olarak da tanımlanabilir... Öylesine yaygın bir kavramdır ki, Türkler mizah olarak işyerlerinde ya da gündelik hayatta başka türlü açıklamakta güçlük çektikleri olayları onunla izah eder..." (Associated Press, Today's Zaman, 2 Şubat) Başbakan Erdoğan'ın getirdiği tanım ise şöyle: "Derin devlet, kurumlar içerisinde kendi anlayışları veya kendi kutsalları adına yetkilerini aşarak, hukukun dışına çıkmak suretiyle oluşan çeteleşmelerdir." (Gazeteler, 7 Şubat) Bir meseleyi halletmenin herhalde ilk şartı, ne olduğunu saptamak. (Zaman / Şahin Alpay / 8 Şubat 2007)

(…)
MİLLİ DERİN DEVLET VAR MI: Bugüne kadar ülkeyi yönetmeye talip olanlar, hep ‘derin devletten’ şikayet ettiler, ama ‘derin devletin’ ne olduğunu tarif edip, üzerine gitmekten kaçındılar!.. Adına ister ‘derin’ ister ‘sığ’ denilsin, Türkiye’de kendisini ‘devletin üzerinde’ gören, ‘Kontgerilla’, ‘Gladio’ olarak da tanımlanan ‘kontrol dışı’ ve ‘gizli’ bir yapılanmanın olduğu artık aşikar!.. Ama bu yapılanma, ‘ne kadar’ milli?.. Üzerinde durulması gereken mesele budur!.. “Emperyalizmin Himayesindeki Bölücülük ve Terör” konulu konferansta konuşan araştırmacı-yazar Hakkı Öznur, Türkiye’de ‘milli’ anlamda bir ‘derin devlet’ olmadığını belirterek şu tespitleri yapıyor: Eğer ‘derin devlet’ olsaydı, Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçiren köpekler, kışlalarından ‘özel bir operasyon’ ile alınır, leşleri Beyaz Saray’a postalanırdı!.. Eğer ‘derin devlet’ olsaydı, ABD işbirlikçisi, İsrail’in beslemesi, Türk düşmanı Barzani ve Talabani, Türk devletine öyle kolayca efelenemez, meydan okuyamazlardı!.. Eğer ‘derin devlet’ olsaydı, kimse ‘stratejik düşman’ ABD’den ‘müttefik’ diye bahsedemez, PKK terörünü ABD’ye havale eden işbirlikçiler ‘birgün dahi’ iktidarda kalamazlardı!.. Eğer ‘derin devlet’ olsaydı, ‘Ermeni diasporası’ istediği gibi at oynatamaz, Türk devletini parçalamak isteyen ‘etnik ırkçılar’, ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolaşamazlardı!.. ‘Derin devlet’ olarak bahsedilen yapılanma, aslında devlet içerisinde yuvalanan, aralarında ‘sabetaycıların’, ‘masonların’, ‘sermaye ağalarının’, ‘siyaset patronlarının’, ‘bürokrasi ağalarının’, ‘mafya babalarının’, ‘etnik ırkçıların’ da bulunduğu çetelerdir!.. Bu yapılanmayı arka planda sevk ve idare eden asıl patron ise ‘Derin-NATO’ veya ‘Süper-NATO’ olarak bilinen küresel emperyalizmin tetikçiliğini yapan uluslararası oluşumdur!.. ‘Yakın tarih’ üzerine araştırmaları ile de tanınan Hakkı Öznur, gizli yapılanmayı aynen şöyle tarif ediyor: “Çeteleşmeyi devlet zanneden maceraperest ayak takımı var. Devlete sızmış, devletin imkanlarını kullanan mafyalaşmış unsurlar var. Devletin kanını emen, hazineyi soyan, bankaların içini boşaltan hırsızlar, soyguncular var. Devleti çıkarları için kullanan çapulcular var. Devleti yöneten gayrimilli zihniyetlerin iktidara gelmesinde büyük rol oynayan TÜSİAD var. Başta CIA, MOSSAD, MI6 gibi Türklük düşmanı uluslararası karanlık servislerle yatıp kalkan, onlardan emir ve talimat alan, ülkesine, milletine, devletine ihanet eden ajanlar, hainler var.” Bugün, Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin bir eyaleti haline getirmeye çalışan ve bu ihaneti kamuoyuna ‘devlet politikası’ olarak dayatanlar da işte bu çetelerdir!.. Cevabı alınması gereken soru şudur: Derin devlet, hangi amaca hizmet ediyor, kimlerden oluşuyor, devletteki işbirlikçileri kimlerdir, bugüne kadar meydana gelen olayların hangilerinde ‘derin devlet’ parmağı vardır?.. İktidar olanların asla şikayete hakları yoktur!.. Tayyip Erdoğan, 4 yıldan beri ‘Başbakan’ sıfatı ile Türkiye’yi yönetiyor!.. Devletin bütün ‘kurumları’ ve ‘arşivleri’ kendi emri altında!.. Madem ki, ‘derin devlet’ yapılanması hakkında önemli bilgi ve belgeler var, bunları neden kamuoyuna açıklamaktan kaçınıyor?.. Neden elindeki ‘otoriteyi’ kullanmıyor?.. ‘Derin devlet’ iddiaları, AKP iktidarı ile birlikte ‘derin ihanet’ haline dönüşmeye başlamıştır!.. Erdoğan, ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel meseleleri için çözüm üreteceğine, ‘derin devlet’ söylemiyle topu taca atmaya çalışıyor!.. Hakkı Öznur gibi biz de dünün ‘salon mücahitleri’ bugünün ‘dev müteahhitleri’ olanlara soruyoruz: Madem ‘muktedir’ olamayacaktınız da neden halktan oy isteyip devlet idaresine talip oldunuz? Devlet yönetmek, öyle salonlarda ‘ahkam’ kesmeye, ‘ihale’ peşinde koşmaya benziyor muymuş?.. Sizi gidi işbirlikçiler siziiii!.. (Yeni Çağ / İsrafil Kumbasar / 8 Şubat 2007)

(…)
GÜNDEŞ, “İHTİLAL ÖZLENİR BİR ŞEY DEĞİL”: Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) İstanbul eski Bölge Müdürü Nuri Gündeş, 'derin devlet' kavramına tahammül edemediğini belirterek, devletin yanına ikinci bir devlet koymayı tanrıya şirk koşmaya benzetti. Devlet hiyerarşisinin bozulmasının ve ihtilallerin özlenir olmadığını ifade eden Gündeş, bir albayın, Kara Kuvvetleri Komutanı orgeneralin yüzüne tükürdüğü günlere şahitlik ettiğini söyledi. Gündeş, Can Dündar'ın NTV'deki 'Neden' adlı tartışma programına katılarak ilginç açıklamalarda bulundu. Konuşmasında devlet içindeki hiyerarşinin bozulmasından yakınan Dündar, 27 Mayıs 1960 darbesi ve 22 Şubat 1962 Talat Aydemir kalkışmasıyla ilgili ilginç anekdotlar verdi. Kara Harp Okulu'ndan mezun olurken Türk bayrağı üzerine konmuş Kur'an-ı Kerim ve silahlar üzerine kutsal devlet için yemin ettiklerini belirten Gündeş, "Ben onun için devletin yanına Tanrı'ya şirk koşar gibi ikinci bir devlet fikrine tahammül edemiyorum. 5-6 kişinin sözde devleti kurtarma amacıyla yapmış olduğu çeteleşmenin bir devlet erki olarak ortaya atılması beni üzüyor, bir asker olarak." dedi. Gündeş, idam edilen Kara Harp Okulu eski Komutanı Albay Talat Aydemir'in 22 Şubat 1962'deki ayaklanmanın içinde bulunduğunu da anlattı. "60 ihtilalinde bir yüzbaşının genelkurmay başkanının karşısına çıkıp 'Ben milli birlik komitesi üyesiyim, benim sözüm geçer' diye masaya vurduğu günler olmuştur." diyen Gündeş, şöyle devam etti: "22 Şubat günü Aslan Taş isminde havacı kurmay albayın, Muhittin Önür'ün (Kara Kuvvetleri eski Komutanı-Orgeneral) yüzüne tükürdüğünü gördüm ben. Balkan Savaşı'ndaki gibi sanki siyaset girmiş gibiydi içerisine. Yani ihtilaller özlenir bir şey değil." Gündeş'in cezaevindeki organize suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı hakkında söylediği, "...yanaklarından öperim devlete eğer hizmeti varsa." sözleri ise tartışmalara yol açtı. (Zaman / Erkan Acar / 9 Şubat 2007)

(…)
CHP YANLISI TANIKLARLA 27 MAYIS: Merhum Metin Toker, ihtilal hazırlığının 1957'de başladığını yazar. Menderes'in CHP'yi kapatarak diktatör olmak amacıyla kurduğu iddia edilen ünlü Tahkikat Komisyonu'ndan üç yıl önce! Toker'e göre, 1958'in 19 Mayıs'ında CHP'nin resmi gazetesi Ulus'ta "Atatürk'ün Bursa Nutku"nun yayımlanması "sebepsiz değildi!" Bu nutukta Atatürk, güya "Memleketin polisi vardır, jandarması, ordusu, adliyesi vardır demeyeceksin" diyerek inkılapları kurtarmak için gençleri eyleme çağırıyordu! Atatürkçü Prof. Sina Akşin'e göre, 'Bursa Nutku' Atatürk'e ait değildir, uydurmadır.
Toker, CHP'nin "yeraltı çalışmalarından" da bahseder, "İhtilale yeşil ışığı İsmet Paşa'nın yaktığı bir gerçektir" diye vurgular. (1) Yine Toker'e göre, "ihtilalin esası, Ordu+CHP unsuru" idi. Hatta DP'lileri idam etmek ve ağır cezalara çarptırmak amacıyla ihtilalciler, profesörlerin fetvasıyla, "geçmişe yürüyen ceza kanunları" çıkardıklarında, İnönü, bunun hukuku çiğnemek olduğunu bile bile susmuştur, ihtilali eleştirmemek için. (2) CHP'li merhum Nihat Erim'in 20 Ağustos 1960 günü defterine yazdığı not: "Bir 27 Mayıs darbesinin zaruri hale gelmesinde İnönü'nün mesuliyeti yok mu? Ciddi, samimi ve ısrarlı bir uzlaşma aradı mı? Buna rağmen yürüttüğü 1955-60 politikasının ya Menderes diktatörlüğüne veya askeri darbeye götüreceğini anlamadı mı? Askeri darbenin neticesini hesaplayamadı mı? Son bir buçuk yıl nutuklarıyla da böyle bir darbeyi teşvik etmedi mi?.." Erim'in 27 Şubat 1962 tarihli notu: "(İnönü) 27 Mayıs'ı teşvik etti, askeri politikaya teşvik etti, ihtilale azmettirdi. Şimdi onlar bir darbe ile Meclis'i, hükümeti, devlet reisini yıkıverince, işin kolay olduğuna hükmettiler. Yeni hevesliler çıkıyor..." CHP'li Avni Doğan, orduyu ihtilale nasıl kışkırttıklarını, isimler vererek açıklamıştı. (3) 1950 ortalarına kadar tarihimizde saygın bir yere sahip olan İnönü, artık ihtilal tahriki yapan bir muhalefet lideridir! Erdal İnönü'nün siyaset arkadaşı, araştırmacı Tevfik Çavdar'a göre, CHP'nin yıkıcı muhalefeti "doğal olarak DP'yi de sertleştirdi", Bayar ve Menderes'i büsbütün baskıcılığa yöneltti. CHP hakkında kurdurdukları Tahkikat Komisyonu'na 27 Nisan 1960 tarihinde hukuka aykırı yetkiler verdiler; bu da öbür tarafta Menderes diktatör olacak kaygılarını tahrik etti. (4) Çok önceden hazırlanan ihtilalin en etkili bahanesi bu Tahkikat Komisyonu oldu. Halbuki ihtilalcilerin yayımladığı propaganda kitabındaki belgeler bile gösteriyor ki, Komisyon'un amacı CHP'yi kapatmak değil, "seçim güvenliği"ni sağlamaktı. (5) Seçmen kütüklerinin yenilenmesine ilişkin hükümet tasarısı Meclis'te görüşülüyordu zaten. Ve tanklarla geldiler, milli iradeyi katlettiler, arkadan geleceklere de yol açtılar! Merhum Nihat Erim'in 25 Mart 1963 günlü notu, ebedi bir uyarıdır: "Baskı ve korkutma tedbirleri işi daha kötüye vardırır. Ordunun komutanları, halka rağmen uzun vadeli bir politika güdülemeyeceğini bilmezler mi?"
1) M. Toker, İsmet Paşa'yla On Yıl, II, sf. 32, 66, 236-237.
2) M. Toker, aynı eser, III, sf. 101.
3) Nihat Erim, Günlükler, II, sf.708,720, 746, 756.
4) Tevfik Çavdar, Türkiye'nin Demokrasi Tarihi, II, sf. 41-76.
5) Milli İnkılap Nasıl Oldu?, sf. 83 (Milliyet / Taha Akyol / 27 Mayıs 2006)

(…)
1 NUMARALI TANIK, “1960 İHTİLALİ”Nİ ANLATIYOR: Siyasi liderlerin başlarını döndüren, ayaklarını yerden kesen, onları "ne oldum delisi" haline getiren, burunlarından kıl aldırtmaz... En ufak tenkide bile tahammülsüz yapan "çevredir." Bunlardan iki örnek yansıtayım... Birincisi... "Milletvekili, seçildikten sonra bütün milletin vekili olunurmuş. Halkın tümünü temsil ederlermiş. Yok kardeşim ben bunu kabul etmiyorum. Ben Menderes'in milletvekilliyim ve emri sadece ondan alırım." Tabii milletin vekili böyle, siyasi partisinin liderini, başbakanını, milletin de üzerinde bir yere koyarsa, hazımsızlık kaçınılmaz olur. 3-5-10-100 defa bu laflar tekrarlandığında artık liderler de buna inanmaya başlar. İkincisi... Bunu da bir milletvekili gene Adnan Menderes için söylemiş: "Arkadaşlar anlattılar beyim, Adnan Bey'in bir ta...ları varmış nah böyle..." Bunu yaparken de elleriyle tartıyor olmalı. Adamı sağlığında böyle gerçeklerden koparttılar. Merhum, idam edildikten sonra da onu her gece beyaz ata bindirip uçurtuyorlardı. Geçmişten günümüze ibret mesajları veren bu satırları, sevgili Kurtul Altuğ'un (ağbim) "BİR NUMARALI TANIK" adlı kitabından yansıttım. Okurken gülümsüyordum. Onun yazı makinesi başındaki aşina görüntüsü, hafıza ekranıma geliverdi. Kitabı yeni çıktı. Bir dönem, satırlarından akıyor. Keyifle okunuyor. Gazeteci için "tarihin tanığı" denir. Kurtul Altuğ kitabında hem bu anlamda tarihin tanıklığını yapıyor... Hem de onun gerçek bir tanıklığı var. Merhum Bayar, Menderes, Zorlu, Polatkan ve diğer DP'lilerin yargılandığı 27 Mayıs'ın olağanüstü Yassıada Mahkemesi'nde Altuğ, "1 numaralı tanıktı." Kitabın adını ben bu iki anlamıyla algıladım. 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren "genç subaylara dikkat" uyarısında bulunmuştu. Onun bu sağduyulu uyarısına bilmem yeterince kulak veren oldu mu? Ama hala asker üzerinden siyaset ve polemik yapanlar az değil. Bunların nasıl "tehlikeler taşıdığını" Altuğ'un kitabından sayfalarla görmek mümkün. Genç ihtilalcilerle "çok özel söyleşileri" ve onlardan sonraları demokrasi coğrafyasına geçenlerle özel yazışmaları, askerin psikolojisini yansıtan satırları, siyaset dersleri gibi... Birinci ciltte anlattığı anıların özellikle son yıllarını birlikte yaşadık. Gazeteciliğe gerçek anlamda ve kalıcı olarak onun genel yayın yönetmeni olduğu merhum Metin Toker'in AKİS dergisinde başlamıştım. Kitapta o günler de anlatılmış. Atilla Bartınlıoğlu'nun hukuk öğrencisi olan beni alıp Kurtul Altuğ'un odasına götürüşünü bir kez daha hatırladım. Hürriyet kahramanı olarak 27 Mayıs'ta hapishaneden çıkmış, Yassıada davalarının bir numaralı tanığı olmuş. Her hafta, dergideki haftanın panoramasını çizen yazılarını okuduğum ünlü bir isim... Heyecanlıydım. Oysa... Mütevazı bir odada, kısa kollu gömlekle oturan güler yüzlü genç bir adamla karşılaştım. Şaşırmıştım. Beni sorguladı. Aklı yatmış olmalı ki, Metin Toker'e de götürdü. Onun tarafından da sorgulandım. İşe alınmıştım. 40 yılı aşkın bir dostluğun ilk günüydü. Acısıyla tatlısıyla, sevinciyle üzüntüsüyle aktı. Neler yaşanmadı ki... Hafızalarımız bir-iki ayrıntıda tam örtüşmese de kitabı lezzet alarak okudum. Ailesi ve özellikle paşazade olan babası hakkında -bunca yıllık yakınlığımıza karşın- hiç bilmediğim kökleri öğrendim. Aile albümünü ve kendi yaşam izlerini tarihin hamuruyla birlikte yoğuran satırları da ustaca işlenmiş. Sonraki cildi de ilgiyle bekliyorum. Bu arada kitap beni de tetikledi. Yazmaya epeydir başladığım ama ağır ilerleyen anılarım için gaza basıyorum. Peki neden kitabın yayına çıkışından bir hafta sonra bu yazıyı yazdım?.. Çünkü... Başından sonuna kadar dikkatle okudum. Okumadan yazmamayı, "bilgisiz fikir olmayacağını" 40 yılı aşkın süre önce "o ilk gün" öğrenmiştim. (Milliyet / Güneri Cıvaoğlu / 10 Haziran 2006)

(…)
ANKARA’DA FUHUŞ GLOBALLEŞİRKEN: Hadisenin yaşandığı yer Türkiye... Ankara. Çaça, Azeri. Müşteri, Türk. Orospular, Ukraynalı, Rus. Alışveriş, ABD Doları'yla. Telefon diyalogları şöyle... - Japon istiyorum, var mı? - Kırgız var. - Japon yok mu? - İkisi de çekik gözlü, fark eder mi... - Geçen günkü Moldovalı orada mı? - İşe çıktı... Zenci var, istersen. Dinlenen cep telefonu, İsveç malı. GSM operatörü, İngiliz. Sabit telefon, Arap. Dinleme cihazı, İsrail. El konulan otomobil? Alman. Ele geçirilen tabanca? İtalyan. İş bitirilen otellerden biri? Amerikan. Para istiflenen bankalardan biri? Belçikalı. Küreselleşme diye buna derim ben. Sanırım onun için, bundan önceki sauna baskınına da "küre" operasyonu demişlerdi herhalde... (Sabah / Yılmaz Özdil / 8 Şubat 2007)

(…)
AKP KABİNESİ’NİN “PROFUMO”LARI KİMLER: İngiltere’yi 1960’lı yıllarda çalkalayan ünlü "Profumo Skandalı", Londra’da "A Model Girl" (Manken Kız) adıyla müzikal olarak sahneye konuldu. Müzikal, striptizci kiralık kız Christine Keeler’ın hem İngiltere Savaş Bakanı John Profumo, hem de Sovyet Donanma Ataşesi Yevgeni Ivanov ile birlikte olduğunun ortaya çıkması üzerine Harold Macmillan hükümetinin 1963’te istifasıyla sonuçlanan skandalı anlatıyor. "A Model Girl" müzikali haftasonunda Londra’nın Greenwich Tiyatrosu’nda sahnelenmeye başlandı. İngiltere tarihinin en ünlü skandallarından birini anlatan müzikalin yazarı Richard Alexander, İngilizler’in "politikacıların donlarının bacaklarından düşmüş vaziyette yakalanmasından hoşlandıklarını", bu yüzden müzikalin iyi iş yapmasının beklendiğini söyledi. Günümüzde Blair’in "para karşılığı unvan" skandalının tarihtekilerden farklı olmadığını belirten Alexander, "Shakespeare’in eserlerine bakarsanız yarısı bilinen tarihi ele alıyor" dedi. Siyaset literatürüne "Profumo Vakası" olarak geçen, İngiltere’yi sarsan en büyük seks skandalında Savaş Bakanı John Profumo ile Londra’daki Sovyet askeri ataşesi Albay Yevgeni İvanov’un yatağı arasında mekik dokuyan Christine Keeler ajanlıkla suçlanmıştı. Keeler yalan ifade vermek suçundan dokuz ay hapis cezasına çarptırılmıştı. 19 yaşındaki Keeler’le ilişkisi olduğu ortaya çıkınca Profumo’nun itibarı da sıfırlanmıştı. Profumo bir Rus ajanıyla aynı kadını paylaştığı için ulusal güvenliği tehlikeye sokmakla suçlanmış ve sonunda istifa etmişti. Profumo, geçen yıl 91 yaşında öldü. (Hürriyet / 5 Şubat 2007)

(…)
28 MADDEDE “AK” YANLIŞLAR: Perşembe sabah saat 09.30. Güniz Sokak-31'de "gazeteler çoktan okundu ve günlük çalışma başladı." 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel anlatıyor. Siyasi iktidar "neden" tıkandı?.. "Kim" tıkadı?.. "Birileri" düğmeye mi bastı?.. Başbakan Erdoğan "niçin" öfkesine hakim olamıyor? Siyasi gerilim "erken seçimi" getirir mi? "Sorulara" devam edebiliriz. "Yanıtlara" gelince... "Madde, madde" yazacak olursak:
1. AK Parti'nin hedefleri ve uygulamaları arasında bağlantı yok.
2. Lider ve kurmayları yıllarca politik İslam'ı yaşama geçirmek üzere siyaset yaptılar... Ama iktidar olunca Avrupa Birliği dediler. AB ile politik İslam'ın bağdaşması olanaksız.
3. Eskiden temel kültürleri İslam sosyalizmi idi... Hükümete gelince IMF'nin çizgisine girdiler... Neo-liberal politikaya yöneldiler.
4. Tayyip beyi, Tayyip bey yapan faktörlerle ters düştüler.
5. Kimse düğmeye basmadı, kimse AK Parti'yi sıkıştırmadı.
6. Ne yaptılarsa, kendi kendilerine yaptılar.
7. Türban dediler, türbana el süremediler... Üniversiteden geçeceğiz dediler, üniversitenin yanına yaklaşamadılar.
8. İktidarı sıkıştıran, seçimden önceki söylemleri ile seçimden sonraki eylemleri arasındaki zıtlık.
9. Giden hükümetin tüm ekonomik politikalarını uyguladılar... Ve meyveyi topladılar.
10. Ancak meyve bitti... Yeni politikalar üretip, yeni nimetler yaratamadılar.
11. Vizyonu olan bir kadro ile toplumun önüne çıkamadılar.
12. Eski kadrolara güven vermediler.
13. Yerine yeni bir kadro koyamadılar.
14. Kadro yaparken mensubiyet ilkesi, liyakatin önüne geçti.
15. Seçim öncesi vaatlerden biri işsizliğin önlenmesiydi... Burada mesafe alınamadı.
16. Bir başka önemli söylem dürüstlük, temizlik üzerineydi... Belki gidenler kadar akçalı işlere bulaşmadılar ama... Yine de içlerinde kirlenenler oldu.
17. Siyaseti iki renk üzerine oturttular. Siyah ve beyaz... Gri renkleri yok... Tercihlerde bizden olan, bizden olmayan faktörü öne çıktı.
18. Birbirlerine erken düştüler... TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın sözleri yenir yutulur gibi değil... Bu sözleri sineye çektiler.
19. Danışmanlık kurumu çok önemli... Buna gereken özeni göstermediler.
20. AK Parti'yi psikolojik yönden Erbakan ve Saadet Partisi sıkıştırıyor... Siyaseten de MHP... MHP'den gelen salvoları karşılamak daha kolay... Ama Erbakan'ın politikası, iktidarın psikolojisini bozuyor.
21. Bütün kurumlarla kavgalılar.
22. Sandıktan çıkınca ilk söylemleri AB oldu... Bu söylemle puan topladılar.
23. Ancak izlenen yol, ulusal çıkarlardan taviz vererek Türkiye'yi AB'ye taşımak görüntüsünü verdi.
24. Sonunda AB karşıtlığı toplumda puan toplamaya başladı.
25. Siyaset ile Çankaya kavga ederse, bu kavgadan siyaset galip çıkmaz... Bunu göremediler.
26. Cumhurbaşkanlığı tartışmasının gündeme çok erken gelmesini önleyemediler... Süreci yönetemediler.
27. Bütün bu gelişmeler erken seçimi gündeme getirir mi?.. Bugün itibariyle hayır... Erken seçim, AK Parti'yi geriletir... Ancak daha ileri tarihte gideceği seçimde alacağı zararı azaltır.
28. Tayyip bey, Cumhurbaşkanı'nı bu Meclis'in seçmesi için elinden geleni yapar.
"Demir Leydi" Margaret Thatcher 15 yıl Başbakanlık yaptı. Sonra anılarını yazdı. Anılarının bir yerinde (sayfa 394) diyor ki: "Kişilere hakaret etmek, politika yapmanın yerini tutamaz. Panik belirtisidir. Amerikalı Harry Truman'ın gözlemlediği gibi: - Eğer sıcağa dayanamayacaksanız, mutfaktan çıkarsınız." Demir Leydi'yi beğenmeyenlere "bir başka kitabı" önerebiliriz. Hazreti Ali "Devlet Adamlarına Öğütler" adlı kitapta diyor ki: - Her söylediğine evet diye baş sallayanları değil, sana yanlışlarını söyleyenleri dinle! (Sabah / Yavuz Donat / 8 Mayıs 2006)

(…)
SEVGİSİZ “İSLAM” OLUNUR MU: Sevgisiz İslâm olur mu? “Ali'siz Alevîlik” olursa eğer, Sevgisiz İslâm da olur. “Abdestsiz namaz” gibi, “ben kıldım, pek âlâ oldu!” denecekse herşey olur. Bir de şöyle olabilir: Sevgi bir gönül işidir, akıl “görücü”ye benzer, “sevilmeye lâyık!” hükmünü akıl verir, aklın hakkında bu hükmü verdiği kimseyi sevme gönlün bağlanmasıyla, Sevgili'yi çağırmasıyla olur. Sevgili de ortak kabul etmez, Ehl-i Beyt imamlarından İmâm-ı Rızâ'nın, bir sevgi talibinin rüyasında ve talibin diliyle söylediği, öğrettiği yol edebi şöyledir: -Cârûb kon be-hâne vo pes mîhmân taleb! (Önce evini süpür, sonra konuk iste!) -İblis'e baş köşeyi verdim, şimdi ondan kalkıp gitmesini istersem beni perîşan eder, ey Sevgili gel sen de bir bucakta kıvrıl, sensiz de edemiyorum! -Olmaz gözüm olmaz! Sevgili'yi böyle çağırmak küstahlık olur, Sevgili, Mevlânâ'nın Mesnevî'de belirttiği gibi: Kendi seviyesine uygun en güzel terimlerle yalnızca kendisini gözyaşlarıyla çağıran çobanı sever, çobanı azarlayan “ul-ül-azm” Peygamber Musa Kelîmullah'a: -Tû berâyi vasl kerden âmedî? / Yâ berâyi fasl kerden âmedî? (Sen birleştirmeye mi geldin ayırmaya mı?) buyurur, buna karşılık: -Bu murdar evde sen de bir köşeye sıkışıver! diyene cevap bile vermez. -Bre siz neler söyleşirsiniz? Sizi sıygaya çeküp sonra yakasım gelür! Sevgi değil, korku! Bizler de bu tarlaya dikilmiş korkuluklarız, korkuluktan korkmayan kargaların sevgi deyü gaklayarak tepemize çıkmalarına seyirci mi kalacağız? Ey Azîzan! Ehl-i Dil ve Ârif erlerden Profesör Ahmed Yüksel Özemre, “Vahye Göre Akıl” başlıklı kitabında (3. bası, 2006), isabetli bir “zibidiler” sınıflaması yapmış. “Çağdaş ilmî Tefsir'de Vehmin Egemenliği” başlıklı ve önceki kitap gibi Aralık 2006'da yayımlanan kitabı da çok dikkate değer! Kendisini zahmete sokmamak için kitapları kendim bulmak istedim ve bir “savaşım”dan sonra, ancak salı günü nasîb ve müyesser oldu. Allah uzun ömür versin ve nice kitaplarla bizi yararlandırsın. Şimdilik sadece şunu söylüyorum: -Zibidi türlerinden herbirinin bu bâbda neler söyleyeceğini ve herbirinin daha sonra “sololar” bitince nasıl bir “kakofonik koro”da birleşeceğini nakle kalkışırsam bu sütun yetmez. Zibidiler listesine bakarsanız esasen herbirinin neler söyleyeceğini kolayca tahmin edebilirsiniz. Bu sebeple, ben sadece kendi sözümü söyleyeyim, sürç-i lisan edersem afvolmayıp uyarıla: Ey Azîzan! Sevgisiz İslâm boş kabuk hükmündedir. Sevgi îmandır ve İslam'ın özüdür. Bu öze erip eremediğini anlamak isteyenler için en güvenilir “test”, Kerbelâ testidir: Aşura gecesi Kerbelâ'da olsa idik, hiç değilse yaklaşan ölümün korkusundan dudağımız çatlayarak, Huseyn'i göz yaşlarımızla terk edip sıvışacak mı idik? Yoksa tribünlere çekilip izleyici mi olurduk? Bu ikinci ihtimal söz konusu ise, zibidi olduğumuz kesindir! Zibidiler horozlanarak biribirine düşerler. Bu da canavarın arayıp da bulamadığı bir şeydir. Filistin'de ve Irak'da zibidi çoğunluğu yüzünden kanlı bir horoz döğüşünü canavar tayfası keyifle izlemektedir. Ülkemizde de bütün çektiklerimiz zibidileşme sürecine bir türlü son veremeyişimizdendir. Ali'siz Alevîlik, sevgisiz İslâm ve ABD'nin “gizli canavar” uzmanlarınca hazırlanıp “kafeinsiz kahve” çığırtkanlığıyla pazarımıza sürülen “ılımlı İslâm”, zibidileşme süreci çarpılmışlarını büsbütün bağımlı kılan “zibidileştirme” ürünleridir. Bu zibidileştirme ürünlerinin üzerine ilâhî inayet görevlileri olan melekler, “bu ürün öldürücüdür” uyarısını koyarlar ammâ, gören ve öğüt alan az bulunur. Zibidileşme, akıl ve gönül uyumunu bozar. Bu uyumun tekrar sağlanması için tabîb-ul-kulûb olan Resûl-i Ekrem'e (S.A.), Yüce Sevgili'ye mutlak ihtiyacımız vardır. Bu Tabîb'in kapısını çalarken de canavar veya zibidi kartviziti götürülmez. Kerbelâ Sultanı'nın vizesi aranır. Zibidileşme sürecini önlememiz, bu deli dana hastalığından, bu kuş gribinden kurtulmamız için, aramızda ve zibidileşmemiş Yahudi ve Hristiyanlarla da bir sevgi ve ahlâk işbirliği ve dayanışması zorunludur. -Zorunlu mudur? Kim şuuladii? -Kur'an-ı Kerim buyuruyor! - Kime şuuladii? - Bize! - Nasıl şuuladii ve kim şuuladii, kime şuuladii? -Ey Azîzan! Bu sonu gelmez Karagöz oyunu muhaverelerinden artık - Âzerî deyişi ile - cana geldim! Beni anlamıyorsanız, Harun (Tokak) Kardeş'in son yazısını okuyun! Ben kendisini geçen yıl bu gazetede “Sevgili Harun Tokak / Bu sokak çıkmaz sokak!” diyerek uyarmıştım. Bu yazıyı okuyunca, coşkuyla, kendisine şu “ileti”yi gönderdim: - Sevgili Hârun Tokak! / Bu sokak çıkar sokak / İnşaallah sonunda / Sana cennet muhakkak! Rabbimize hamd olsun! (Yeni Şafak / Hüseyin Hatemi / 8 Şubat 2007)

(…)
NUR’UN YARATILMASI: Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam, Allahü teâlânın habibi, sevgilisi, yaratılmış bütün insanların, mahlukatın her bakımdan en üstünü, en güzeli, en şereflisidir. Allahü teâlânın medhettiği ve bütün insanlara ve cinne peygamber olarak seçip gönderdiği, son ve en üstün peygamberdir. Alemlere rahmet olarak gönderilmiş olup, her şey onun hürmetine yaratılmıştır. Allahü teâlâ, bütün peygamberlerine ismi ile hitab ettiği halde, O'na; "Habibim" (Sevgilim) diye iltifat buyurmuşdur, Ayet-i kerimede mealen; "Seni alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya suresi: 107) ve bir hadis-i kudside de; "Sen olmasaydın, sen olmasaydın, mahlukatı yaratmazdım" buyurdu. Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan en üstünüdür. Peygamberimiz ise, dünya yaratıldığı günden, kıyamet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en faziletlisidir. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde değildir. Cenab-ı Hak, O'nu öyle yaratmıştır. Allahü teâlâ hiçbir şeyi yaratmadan önce, sevgilisi peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın mübarek nurunu yarattı. Eshab-ı kiramdan Cabir bin Abdullah, bir gün; "Ya Resulallah! Allahü teâlânın her şeyden evvel yarattığı şey nedir?" diye sorunca; "Her şeyden evvel senin Peygamberinin, yani benim nurumu kendi nurundan yarattı. O zaman; levh, kalem, Cennet, Cehennem, melek, sema (gökler), arz (yeryüzü), güneş, ay, insan ve cinler yoktu" buyurdular. Peygamberimizin nuru, Adem aleyhisselamın kalbi ve cesed-i şerifi yaratılınca, onun iki kaşı arasına kondu. Adem aleyhisselam kendisine ruh verilince, alnında, zühre yıldızı gibi parlayan bir nurun olduğunu fark etti. Adem aleyhisselam yaratıldığında, cenab-ı Hakk'ın kendisine; Ebu Muhammed yani Muhammed'in babası diyerek hitab ettiğini ilham ile anladı ve; "Ey Rabbim! Bana niçin Ebu Muhammed künyesini verdin?" diye sual edince, Allahü teâlâ; "Ey Adem! Başını kaldır!" dedi. Adem aleyhisselam, başını kaldırıp baktığında, Arş-ı alada sevgili Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" nurdan yazılmış Ahmed ismini gördü. O zaman; "Ey Rabbim! Bu kimdir?" diye sual etti. Allahü teâlâ da; "Bu, senin zürriyetinden bir peygamberdir. O'nun ismi göklerde Ahmed, yerde ise Muhammed'dir. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım. Yerleri ve gökleri de halk etmezdim" buyurdu. (http://www.hz-muhammed.net)

(…)
ERDOĞAN’IN SORUN ÇÖZME TARZI: Liderler sorun çözmede en çok "köpekbalığı" tekniğini kullanırken, Başbakan Erdoğan'ın "kazan kazan" diye ifade ettiği yöntem ise "baykuş" yani yüzleşme yöntemi. Liderlerin sorun çözme yöntemleri araştırma konusu oldu. Ankara Üniversitesi Araştırma Görevlisi ve kişisel gelişme uzmanı Muhammet Genç, kişilerin başkalarıyla olan ilişkilerinde uyguladığı yöntemleri, Kırmızı Çizgi dergisinin mayıs sayısında çeşitli hayvan karakterlerine benzeterek değerlendirdi. Kendi çözümlerini kabul ettirmek için her şeyi yapanlar, hatta bunun için fiziksel güç bile kullananlar, "köpekbalığı" sınıfına giriyor. Köpekbalıkları için önemli olan en kısa sürede hedefe ulaşmak. Asla kaybeden taraf olmak istemiyorlar. Tilkiler ise "uzlaşmacılığı" temsil ediyor. Kendileri amaçlarının bir kısmından vazgeçmeyi göze alabilirken, karşı taraftan da fedakarlık bekliyorlar. Sorunları çözmede geri çekilenler ise "kaplumbağa" sınıfına giriyor. Kamlumbağalar sorunlardan kaçmak için geri çekiliyor, tatsızlık çıkmasın diye sorunları soğumaya bırakmayı tercih ediyorlar. Başkaları tarafından kabul edilmeyi, önemsenmeyi ve sevilmeyi istiyorlar. Çatışma meydana getiren sorunlardan ve kişilerden uzak duruyor, tartışmadan kaçınıyor, ilişkilerini koruyabilmek için gerekirse amaçlarının tamamından bile vazgeçebiliyorlar. Baykuş yöntemi ise sorunları her iki tarafın da uzlaşmasıyla çözebilme becerisinin adı. Başbakan Erdoğan'ın "kazan kazan" diye ifade ettiği sorun çözme biçimi tam bir baykuş yöntemi. Baykuş, felsefe ve derin düşüncenin simgesi olması nedeniyle bu karakterdeki liderlerle özdeşleştirilmiş. ABD Başkanı George Bush, uslanmaz bir "köpekbalığı". Bush amacına ulaşmak için fiziki güç kullanmayı tercih ediyor. ABD eski başkanı Bill Clinton ise daha çok "tilki" ve "baykuş" yöntemi kullanıyor. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, genellikle "tilki" ve "baykuş" yöntemini tercih ediyor. Ancak kriz doğuracak konularda "kaplumbağa" yöntemi kullanıyor. 2001 krizinin doğurduğu sonuçlardan etkilenen Sezer, bu türden krizlere neden olmamak için kaplumbağa yöntemine başvuruyor.
TBMM Başkanı Bülent Arınç daha çok "baykuş" yöntemini kullanmayı tercih ediyor, bazen de "tilki" yöntemine başvuruyor. Başbakan Tayyip Erdoğan genellikle (?!) "köpekbalığı" yöntemi kullanıyor. Ancak AB sürecinde "tilki" yöntemini de sıkça kullanmış. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, sorun çözmede önce "baykuş" yöntemini deniyor. Gül de bazen "tilki" yöntemine başvuruyor. CHP lideri Deniz Baykal da sorunları "köpekbalığı" yöntemiyle çözenler arasında. Baykalın ikinci yöntemi ise "tilki". DYP lideri Mehmet Ağar da köpekbalığı yöntemini tercih ediyor. MHP lideri Devlet Bahçeli ise önceki koalisyon döneminde sık sık "baykuş" yöntemi kullandı. Bahçeli'nin hükümetin diğer ortaklarıyla, özellikle Bülent Ecevit'le ilişkisinde uyguladığı "baykuş" yöntemiyle takdir toplamıştı. Ama bazı konularda da "köpekbalığı" yöntemi uyguladı. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in de en gözde yöntemi "köpekbalığı". İkinci sırada "tilki" geliyor. Eski DSP lideri Bülent Ecevit ise daha çok "tilki" ve "kaplumbağa" yöntemlerini tercih ediyor. DYP eski lideri Tansu Çiller'in favorileri de "köpekbalığı" ve "tilki" yöntemleri. Eski ANAP lideri Mesut Yılmaz da genellikle "tilki" yöntemini tercih ederken, 28 Şubat sürecinde "kaplumbağa" yöntemi kullandı. Kapatılan RP'nin eski genel başkanı Necmettin Erbakan'ın ilk tercihi "tilki" yöntemi. Ancak Erbakan da, 28 Şubat sürecinde "kaplumbağa" yöntemine başvurdu. Kişisel gelişim uzmanı Muhammet Genç'e göre sorun çözmede en iyi yöntem "baykuş" yöntemi. Genç'e göre, sorunun karşı tarafı da iyi niyetliyse, baykuşların altından kalkamayacakları sorun pek yok. Genç, "İyi bir sorun çözücünün aslında sözkonusu ettiğimiz bütün yöntemleri yeri ve zamanı geldiğinde en iyi şekilde kullanan kimse olduğunu söyleyebiliriz. Elbette mümkün olduğunca ilk tercihini baykuş yönteminden yana kullanılması şartıyla." (Yeni Şafak / 22 Mayıs 2005)

(…)
“MOP” YA DA MÜKERRER OY PARTİSİ: Yazıyı okutmak için başlık parlatmıyorum gerçek bu... Partinin adı MOP! Şimdi hafızalarımızı biraz zorlayalım: 3 Kasım 2002’de yapılan son seçimlerde Genç Parti 2 milyon 285 bin, DEHAP 1 milyon 960 bin, ANAP 1 milyon 618 bin, Saadet Partisi 785 bin kişiden oy aldı. DSP ise sadece 384 bin oyda kaldı. Bu seçimlerin üzerinden 4 yıldan fazla zaman geçti... Duyumlarımıza göre Yüksek Seçim Kurulu (YSK) iki yıl süren çok detaylı bir çalışma yaptı ve MOP’un; tüm bu partilerden daha fazla oy aldığını buldu. Yaklaşık 2,5-3 milyon oy! Çok merak ediyorsunuz değil mi bu esrarengiz partinin, yani MOP’un açık adını... Yazayım: “Mükerrer Oy Partisi!” Biliyorum; bizim insanımız sayılara boğulmuş yazıları okumayı sevmez... Ama bu yazıyı yazabilmek için de başka çarem yok; kusura bakmayın! 3 Kasım 2002 Genel Seçimleri’nde seçmen sayısı 41 milyon 407 bin 15 kişiydi. Bu sayı 28 Mart 2004 Yerel Seçimleri’nde 43 milyon 337 bin 733’e çıktı. Bu yıl yapılacak seçimlerde, 2002’de 13 yaşında bulunan çocuklarımız bile oy kullanacak. Böylece seçmen sayısı 5 milyon 100 bin kişi artacak. Çıkarın ölümleri bu rakamların toplamından, seçmen sayısı yaklaşık 46.5 milyona ulaşacak... Daha doğrusu, basit hesaba göre öyle olması gerekiyor. Ama dedim ya YSK son iki yılda çok ciddi bir çalışma yapmış. 2002’deki seçmen kayıtlarını bilgisayara yüklemiş ve tek tek karşılaştırarak incelemiş. Bu yetmemiş; birden fazla kaydı bulunan seçmenlerin tamamının hangi adreste ikamet ettiklerini belirlemiş. Yani, “mükerrer oy avcılığı” yapmış. Diyelim ki ben 5 ayrı sandıkta “seçmen” olarak görünüyorum; 4’ünü ayıklamış. İşte; böyle olunca da gerçek seçmen sayısı yaklaşık 2.5-3 milyon kişi azalmış. Neden mi “miş-mış” diyorum? YSK bu bilgileri henüz kamuoyuyla paylaşmadı da ondan... Şimdi YSK Başkanı Sayın Cengiz Erdoğan’a soruyorum: Seçmen listelerindeki mükerrer kayıtları ayıklamaya yönelik bir çalışma yaptığınız doğru mu? / Bu çalışmada kaç milyon seçmenin mükerrer kaydına rastladınız ve iptal ettiniz? / Mükerrer kayıtların oranı, toplam seçmen sayısının yüzde 6-7’si kadar olabilir mi? / Kaç kişi 2002 seçimlerinde birden fazla oy kullandı? / Bugün belirlenen bu gerçek, 2002 Genel Seçimleri’ne, dolayısıyla bugünkü siyasi yapıya gölge düşürmüyor mu? Alın size bomba gibi bir konu... Bakalım kimin elinde patlayacak? (Vatan / Mustafa Mutlu / 12 Ocak 2007)

(…)
3 KASIM 2002 TABLOSU: 3 Kasım 2002 seçimlerinde partilerin oy oranları şöyle olmuştu:
AK Parti: Yüzde 34.43
CHP: Yüzde 19.41
DYP: Yüzde 9.54
MHP: Yüzde 8.35
GP: Yüzde 7.25
DEHAP: Yüzde 6.14
ANAP: Yüzde 5.11
SP: Yüzde 2.49
DSP: Yüzde 1.22
YTP: Yüzde 1.15
BBP: Yüzde 1.02

(…)
“DERİN ÜÇKAĞIT”: Gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesiyle başlayan ve sonrasında Türkiye üzerindeki kirli hesapları ortaya çıkaran olaylar zinciri, çok önemli gündem maddelerini gölgede bıraktı. Cinayet öncesinde Irak’ta şüpheli şekilde düşen uçağı, Kerkük’ün durumunu, sınır ötesi operasyonu ve Kıbrıs’taki Lokmacı Barikatı’nın kaldırılmasının sonuçlarını tartışan Türkiye, kanlı saldırıyla tüm bu hassas başlıkları ikinci plana attı. İşte gündemden düşürülen o konular…
Cumhurbaşkanlığı seçimi ne olacak: Cinayet öncesi Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları vardı. Bu konu da arka sıralara düştü. Tartışmanın soğuması en çok AKP’ye yaradı. Yapılacak çifte seçim, AB’yle ilgili gelişmeler, terör, Irak’taki gelişmeler, Kıbrıs hesapları ve sözde soykırımı iddiaları Türkiye’nin kritik bir süreçten geçtiğini ortaya koyarken, içerideki belli çevrelerin özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratma girişimleri ve milli hassasiyetlerin gözardı edilmesi kritik süreçte rahatsızlık yaratıyor.
Kerkük’te referandum yapılacak mı: Türkiye’nin cinayeti tartışmaya başlamasıyla Kerkük’te yapılacak referandum da birden ikinci plana düştü. Olay öncesinde referandumun ertelenmesi gerektiğini vurgulayan ve bu konuda girişimlerini artıran Ankara’nın peşmerge üzerindeki baskısı da azaldı. Demografik yapının değiştirildiği, Türkmenlerin göçe zorlandığı ve saldırılara uğradığı, peşmergelerin baskı kurduğu ve saldırıların arttığı kenti, Irak’ı bölerek kendilerine başkent yapmak isteyen Kürt gruplar, cinayetle bir nebze rahatladı. Tartışmalar, sürekli Türkiye’nin ‘Referandum ertelensin’ talebiyle karşılaşan ABD’nin de işine geldi. Oysa, yıl sonunda yapılması öngörülen referandum için geri sayım sürüyor ve durum giderek kritikleşiyor.
Sınır ötesi operasyona ne oldu: Cinayet öncesi, terör örgütü PKK’yla mücadele, gündemin en üst sıralarındaydı. Ankara, ABD ve Irak Yönetimi’nin gerekli çalışmaları yapmaması nedeniyle sınır ötesi operasyon hazırlıklarına hız vermiş ve bu yönde açıklamalar yapmıştı. ABD’de rahatsızlık yaratan bu gelişmenin ardından işlenen cinayet, bir anda tabloyu değiştirdi. Şimdi bu konu da gündemin daha alt sıralarına indi.
Lokmacı’nın karşılığı nerede: Kıbrıs’tan Türk askerini çıkarma girişimlerinin adımlarından biri olarak görülen Lokmacı Barikatı’nın kaldırılışıyla Türkiye’nin kazançlı çıkacağı söyleniyordu. Barikat kaldırıldı, herkes ‘Karşılığı ne olacak, Rumlar ne yapacak, AB KKTC’ye yönelik izolasyonları kaldıracak mı?’ diye beklerken, bu konu da cinayetle kaynadı. Üstüne üstlük, Türkiye kördüğüme dönen cinayeti tartışırken, Rumlar’ın karşı adımı geldi. Lübnan ile petrol arama anlaşması yapan Rumlar, Türk savaş gemilerinin Akdeniz’deki gövde gösterisiyle beklemeye geçti.
Diaspora çalışıyor, biz ne yapıyoruz: Sözde Ermeni soykırımı iddialarını kabul ettirmek için Ermeni diasporası yoğun bir propaganda çalışması yürütüyor. Fransa’da nisan ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi baskı kuran diaspora, ABD’de de senatörler vasıtasıyla yeni tasarıları Temsilciler Meclisi’ne sundu. Üstelik bu kez tasarıların kabul edilmesi ihtimali daha yüksek. Türkiye ise cinayet tartışmalarıyla bu girişimlere tepki vermekte gecikiyor.
Uçağı kim düşürdü: Cinayet öncesi Türkiye’nin aydınlatmaya çalıştığı olayların başında 29’u Türk, 34 kişiye mezar olan Antonov-26 tipi uçağın Bağdat yakınlarında neden ve nasıl düşürüldüğü geliyordu. Çelişkili açıklamalarla okların ABD’ye döndüğü ve uçağın düşürüldüğü yolundaki şüphelerin arttığı bir dönemde konu bir anda gündemden düştü. 9 Ocak’ta meydana gelen ve üzerinden neredeyse bir ay geçen olayla ilgili şu sorular hâlâ yanıtsız: Uçak enkazının ABD Üssü’nde yer alması rastlantı mı? / Kaza niçin 7 saat sonra Türkiye’ye bildirildi? / Enkaz, neden Türk ekiplere gösterilmeden kaldırıldı? / Uçağın düştüğü gün, önce ‘Hava koşulları’ denildi, ardından şartların uygun olduğu belirtildi. Teknik bir arıza da olmamasına karşın uçağın alana inmeye 200 metre kala düşmesinin gerekçesi ne? Yoksa uçak düşürüldü mü? / Kara kutu incelemesi hangi aşamada, neden bu kadar uzun sürdü? (Tercüman / Hakkı Kurban / 8 Şubat 2007)
(…)
Ve…
Son olarak…
Bu bağlamda ünlü Fransız yazar Honore de Balzac şöyle der:
“Ayakkabılarım olmadığı için üzülüyordum, ta ki sokakta ayakları olmayan adamı görene kadar!”
Hepsi ve daha ötesi bu!
Sevgiler

Hayrullah Mahmud
9 Şubat 2007


………………..

DİKTATÖRÜN SONU / DERİN DEVLET TİYATROSU YA DA DANIŞTAY SALDIRISI VE HRANT DİNK SUİKASTİNİN AZMETTİRİCİSİ KİM?!

Diktatörün sonu?!


Şöyle bir ülke tahayyül edin…
Adamın biri (Recep Tayyip Erdoğan), yabancı bir ülkenin yöneticisinden (ABD Başkanı Bush) icazet alıp, iliştirilmiş bir seçim (Siirt) üzerinden, vatandaşı olduğu ülkeye (Türkiye) başbakan olarak tayin edilmiş olsun.
Aynı adam, bununla yetinmeyip, bir de o ülkenin ordusunun bir numaralı komutanı (Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök) ile arasını yapması için, bir başka ülkenin (ABD) iki çorabının ucu delik, tarağını ağzında yalayıp ıslattıktan sonra saçlarını tarayan pasaklı Neo Con yöneticisine (Wolfowitz) bir mektup yazıp yardım istemiş olsun…
Ve daha sonra bu adam (Erdoğan), iktidarda beş yıl ağır başarısız olduktan sonra, günlerden bir gün ortaya çıkıp “azmettiricisi olduğu anlaşılan” bir cinayetin (Danıştay saldırısı ve Hrant Dink suikasti) ardından “Bu ülkede derin devlet var, yok etmek lazım!” dese, bu sözleri (Sömürge aydınlar dışında) kim, neden ciddiye alsın?!
Kaldı ki; BOP Eş Başkanı Erdoğan’ın “Derin devlet” diye zihin bulandırmaya çalıştığı yapı, Türk Devleti’nin ta kendisidir.
Filvaki, Erdoğan’ın her fırsatta küçümsemeye çalıştığı Türk Devlet’i, 22 devleti kapsayan BOP operasyonu sırasında “ortak aklı” harekete geçirerek “İMECE usulü” bir çabayla Türkiye’nin “AKP’nin eli” ile Irak’ta büyük bir maceraya atılmasını, ABD, İsrail, İngiltere ve Fransa gibi kalıcı, büyük hasarlar almasını önlemiştir.
İşte bu hafif sıyrıkların bedeli de, küresel tefecilerden “başbakanlık borç alarak” iktidar olan birileri (Erdoğan) tarafından, Türk Milleti’ne doğu ve güneydoğu sınırımızdan art arda gelen şehid cenazeleri, Danıştay saldırısı ve Hrant Dink suikasti ile “kişisel mecburiyetleri” adına ödetilmek istenmektedir.
Bu bakımdan Erdoğan ne yapmaya çalışırsa çalışsın nafile!
Tüm demokrasi özürlü BOP’çular, Neo Conlar gibi o da kaybetti!
Başarısız BOP, BİP süreçlerinden sonra, hayata geçirmeye çalıştıkları BEP (Büyük Ermenistan Projesi) operasyonu sırasında da açığa düştüler.
Ezcümle, hem Erdoğan’ın hem de onunla birlikte hareket eden “BEP tayfası”nın eline kan bulaştı.
Filhakika, eğer Erdoğan da Türkiye’yi ve içinde yaşadığımız bölgeyi bölüp parçalamak isteyen güçler tarafından iktidara “iliştirilmemiş” olsaydı, o da Türk Devleti’ni mek parmak mesafeden görür, tanır ve çalışmalarından ötürü büyük gurur duyardı.
Hülasa, diyeceğim odur ki; “Erdoğan’ın hedef saptırmak için başlattığı ‘Derin devlet’ tartışması dahi “Hrant Dink suikasti”nin perde arkasında saklı duran ve şimdilerde açığa düşen kanlı ellerini ve kirli emellerini gizlemeye yetmiyor!”
İşte bu anlamda hem “Türkiye’de derin devlet var mı” sorularına cevap olabilecek hem de göstere göstere gelen “Hrant Dink suikasti”nin “azmettirici”si hakkında fikir sahibi olmamıza katkıda bulunacak birkaç enstantane…
Türk Medyası’nda yayınlanan haber ve yorumlardan bir demet yansıtıyorum:

(…)
ERDOĞAN’DAN “DERİN DEVLET” TARİFİ: Başbakan Tayip Erdoğan, Etiyopya yolunda geziye katılan gazetecilerin sorularını cevaplandırdı, Hrant Dink'in katledilmesiyle yeniden Türkiye'nin gündemine oturan “derin devlet” ve “çeteleşme” konularında önemli açıklamalarda bulundu. Şemdinli'den yargıya, Türkiye'de son dönemde yükselişe geçen “milliyetçi dalga”dan erken seçime kadar pekçok konudaki soruları cevaplandıran Başbakan Erdoğan'ın değerlendirmeleri özetle şöyle: Derin devlet konusundaki değerlendirmelerinizi açar mısınız efendim... Derin devlet ne kadar derin? Sondajlama kabiliyetine bağlı. Derin devlet gelenek haline gelmiş, bu ifade Osmanlı'dan bu yana kullanılıyor. Kurumların içindeki çeteleşme diyebiliriz. Bu tür bir yapı var. Bugüne kadar bu tür bağlantıların üzerine gidilemediği için bedelini hem millet hem devlet olarak ödedik. Yürütme olarak belirli bir yere kadar gidebiliyoruz. Bu olayların üzerine yürütme, yasama yargı birlikte çalışarak gitmeli. Yürütme olarak Trabzon'da attığımız adım bunun adımıdır. Vali beyle emniyet müdürünün görevden alınması ve mülkiye müfettişleri göndermek bu işin altyapısını oluşturma çabasıdır. Süratle çalışma içine girildi. Müfettişlerin çalışmasından sonra geçmişte ne gibi yazışmalar oldu, gerekli müdahale yapıldı mı bakılacak. Bir başka il'e sıçrayabilir. Adalet ve İçişleri Bakanlarımızla olayın üzerine güçlü olarak gidiyoruz.. Şemdinli'nin yeterince üzerine gidilemedi, son olayda bundan dolayı bir cesaretlendirmeden söz edilebilir mi? Şemdinli'de netice herkesi tatmin etmemiş olabilir. Yargı bir karar verdi. Nihai karar henüz verilmiş değil. Şemdinli'den sonra bir sürü çete olayı oldu.. Sauna, Atabey çetesi çıktı. Kurumların içindeki çeteleşme bağlantılarının üzerine ısrarla gidilmeli. Son olayların, cumhurbaşkanlığı seçimini etkileme ile bir ilgisi olabilir mi? Parlamento içinde yapılacak bir seçim ama etkileme çabası olabilir. En son Gelibolu Lapseki vapurunda bir olay oldu. Bireysel olay gibi görünüyor. Acaba bireysel mi? Uzman çavuşluktan atılma. Savcılık ne karar verdi bilemiyorum. Bireysel olay deyip bir kenara atamazsınız. Karadeniz'e yapılan atamalarda yeterli özen gösteriliyor mu? Bir adamı açığa alıyorsun. Müracaat ediyor, Danıştay göreve iade ediyor. Nasıl çalışacaksın. Kuvvetler ayrılığı prensibinin dayanışma içinde yürümesi lazım. Birlik ve beraberliğin zafiyete uğramaması lazım. Karadeniz'e Samsun'dan itibaren hassasiyetle eğiliyoruz, terör sahile inmek istiyor. Bölgede vali, emniyet müdürleri ve jandarma komutanlarının çok güçlü ve diyalog içinde çalışması lazım. Trabzon'un seçilmiş olması tesadüfi değil. Benim şehrim, mitingde konuşma esnasında bana yumurta attılar. Adam bir kapıdan girdi diğer kapıdan çıktı. Demokrasiyi özgürlükleri sil baştan yapmamamız lazım. Bunu başarmak zorundayız. Yumurtanın bana isabet etmesi lazım yakalanması için. Benim Başbakan olmam suç mu? Yakalanıyor, götürülüyor, serbest bırakılıyor. Ağır hakaretlere uğruyorum. Dava açıyoruz. Hakaretin adı eleştiriye dönüştü. Bir küfretmedikleri kaldı. Başbakan'a omurgasız diyeceksin bu hakaret olmayacak. Kadrolaşma deniyor ya hangi dönemde nasıl kadrolaşma yapılmış onu görmek açısından önemli. Erhan Tuncel'in polisle irtibatlı olduğu konusundaki haberlere ne diyorsunuz? Tutuklandı. Yargı kararını verdikten sonra ne der bilemeyiz. Yargı sürecine müdahale olur. Dışarıya yansıyan haberlerle Ayşe Böhürler Hanım'ın sözlerinin alakası yok. Milliyetçiliği nasıl anladığınız çok önemli. Gerçek milliyetçilik milletimi seviyorum demekle olmaz. Milletine hizmet etmekle olur. O zaman vatandaş oy veriyor, Ak Parti'nin oyu o yüzden yükseliyor. Kuru kuru ülkemi seviyorum diyemezsin. Seviyorsanız ne yaptınız? 3,5 yıl iktidarda kaldınız, ne yaptınız, ortaya koy. Ben ortaya koyarım. İki dönem arasında mukayese edilmez sıçrama var. Bunu özgüvenimle söylüyorum. Medyada bunlar yer almıyor. Bolu Tüneli ne kadar yer aldı. Birçok insanın haberi bile olmayabilir. Hizmete göre biz daha milliyetçiyiz. Diğeri laf milliyetçiliği. Ya sev ya terk. Bu kullanılır mı? Ne demek bu? 'Seviyorum' öyleyse burada kal, 'sevmiyorum' o zaman terk et... Buraların sahibi sen misin? Bu ayrımcılık değil mi? Milliyetçilik adına bu ifadeler kullanılamaz. Üst kimlik anayasal vatandaşlık... 36 etnik unsur var. Mustafa Kemal Atatürk'ün sözlerini Meclis'teki konuşmamda okudum. En güzel tanım orada. Onu hep beraber kullanalım. Deniz Baykal anlamak istemiyor, kabullenince Atatürk'le ters düşecek. YSK Başkanı değişti. 60 günde de, 90 günde de 120 günde de seçim oldu. Ortalama 90 gün. Arkadaşlar görüşüyor, gerekli çalışmaları yapıyorlar. Süre için bilgi alınacak. Arzumuz tam demokratik tartışmasız bir seçim yapmak, sonuçları en kısa zamanda almak. Cumhurbaşkanlığından sonra seçim kararı alınmasına 25 yaşla ilgili düzenleme mani değilse mevsim şartları dikkate alınarak tarihte oynama yapılabilir. Yoksa alamayız. (Yeni Şafak / Mehmet Ocaktan / 30 Ocak 2007)

(…)
ZİHİNLERDEKİ “DERİN DEVLET”: Derin devlet kavramı, yıllardır tartışılıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın son açıklamaları, bu gizemli kavramı bir kez daha ülke gündemine taşıdı. Ancak kamuoyunda 'derin devletin ne olduğu' konusunda henüz ortak bir tanım yok. Kimine göre 'Ergenekon', kimine göre psikolojik savaşı organize eden üst bir kurum. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 'Cumhuriyet'i kuran asker' nitelendirmesini yaparken, eski başbakanlardan merhum Bülent Ecevit, 'kontrgerilla' adını uygun görmüştü. Bahçeşehir Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Direktörü Dr. Ercan Çitlioğlu ise 'derin devlet' diye bir örgütün olduğuna ihtimal vermiyor. Çitlioğlu'na göre kendilerini devlet yerine koyarak, olmayan yetkileri kendilerine izafe edenler var. Tanımlar konusunda farklılıklar olsa da, "bu konuda artık adım atılmalı" görüşü, kamuoyunun ortak beklentisi haline gelmiş durumda. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bu tür olayların tam olarak ortaya çıkarılabilmesi için toplumun tüm kesimlerinin meseleye eğilmesinin şart olduğunu söylerken, DYP lideri Mehmet Ağar, Başbakan'ı bu konuda araştırma ve soruşturma yapmaya davet ediyor. Susurluk Araştırma Komisyonu üyesi Fikri Sağlar da, Susurluk Raporu'nda ortaya koydukları kirli ilişki ağının çözülmesi gerektiğini vurguluyor. Emekli Albay Ümit Kardaş ise şu çağrıyı yapıyor: "Bu ayıbı artık temizlemeliyiz. Ağır bedeller ödedik. Varsa bir çete, o çeteyi darmadağın edelim. Neyse, kimse, karşımıza kim çıkarsa, korkmadan üzerine gidelim." Batı'da gladyo türü örgütlerin deşifre edildiğini belirten Ümit Kardaş, Türkiye'de derin devletin çözülemediğine işaret ediyor. Susurluk davasını buna örnek gösteriyor. Şemdinli'de bir kırılma olduğu; ancak bu olayın da üzerine gidilemediğinin altını çizen emekli Albay, Danıştay saldırısı ve Dink cinayetinin arkasında da statükonun devamını isteyen birtakım güçlerin olduğunu düşünüyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Başkanı Dr. Sedat Laçiner, AK Parti döneminde bu tür olayların arttığına işaret ediyor. Laçiner, bunların çözülmesi için Meclis'te bir komisyon kurulmasını öneriyor. Derin devleti, kurumsallaşmış bir çıkar ve siyasi şebeke olarak tanımlayan USAK Başkanı, bu ikili yapıya bir de yurtdışındaki uzantıları ekliyor. 'Türkiye'de derin devlet yok' iddialarına ise sert çıkıyor: "Derin devletin olmadığını söyleyenler ya ahmaktır, kördür ya da bildikleri bir şey var ve bunu saklıyorlar." 20. dönemde oluşturulan Susurluk Komisyonu üyesi ve eski milletvekili Fikri Sağlar ise Erdoğan'ın derin devlet ile ilgili açıklama yapmasını 'başlı başına cesaret' olarak değerlendiriyor. "Çeteleşme tabii ki var. Devletin çete kurduğunu yargı tescilledi." diyen Sağlar, söz konusu açıklamaların arkasının getirilmesini istiyor. Türkiye'de hangi kurumun çeteleştiğinin Susurluk Raporu'nda yer aldığına işaret eden Sağlar, şöyle devam ediyor: "Daha önce bu konuya duyarlı olan başbakanlar da benzer lafları söyledi. Ama gerisini getirmediler. Çünkü derin devlet ne olduklarını gösterdi ve susmak zorunda kaldılar. Başbakan Erdoğan, Susurluk Komisyonu'nun çıkardığı raporu bir kez daha okusun, incelesin. Orada ortaya konulan argümanların üzerine giderek önemli bir noktaya ulaşacağını düşünüyorum. Derin devletin fotoğrafını ortaya çıkarır." CHP lideri Deniz Baykal, Türkiye'yi sarsan provokatif olayların tam olarak ortaya çıkarılabilmesi için toplumun tüm kesimlerinin meseleye eğilmesinin şart olduğunu düşünüyor. "Bu tür olaylar Meclis zemininde tartışılabilir. Ancak sadece siyasi tartışmayla bu konular çözülmüyor." diyen Baykal, siyaset kurumunun yanı sıra, devlet kurumlarının, medyanın ve sivil toplum kuruluşlarının elbirliği yaparak sorunların üstüne gitmesi gerektiğini vurguluyor. Dink cinayeti sonrası böyle bir girişim başlatılması gerekirken Erdoğan'ın sorulara 'derin devlet' cevapları verdiğini belirten Baykal, "Derin devlet diyeceğine, kerat cetvelinin gereğini yap. Türkiye'de bunlar oluyor, Başbakan Habeşistan'da, Habeşlileri kurtarma peşinde." şeklinde konuşuyor. DYP lideri Mehmet Ağar, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, "Yürütme olarak belli bir yere kadar gidebiliyoruz." sözüne tepki gösteriyor. Ağar, şu görüşü dile getiriyor: "Başbakan'ın elini tutan mı var acaba? Kendi yönettiği mekanizmayı eleştirmek, kendi yönettiği mekanizmada başarısız ve acz içinde olduğunu ifade etmek durumunda olan bir başbakanı Türkiye ilk defa görüyor. Bir daha da görmeyecek zaten. Öbür seçimde varsa bir çeteleşme bunları darmadağın edecek birisini getirip millet başbakan yapacak." ÜMİT KARDAŞ: Batı'da gladyo türü örgütler deşifre edildi. Bu ayıbı biz de artık temizlemeliyiz. SEDAT LAÇİNER: Derin devlet, kurumsallaşmış bir çıkar şebekesi. Yok diyen ya kör ya bildiğini saklıyor. FİKRİ SAĞLAR: Hangi kurumun içinde çete olduğu Susurluk Raporun-da var. Erdoğan, raporu okusun. Herkesin bir 'derin devlet' tanımı var: 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: Askerdir, derin devlet. Cumhuriyet'i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden kaynaklanır. (...) Devlet yönetiminde zaaf belirirse... Devletin kanunları vardır, uygulanamamaktadır... Valisi, kaymakamı vardır... Hakimi, savcısı vardır... Askeri, polisi vardır... Ama kanunlar uygulanamadığı için huzur yoktur. 'O zaman bu huzuru biz tesis edelim' niyeti ile devletin içinden ve dışından talepler gelir... Bu bir devlet boşluğudur... Devlet, boşluğu kabul etmez... Türkiye maalesef bunu yaşamıştır. 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren: Sene 1979... 1980... Polis, polisliğini yapamıyor. Mahkemeler işlemiyor. Sokak gayri meşru güçlerle dolmuş... Yurtta huzur ve güvenlik kalmamış. Önüne gelen cinayet işliyor. Ya yakalanamıyor, ya cezaevinden kaçıyor. Öyleyse, ne olacak? Devlet zaaf gösterirse, derin devlet müdahale eder. Etmiştir. Kimse "paşam müdahale etmeyin" demedi. Bilakis "edin, el koyun." denildi. Eski Başbakan Bülent Ecevit: Derin devlet, yeryüzünde yüzü resmen belli olmayan devlettir. (...) Derin devlet kontrgerilladır. Ben o zaman da uyarılarda bulundum, cumhurbaşkanına kadar durumu ilettim. Eski İçişleri Bakanı Meral Akşener: Her ülkede derin bir devlet vardır. Ama nasıldır? Ülke hakkında projeksiyon yapan, koordinatlar belirleyen bir derin devlet. Bizdeki derin değil, çukur devletti. Kendi aralarında gruplar oluşturup siyasi iktidarın boşluğundan yararlanan derin devlet. DYP lideri Mehmet Ağar: Derin devlet Türkiye'nin en son kaybettiği Kerkük ve Musul'dur. Türkiye'nin bir daha toprak kaybetmemek iradesi, milletin derinliklerinde teşekkül etmiştir. O irade devleti yönetenlerin aklındadır, başka bir şey değildir. Türk Dil Kurumu: Yönetimde göz önünde olmayan, devletin çıkarlarını gözetip kolladığı öne sürülen örtülü güç. (Zaman / Mehmet Baki / 31 Ocak 2007)

(…)
İLK ADIM TRABZON: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Hrant Dink cinayetinin ardından Trabzon'da gerçekleşen operasyonun "derin devlet oluşumuna karşı bir adım olduğu"nu söyledi. Erdoğan, "Kurumların içindeki çeteleşme bağlantılarının üzerine ısrarla gidilmeli. Trabzon bunun adımıdır" dedi. Erdoğan, Etiyopya'ya giderken, "Derin devlet gelenek haline gelmiş, bu ifade Osmanlı'dan bu yana kullanılıyor. Kurumların içindeki çeteleşme de diyebiliriz. Bu tür bir yapı var" diye konuştu. Erdoğan, bugüne kadar bu tür bağlantıların üzerine gidilmediği için bedelinin hem millet hem de devlet olarak ödendiğini söyledi. "Yürütme olarak belli bir yere kadar gidebiliyoruz. Bu olayların üzerine yürütme, yasama, yargı birlikte çalışarak gitmeli" diyen Erdoğan, geçmişte bu tür olaylarda resmin tamamına bakılması için Meclis Araştırma Komisyonu kurulduğunun anımsatılması üzerine şöyle devam etti: "Meclis araştırma komisyonlarından bir sonuç çıkmıyor. Yürütme olarak Trabzon'da attığımız adım, bunun adımıdır. Vali Bey ile Emniyet Müdürü'nün görevden alınması ve mülkiye müfettişleri göndermek, bu işin altyapısını oluşturma çabasıdır. Süratle çalışma içine girildi. Müfettişlerin çalışmasından sonra geçmişte ne gibi yazışmalar oldu, gerekli müdahale yapıldı mı, bakılacak. Bir başka ile sıçrayabilir. Adalet ve İçişleri bakanlarımızla olayın üzerine güçlü gidiyoruz." Erdoğan, Şemdinli'de sonuç alınamamasının bu tür olayların devamına yol açıp açmadığına ilişkin bir soruya da şu yanıtı verdi: "Şemdinli'de alınan netice herkesi tatmin etmemiş olabilir. Yargı bir karar verdi. Nihai karar henüz verilmiş değil. Şemdinli'den sonra bir sürü çete olayı oldu. Sauna, Atabey Çetesi çıktı. Maliye çetesinden zaten söz ettim. Bir günde bana 1115 kez sorgulama yapmışlar. Kurumların içindeki çeteleşme bağlantılarının üzerine ısrarla gidilmeli." Erdoğan, olayların cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgisi olup olmadığı konusunda da şöyle konuştu: "Parlamento içinde yapılacak bir seçim, ama etkileme çabası olabilir. En sonra Gelibolu Lapseki vapurunda bir olay oldu. Bireysel olay gibi görünüyor. Acaba bireysel mi? Ama, 'bireysel olay' deyip bir kenara atamazsınız" diye konuştu. Başbakan Erdoğan, gazetecilerin, "Karadeniz'de milliyetçilik"le ilgili bir sorusuna da şu yanıtı verdi: "Terör sahile inmek istiyor. Bölgede vali, emniyet müdürleri ve jandarma komutanlarının çok güçlü ve diyalog içinde çalışması lazım. Trabzon'un seçilmiş olması tesadüfi değil. Benim şehrim, mitingde konuşma esnasında bana yumurta attılar. Adam bir kapıdan girdi, diğer kapıdan çıktı. Demokrasiyi, özgürlükleri sil baştan yapmamız lazım. Yumurtanın bana isabet etmesi mi lazım yakalanması için? Benim başbakan olmam suç mu? Yakalanıyor, götürülüyor, serbest bırakılıyor." (Milliyet / Abdullah Karakuş / 31 Ocak 2007)

(…)
NEDEN TRABZON: -Çünkü Trabzon özgüveni yüksek insanların yaşadığı şehirdir. Bu duygu psikolojik savaş argümanlarının panzehiridir. -Çünkü Trabzon demek Türkiye demektir. -Çünkü Trabzon dışarıya en çok insan gönderen şehirdir. Üstelik bu göçmenlik sadece büyük illere değil, Türkiye’nin her noktasınadır. Beyaz Türkler Karadeniz’linin gittiği her yerin ticaret ve kültür hayatında etkili olmasından son derece rahatsızdır. -Çünkü Trabzon şehrini temsil etmekle, ona kol kanat germekle görevli daha doğrusu Trabzon şehrini ve halkını temsille yetkilendirilmiş milletvekillerinin ispiyon yarışına girmesi ilginçtir ve unutulmayacak önemde çarpıcı bir fotoğraftır. Bir başka ifade ile Trabzon’un anlamlı bir temsil sorunu vardır. -Çünkü Trabzon Türkiye’nin Kuzey kapısıdır ve Trabzon’a sahip olmadan Karadeniz’de söz sahibi olabilmek strateji, coğrfya ve tarih açısından mümkün değildir. -Çünkü Tezkereler sürecinde AKP’den Trabzon limanını talep etmişti. O gündür bugündür ortada cevabını arayan bir soru var: "Irak neresi Trabzon neresi olduğu halde ABD, Trabzon’a üs kurmayı niçin istemiştir?" -Çünkü ABD bölgede uzunca süredir bir "Karadeniz Stratejisi" yürütmektdir. Bu stratejinin odağında Ermenistan, Gürcistan ve Ukrayna, hedefinde Türkiye ve Rusya vardır. Hedef ülkelerin birlikte hareket etmemesi çok önemlidir. Trabzon bu birlikteliğin ya da ayrılığın adresidir. -Çünkü Güneyimizde K.Irak neyse, Kuzeyimizde de Trabzon odur. Nasıl K.Irak nifakı ile Güneydoğumuz ateş çemberine döndü ise, Trabzon zafiyeti ile de Türkiye çökecektir. -Çünkü Trabzon, Yunanistan’ın konsolosluk bulundurduğu bir şehirdir. -Çünkü Trabzon, Yunanistan’ın soykırım günü ilan ettiği Pontus’un hayallerdeki başkentidir. -Çünkü Trabzon yabancı servislerin kapı kapı dolaşarak anket yapacak kadar yoğun fâliyet gösterdiği ve Ankara’nın da bunu onayladığı bir şehirdir. - (Yeni Mesaj / Ahmet Erimhan / 31 Ocak 2007)

(…)
DERİN ÇETE: Sayın Erdoğan'ın 'derin devlet' konusunda dile getirdiği yakınmacı ifadeler ve o ifadelere yönelik eleştiri ve değerlendirmeler, esasen yoğun bir kafa karışıklığının yaşandığı alanı büsbütün bulandırmış görünüyor. Her şeyden önce belli ki 'derin devlet' teriminden herkes aynı şeyi anlamıyor, hatta yer yer aynı deyimle birbirinin zıddı olabilecek anlamlar kast edilebiliyor. Esasen bu da son derece doğal bir durum; zira üzerinde konuşulan yapı, her yerde ve her zaman önemli ölçüde mahrem, karanlık, belki devletler için hayati; ama şu veya bu ölçekte kirlenmesi kaçınılmaz bir çark oluşturuyor. Takip edenlerin bildiği üzere Sayın Erdoğan bu fasılda 1) 'Derin devlet' deyimini sadece birtakım kamu kurumları ile ilintili sayılan ve sanılan çete oluşumlarına indirgedi, 2) Dink suikastının cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olabileceğini söyledi, 3) Şemdinli olayını da tamamen içerideki karanlık ellerin melaneti ilan etti. İlginçtir ki Sayın Başbakanımız böylece bir anlamda, yabancı servislerin ülkemizde yürütmüş bulunabileceği karanlık faaliyetleri yok saymıştır. Hatta Sayın Erdoğan'ın bu söyleminden yola çıkabilecek genellemeci bir eğilim, gelmiş-geçmiş bütün karanlık olayları iç fitne odaklarının marifeti saymaya ve dahi PKK'nın pek çok kanlı eylemini bile resmi kurumlarımızla bağlantılı 'derin çete' faaliyeti şeklinde 'derin devlet' üzerinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne üstlendirmeye kadar varabilir. Hiç şüphe yok ki Sayın Erdoğan'ın böyle bir kastı yoktur. Mesele; terminolojisi oluşmamış, kavramları oturmamış bir alanda ciddiyetle kafa yormadan ahkâm kesmenin azizliğinden ibarettir. Öyle de görünüyor ki, bu dikkatsiz yaklaşımlar, Türkiye'de başka devletlerin 'derin devlet' uzantılarını maskelemekten ve rahat faaliyet yürütmelerine katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramayacak. Oysa bazılarının 'derin devlet' saydığı, benimse, resmi ilintileri yüzünden 'derin çete' diye tanımladığım birimler hep var olmuş ve maalesef sayısız melanet işlemiş, birçok yargısız infaz uygulamışlardır. Bunlar tabii ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne mal edilmişlerdir. Bu yüzden de 'derin devlet' denince akla hep bu çetelerin güya devlet adına yaptığı karanlık eylemler gelmiştir. Tabii ki bu gerçekler, Türkiye'de başka devletlerin 'derin devlet' konumundaki birimleri tarafından yapılmış veya yaptırılmış sayısız karanlık faaliyeti inkâr etmemizi gerektirmez. Fakat medyamızdaki dış güdümlülük katsayısının yüksekliği sayesinde, sadece yerli 'derin çete' yapılanmalarının faaliyetleri, doğru veya yanlış, en azından sorgulanmak istenmiş, başka ülkelerin 'derin devlet' çarkları tarafından yürütülen veya yürütülmüş bulunması muhtemel faaliyetler ise tam aksine bilerek veya bilmeden maskelenmiştir. Esasen 'derin devlet', adı her ne olursa olsun, devletlerin 'bağışıklık sistemi'dir. Bir insan vücudundaki bağışıklık sistemi nasıl kendiliğinden harekete geçerek arızaların önünü almak üzere programlanmış ise, 'derin devlet' de aynı şekilde devletin şu veya bu organını tahrip ederek bekasını tehdide yönelecek düşmanca girişimleri engellemeye çalışır. Derin devlet, bazı yapı olarak 'gizli servis' veya benzeri bir örgütlenmeyi anlamak, Sayın Erdoğan'ın yaşadığı talihsizlikte de görüldüğü gibi esasen 'devlet etme' işini anlayamamak veya yanlış anlamak gibi sonuçlar doğurabilir. Bu da 'derin devlet' denince ille de olumsuz veya kısmen olumsuz bir örgütlenmeden söz etme alışkanlığını yaygınlaştırmaktadır. Oysa 'derin devlet', devletin dost veya düşman bütün başka devletlere mahrem kalması gereken sırlarından ibaret sayılır ve ille de doğrudan bir kurum niteliği arz etmesi gerekmez. Fakat bizde 'devlet etme' işi ile birlikte devlet bilinci de törpülendiği için 'derin devlet' neredeyse yalnızca, netameli, birey haklarını kısıtlayan, toplum mühendisliği yapan ve en önemlisi devletin mevcut resmi baş sorumlusundan mahrem, hatta ona karşı faaliyetler yürütebilen yapılanma algılanmaktadır. Konuya tanım deneyeceksek, var olmayan bir yapılanma türünden söz etmiş oluruz ama devlet etme işinin gereğini çerçeveleriz. Buna göre 'derin devlet', bir ülkede sistemin tarihe, millete ve Hakk'a karşı hesap verecek makamlar silsilesinin en tepesindeki makam başta olmak üzere gerçek siyasi sorumlulara bağlı, onların bilgisi, yönlendirmesi ve denetimi altında çalışan mahrem yapılanmadır. Böyle olduğu için de, meselâ bizim ülkemiz için, başbakan dışında herhangi bir makamın yönetim ve denetimindeki her örgütlenme su katılmamış bir 'derin çete' niteliğindedir. Bu yüzden de fikrimce Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yaptığı bütün ihtilallerin kadroları birer 'derin çete' kadrosundan ibarettir. Buna, 12 Eylül gibi, tamamen emir-komuta zinciri içinde gerçekleşen darbe de dâhildir. Ayrıca bu darbelerdeki 'derin çete' oluşumları da, tamamen bağımsız ve yerli örgütlenmeler değil, başka ülkelerin 'derin devlet' yapılanmalarının bizdeki uzantılarından ibarettirler. Bu temel ilkelerin ışığında, özellikle konunun çok sık karıştırılan sapı ve samanını ayıklamak bakımından bir örnekleme yapalım: Sultan II. Abdülhamit'in jurnal teşkilatı, 'derin devlet' nitelemesiyle anılmayı hak edebilir ama 'Teşkilat-ı Mahsusa' etmez. Zira ikincisi yer yer ve zaman zaman devletin değil bir partinin gizli örgütü gibi çalışmıştır. Abdülhamit ise bu yapılanma ile kendi iktidarının devamını sağlamaya çalıştığı kadar devletin de bekası adına hareket etmiştir. Gerçi bu teşkilat da ister istemez birtakım haksızlıklara yol açmış, bazı mağduriyetler üretmiş bulunabilir. Bu, onun iç siyasi hesaplaşmalara alet olduğuna hükmetmeye yetmez. Abdülhamit'in saltanatını sürdürme ve devletin bekasını gözetme çabası, birbiriyle örtüşen irade olarak onun jurnal teşkilatını, 'derin devlet' niteliğine yaklaştırmaktadır. Ancak bu da, kurumlaşmadığı ve yapı olarak kendi devamlılığını sağlayamadığı için yukarıdaki benzetmemizde olduğu gibi 'devletin bağışıklık sistemi' niteliğinde bir örgütlenme sayılmaz. Baştan beri serdettiğim bu görüşlerin benimsenmesi durumunda Türkiye'nin durumunu teşhis için varılacak bir hüküm kalmaktadır: Türkiye'de 'derin devlet' olmadığı için ya tamamen yerli 'derin çete'ler veya yabancı 'derin devlet'lerin uzantısı niteliğinde 'derin çete'ler vardır. 'Derin devlet'in yerini 'derin çete'ler doldurmaya kalkıştığı için de benim gözümde Türkiye Cumhuriyeti bugün artık devlet değildir. (*) Ömer Lütfi Mete / Gazeteci-yazar, Timaş Yayınları arasında çıkan Derin Devlet kitabının yazarı. (Zaman / Ömer Lütfi Mete / 2 Şubat 2007)

(…)
DEMOKRASİ GİBİ “DERİN DEVLET” DE TÜRK İCADI DEĞİL: Sovyet döneminde Moskova'yı ziyaret eden bir Batılıyı, büyük büyük portrelerin sergilendiği bir müzeye götürmüşler. Rehber portrelerdeki kişilerin kim olduğunu anlatmaya başlamış: - Bu radyoyu bulan İvan, bu ampulü bulan Leonid, bu telgrafı bulan Lavrof, bu uçağı bulan Mihail... Batılı ziyaretçi itiraz etmiş: - Ama radyoyu Marconi, ampulü Edison, telgrafı Morse, uçağı Wright Kardeşler bulmadı mı? Rehber cevap vermemiş. Resimlerin önünde yürümeye devam etmişler ve en büyük portrenin önüne gelmişler. Batılı ziyaretçi " Bu kim " diye sormuş. Rehber gülümsemiş: - Bu da bütün bu isimleri bulan Vladimir, diye cevap vermiş soruya. İçe dönük yaşadığınız ve kitaplarla fazla ilginiz olmadığı takdirde, sizler de her şeyin Türkiye'de icat edildiğini sanabilirsiniz. Siyasi sisteminizi ve temel yasalarınızı Batı'dan aldığınız halde, demokrasiyi de ve hatta " Derin devlet "i de Türk icadı sanabilirsiniz. Totaliter ve otoriter rejimlerde, " Derin devlet ", devletin kendisidir. Devlet hukukun üzerinde olduğu, denetlenemediği ve eleştirilemediği için, " Koruma refleksi " gereği asar, keser, bastırır, susturur. Demokrasilerde de devlet ve devletin kendini koruma refleksi vardır. Ama bazıları, seçilmiş siyasetçilerin devleti gereğince koruyamayacaklarını düşünürler. Ve hatta bazıları, seçilmiş siyasetçileri ve demokrasinin beraberindeki farklılıkları da, devlet açısından " Tehdit " olarak görür. Bu şekilde hukuk ve denetim dışı eylemlerle, devleti koruduklarını varsayarlar. İngilizce'de " Derin devlet " yerine " Invisible Government " kavramı kullanılır. Yani " Görünmeyen Hükümet " denilir buna. Bu konudaki temel kitaplardan biri olan ve Wise, David and Ross, Thomas B. tarafından yazılan " The Invisible Government "ı, Google'dan tam metin olarak indirebilirsiniz. (a.g.e. New York: Vintage Books, 1974.) Bu kitapta Amerikan derin devletinin, Kongre denetimi dışında dünyada koyduğu eylemler tanık ifadeleriyle anlatılır. Bunun gibi eski Amerikan başkanlarından Eisenhower'in ünlü 1961 tarihli konuşmasında da " Military-Industrial Complex "in, Amerikan demokrasisini tehdit ettiği vurgulanır. Eisenhower'e göre teknolojinin yoğunlaşması, askeri harcamaların anlaşılmasını ve denetimini zorlaştırmış ve askerlerle savaş sanayicilerinin oluşturduğu birliktelik, ülkenin kaynaklarını, eğitimin, sağlığın aleyhine emmeye başlamıştır. İngiltere'de derin devleti 007 Bond filmlerinde görürüz. Ama mesela 1960'larda İşçi Partisi iktidar olunca aralarında savaş kahramanı Mareşal Montgomery'nin ve bazı basın patronlarının da olduğu bir topluluğun, devleti komünistlerden kurtarmak için askeri darbe girişiminde bulunduğunu, dönemin İçişleri Bakanı ve sonraki Başbakan Callaghan'ın anlattıklarından öğreniriz. Bunun gibi Cezayir'in Fransa'dan kopmaya çalıştığı 1950'lerin sonunda, kendilerini derin devlet sanan bazı generaller ve bürokratlar darbe yapmaya çalışmış ama Fransız devletinin kendini koruma refleksi, " En derin devlet "i yani De Gaulle'ü iktidara getirmişti. Tabii ki bizde de demokrasiye geçildikten sonra bir " Derin devlet " oluştu. Bu derin devlet bazen seçilmişleri, bazen de düşünce akımlarını tehdit olarak gördü. Örneğin 28 Şubat dönemindeki " Andıç "ları, " Şeffaf devlet " mi yazdı ve gazetelerde yayınlattı? Bu andıçlarda hedef gösterilenlerden Akın Birdal öldürülmek istenmedi mi? Veya dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, Batman'daki kayıp silahlar için " Devletin bazen rutin dışı işleri olur " demedi mi? Devlet tabii ki kendini koruyacak ve korumalı da. Ama aynı şekilde devleti, derin devletin eylemlerinden de korumak gerekir. Çünkü bu eylemler bazen devletle milleti karşı karşıya getirebilir. Bu konuyu tartışan Deniz Ülke Arıboğan, Akşam'daki yazısında seçenekleri, bizim de katıldığımız şu noktaya bağlamıştı: - Derin devletten kurtulmanın iki farklı seçeneği bulunuyor. Ya demokrasinin ve sivil toplumun güçlenmesinin yollarını açmak ya da devletin totaliter sistemlerdeki devlet gibi davranmasına ses çıkartmamak. Her iki modelin de başarılı ve başarısız örnekleri var. Seçim bizim! (Sabah / Mehmet Barlas / 2 Şubat 2007)

(…)
DERİN SULAR: 'Derin Devlet' tartışmalarından pek hoşlanırız. Bir kuyunun başındaymış gibi yukarıdan bakınca acaba dibi görünür mü diye de merak ederiz...
Konforlu tartışmalardır bunlar. Arzın merkezine seyahat edilmeyeceği bellidir. Havanda su dövülür. En iyi ihtimalle teğet geçilir; gidilir. Bir sonraki afaki tartışmaya kadar 'usluca' beklenir... Son 'derin devlet' muhabbeti Muammer Aksoy ile Abdi İpekçi suikastlarının yıldönümlerine denk geldi... İpekçi Suikastı, Türkiye'yi 12 Eylül'e götüren Derin Mekanizma'nın en sarsıcı operasyonuydu. Bu suikastın zincirleme olarak vardığı yer çoktan belli olmuş durumdadır. Bir kez daha sıralayalım: Ağca, Özbey, Şener, Çaylan, Çelik, Çatlı, Terpil, Henze silsilesi NATO/ABD'ye çıkar. Darbeyi imal eden içerideki 'Görünmeyen Devlet Yapılanması' ise resimde NATO/ABD ile tandem oynayan hakim gücü temsil eder... Bu açık gerçeğe rağmen yirmi sekiz yıldır İpekçi Suikastı'nın perde arkası taammüden aralanmadı. Cinayetin üstü sıkı sıkıya örtüldü. Üzerine gidilmiş olsaydı, gizli egemenlerin bütün kirli çamaşırları ortaya çıkacaktı. Hal böyle iken, konforlu derin devlet tartışmaları yapmak her defasında hadiseyi soyutlamak anlamına geliyor. Aynen "Trafik Canavarı" söylemindeki gibi... 'Derin Devlet' hakkında bugüne kadar en açıklayıcı lafları ettiği ileri sürülen Demirel'e gelirsek; zat-ı devletleri işbu soyutlama sürecinin de babasıdır! Demirel, bu çizgisinin sadece bir kez dışına çıktığında dahi (Yavuz Donat'a iki yıl önce "Derin devlet askerdir" demişti) derin devletin ne olduğu konusunda gözbağcılık yapmıştı. Nasıl mı? "Onlar ayrı bir devlet değil. Devlete el koydukları zaman derin devlet olurlar!" cümlesini sarf ederek... Derin devlet sadece askerlerden müteşekkil bir yapı değil; askerlerin de içinde bulunduğu bir mekanizma: Sadece darbe olduğunda öne çıkan/hakim olan bir yapıdan söz etmek yanıltıcıdır... Demirel, "Devlette arada sırada rutinin dışına çıkılır" diyerek malum derin mekanizmayı meşrulaştırmaya çabalar tarzda konuşmuş bir portredir. Geçen aralık ayının sonunda Genç Bakış'ta "Devlet bir tanedir, derini düzü yoktur" diyerek de yanılsama yaptırma misyonunu sürdüren kişidir... İki yıl önce Sabah'ta yayınlanan röportajlarda Demirel, "Derin devlet zaaf sever" derken; 12 Eylül'de onu deviren Evren Paşa da, "Devlet zaaf içindeydi, biz geldik" vurgusunu yapmıştı. Sözü edilen zaafların derin devlet mekanizması tarafından üretildiğini, kurgulandığını bugün artık çok iyi bildiğimize göre şu gerçeği görmek zorundayız. 12 Eylül filminde dışarısıyla tandem oynayan iç mekanizmanın 1977 yazında yolunu açtığı Evren'e "kurtarıcı" rolü; bir dönemin "Morison Süleyman"ı Demirel'e de "zanlı/mağdur" rolü verilmişti! Gerçeği dile getiren "11 Eylül günü akan kan, 13 Eylül günü nasıl oldu da durdu?" sorusunu sorabilmesi Demirel'in konumunu değiştirmez. Yani? Bazen senaryonun dışında gibi görünen repliklere de izin verilir! 12 Eylül öncesindeki sarsıcı terör eylemlerini organize eden "devletin aradığı?" Çatlı'yı yurtdışına sırtını sıvazlayarak gönderen Evren'in askeri yönetimiydi... 'Susurluk Kazası'ndan sadece yarım saat sonra dönemin Kocaeli İl Jandarma Komutanı Veli Küçük, Balıkesir Emniyet Müdürü'nü telefonla arayarak "Mehmet Özbay (Çatlı) bizim arkadaşımızdır. İsmi geçmezse iyi olur" diyecekti. Bir elmanın iki yarısı olan Danıştay ve Dink Suikastları tartışılırken adı geçen Veli Küçük'ten söz ediyoruz... Final: En iyisi siz bütün bunları boş verin de, derin devletin dibi görünüyor mu, yoksa boru mu diye aşağıya doğru bakmaya devam edin! (Zaman / Tamer Korkmaz / 2 Şubat 2007)

(…)
BAYKAL, “SUİKAST, EMNİYET’İN BİLGİSİ DAHİLİNDE İŞLENMİŞ”: CHP lideri Deniz Baykal'a göre, Hrant Dink cinayeti ve ardından yaşanan gelişmeler Türkiye'nin sosyal ve siyasal röntgeninin çekilmesine, dışarıdan görülmeyenin görünür hale gelmesine zemin oluşturdu. Baykal bu 'röngen filmini' iki kademede değerlendiriyor. Biri, küresel eğilimlerin de etkisiyle geniş açıdan görünenler, bir de ulusal ölçekte derinlemesne görülebilenler. Şöyle açıklıyor: "Birincisi, Türkiye'de birtakım insanların siyasi yönlendirmelerle, siyasi amaçlarla şiddete, cinayete başvurduğu. Maalesef Türkiye'de böyle bir potansiyelin bulunduğu artık net olarak ortaya çıktı. Bunun mutlaka, işsizlik gibi, göç gibi, eğitimsizlik gibi sosyal nedenleri var. Ancak kutuplaşma siyaseti, siyasetin kutuplaşması siyasi amaçlarla şiddete, siyasi cinayetlere uygun ortam yaratıyor. Bu son birkaç senenin işi değil. 6-7 Eylül 1955 olaylarından Solingen'de Türklerin evinin yakılmasına, Papa'nın sözleriyle başlayan olaylara dek, kimlik çatışmalarının, inanç ve mezhep çatışmalarının körüklendiği ve giderek doğallaştığı tehlikeli bir ortam bu. "İkincisi, Dink cinayetiyle Türk toplumunun ve emniyet güçlerinin içinde bulunduğu durumu gösteren röntgen filmi. Bu vahim bir manzara. Suç karşısında, suçu önleyecek, tedbir alacak ciddi bir yapılanmanın bulunmadığı, güvenlik güçlerinin toplumdaki hastalıklarla mücadele bir yana, hastalıkları paylaştığı, hatta bu yönde yapılaştığı ve kadrolaştığını gösteriyor. Cinayet, emniyet örgütünün bilgisi dahilinde işlenmiştir ve sıradan ihmal diye geçiştirilemez. Defalarca ihbar yapılıyor, bu arada gözaltına alınması, sorgulanması gereken kişi o onbir ay boyunca atış talimleri yaptırıyor, sonra çıkıp 'Faili meçhul kalacağını sanıyordum' diyor, emniyet müdürleri, valiler çıkıp 'Mühim bir olay değil' diyebiliyor. Suçlulara 'Bizim çocuklar' muamelesi yapılmış. "Hiç bir ciddi ülkede buna müsaade edilemez. Bu emniyet teşkilatını yönlendiren kadrolar derhal görevden alınmalıdır. İçişleri Bakanı'nın derhal istifa etmesi lazım. Milletvekilliği olmasa, görevi ihmal ve kötüye kullanmak suçlamasıyla mahkeme karşısına çıkarılması lazım. Gazetecilerin aslında bana 'İçişleri Bakanlığını ne zaman basıp istifaya çağırıyorsun?' diye sorması lazım." Baykal'ın bu sözlerinin, son grup konuşmasından farkları olan, daha ayrıntılara inen bir bakış getirdiği görülebiliyor. Bu kısmen, CHP bünyesindeki, aslında pek dışa yansımayan ancak içten içe süren tartışma ortamının, genel başkanın sözlerine yansımış ürünü olabilir. (Radikal / Murat Yetkin / 2 Şubat 2007)


Devam ediyor...
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?! / Hayrullah Mahmud ÖZGÜR

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Ara 31, 2012 16:26

(…)
BAHÇELİ; “ERDOĞAN SUİKASTİN AZMETTİRİCİSİ”: MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, ''Sözleri ve fiilleriyle, alenen kışkırtıcılık yapan Başbakan, Türkiye'yi hedef alan hain suikastın azmettiricisi haline gelmiştir'' dedi. Bahçeli, yaptığı yazılı açıklamada, Türkiye'nin cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen ağır tahrik ve tehditlerin kuşatması altına alındığını ve ''bir sırat köprüsünden geçtiğini'' ifade etti. Türkiye'nin milli birliğini, iç ve dış güvenliğini hedef alan hain bir suikast senaryosunun adım adım uygulamaya konulduğunu, bu amaçla harekete geçen cephenin, her gün yeni bir kışkırtma ile bulanık suda balık avlamaya çalıştığını savunan Bahçeli, şu görüşleri dile getirdi: ''Devlet ve millet olarak içine hapsedilmek istendiğimiz husumet zincirine her gün yeni bir halka eklenmektedir. Demokrasi ve özgürlükler adına ortaya çıkan ihanet cephesinin sergilediği hayasız tahrikler, Türkiye'nin iç bünyesini ve toplumsal dokusunu tahrip edecek boyutlar kazanmıştır. Bu amaçla yola düzülen kin ve husumet kervanının başını, ne acıdır ki Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı çekmektedir. Türk milliyetçiliğini karalamak için tezgahlar peşinde koşan, derin devlet tartışmalarıyla her kötülüğün adresi olarak devleti hedef gösteren ve Türkiye'nin milli değerlerini aşağılamanın en uygun formüllerini bulma arayışına giren, sözleri ve fiilleriyle, alenen kışkırtıcılık yapan Başbakan, Türkiye'yi hedef alan hain suikastın azmettiricisi haline gelmiştir.'' ''Türkiye'nin mahkum edilmeye çalıştığı bu şartların, idraki ve vicdani ipotek altında olmayan temiz vatanseverleri isyan noktasına getirmemesinin mümkün olmadığını'' ifade eden Bahçeli, şöyle devam etti: ''İç bünyemizde yaşanan yüksek gerilim ortamının tırmandırılması, toplumsal cepheleşmelerin ve gerginliklerin sinsi tahriklerle körüklenmesi, Türk milletinin bir bütün olarak altında kalacağı bir çatışma ortamına davetiye çıkaracaktır. Bunu önlemek hepimiz için Türkiye'nin geleceğine ve gelecek nesillere olan bir namus borcudur. Türkiye, bu anlamda ateşle imtihandan geçmektedir. Bu konuda dile getireceğimiz görüşlerin bu açıdan değerlendirilmesi ve herkesin vakit çok geç olmadan aklını başına toplaması Türkiye'nin geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır.'' Hrant Dink suikastı konusunda AKP hükümetinin baştan itibaren sergilediği tavrın, ''tam manasıyla bir acz, laçkalık, art niyet ve sorumsuzluk tablosu olduğunu'' ileri süren Bahçeli, ''Bu olayı tüm yönleriyle açıklığa kavuşturmak sorumluluğu altında olan AKP hükümeti, gündemi saptırmak için ahlaki sayılmayacak yollara başvurarak aczini saklamak telaşına düşmüştür'' dedi. Bahçeli, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın derin devlet tartışmasıyla ''devleti topyekün töhmet altında bırakacak'' bir tartışmayı gündeme getirdiğini iddia etti. Bahçeli, ''Derin devlet tanımları yapan 'gölge' Başbakan, sadece kendi gölgesiyle ve siluetiyle kavga etmekle kalmamış, derin ihanet erbabının eline yeni bir istismar malzemesi vermiştir'' görüşünü dile getirdi. Son cinayetin hemen sonrasında devleti hedef gösteren çevrelerin, şimdi de Başbakan'ın açık desteği ve himayesinde yeni bir suçlama kampanyası başlattıklarını öne süren Bahçeli, şöyle devam etti: ''Başbakan Erdoğan şimdi kaçamayacağı ağır bir vebal altına girmiştir. Başbakan'a kendisini bekleyen sorumlulukları hatırlatmak isteriz: Devletin bütün yetki ve imkanları elinde olan Başbakan, bu ithamın gereğini derhal yapmak ve 'kurumlar içindeki çeteleşme' olarak tarif ettiği derin devleti ortaya çıkarmak mecburiyetindedir. Devlet kurumlarına mikrop bulaştıysa, bu kurumlar kirlendiyse, bunun birinci derecede sorumlusu siyasi iktidardır. Kasım 2002'den bu yana iktidarda olan AKP, varsa devlet içindeki çeteleri ortaya çıkarmak, sorumluları hakkında idari ve adli işlem yapmak durumundadır. Devleti ve kurumları ulu orta suçlayan Başbakan, bu konudaki sorumluluğunu yasama ve yargı organlarının üzerine atarak temize çıkamayacağını çok iyi bilmelidir. Danıştay cinayeti sonrasında sahneye konulan senaryonun bir benzerini şimdi de uygulamaya çalışan Başbakan, devlet içindeki çeteleşmeleri araştırmaya Emniyet teşkilatı bünyesinde AKP odaklı cemaat ilişkileri ağını ortaya çıkarmakla başlamalıdır.'' MHP Genel Başkanı Bahçeli, Erdoğan'ın ''son cinayeti Türk milliyetçiliğinin üzerine yıkmak için tezgah peşinde koştuğunu'' iddia ederek, ''Emniyet teşkilatı içindeki güç savaşlarının gazete manşetlerine taşındığı, istihbarat bilgisi sızdırma yarışının başlatıldığı ve karşılıklı suçlamalarla bir toz duman ortamının yaratıldığı bir dönemde, siyasi sorumluluk makamında bulunan İçişleri Bakanı'nın hiçbir şey olmamış gibi görevini sürdürmesinin anlaşılabilir bir izahının bulunmadığını'' ifade etti. Bahçeli, Erdoğan'ın, soruşturmanın selameti bakımından İçişleri Bakanı'nı derhal görevden alması gerektiğini kaydetti. Bahçeli, ''Büyük fedakarlıklarla ve çok güç şartlar altında görev yapan emniyet camiasının şerefli mensuplarını itham altında bırakmak ve emniyet teşkilatını yıpratmak amacıyla senaryolar üretmek, Başbakan da olsa hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir'' dedi. ''Türk milliyetçiliğine karşı cihat ilan edildiğini'', Türk milliyetçiliğini ''adeta günah keçisi'' haline getirerek hedef tahtası yapmaya çalışan cephenin siyasi hamiliğini de Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı'nın yaptığını savunan Bahçeli, şöyle devam etti: ''Her konuda olduğu gibi, milliyetçilik konusunda da kavram kargaşası yaşayan Başbakan, Türk milliyetçiliğini ırkçılıkla özdeşleşmiş kafatası milliyetçiliği olarak suçlamak cüretini göstermiştir. Başbakan'ın yakıştırmaya çalıştığı bu kavramlar Türk milliyetçiliğine yabancıdır. Türk milliyetçilerinin, Türk milletinin mensubu olanların etnik kökenleriyle ilgilenmediği Başbakan'ın bile anlayabileceği bir gerçektir. Ancak, bu konuda bir sorunu ve takıntısı olduğu görülen ve sürekli olarak kendisinin ve muhterem eşinin etnik kökenini gündeme getiren Başbakan'ın, iç dünyasında yaşadığı duyguları bizim bilmemiz mümkün değildir. Ay yıldızlı bayrağı sadece propaganda afişlerinde hatırlayan, Türk milliyetçiliğini basit bir yaka süsü olarak gören ve göstermelik 'akvaryum milliyetçiliği' yapan Başbakan'ın Türk milliyetçiliğini özde, ruhta ve manada anlaması ve benimsemesi esasen beklenemeyecektir. Aynı Başbakan'ın Türkiye sevgisinin kuru lafla olamayacağı yolundaki beyanları ve 'hizmet milliyetçiliği' edebiyatı yapması da bizim için yadırganacak bir husus değildir. Burada önemli olan 'hizmet milliyetçisi' olma iddiası sahiplerinin kimin hizmetinde olduğu ve hangi amaçlara hizmet ettiğidir. Başbakan Erdoğan'ın bu alandaki siyasi siciline bakıldığında, karşımıza Oferler, Yasin El Kadılar, yolsuzluk ve vurgun çeteleri, ihale mafyaları ve siyasi bölücülüğün cesaret kaynağı olmak şaibeleri çıkmaktadır. Bu durumda Başbakan'ın tanımladığı 'hizmet milliyetçiliğinin', neyin milliyetçiliği olduğu konusunda herkes kendi vicdanında bir hüküm verecektir. Bizim kendisiyle Türk milliyetçiliği konusunda bir tartışmaya ve bir aydınlatma gayreti içine girmemiz, sadece zaman israfı değil abesle iştigal olacaktır. Başbakan Erdoğan, cumhuriyet döneminin Türklük değerlerine karşı ruhsal alerji duyan ve bunu tahrik sebebi sayan ilk ve tek Başbakanı olarak tarihe geçecektir.'' Bahçeli, Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinin değiştirilmesi tartışmalarını da eleştirerek, ''AKP hükümeti, Türk milletine ve Türkiye'nin değerlerine alenen hakaretin, ifade ve eleştiri özgürlüğü olarak serbest bırakılmasını savunan bu çevrelere şimdi bu yönde yasal bir düzenleme yapılması için sipariş vermiştir'' dedi. Bahçeli, Türkiye'yi içten karıştırmak için etnik ayrışma fitilini ateşlemeye çalışanların amacının, toplumsal cepheleşmeleri körükleyerek Türkiye'yi bir gerginlik ve çatışma girdabının içine sürüklemek olduğunu belirtti. Bahçeli, ''Son cinayeti ve cenaze törenini bunun için bir fırsat olarak kullanan bu cephenin tahriklerinin etkilerini spor müsabakalarına kadar sirayet etmesi, Türkiye'yi bekleyen çok ciddi tehlikelerin habercisidir'' dedi. ''Önümüzdeki hassas dönemde herkesin mayınlı bir yolda yüründüğünün bilinci içinde hareket etmesi ve Türkiye üzerinde oynanmak istenen hain oyunların aleti olmamaya büyük bir dikkat göstermesi'' gerektiğini belirten Bahçeli, şunları kaydetti: ''Türk milliyetçiliğinin siyasi temsilcisi ve Türk milletinin milliyetçi özünün sesi olan milliyetçi hareket mensupları sabır, metanet ve sağduyusunu koruyarak bu oyunları boşa çıkaracaktır. Bugün şahit olunanlar, Türkiye'ye karşı kin ve husumetten beslenen ihanet cephesinin son çırpınışlarıdır.Bugün karşımıza çıkan tablonun akıl tutulmasıyla izahı da mümkün değildir. Bu, siyasi ahlak tutulması, fikri namus tutulması ve beşeri vicdan tutulmasıdır. Hain emellerinin önünde son direnç kalesi olarak gördükleri Türk milliyetçiliğine karşı savaş açan ve Türkiye'ye kefen biçmeye yeltenen bu şer cephesine şu mahşeri gerçekleri hatırlatmak ve çok iyi kulak vermeleri gereken uyarılarda bulunmak istiyorum: Türk milliyetçileri, Türk olmanın, bu yüce ülküye gönül vermenin ve Türkiye'nin milli değerlerine, milli birliğine, milli onuruna ve haysiyetine sahip çıkmanın çok ağır bir bedeli olduğunun bilinci içindedir. Bu bedeli ödemeye gönüllü olan Türk milliyetçileri, bu aziz vatanı ve milleti böldürmemeye ve Türk milletinin kardeşliğini sonuna kadar korumaya kararlıdır.Türkiye'yi Lübnan, Yugoslavya veya Irak yapmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Hiçbir güç Türk milletinin asil mensuplarını Türküm demekten utanır hale getiremeyecek, tarihinden ve kimliğinden koparılmış, geçmişle gelecek arasında ülkü, fikir ve ideal köprüleri kuramayan, suçluluk psikozu içine itilmiş ezik bir topluma dönüştüremeyecektir. Herkes şunu aklından çıkarmamalıdır: Türkiye'nin varlığına ve geleceğine kastetmek isteyen hain saldırılar karşılıksız kalmayacak, mukadder olan milli hesaplaşma, demokratik ve meşru zeminlerde ve hukuk içinde mutlaka, ama mutlaka yapılacaktır.'' (Habertük / 2 Şubat 2007)

(…)
DİNK SUİKASTİNİN İHBAR MEKTUBU: Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürüleceğine dair Trabzon Emniyet Müdürü'nün gönderdiği ihbar mektubunda birçok önemli detayın bulunduğu ortaya çıktı. 17 Şubat 2006 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne gönderilen yazıda, McDonalds'ı bombalayan Yasin Hayal'in Hrant Dink'i de öldürmeyi planladığı açıkça belirtiliyor. O dönemde Trabzon Emniyeti'nde polis muhbiri, resmi tanımla Yardımcı İstihbarat Elemanı(YİE) olarak çalışan Erhan Tuncel, takip ettiği Yasin Hayal'den bu bilgiyi alır almaz durumu rapor etti. Trabzon Emniyeti de zaman kaybetmeden aynı gün konuyu bir yazıyla hem İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne, hem de rutin bir işlem olarak Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı'na bildirdi. Yazıda, ihbarın ciddiye alınması gerektiği şu cümlelerle belirtildi: "Bahse konu şahsın McDoland's isimli işyerine yapmış olduğu eylem öncesinde de benzer söylemlerde bulunduğu göz önüne alınarak, şahsın söz konusu eylemi yapabilecek bir yapıya sahip olduğu değerlendirilmekte olup 0 538 719.... numaralı telefonu kullanan şahsa yönelik çalışmalarımız devam etmektedir." Trabzon Emniyeti Erhan Tuncel'i, McDonald's olayının ardından gözaltına alarak sorguladı. Yasin Hayal'i bulabilmek için evine baskın da yapan polis, olayla ilgisi olmadığı ortaya çıkınca Erhan Tuncel'le istihbarat ilişkisi kurmaya başladı. Bombalama olayının hemen ardından 17 Kasım 2004'te emniyete çalışmaya başlayan Tuncel uzun bir süre tutarsız bilgiler aktardığı için dikkatle takip edildi. Hayal'le yakın arkadaşlığı nedeniyle polis tarafından önemsenen Tuncel'in en önemli işi Dink cinayeti konusunda verdiği istihbaratı oldu. Dönemin Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek'in Ankara'ya tayin edilmesi ve Reşat Altay'ın göreve gelmesinden sonra eskisi gibi değerlendirilmeyen Erhan Tuncel'in teşkilatla ilişkisi 23 Kasım 2006'da kesildi. Dink cinayetinin önemli kilometre taşlarından birisi olan Trabzon Emniyeti'nin uyarı yazısı İstanbul tarafından evraka kaydedildi. Dink'in dosyasına özet bilgi olarak da aktarıldı. Ancak gereken işlem yapılmadı ve işlem yapılmadığı için de Dink'e koruma polisi verilemedi. Emniyet içindeki yazışmalarda usul gereği yazıyı alan tarafın belirtilen kişinin araştırıldığına, sonuç alınıp alınmadığına veya ihbarın ciddi olup olmadığına dair bir yazı yazması gerekiyor. İstanbul Emniyet'i araştırmayı yapmadığı için Ankara'ya da bilgi yazısı yazmadı. Trabzon Emniyet'inin 17 Şubat 2006 tarihli ihbar yazısının tam metni şöyle: "İlimizde Atatürk Alanı karşısında faaliyet gösteren McDonald's isimli işyerine 24.10.2004 günü saat 13.10 sıralarında el yapımı, parça tesirli bomba atmaktan ve 6 şahsın yaralanmasına sebep olmaktan tutuklanarak cezaevine konulan ve 13.09.2005 tarihinde cezaevinden tahliye olan Yasin Hayal isimli şahısla ilgili devam eden çalışmalarda; Yardımcı istihbarat elemanından alınan bilgilerden "Bahse konu şahsın çevresinde bulunan arkadaşlarına Ermenilere karşı büyük bir kin beslediğini ve önümüzdeki günlerde İstanbul ilinde ses getirecek bir eylem yapmayı planladığını, hedef olarak da Türkleri ve Türkiye Cumhuriyetini karalayıcı faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink isimli şahsı seçtiğini, maddi imkan sağladığı takdirde bahse konu eylemi gerçekleştirmek için İstanbul iline gideceğini ve Sarıgazi ilçesinde bir fırında çalıştığı bilinen abisi Osman Hayal'in yanında kalacağını söylediği" öğrenilmiştir. Ayrıca bahse konu şahsın McDoland's isimli işyerine yapmış olduğu eylem öncesinde de benzer söylemlerde bulunduğu göz önüne alınarak şahsın söz konusu eylemi yapabilecek bir yapıya sahip olduğu değerlendirilmekte olup 0 538 719.... numaralı telefonu kullanan şahsa yönelik çalışmalarımız devam etmektedir." (Yeni Şafak / Mustafa Karaalioğlu / 2 Şubat 2007)

(…)
MSN’DE SUİKASTİ SÖYLEMİŞ: Hrant Dink'in katil zanlısı Ogün Samast'ın internetten arkadaşı Muharrem K., Samast ile olan ilişkisini anlattı. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'i öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanan Ogün Samast ile ilişkisi olduğu iddiasıyla gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan Muharrem K. (17), Samast'la internette tanıştığını belirterek, "Muhabbeti seven bir çocuktu. Hani gırgır, şamata bir çocuktu. Yüz yüze görüşmedim" dedi. Hrant Dink cinayeti soruşturması kapsamında İstanbul'da 4 gün gözaltında kaldıktan sonra Bursa'ya dönen Muharrem K, Ogün Samast ile olan ilişkisini AA muhabirine anlattı. Ogün Samast ile bugüne kadar hiç yüz yüze görüşmediğini ifade eden Muharrem K, şöyle konuştu. "Ogün'le internette tanışmıştım. Olaylardan bahsetmezdi bana. Yaşım 17. Ben internet kafe işletiyordum, yaklaşık 1 ay kadar işlettim. Sohbet kanalları oluyor orada, bana adminlik (internet sitesi sorumlusu) verdiler. Ogün de bizim sohbet kanallarına takılırdı. Genellikle zaten orada takılan kişilerin adresleri bende olurdu. Çünkü görevli bendim. Ondan dolayı öyle tanıştık. Muhabbeti seven bir çocuktu. Hani gırgır, şamata, geyik muhabbetleri olurdu. Yüz yüze görüşmedim." Muharrem K, "Ogün Samast'ın konuşmalarında herhangi birşey hissettin mi" yönündeki soru üzerine, şunları söyledi: "Şimdi nasıl diyeyim, gençler arasında olur böyle gözdağı vermek, kendini böyle yüksek göstermek. Ben hep öyle düşünmüşüm onu. Anlatmazdı öyle vurdum, kestim, astım şeylerine girmezdi fazla. Hal ve hareketlerini öyle anladım yani. MSN'de 10-15 dakika durdu. 'Dayımın yanındayım, bir kişiyi vuracağım' dedi. Diyorum ya gençler arasında gözdağı vermek, ben hep öyle düşündüm zaten. Sallıyor, atıyor diye hiç sormadım." Kendisinin de Trabzonlu olduğunu, Ogün Samast ile Trabzonlu olmasından dolayı sohbet ettiğini dile getiren Muharrem K, "Gözaltına alınan diğer kişileri tanıyıp tanımadığı" yönündeki soruyu, "Başka bir şey yoktu. Gözaltına alınan diğer kişileri bilmiyorum. Sessiz bir çocuktu. Diğer arkadaşlarından hiç bahsetmezdi" yanıtını verdi. "Onun notunu ben daha önce vermiştim" diyen Muharrem K, şöyle devam etti: "Ya şimdi kız arkadaşı olayı varmış herhalde. Ben zaten o an onun notunu verdim. Kız arkadaşını vurmuş. Samsun'a dayısı mı amcası mı ne ona kaçmış. Ertesi gün yine karşılaştık MSN'de. Ben de sordum. 'İşte para verdik, şikayetlerini geri aldılar çok mutluyum' dedi. Dedim kıza ne oldu? Dedi ki 'işte 1 mermi isabet etmiş'. İşte ben o zaman onun notunu verdim, 'üçkağıtçı, sallıyor' dedim." Muharrem K, Samast ile Dink'i vuracağı gün MSN'de yine karşılaştıklarını dile getirerek, "MSN'de anlattı, 'Bir kişiyi vuracağım, İstanbul'dayım. Dayımın yanındayım'. Kız olayı gibi yine salladığını düşündüm. Hiç ciddiye almadım" diye konuştu. Olayın ardından Ogün Samast'ı kutladığına dair basında yer alan iddiaları yanıtlayan Muharrem K, "Kutlama mesajı diye bir şey yok. Vuracağı gün ben onunla MSN'de karşılaştığımda üzerinde beyaz bere, kot ceket vardı. Görüntülü konuşuyorduk. Televizyonda görünce, işte beyaz bere kot ceket, 'ha' dedim, 'Ogün olamaz' dedim. Mail gönderdim buna, "Sen misin, beni ara' diye" dedi. Muharrem K, İstanbul'da gözaltında kaldığını, bu nedenle arkadaşlarının kendisine farklı gözle baktıklarını anlatarak, şunları söyledi: "Bu durum benim canımı sıkıyor. Ne bileyim, insan boş yere gözaltına alınıp, hayatı kayıyor birazcık. Televizyonlarda da çıkınca biraz etkiledi tabii. Ailem de sıkıntı yaşadı. Annem-babam üzüldü. Hepsi yıkıldı. Babam ardımdan İstanbul'a geldi. Harap oldular yani. Okulu bıraktım. Gireceğim bir işe, çalışacağım haliyle. Evden işe, işten eve. Başka işim olmaz." Muharrem K'nin teyzesinin oğlu Seyit C. de bu olaydan dolayı yeğeninin psikolojisinin bozulduğunu belirterek, şunları kaydetti: "Etrafımızdaki insanlar, olaya çok farklı bakıyorlar. Bir internet görüşmesinin bu sonuca geleceğini hiç tahmin etmezdik. Türkiye'de 2 milyonun üzerinde insan internet kullanıyor. Kimse kimsenin sabıka kaydını istemiyor. Bunların olacağını düşünemezsiniz. Emniyet görevini yaptı, ama 17 yaşında olan bir çocuğun araştırılmadan bu şekilde deşifre edilmesi bizleri çok üzdü. Biraz bekleyip, sonuca göre hareket edilmeliydi." (Vatan / 2 Şubat 2007)

(…)
BÜYÜK ABİ, ÖRTÜLÜ ÖDENEKTEN PARA ALMIŞ: "Büyük Abi" Erhan Tuncel'in, bir ay önce ajanlıktan çıkarıldığı belirlendi. İstihbarat yönetmeliğine göre, polisin kullandığı resmi görevliler, yasadışı örgüt ve çeteyle ilgili bilgileri devlete vermekle yükümlüler. Gizli görevlinin, suçu azmettirici pozisyona büründüğü anlaşılırsa, mahkemeye çıkarılıp yargılanması gerekiyor. Yönetmeliğe göre, Erhan Tuncel, Ramazan Akyürek'in Trabzon Emniyet Müdürü olduğu dönemde, haber elemanı seçildi. Emniyet Genel Müdürlüğü de Tuncel'in, haber elemanı olarak görevlendirilmesini onayladı. Tuncel'e, verdiği bilgilerden ötürü zaman zaman, "örtülü ödenekten" ödeme yapıldı. (Sabah / Kadir Ercan / 31 Ocak 2007)

(…)
TSK YERİNE KÖŞK EL KOYSUN: Süleyman Demirel CNN Türk'te Ankara Kulisi programında Fikret Bila ve Murat Yetkin'in konuğu oldu. TSK devreye gireceğine Cumhurbaşkanı devreye girsin. Fransa Anayasası'nı örnek gösteren Demirel, kaos ortamlarında ordu yerine Cumhurbaşkanının devreye girmesini istedi. Demirel halkın seçtiği cumhurbaşkanının sorunlara çözüm olacağını iddia etti. Eski cumhurbaşkanı Fransa'yı uçurumun kenarından alan De Goulle'u gösterdi. İddialarını ispatla
Demirel Erdoğan'ın derin devletle ilgili açıklamalarına şu cevabı verdi: Hayalet taşlamaya gerek yok. Devlette çeteler vardır diyen gereğini yapmalı ve onları ortaya çıkarın. Dev
lete iftira atmayın. Devleti töhmet altında bırakmayın. Kusur kiminse suç onundur. Ogün Samast'ın fotoğraflarını bireysel bir hadise olmaktan çıkarıp 150 bin kişiye mal ederseniz akşam nasıl rahat uyursunuz. Kamuoyu önünde devlet düşmanlığı yaratılıyor. Aksayan yönler her memlekette var. Ama hiç kimse kendini balkondan aşağı atmıyor. Özgürlük olsun diyoruz. Ama olunca da asabımız bozuluyor. Cenazede açılan pankartlara reaksiyon olarak beyaz bereli insanlar çıkıyor. Etnik milliyetçiliğine değil Atatürk milliyetçiliğine sahip çıkın. Suikastler sadece bizde olmuyor. Dünyada 110 gazeteci öldürülmüş. Bunlar onaylıyor değilim. Ya bizden bir şey olmaz diyeceğiz ya da 'ayıbı bu düzeni bu' diyip yanlışları ayıracağız.

(…)
JANDARMA’DAN “FOTOĞRAF” AÇIKLAMASI: Jandarma sert açıklama yaparak "Ogün Samast'ın görüntülerinin sızdırılması kasıtlı. Görüntüler Emniyet'in çay ocağında çekildi." dedi. Jandarma Genel Komutanlığı, Samsun'daki görüntü skandalı ile ilgili soruşturma başlattı. Jandarma Genel Komutanlığı Genel Sekreterliği'nden yapılan açıklamada, Hrant Dink cinayeti zanlısı Ogün Samast'ın fotoğraf ve görüntülerinin jandarma karakolunda çekilmediği yinelendi. Samsun'da incelemelerine devam eden İçişleri Bakanlığı müfettişlerince tanzim edilen ''tespit ve beyan tutanağı''nda da televizyonda yayınlanan görüntülerin Samsun Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü çay ocağında çekildiğinin açıkça belirtildiği kaydedilen açıklamada, ''Müfettişlerce tespit ve beyan tutanağının düzenlenmesinden hemen sonra görüntülerin kaynak belirtilmeden ve jandarma karakolunda çekildiği ifade edilerek TGRT televizyon kanalına servis edilmesi, bu tertibin arkasında olanların niyet ve maksatlarını göstermesi açısından son derece düşündürücü ve endişe vericidir'' denildi. Yazılı açıklamada, 1 Şubat 2007 günü (dün) saat 18.30'dan itibaren, önce TGRT televizyonu, takiben diğer bazı televizyon kanallarında, Hrant Dink'in katil zanlısı Ogün Samast'ın poster haline getirilerek kamuoyuna yansıtılan görüntülerinin, Samsun Şehirlerarası Otobüs Terminali'ndeki Jandarma Karakolu'nda çekildiğini iddia eden haber ve görüntülere yer verildiği anımsatıldı. Açıklamada, şöyle denildi: ''24 Ocak 2007 tarihinde yapılan basın açıklamasında da kamuoyuna açık ve net bir şekilde duyurulduğu gibi, söz konusu fotoğraf ve görüntüler hiçbir şekilde jandarma karakolunda çekilmemiştir. Ayrıca, halen Samsun'da incelemelerine devam eden İçişleri Bakanlığı müfettişlerince 1 Şubat 2007 günü saat 17.50'de olayla ilgili olarak tanzim edilen 'tespit ve beyan tutanağı'nda da televizyonda yayınlanan görüntülerin Samsun Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü çay ocağında çekildiği açıkça belirtilmiştir. Görüntülerde yer alan jandarma personeli, zanlıyı, emniyet müdürlüğüne teslim etmekle görevli olan personeldir. Müfettişlerce tespit ve beyan tutanağının düzenlenmesinden hemen sonra
görüntülerin kaynak belirtilmeden ve jandarma karakolunda çekildiği ifade
edilerek TGRT televizyon kanalına servis edilmesi, bu tertibin arkasında
olanların niyet ve maksatlarını göstermesi açısından son derece düşündürücü ve endişe vericidir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ayrılmaz bir parçası ve kanun ordusu olan
Jandarma Genel Komutanlığı, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da yasalarla kendisine verilen görevleri yine yasaların verdiği yetkiler çerçevesinde ve tam bir tarafsızlık ve adalet duygusu içerisinde yerine getirme azim ve kararlılığındadır. Bu itibarla kamuoyunu bilgilendirme görevini yerine getiren basın yayın kuruluşlarının, basın meslek ilkelerine uygun hareket etmeleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmaya yönelik maksatlı girişimlere karşı daha fazla hassasiyet göstermeleri beklentimizdir.'' (AA / İnternethaber / 2 Şubat 2007)

(…)
DERİN DEVLET BAHANE Mİ: "Derin devlet" kavramını Türk literatürüne sokan gazeteci olarak şunu iddia ediyorum. Türkiye’de derin devlet yoktur. Ve arkasından şu provokatif iddiayı yapıyorum. Keşke bu ülkenin gerçek anlamda bir derin devleti olsa. Çünkü, bizimki gibi mayınlı coğrafyalarda bekasını sürdürmeye çalışan her ülkenin derin bir devlete de ihtiyacı vardır. Çok iyi bildiğim bir şey daha var. Her demokratik ülkede aydınlar derin devleti hiç sevmezler. Daha doğrusu devleti sevmezler. Bu konudaki görüşlerimi aynı açıklıkla daha önce de yazmıştım. Bugün yazma sebebim ise başka.
Olayın Hrant Dink cinayeti ile ilgisi açısından önemli gördüğüm bir noktaya değineceğim. Dink cinayeti ile ilgili soruşturma devam ediyor. İddianame ortaya çıkmadan bu konuda görüşlerimi açıklamanın yararını görmüyorum. Ancak olayın gidişatına baktığım zaman şöyle tehlikeli bir gelişme seziyorum. Ülkenin özellikle aydın kesimi, Dink cinayetinde "çok sofistike" bir örgüt arıyor. Öyle anlaşılıyor ki, araştırmanın sonunda böyle sofistike bir örgüte ulaşılmadığı takdirde, o kesimin vicdanı rahatlamayacak. Elbette böyle bir ilişki varsa mutlaka ortaya çıkarılmalı. Öyleyse tehlike ne? Ben bu olayın başından beri "mahalle psikolojisinin" önemini vurgulamaya çalışıyorum. Mesele orada, mahallede, internet kafelerde, okey masalarında karara bağlanıyor. Korkum şu: Sofistike örgüt bağları araştırılırken, bu mahalle gerçeğinin yine küçümsenmesi. Evet bu konuda ısrarlıyım. Çünkü Hrant Dink cinayetinin ilk perdesi Trabzon’da bir Katolik rahibin öldürülmesi ile açılmıştı. Ne yazık ki toplum olarak da, devlet olarak da bu olayın üzerinde hassasiyetle durmadık. Hatta bazıları, "misyonerlik", "eşcinsellik" gibi bahaneler yaratmaya çalıştılar. Mahalledeki o çocuğu ve abilerini neredeyse kahraman haline getirdik. Eğer o gün mahalleye, okey masalarına eğilseydik, orada oluşan havayı anlamaya çalışsaydık, Hrant Dink belki bugün yaşıyor olacaktı. O nedenle diyorum ki, gelin bu defa aynı ihmalkárlığa düşmeyelim. Ülkemizin en başarılı psikologlarını, sosyal bilimcilerini bu hassas mahallelere gönderelim. Okey masası psikolojisini çözmeye çalışalım. İşte bu noktada tekrar "derin devlet" meselesine dönüyorum. Farkında mısınız, çözemediğimiz her sorunu artık komisyona havale eder gibi "derin devlete" havale ediyoruz. "Derin devlet", giderek "derin ihmalimizin" bahanesi haline geliyor. Biz bu sofistike meseleler üzerinden yazarlık rantı sağlamaya çalışırken, okey masalarındaki, internet kafelerdeki çocuklar ellerinde tabancalarla şöhret yollarını aralamaya çalışıyor. Bizse derin ilişkiler peşindeyiz. Bu arayışta geldiğimiz nokta şu: "Fotoğrafı abi temin etmiş." Hayatı internet kafede geçen bir çocuk için Hrant Dink’in fotoğrafını elde etmek ne kadar zor bir işse. Google’a girsen anında bulursun. Sonuçta şunu söylemek istiyorum. Elbette varsa derin ilişkileri araştıralım. Ama onu yaparken daha basit, daha göz önünde geçen olayları kaçırmayalım. Çünkü biz kaçırdıkça, onlar da kaçırmıyor. Hedef vuruluyor... (Hürriyet / Ertuğrul Özkök / 2 Şubat 2007)

(…)
DERİN DEVLET NEREDE: Tartışılacak konu yaratmakta ustayız ya... Sorun çözmeyi beceremeyince tartışacak sorun üretiyoruz. Son olarak "Derin devlet nedir?" tartışmasına kilitlendik. Bu sorunun yanıtını bilene biz rastlamadık. Önce "derin devlet" konusunu ortaya atan Başbakan Tayyip Erdoğan’dan başlayalım. Başbakan, Kanal 7 TV’deki "İskele Sancak" isimli programda: "Derin devlet tanımına katılmıyorum diye bir şey yok. Niye olmasın? Osmanlı’ya dayanıyor. Gelenekten gelen bir şey. Bunu minimize etmek, mümkünse yok etmek, bunu başarmak önemli" diyerek tartışmayı başlattı. Sonra tanımlamayı biraz daha netleştirdi: Derin Devlet Başbakan’a göre, bir bakıma "kurumların içindeki çeteleşme" imiş. Bu düşüncesini de Etiyopya gezisine katılan gazetecilere, uçakta söyledi. "Bu tür bir yapı var. Bugüne kadar bu tür bağlantıların üzerine gidilemediği için bedelini hem millet, hem devlet olarak ödedik" dedi. Eğer yasama, yürütme ve yargı el ele verirse sonuç alınabileceğini vurguladı. Gazetelerde izlemişsinizdir. Bu sözler üzerine "derin devlet" kavramını tanımlamayan nerdeyse kalmadı. Sayın Süleyman Demirel’e göre "derin devlet, normal devletin raydan çıkmış hali" imiş. "Kökünde ya devlet yıkılırsa?" korkusu yatarmış. O yüzden birileri harekete geçmek gereğini duyarmış. İşte "derin devlet" denen şey, "Devleti biz kurtaralım" diyenlermiş. Sayın Kenan Evren’in de Demirel’in tanımlamasına benzer bir açıklaması var. "Devlet zaaf gösterirse, derin devlet müdahale eder... Etmiştir... Kimse (12 Eylül 1980 müdahalesi öncesinde bize) ’Paşam müdahale etmeyin’ demedi. Bilakis, ’Edin... El koyun’ denildi" diyor. (Bu alıntıların kaynağı 1 Şubat 2007 tarihli Zaman gazetesidir.) Görüldüğü gibi, derin devlet kavramını herkes, faili meçhul cinayetlerden, Susurluk çetesine ve Şemdinli olaylarına kadar aklına takılan hangi olay varsa onunla açıklıyor. Derin devlet nedir, var mıdır, yok mudur, in midir, cin midir, biz de bilmiyoruz. Ama yapılan tanımlamalardan anlıyoruz ki, bilmeseler de insanlar belirli noktalarda birleşiyorlar: Önce "hukuk tanımayan" bir güçten söz ediliyor. Ama bu gücü kimileri "devletin -veya vatanın- yüksek menfaatlerini koruma" iddiası, kimileri "devlet içinde çete kurup çıkar sağlama" çabası ile açıklıyor. Birincisi "hükümet darbesi" yapmayı "derin devlet"le açıklıyor, ikincisi "devlet gücünü kullanarak çıkar sağlamayı" derin devletin marifeti sayıyor. Derin devleti, çıkar amaçlı çete kuran kamu görevlileri sanıyor. Derin devletin var olduğunu iddia etmek aslında, "ülkemizde hem etkin şekilde görev yapan hem de her kararının, her eyleminin hesabını veren, bir başka deyişle SAYDAM bir devlet yok" demektir. Çünkü aksi halde kimse ne çeteleşebilir ne de darbeciliğe soyunur. Derin devleti o nedenle kapı arkasında aramayalım. O, bizi yönetenlerin zaafında yatıyor. (Hürriyet / Oktay Ekşi / 2 Şubat 2007)

(…)
DERİN DEVLETİN DİBİYLE ERDOĞAN: Biliyorum, malumu ilan ama yine de altını çizmekte yarar var. Bu memlekette devletin durumu iç açıcı olmaktan çok uzak. Hrant Dink suikastı, devletin nasıl tel tel döküldüğünü bir kez daha sergilemeye başladı. Devlet gibi bir devletimiz olsaydı, daha doğru deyişle, demokratik hukuk devletine gerçekten sahip olsaydık, sevgili kardeşim Hrant Dink bugün hayatta olabilirdi. Ne yazık! Gazetemiz Milliyet'in dünkü birinci sayfasına bakıp haberleri okuyunca, devlete ilişkin acı bir tablo şekilleniyor. Şöyle ki: (1) Yasin Hayal, suikastın azmettiricisi. Katilin eline silah tutuşturan, birtakım gençlere atış talimleri yaptıran kişi. Tutuklananlardan birinin deyişiyle, Mehmet Ali Ağca ve Abdullah Çatlı olmak istiyormuş... Aynı zamanda bombacı! Trabzon'da McDonald's'ı bombaladığı için 6 yıl 8 ay hapse mahkûm olmuş. Ama mahkeme, bir süre sonra sürpriz bir kararla Yasin Hayal'i serbest bırakmış, Yargıtay'daki temyiz sürecini tutuksuz geçirmesi için... Tabii akla takılıyor: Yasin Hayal tutuklu kalsaydı, Hrant Dink bugün hayatta olabilirdi. (2) Yasin Hayal'in mahkûmiyet dosyası Yargıtay'da 8 ay bekliyor. Dosya vakitlice ele alınsaydı, karar onansaydı, bombacı hapse girebilecekti. Tabii akla takılıyor: Yargıtay gecikmese, Yasin Hayal cezasının kalan kısmını çekmek üzere hapse girse, Hrant Dink bugün hayatta olabilirdi.
(3) Erhan Tuncel, Trabzon'da öğrenci. Aynı zamanda polis muhbiri. Yasin Hayal'i ve o çevreyi biliyor. Ve tam 11 ay önce Hrant Dink'in 'bombacı' Yasin Hayal tarafından öldürüleceğini Trabzon Emniyeti'ne bildiriyor. Üstelik, Yasin Hayal'in İstanbul'a gitmesi halinde kalacağı adres bile ihbarda belirtiliyor. Trabzon Emniyeti de bu suikast ihbarını, hem Emniyet Genel Müdürlüğü'ne, hem İstanbul Emniyeti'ne resmen bildiriyor. Tabii akla takılıyor: Emniyet, bu ihbarı ciddiye alarak gerekli önlemleri zamanında alsaydı, Hrant Dink bugün hayatta olabilirdi. (4) Trabzon Emniyet Müdürü bu arada değişiyor. Yeni gelen müdür, Erhan Tuncel'in muhbirliğini sona erdiriyor. Tabii akla takılıyor: 11 ay önce suikast ihbarı yapan, 'bombacı' Yasin Hayal'le çevresini tanıyan bir muhbirin -ya da polis ajanının- görevine son vermek yerine, kendisinden daha iyi yararlanılmış olsaydı, Hrant Dink bugün hayatta olabilirdi. Ne yazık! Şimdi Rakel'in, Hrant'ın sevgili eşinin sesi bir kez daha kulağımda çınlıyor. Hrant'ı daha yeni kaybetmiştik. Agos gazetesi anababa günüydü. Bir köşede, çocuklarının kollarında haykırıyordu Rakel: "Devlet, şu kapının önüne iki polis koymuş olsa, şimdi Hrant'ım yaşıyor olacaktı." Yazık değil mi? Devlet soyut bir varlık değil. Yargı, mahkemeler onun bir parçası. Polis, güvenlik güçleri onun bir parçası. Devlet, birbirine geçmiş birçok dişliden oluşuyor. Devlet, Trabzon'dan başlayarak iyi işleseydi... Devlet güçleri görevlerinin gereğini titizlikle yapmış olsalardı... İhbarların üzerine ciddiyetle gidilseydi... Yargı, hukuk devletine yakışan bir işleyiş gösterseydi... Trabzon'daki o malum çevre baştan itibaren yakın markajda tutulsaydı... Bütün bunlar olsaydı... Hrant Dink bugün hayatta olacaktı. Yazık değil mi?.. İhmal mi? Adamsendecilik mi? 'Milliyetçi duygular' mı? Kasıt mı? Hepsinden bir şeyler mi? Bilemiyorum. Ama bir şeyi bilmek istiyorum: Bütün bunların hesabı sorulmayacak mı? Bunların hesabının sorulamadığı rejimin adına demokratik hukuk devleti denebilir mi? Bu hesap sorulamadan bu ülkede derin devletin dibi görülebilir mi? Bu sorular ve yanıtları en başta, 'derin devlet'in dibini göremediğini itiraf eden bir Başbakan'ı, Tayyip Erdoğan'ı ilgilendiriyor. Bu konu en başta onun sorumluluk alanı içinde çünkü... (Milliyet / Hasan Cemal / 31 Ocak 2007)

(…)
ERDOĞAN, EN DERİNİ MERAK EDİYOR: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Kamuda, kendi kutsal değerlerini öne çıkararak hukukun üstünlüğünü hiçe saymak suretiyle bir tür örgütlenmeye, çeteleşmeye gitmek isteyenlere fırsat vermemenin gayreti içerisindeyiz'' dedi. Erdoğan, Cuma namazını konutunun bulunduğu Emniyet Mahallesi'ndeki Akabe Camii'nde kıldı. Cami çıkışında vatandaşlarla selamlaşan Erdoğan, cami önünde kendisini bekleyen çocuklarla da ilgilendi ve oyuncak hediye etti. Daha sonra basın mensuplarının gündeme ilişkin sorularını yanıtlayan Başbakan Erdoğan, gazeteci Hrant Dink cinayetinin sanığı Ogün Samast'ın basına yansıyan görüntülerine ilişkin bir soru üzerine, olayla ilgili soruşturmanın başlatıldığını hatırlattı. Erdoğan, ''Kamuda, kendi kutsal değerlerini öne çıkararak hukukun üstünlüğünü hiçe saymak suretiyle bir tür örgütlenmeye, çeteleşmeye gitmek isteyenlere fırsat vermemenin gayreti içerisindeyiz. Tüm bu çalışmalarımızı bunun için yapıyoruz. Tabii burada bir şeyin altını özellikle vurgulamak gerekir. Dikkat ederseniz 58. ve 59. hükümetler dönemindeki bir olay hariç faili meçhul yoktur. Hepsinin failleri belli olmuştur ve çok kısa sürede de bu failler hep yakalanmıştır. Bu olayda da gördüğünüz gibi, yine 32 saat gibi kısa bir sürede yakalanmıştır. Ama biz bunu sadece faillerini yakalamak değil, acaba bunun uzantıları nelerdir, derinlikleri nelerdir, bunların üzerinde duruyoruz.'' (AA / 2 Şubat 2007)

(…)
EL KAİDE ERDOĞAN’A SUİKAST YAPACAK: Haftabaşında dört ilde eşzamanlı yapılan operasyonlarda yakalanan 48 zanlı, polisteki sorgularından sonra bugün adliyeye çıkarıldı. El Kaide örgütüyle bağlantılı bir grup olduğu belirtilen zanlıların 38’i, savcı tarafından tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edildi. Savcılık zanlıların 10’u için tutuksuz yargılama talep etti. Bu arada polis, grubun büyük kentlerde sansasyonel eylem yapmak niyetinde olduğunu açıkladı. Zanlıların ünlü bir siyasi kişiliğe suikast hazırlığı içinde olduğu da gelen bilgiler arasında. Operasyonlarda ele geçirilen bilgisayarların incelenmesinin ardından operasyonun genişletilebileceği belirtiliyor. Zanlılarla birlikte ayrıca üç tabanca, dört kurusıkı tabanca, 6 pompalı tüfek, 395 fişek, 4 el tesizi ile çok sayıda örgütsel içerikli doküman, sahte nüfus cüzdanı, pasaportlar ve örgütün yapısını ortaya koyan bilgilerin yer aldığı bilgisayar kayıtları ele geçirildi. Bilgisayarların incelenmesinden sonra operasyonların devam edeceği de kaydedildi. (NTV / 2 Şubat 2007)


(…)
PERİNÇEK; “SUİKAST, EMNİYET İÇİNDEKİ ÇETE’NİN İŞİ”: İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek bugün (4 Şubat 2007) İşçi Partisi Beşiktaş İlçe Merkezi’de bir basın toplantısı yaptı. Perinçek’in açıklaması şöyle: İşçi Partisi’nin, Hrant Dink suikastını aydınlatmak üzere kurduğu Komisyon yeni bulgulara ulaşmıştır. Kamuoyunun bilgisine sunuyoruz: Hrant Dink suikastını Emniyet içine yuvalanmış Fethullahçı çetenin tertiplediğini gösteren kanıtlar bir bir ortaya çıkmaktadır. Bu kanıtlar şöyle sıralanabilir:
1- Hrant Dink cinayetini işleyen ekibin haber elemanları olmayıp Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek tarafından örgütlenmiş bir operasyon ekibi olduğu artık apaçık gözler önündedir. Bu ekibin başında bulunan Erhan Tuncel’in daha evvel açıkladığımız gibi McDonalds bombalamasından önce eleman olarak görevlendirildiği yönündeki kanıtlar belirginleşmektedir. Erhan Tuncel’in eleman yapıldığı tarihe ilişkin soruşturmalara engel olunmuştur. (Milliyet, 3 Şubat 2007) Bu durumda McDonalds bombalamasının da Erhan Tuncel’e o zaman Trabzon’da Emniyet Müdürü olan ve kendisini eleman olarak alan Fethullah sicilli Ramazan Akyürek tarafından yaptırıldığı görüşü iyice kuvvetlenmiştir.
2- Ramazan Akyürek’in “haber elemanı” perdesi altında örgütlediği Erhan Tuncel’in Hrant Dink suikastini “organize ettiği” diğer operasyon elemanlarının ifadeleriyle saptanmaktadır. Böylece Erhan Tuncel ile Fethullah sicilli Ramazan Akyürek arasındaki bağlantı kanıtları tartışılmaz bir değer kazanmıştır.
3- Hrant Dink cinayetinde ikinci bir tetikçinin bulunduğunu, Aydınlık dergisi 28 Ocak 2007 tarihli sayısında açıklamıştı. Biz de yaptığımız basın toplantılarında bu gerçeği kanıtlarıyla ortaya koymuştuk. Artık bu yöndeki kanıtlarda belirginleşmiş bulunmaktadır. İkinci tetikçinin varlığı Akbank’a ait kamera görüntüleriyle ve iki ayrı tanığın ifadeleriyle tespit edilmiştir. İkinci tetikçinin varlığının gizlenmesi, gizleyen bazı Fethullahçı polis şeflerinin de tertibin içinde olduğuna işaret etmektedir. Çünkü gizleme olayı bir ihmalin sonucu değil, fakat kasıtlıdır. Polis memurlarının suikastı karartma konusunda yukardan talimat aldıkları anlaşılmaktadır.
4- Fethullahçı polis şefleri, telefon ederek Hrant Dink’i suikast tuzağının içine çeken bir üst kademedeki suçluyu da araştırmaktan kaçınmakta, daha doğrusu onu da gizlemekte ve korumaktadırlar.
5-Fethullahçı polis şefleri, iki tanık ifadesine göre Hrant Dink ile bankadan çıktıktan sonra hemen suikast öncesinde konuşan orta yaşlı esmer kişiyi de araştırmamakta ve gizlemektedirler. Hrant Dink’i telefonla Agos gazetesinden dışarı çağıran suçlu belki de bu kimsedir. Veya bu kişi de suikast tertibinin içinde bulunmaktadır.
6- Suçu tertiplediğine dair bulguların ortaya çıkması üzerine köşeye sıkışan Fethullahçı çete, bu kez de Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bir tertip örgütleyerek, Samsun Emniyeti’nde çektiği fotoğrafın Jandarma’da çekildiği yalanını basına sızdırmıştır. Bu tertip ve yalan da, Hrant Dink suikastı ve sonrasındaki uygulamaların altındaki imzayı açığa çıkartmıştır.
7- Erhan Tuncel, anlatımında Hrant Dink suikastını bağlı bulunduğu istihbarat görevlilerine çok önceden bildirdiğini söylemektedir. Bu bilginin 17 kez verildiği gazetelere yansımıştır. Ramazan Akyürek, Hrant Dink suikastının hazırlandığını hem Trabzon Emniyet Müdürü olarak, hem de Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı olarak bilmektedir. Danıştay suikastının de Emniyet istihbaratınca önceden bilindiği hatırlanacak olursa, suikastlar Fethullahçı ekibin bilgisiyle ve izniyle yapılmaktadır. Emniyet yöneticisi, sıradan bir ihbarcı değildir; suçu önlemekle görevlidir. Bilgiye sahip olup da suça yol veren emniyet yöneticileri, suça azmettirmiş veya suçu tertiplemişlerdir. Bu olgular, bir ihmalin belirtisi değil, fakat suça iştirakin ciddi kanıtıdır. O nedenle Emniyet Müfettişlerinin “görev ihmali” saptaması, aslında suça iştiraki örtbas etmek anlamını taşımaktadır.
8- Hrant Dink suikastını tertipleyen, Emniyet’in içine yuvalanmış Fethullahçı çete Tayyip Erdoğan tarafından o mevkilere getirilmiştir ve Tayyip Erdoğan tarafından yönetilmektedir. Çete ile Tayyip Erdoğan arasındaki bağı Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer kurmaktadır.
9- Tayyip Erdoğan Büyük Ortadoğu Projesi görevlisi olarak ABD’ye resmen bağlıdır Fethullahçı çete de CIA ve MOSSAD’ın denetimi altındadır. Bu gerçekler Hrant Dink suikastının uluslararası boyutlarını da ortaya sermektedir.
10- Böylece Hrant Dink suikastından sorumlu olan Büyük Ortadoğu Projesi görevlilerinin şeması ortaya çıkmış bulunmaktadır. Şemayı ekli olarak basınımıza sunuyoruz. (İP / 4 Şubat 2007)

(…)
DERİN DEVLET YOKTUR, DEVLETİN DERİNLİĞİ VARDIR: Ülke içte güvenlik, dışta güvenlik konularında ne hâle düşmüş; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan çıkmış hedef saptırmaya çalışıyor, hem de üstüne basa basa, tekrarlaya tekrarlaya!.. “Derin Devlet!..” “Cumhurbaşkanlığı seçimi!.. “Adalette kadrolaşma!..” “Arabalı vapuru kaçıran kim; eski bir uzman çavuş!..” Bunlar ve “benzeri cümleler” Recep Tayyip Erdoğan’ın son günlerde yaptığı konuşmaların içine koyduğu “bazı açık ya da şifreli” mesajlar!.. Tabanına diyor ki; “İstediğimiz kişiyi cumhurbaşkanı seçtirmemek, ülkeyi karıştırmak, bizi yıkmak istiyorlar; bunu da derin devlet yapıyor, şifreleri çözerek söylediklerim içindeki mesajları iyi anlayın!.. Biz tek başımıza derin devleti çökertemeyiz, yürütme ile beraber yasamanın da, yargının da el ele olması gerek, ne yazık ki yargıda karşımızdaki cephenin kadrolaşması var, elimiz kolumuz bağlanıyor!..” Anayasamızdaki “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden “zerrece” haberi olmayan bir kişi mi var karşımızda, yoksa “Yürütme ve yasama bizde, geriye kalan yargıyı da teslim almamız gerek ki, ülke yönetiminde tam bir hakimiyet kuralım; hedefimiz budur arkadaşlar, ileri” demek isteyen “ihtiraslı” bir politikacı mı?.. Sadece, “Papaz Santoro cinayetinden sonra” adeta “ödüllendirerek” Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nden “Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’na atadıkları” polis şefinin “Trabzon’daki, McDonald’s’ın bombalanması olayında soruşturmadan ve yargılanmadan kurtarıp emniyet muhbiri yaptığı” kişinin 11 ay içinde yaptığı birçok “ihbara rağmen” Hrant Dink’in korunması için “bir arpa boyu bile adım atmayan” bir yönetim, bir Emniyet Genel Müdürlüğü, bir İstanbul Emniyet Müdürlüğü, bir İçişleri Bakanlığı var ortada!.. Herhalde İçişleri Bakanlığı koltuğunda, İçişleri Müsteşarlığı koltuğunda, Emniyet Genel Müdürlüğü koltuğunda, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Valiliği koltuklarında “Derin Devlet” oturuyor; öyle mi sayın Başbakan?.. Devletin en önemli bürokrat koltuklarına, göreve geldiğinizden beri “mutlaka bizden olacaklar” inadı ve ısrarı ile, aralarında “o koltuklara oturmaları için gerekli yasal şartlara haiz olmayanların” da bulunduğu nerede ise 1000’e yakın “düşüncedaşınızı, partidaşınızı, görüşdaşınızı” oturtmak istemeniz ve Cumhurbaşkanı “Hayır” deyince, onları “vekaleten oturtmanız” sonucu devletin ne hâle geldiği ortada değil mi?.. İşte Başbakanlık Müsteşarı’nın durumu ortada!.. Söyler misiniz; Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarınız, kaç defa mahkûm oldu, ama hâlâ o koltukta oturuyor!.. Devlet yönetimini dejenere eden “vekâlet” usulünü bulan ve uygulayan “Derin Devlet” mi?.. İlk öğretim okulları dahil, okullarımızın ne hâlde olduğunu, her gün gazetelerin haberlerinde bol bol okuyoruz, tüylerimiz ürperiyor!.. Milli Eğitim Müdürlüğü’nün internet sitesinde “porno site bağlantıları” çıkıyor, veliler ayağa kalkıyor; sizler, tısss!.. Bu okulların, bu müdürlüklerin başlarına “yönetici” diye ne kadar “imam hatip” çıkışlı “din ve ahlâk dersi” hocası varsa atayan yoksa “Derin Devlet” miydi?.. AB’nin “gözüne girebilmek için” her istediklerine “Emredersiniz” diyerek Meclis’ten çıkardığınız “yeni” Türk Ceza Kanunu”nun, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk toplum hayatına, Türk insanına “nelere mal olduğunu” her gün yaşayarak görüyoruz!.. 30 sabıkası, 50 sabıkası, 100 sabıkası, 200 sabıkası olan ve “yeniden suç işleyen” suç makineleri, çıkardığınız kanunlar sayesinde, “adliyenin bir kapısından elleri kelepçeli giriyor”, bazılarına “kelepçe bile takmak yasaklanıyor”, öteki kapısından “elini kolumu sallaya sallaya çıkıyor”; iftihar edin!.. Ülkede güvenliğin “g’si” kalmadı; bunu da mı “Derin Devlet” yaptı?.. Bir de diyor ve şikâyet ediyorsunuz ki; “Bana ‘omurgasız’ diyene bile ceza vermiyorlar!..” Devlette “omurga mı bıraktınız” ki, ülkenin başbakanına “omurgasız” demek suç sayılsın?.. Bunu da mı “Derin Devlet” yaptı?.. Aynaya bakınız, “kimin yaptığını” göreceksiniz!.. Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği “Sosyal Güvenlik Kurumu Yasası”na rağmen, çalışmaların devam ettiği bu kurumun internet sitesindeki “resmi ankette”, yabancı diller arasına “Kürtçe’nin de konuluşu”, söyler misiniz sayın Başbakan ne anlama geliyor?.. “Kürtçe’yi yabancı dil” sayan bir devlet kuruluşuna sahip Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olarak nasıl “Kürtler azınlık değil, asıldır” diyebileceksiniz?.. “Bunları yapan” bürokratları da mı “Derin Devlet” atadı?.. Bilmelisiniz ki; “devlet tektir” ve “derin devlet” yoktur!.. “Devletin derinliği” vardır ve siz, ne yazık ki “o derinliği anlayamayacak ve hedef saptıracak” bir hâldesiniz!.. “Sığ politikalarla” gelinen yer işte “ancak” burasıdır ve bilesiniz ki; “sığ sularda boğulmak” çok daha acı verici olur!.. (Gözlem / Öcal Uluç / 5 Şubat 2007)

(…)
DERİN DEVLET TİYATROSU: Dün sabah yazı işlerindeki tartışma, sanıyorum Türkiye’nin aynasıydı. Münazara konumuz şuydu: "Bu fotoğraflar, katili kahraman yapma pozları mı, yoksa başarılı operasyon hatırası mıydı?" Bir bölümümüz birincisine, diğerimiz ikincisine yakın görüşteydi. Bu arada fotoğraf editörümüz eski bazı fotoğrafları önümüze koydu. Abdullah Öcalan ve Şemdin Sakık yakalandığında da Türk bayrağı önünde poz verdirilmiş. Bazılarımız haklı olarak şunu söyledi: "Ama onlar devlete karşı suç işleyen kişiler. Dolayısıyla bu pozun anlamı, devletin başarısıdır." Tam, "Doğru, bu tarafını düşünmemiştik" demeye hazırlanırken hınzır fotoğraf editörümüz bir başka kareyi önümüze koydu. Avrasya Feribotu’nu kaçıranlar da yine emniyette bayrak önünde poz veriyordu. Oysa onlar da Ogün Samast’tan farklı düşünmeyen kişilerdi. Şimdi bakıyorum da bu işi jandarmanın üzerine yıkmak için pürtelaş çalışanların bir bölümü o günlerde bu bayraklı poza nedense hiç ses çıkarmamış. Ankara’dan Enis Berberoğlu Hürriyet’in eski bir nüshasını geçti. Deniz Gezmiş yakalandığı zaman, dönemin İçişleri Bakanı onu makamına getirtip gazetecilere birlikte poz vermiş. Oktay Ekşi, "Ama, o poz da çok tartışılmıştı" diyor. Tabii bu arada uyuşturucu kaçakçılarına, mafya çetelerine önünde mermilerle yazılmış TC yazıları ve ay yıldızlar, arkada Türk bayrağı ile verdirilmiş pozları da unutmuyoruz. Herkes her şeye bir kulp takıyor. Belli ki bir bölümümüz bu fotoğrafların "Hrant Dink’in katilini kahraman haline getirmek için çekildiğine" kesin inançlı. Yanlış anlamayın, bu pozların ne anlama çekileceğini çok iyi biliyorum. Bu psikolojiyi çok da vahim buluyorum. Yine de kafamda daha az derin bazı sorular var. İsterseniz bir derin devlet avcılığı yapalım. Mesela katille birlikte poz veren Samsun Emniyeti Güvenlik Şube Müdürü’ne ne diyeceğiz? "Derin Devlet"in derin adamı mı? Yoksa "Samsun hatırası" mı? Yani vurduğu avla poz veren avcı... Bazılarımız "Ama sadece bayrak yok. Birlikte poz da var" diyor. Ben de soruyorum: "Öteki kişilerle birlikte çekilmiş hatıra pozların olmadığını nereden biliyorsunuz?" Bu kişilere "derin devlet" elemanı demek, en süfli komplo teorisyeni için bile hakaret sayılır. Öyleyse gelin derin devleti başka yerde arayalım. Yani bunları sızdıranlarda. Bir taraf fotoğrafın bir bölümünü sızdırıyor. Karede katilin yanında poz veren jandarma görevlileri görülüyor. Amaç şu izlenimi yaymak. "Jandarma içinde bu katili destekleyen milliyetçi bir çete var." Bunu sızdıranlar daha keyfini yaşayamadan ikinci bir el başka fotoğrafları servise sokuyor. Orada katilin yanında poz veren kişiler arasında polis yetkilileri de var. Belli ki ilk kareyi sızdıranlar, başka birilerinin ikinci kareyi sızdıracağını düşünmemiş. Şimdi bunların hangisine derin devlet diyeceğiz? Kendini "derin" sanan devlet erkanı, eğer bu kadar sığ zekálı ise nerede bu derin devlet? Yıllardır "Türk gladyosu" diye efsaneleştirdiğimiz bu "muazzam teşkilat" böylesine şapşallıklarla mı malul? Bu ülkede bazıları bu derin devlet masalları ile bizi uyutuyor. Sadece bizi değil, aynı zamanda gelen giden bütün hükümetleri, başbakanları uyutuyor. Bunun adı derin devlet değil, olsa olsa derin devlet tiyatrosudur. Senaryosu kötü, rejisörü kötü, oyuncusu kötü bir tiyatro. Böyle bir tiyatro karşısında seyirci ne yapar? Ya salonu terk eder veya derin uykuya dalar. Bizim yaptığımız bu ikincisi. Bense gerçek bir derin devlet özlüyorum. Ne çare, karşımda devlet bile kalmamış. (Hürriyet / Ertuğrul Özkök / 3 Şubat 2007)

(…)
“DERİN DEVLET” Mİ, “UÇUK DEVLET” Mİ: Hrant Dink suikastı soruşturması bitmek üzere. Ancak bu suikast ve davet ettiği tartışmalar kolay kolay bitecek gibi değil. Zihinlerde pek çok soru varken ve bunların cevabı beklenirken Başbakan'ın gazetecilerle sohbetinde 'derin devlet' yapılanmasından söz etmesiyle zihinler daha bir karıştı... Şiddete yöneldiği bilinen, bu nedenle yakın zamanda mahkûm olmuş, hapisten çıkınca Hrant Dink'i öldürmeyi düşündüğünü neredeyse herkese ilan etmiş biri var ortada. Ve serbest kaldığında bu şahsın söz konusu eylemi gerçekleştirmek için plan yaptığı emniyet makamları tarafından haber alınıp İstanbul polisi resmen uyarılmış. Üstelik söz konusu kişi internet sitesi kurup 'Efsane Geri Dönüyor' diye adeta ilan da vermiş... Bu tabloya bakıp 'derin devlet' demek bence akla ziyan... Ve şayet ucundan kenarından 'devlet'in bulaşmışlığı varsa dahi buna 'derin' falan değil aksine 'uçuk devlet' demek gerek... Başbakan'ın yolcu gemisini rehin alan kişiyi de işin içine katarak ve 'Osmanlıdan beri var' sözüyle dikkat çekmeye çalıştığı şey bu olmasa gerek... Osmanlı devletinin kuruluşundan 19. yüzyıl sonuna kadar 'derin devleti' olmadı. Ama Osmanlı'da 'derin devlet'e rahmet okutacak kadar bol entrika odağı oldu. Bir iki örnek vereyim. İlki Fatih Sultan Mehmet döneminden. Malum, tahtın vârisi iki şehzadesi vardı Fatih'in Cem ve Bayezid. Babasının gözdesinin Cem olduğuna dair işaretler de var. Fatih'in hayatının son yılları ıstıraplı bir hastalığın pençesinde kıvranarak geçmişti ve sefer ilan edip orduyla Üsküdar'a geçtiğinde hastalığı hayli had safhadaydı. Orada kurulan çadırda istirahat edeceği açıklandığında ağırlaştı ve birkaç gün içinde öldü. Padişah dışında seveni/tutanı olmayan sadrazam Karamanlı Mehmet Paşa Fatih'in ölümünü gizledi ve hükümdarın rahatsızlığı dolayısıyla seferin ertelendiğini, saraya dönüleceğini ilan edip cenazeyi Topkapı'ya taşıdı. Aynı anda Üsküdar'da kayık, sandal, tekne namına ne varsa karşı yakaya geçirdi... İstanbul'un bütün girişlerini kapatıp Şehzade Cem'e haber gönderdi... Ama bu arada Fatih'in ölümü duyulmuş, asker bir şekilde yolunu bulup İstanbul'a dönmeyi başarmış, şehirde ihtilal havası eser olmuştu. Sonuçta Cem'e gönderilen habercinin yolda yakalanıp öldürüldüğünü, Bayezid'e haber gönderildiğini ve onun gelip tahta çıktığını biliyoruz... Babasının gözdesi Cem'in neden istenmediğinin akli sebepleri var elbette... Dönemi araştıranların hepsi onun babasının kopyası olduğunda hemfikir. Bayezid'ın ise 'Yeni fetihler yapmak yerine mevcut durumu koruyacak sükûnet dönemi arzuladığı biliniyor. Hikâyenin gerisi malum... Hürrem'in entrikaları… İkinci bir örnek Kanuni döneminden... Süleyman'ın ilerlemiş yaşında oğulları tarafından tahttan indirileceği korkusuna kapıldığı sır değil. Sevgili eşi Hürrem'in de kendi sözünden çıkmayacak oğlunu tahta geçirmek dışında bir derdi olmadığı da... Saltanat hakkı açısından öncelikleri olan şehzadelerin varlığı düşünüldüğünde ilk bakışta Hürrem'in amacına ulaşması zor görünüyordu. Ama hile ve entrikada hudut tanınmayan bir dönemdi bu. Damadı ve sadrazam Rüstem Paşa'yı avucunun içine alarak oyuna başladı Hürrem. Sarayda diğer şehzadeler hakkında dedikoduları yayma işini kendisi üstlendi. Rüstem Paşa'ya da bu dedikoduları delillendirme işini yükledi. Şehzadeler adına mühürler kazındı, onların ağzındanmış intibaı verilerek 'Babam kocadı, tahtı bırakması lazım' mealinde ve Yavuz Sultan Selim'in babasını Edirne'ye sürgün edişini ima eden mektuplar kaleme alınıp bunlar güya yakalanan habercilerin üzerinde bulunmuşcasına Kanuni'ye ulaştırıldı. Ve sonuçta Sultan Süleyman oğullarının kendisine karşı darbe planladıklarına kani olarak onların üzerine orduyla gitti... Kimi şehzadeyi kendi huzurunda katletti, kaçıp İran'a sığınanları da Şah'la anlaşıp orada öldürttü... Mithat Paşa ve İttihatçılar! Tanzimatla girilen yeni dönem Osmanlı tarihinde ' Ne yapmalı' sorusunun en fazla sorulduğu ve eğitimli Osmanlıların büyük çoğunluğunun buna 'Batılılaşma' cevabını verdiği dönemdir. Aynı zamanda Osmanlı Devleti'nin görünürde padişahın idaresinde olduğu izlenimi korunmakla birlikte gerçekte fiilen bürokrasi tarafından idare edildiği dönemdir. Bu açıdan bakıldığında Sultan Aziz'in saltanat yılları, 5. Murad'ın tahta çıkarılışı ve çıkarıldığı süreçten daha çabuk indirilmesi, ardından 2. Abdülhamid'in önde gelen aktörleri arasında Mithat Paşa'nın yer aldığı bir grup tarafından adeta pazarlıkla tahta çıkarılmasına yol açan olaylar incelenmeye değer. İmparatorluk başkentinin darbe toplantıları, karşı darbe baskınlarıyla çalkalandığı, kimin kazandığının anbean değiştiği günlerden sonra Abdülhamid'in ipleri eline almayı başardığı tartışma götürmez. Şayet bugün 'derin devlet' diye bir oluşumdan söz ediyorsak bunun köklerini Mithat Paşa'nın Yıldız Mahkemesi'nde yargılanması, Taif'e sürülmesi ve orada öldürülmesi hadisesine kadar uzatmak gerekir. Cumhuriyet idaresine geçmekten yana olduğunun işaretleri bulunan Mithat Paşa'nın siyasi hayatı bu açıdan incelenmeye değer. Ancak gerçek manada bir 'derin'likten söz etmek için 1900'lerin başına kadar gelmek gerektiğine şüphe yok. İttihat Terakki anılan dönemde Osmanlı devletinde Jöntürklerden itibaren çok sayıda örneği bulunan ' devleti kurtarma' maksadıyla bir araya gelmiş kişilerden oluşan sivil topluluktan ibaretti. Ancak Paris'te kurulan bu yapıya Osmanlı tebası Hıristiyanlar içinde üreyen Balkan çetelerine bulaşan ve onların küçük-bağımsız gruplarla elde ettikleri başarıya özenen genç Osmanlı subaylarının Selanik çevresinde oluşturdukları gizli örgüt dahil olunca işin rengi değişti. Askeri rütbeden öncelikli kendi iç hiyerarşisi bulunan, silah üzerine yemin, masonik ritüeller v.s. ile bezeli bir ihtilal örgütüne dönüştü İttihat Terakki. Suikast kararları alan, gözü kara tetikçileri bulunan bir yapıydı ortaya çıkan. Aynı gerekçe: Devlet elden gidiyor! Onlara göre 'devlet elden gidiyordu', padişah ihanet içindeydi ve derhal müdahale edilip dizginlerin ele alınması zaruriydi... Bu amaçla suikastlar gerçekleştirdiler, baskınlar yaptılar, kendileri askeri birlik oluşturup sonunda devleti ele geçirdiler... Osmanlı İmparatorluğu'na hâkim oldukları dönemde bile kendileri koltuğa oturmak yerine koltuklara oturttukları insanların iplerini ellerinde tutan 'cemiyet'tiler... Neden sonra siyasi partiye dönüşüp bizzat hükümet oldular... Ve devleti kendilerini iktidara taşıyan üslupla yönettiler. Nitekim dünya savaşına bakanlar kurulunun haberi olmaksızın girdi Osmanlı Devleti. Ve işler kötü gitmeye başlayınca devlet içinde devlet konumunda olan Teşkilat-ı Mahsusa'yı ortaya çıkardılar. Teşkilat-ı Mahsusa gizliydi ama sanılanın aksine bir istihbarat örgütü değil, istihbarat da yapan, devletin geleceği açısından doğru olduğuna inanılan kararlar alıp bunun uygulanmasına iç emirle yönelen bir kuruluştu... (Radikal / Avni Özgürel / 4 Şubat 2007)

(…)
“DERİN DEVLET” DEĞİL “KİRLİ DEVLET”: Gelin temel birkaç varsayımla hafıza tazeleyerek işe başlayalım: Refah Partisi yöneticileri devletçiydi. O yüzden Susurluk’ta devlete toz konduramadılar. Susurluk sürecini idare edemeyince iktidarı kaybettiler. AKP’deki (derin devlet-Susurluk) kompleksi mirastır. Her fırsatta şeytan taşlar gibi derin devlete sövüyorlar. Peki işe yarıyor mu, karar sizin! İnsan doğasıdır, aklının ermediği yerde uydurur. Mitoloji ve masal, bilimsel varsayımların beşiğidir. Ama varsayım ile masal arasındaki fark, unutmayın ki kanıttır. Başbakan diyor ki; 1) Derin devlet vardır. 2) Derin devlet, bazı memurların kendi kutsalı için kurdukları hukuk dışı çetedir. 3) Bana ortaya çıkar diyenler neden kendileri yakalamadı? Sayın Başbakan alınmasın, ama bu tarif tarihte kaldı. Soğuk Savaş döneminde NATO ülkelerinin tamamında bugün bizim derin devlet olarak tanımladığımız formatta organizasyon mevcuttu. İtalya’daki adı Gladio (Kılıç) idi. Yunanistan’da B-8 ya da Sheep Skin (Koyun Postu), Belçika’da SDRA-8, Hollanda’da NATO Command, Batı Almanya’da Gehlen Harekátı, Stay Behind ya da Sword, Avusturya’da Schwert (Kılıç), Fransa’da Rüzgár Gülü, İspanya’da Anti-Terör Kurtarma Grubu (GAL), İngiltere’de ise Secret British Network olarak anıldı. Aynı örgüte Türkiye’de Kontrgerilla dedik. Çünkü resmi görevi Sovyet işgaline uğrarsak düşmana geçen vatan topraklarında operasyondu. Duvar yıkılınca NATO ülkelerinin tamamında gizli örgütler tasfiye edildi. Tek istisna Türkiye kaldı; bizdeki örgütün varlığı resmen yalanlandı. Sorumluları, geçmiş eylemleri ve irtibatı konusunda soruşturma geçirmedi. 12 Eylül öncesinde binlerce hayata mal olan eylemler nedeniyle kimse adalete hesap vermedi. Kontrgerilla, derin devlet, çeteler... Adına ne derseniz deyin. İşsiz ve işlevsiz bir kenara atıldı.
Suçluların susması, kurbanların unutması uygun görüldü. İşte aslında tam o saatte derin devletin adını değiştirmek gerekti. Koruyacak devlet kalmayınca derin değil, kirli ilişkiler devam etti. 1990’lardaki mafya patlaması tesadüf ve sadece Türkiye’ye mi özgü sandınız? Derin kadrolar, eski yoldaşı çetecilerle birlikte "kirli devleti" kurdu. Ve şimdi Başbakan bu haydutlara, çetecilere rütbe takıyor. Hrant Dink’e kıyanların devlete hizmet ettikleri izlenimini yaratıyor. Ölçü kaçınca, yanlış tarif suça övgüye, hatta reklama dönüşüyor. Ogün Samast elde, azmettiren abileri, silahlar, telefonlar da öyle. Bakalım iddianameden Kurtlar Vadisi mi çıkacak, yoksa Susurluk mu? Ama siyasetçiye düşen görev belli: 1) Söndürün Güneydoğu’daki yangını, Trabzon’a şehit cenazeleri gelmesin. 2) İşsizlikle mücadele edin ki, bebekler internet kafede katil olarak yetişmesin. Orhan Veli der ki, "Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk söyledik". Bugünkü sokak serserilerini derin devlet saymak... Derin devletle mücadeleyi hayatlarıyla ödeyenlere hakarettir. (Hürriyet / Enis Berberoğlu / 4 Şubat 2007)
(…)
Ve…
Son olarak…
AKP Türkiyesi’nden ve BOP Eş Başkanı Erdoğan’ın yönetim anlayışından kesitler sunan, 31 Aralık 2006 tarihli Akşam Gazetesi’nde Deniz Gökçe’nin köşesinde yayınlanan “Diktatörün sonu” başlıklı yazı…
Hala AKP’nin nereye koştuğunu anlamayanlar ve anlamamakta ısrar edenler için bu önemli yazıyı, bir kez daha buradan dikkatinize sunuyorum:
“Hep beraber birkaç gün içinde ilan edilecek olan ve muhtemelen düşük çıkacak ağustos enflasyonunu ve pek kötü olmayacağını düşündüğümüz 2006 yılı ikinci çeyrek reel büyüme sayılarını beklemekteyiz. Tabii bu arada dünya durmuyor. Biz de istatistikleri beklerken, dünyayı izlemekteyiz. Bu satırların okurları bilirler ki Latin Amerika dünyanın yakından izlemeye çalıştığımız bir köşesi. Özellikle Chavez gibi asker kökenli Latin diktatörlerini yakından izlemekteyiz. Çünkü Latin Amerika, kötü siyaset ile berbat ekonominin ilişkisini en güzel sergileyen bir bölgedir. Bu hafta uluslarası basında ülkesini 'gebertmiş' bir Latin Amerika diktatörü General'in ölüm haberi vardı, ama bizim basında yer almadı. Biz dış medyadan aktaracağız! Paraguay kabaca Bolivya, Arjantin ve Brezilya arasına sıkışmış, deniz sahili, altın madeni veya petrol ve tabii gazı olmayan, ama aslında kabaca ABD'nin Kaliforniya Eyaleti kadar büyük bir alanı olan, fakat sadece 6.5 milyon nüfuslu bir Katolik Güney Amerika tarım ülkesi. 1811 yılında İspanyollar'dan bağımsız hale gelen bu ülke, 1865-1870 arasında üç komşusu ile savaşa girmiş ve ülke arazisinin büyük kısmını kaybettiği gibi yetişkin erkek nüfusun üçte ikisi de savaşta ölmüş. Bundan sonraki elli yılda ülke tamamen durgunluk yaşamış, Paraguay sonra 1932-1935 arasında Chaco Savaşı denen savaşta arazisinin çoğunu ve özellikle ekonomik anlamda önemli olan kısmını Bolivya'da geri almış ancak 1954 yılında bir başka felakete uğramış. Alfredo Stroeesner adlı General bir darbe ile işbaşına geliyor ve tabii gitmiyor. Ülke 1954-1989 arasında tam 35 sene bu General'in oyuncağı oluyor. Ama güç askerden kaynaklanmıyor. Stroessner askeri bir darbe ile işbaşına geliyor ama Colorado adlı, aslında bir şirket sayılması gereken, askerlere ve sivillere ulufe dağıtan bir siyasi parti kuruyor ve bu partinin dağıttığı ulufelerle, her dört yılda bir yapılan seçimleri, aynen Chavez gibi kazanıyor. Yani kağıt üstünde demokrasi! Alfredo, 1989 yılında bir darbe ile uzaklaştırılana kadar belki de dünyanın en büyük kayıtdışı ekonomisini, en büyük rüşvet çarkını, en büyük kaçakçılık düzenini kuruyor. Peki ya ülke insanı ve ekonomi ne oluyor? Ülke viski, sigara, kahve, kokain, lüks araba ve hatta pasaport kaçakçılığı üzerinde uzman hale geliyor. Kaçak ürünler dahil edildiği takdirde ülkenin 'ihracatı', resmi sayıların kabaca üç misli. Bu arada Alfredo'nun yakın arkadaşları da çok seçme: Şili Diktatörü Pinochet, Arjantin Diktatörü Videla gibileri! Ülkeye gelen en makbul turist de Auschwitz'deki işkence ve cinayetleri nedeni ile kaçak durumda olan Doktor Josef Mengele! Alfredo Stroeessner'in kendisi de zaten bira üreten bir Alman göçmenin oğlu! Alfredo ortalıkta hiç gözükmeyen, ama okulların (özellikle kız okullarının) diploma törenlerinde görünüp oradan kendine kız seçen, kızları para verip, özel evlerde tutup, ailelerine ve akrabalarına para verip susturan bir sefil diktatör. Günün büyük kısmında ise dilekçe yazarak kendisine müracaat edenler ile pazarlık ve para kırışma ile uğraşan bir kişi. Nüfusun dörtte biri General'in Colorado Partisi'nin üyesi ve aidat ödüyorlar, bunun karşığında da avantalara ortak oluyorlar. Stroeessner'e 35 yıl boyunca Katolik kilisesi dışında direnen çıkmamış. Tabii ülke ekonomisi de çökmüş. 1989 yılında bir askeri darbe ile uzaklaştırılan Stroessner 1989 yılından bu yana Brasilia'da sürgünde idi ve bugünlerde 93 yaşında öldü. İlginçtir ki Stroessner'i uzaklaştıran darbeci General Andres Rodriguez de Alfredo'nun rüşvet çarkından kendisine gelenlerle Versailles Sarayı'nın bir benzerini yaptırmış, orada oturuyordu. Paraguay Diktatörü Alfredo 1970'li yıllarda ülkeye faydalı bir tek iş yapmış ve Brezilya ile birlikte ortak hudutu oluşturan Parana nehri üzerinde dev İatipu hidro elektrik üretim tesisini kurmuştu. Her ne kadar enerji üretiminin sadece yüzde 2 kadarı Paraguay'a kalsa da, inşaat kontratlarının yüzde 15 kadarı Paraguay'a kaldığından Paraguay o yıllarda çok büyük reel büyüme yaşadı. Ama sonra 1980 yılından itibaren ülke uzun süre sıfır reel büyüme yaşadı. Bugün ülkenin ortalama sanayi büyüme hızı sıfır ve kişi başına reel gelir ise 1980 yılındaki düzeye takılmış kalmış, sadece bin dolar civarında! Tarıma kayıtdışı ve kaçakçılığa bağlı ekonomide, 6.5 milyon nüfuslu ülke sadece 7.5 milyar dolar milli gelir üretiyor ve nüfusun üçte biri mutlak fakirlik içinde. Ancak 2003 yılında yapılan seçimde gene Colorado Partisi kazanmış, muhalefet lideri ise on yıl hapis cezası ile içeride! Ama tabii, Paraguay Almanya'daki son Dünya Kupası'nda hazır ve nazırdı!”
Ezcümle, “İstiklal Marşı”nın şairi Mehmet Akif Ersoy, AKP iktidarı gibi dönemin BOP’çuları ile işbirliği yapan zalimler için şöyle der:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla övemem!
Gelenin keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem!
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım!..
Boğamazsın ki, hiç olmazsa yanımdan kovarım...”
Hepsi ve daha ötesi bu!
Sevgiler

5 Şubat 2007
Hayrullah Mahmud



Hayrullah Mahmud ÖZGÜR, 30 Aralık 2012
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?! / Hayrullah Mahmud ÖZGÜR

İletigönderen Oğuz Kağan » Sal Oca 01, 2013 11:03

RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' V ve/veya Bugün Aslında Dündü?!

7 DAKİKA / “FECRİKAZİP”TEN “FECRİSADIK”A YA DA “YALANCI TAN”DAN “GERÇEK TAN” VAKTİNE DOĞRU?!

SEZER’DEN ERDOĞAN’A YENİYIL MESAJI YA DA İNCİL’DEKİ 7 ÖLÜMCÜL GÜNAH?!

Sezer'den son nokta?!


Cumhurbaşkanı, hükümete uyarı niteliğinde bir yeni yıl mesajı yayımladı: Türklük, etnik kimlikleri yadsımaz. Ulus kimliği, ırksal, dinsel ögelere dayanmaz. Dokunulmazlık yakışmıyor!

ANKARA / Milliyet

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, yeni yıl mesajında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın başlattığı alt kimlik-üst kimlik tartışmasında dile getirilen görüşleri eleştirerek, "Ulusal kimlik tekil devletin güvencesidir. Türk ulusu, siyasal bir birliktir" dedi.
Cumhurbaşkanı Sezer, "Cumhuriyet'in temel niteliklerini ilgilendiren sonuçsuz tartışmalarla gündem yaratmaya uğraşmak yerine, gerçek sorunlara eğilinmeli" ifadeleriyle hükümete mesaj verdi.
Sezer, hükümete göndermeler de içeren yeni yıl mesajında şu uyarılarda bulundu:
ULUS KİMLİĞİ TOPLAM: Kurucu öge; tek devlet, tek ülke ve tek ulustur. Ulusun adı, Yüce Önder'in şu özlü sözünde belirtilmiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir." Ulus kimliği, ortak çıkarların, ortak coşkuların, ortak duyguların ve ortak bir dilin toplamıdır.
IRKSAL, DİNSEL DEĞİL: Anayasamıza göre, Türk ulusu, siyasal bir birliktir ve tekil devlet yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Ulusal kimlik bilincini yerleştirmeden tekil devlet yapısını korumak olanaksızdır. Anayasa'daki ulusçuluk anlayışı, ırksal ve dinsel ögelere değil, gurur ve övünmede, sevinç ve tasada, hak ve ödevlerde, nimet ve külfette ortaklık ve birlikte yaşama isteği gibi değerlere dayanmaktadır. Toplumu oluşturan yurttaşların tek ulus çatısında toplanması, laiklikte olduğu gibi, farklılıklar korunarak birlikte yaşamanın en etkili yoludur.
'TÜRKLÜK' YADSINMAZ: Türk devletine yurttaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türk sayılması, Türk ulusunu oluşturan ögelerin etnik kimliklerinin yadsınması anlamına gelmemektedir. Tam tersine, "çoğunluk" içinde bulunan çeşitli etnik kökenli yurttaşların "azınlık" durumuna düşmesini önleme amacına yöneliktir.
AZINLIK AYRIMI YOK: Anayasa'daki "Egemenlik kayıtsız koşulsuz Türk ulusunundur" kuralı da "Türk Ulusu" kavramının, çoğunluk-azınlık ya da din ve ırk ayrımı yapılmadan yurttaşların tümünü kapsadığını göstermektedir. Tekil devleti hedef alan girişimler sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.
CUMHURİYET'E SAYGI: Siyasal kimliği ya da temsil ettiği makam ne olursa olsun, herkesin, Türkiye Cumhuriyeti'nin değerlerine, kurumlarına, egemenlik haklarına saygı göstermesi ve ülke gerçeklerini doğru değerlendirmesi gerekmektedir.
AB'YE LOZAN UYARISI: Bölünmez bütünlüğümüze zarar vermeyi amaçlayan, Lozan Antlaşması'nda yer almayan ve Türkiye'nin egemenlik haklarıyla bağdaşmayan kimi beklentilerin gündeme getirilmesine anlayışla yaklaşılması beklenemez. Lozan'ın tartışmaya açılmak istenmesi, anlamsız ve kabul edilemez. Dış dünyadan, Cumhuriyet'in nitelikleri ve devletin temel kurumları ile ilgili dayanağı olmayan açıklamalar yapılması bizleri başka düşüncelere götürmektedir. Türkiye, uluslararası alandaki ilişkilerinde başkalarının yönlendirmesi ya da istemleri doğrultusunda hareket etmeyecektir.
YARGI BAĞIMSIZLIĞI: Yargıç ve savcı adaylarının sınavının Adalet Bakanlığı'nca yapılması da yargı bağımsızlığı ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Tam bağımsız bir yargıdan söz edilebilmesi için, yargıç ve savcıların adaylığa alınma sınavının bağımsız bir kurul olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nca yapılması anayasal zorunluluktur.
DOKUNULMAZLIK OLMAZ: Yasama dokunulmazlığında kamu yararı açık değildir. Bir milletvekilinin kişisel eylemi nedeniyle dokunulmazlığa sahip olması, yasama erkinin yüceliğiyle bağdaşmamaktadır. Yolsuzlukla savaşımda başarılı olunabilmesi, yasama dokunulmazlığının kaldırılmasıyla yakından ilgilidir. yasama dokunulmazlığının kaldırılması, toplumsal beklentilere olumlu yanıt oluşturacaktır.
BARAJ ADALETSİZ: Oy kullanan seçmenin yaklaşık yarısına ilişkin siyasal görüşün parlamentoda temsil edilmediği bugünkü seçim sistemini temsilde adalet ilkesiyle bağdaştırmak olanaksızdır. Önemli olan, kabul edilebilir bir "baraj oranı" ile duyarlı dengeyi sağlayabilmektir.

Erdoğan ne demişti?

Açıklamalarında "Türklüğü" de "alt kimlikler" arasında sayarak tartışma yaratan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Sezer'in uyarısına da hedef olan bazı değerlendirmeleri şöyle:
Türk Türk'üm, Kürt Kürt'üm, Laz Laz'ım, Çerkez Çerkezim diyebilecek. Biz buna alt kimlik diyoruz. Hepimizin üst kimliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır.
İnsanların ben Gürcü'yüm, ben Laz'ım deme hakkı var. Sen kalkıp da "Kürt'üm demeyeceksin ha" dersen isyan başlar.
Bizde etnik unsurlar din bağıyla bağlıdır. Herkes kendi alt kimliği ile övünebilir. Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle, Laz Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik açısından söylüyorum. Ama bizi üste bağlayan kimlik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır.

***

BEYAZ SKANDAL! BUSH, ERDOĞAN’LA 7 DAKİKA GÖRÜŞTÜ!

7 Dakika!


Televizyonun tek kanallı olduğu yıllardı...
Erovizyon şarkı yarışmaları Türkiye’de ilgiyle izlenirdi.
Semiha Yankı, “1 dakika” şarkısıyla yarışmada sonuncu olmuş, üzülmüştük...
Fakat...
Bu defa daha da üzüleceğiz!
Neden mi?!
Anlatayım:
Malesefki, onca tantanasına rağmen, Erdoğan, ABD Başkanı Bush ile ancak 7 dakika görüşebildi.
Evet yanlış okumadınız!
7 dakika!
Yazı ile “yedi” dakika!
Erdoğan’ın adamları tarafından bir saate yakın sürdüğü iddia edilen görüşme net 7 dakika sürdü!
Çünkü, ABD Başkanı Bush’un adamları, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve adamlarını, Beyaz Saray’ın kapısından içeri adım attıktan sonra, görüşme öncesinde 30 dakika bekletti.
Yazı ile otuz dakika!..
Bush ile Erdoğan arasındaki tantanalı görüşme ise “hoşbeş faslı” ve “tercüme” dahil net 7 dakika sürdü.
Bu bir rezalet!
Bu bir skandal!
Başbakan Erdoğan, basın mensuplarının sorularını cevaplarken, ısrarla “Görüşmede geçmeyen konuları sormayın” diye ikaz ediyordu.
Bu kadar kısa sürede...
Kıbrıs...
BOP...
AB...
Kuzey Irak’taki PKK varlığı..
Bazı savunma ihaleleri...
Ekonomik sorunlara ilişkin kabarık dosyalar...
Nasıl görüşülebilirdi?!
Hak vermek lazım!
Tercümeler de göz önüne alınacak olursa, bu kadar kısa sürede bu kadar çok konu, nasıl görüşülebilsindi?!
Eski hariciyecilerin “Acayibül garaip” dedikleri bu olsa gerek!
Erdoğan’ı “Mehdi” ilan eden taze Başsözcüsü Akif Beki açıklasa da bizler de öğrensek!

7 DAKİKANIN MUCİDİ

Peki bu 7 dakika skandalının altında ne yatıyor?1
Tabii ki, ihtiraslı bir Belediye Başkanı’nın son bulmayan Başbakan olma isteği!
Bu öyle bir ihtiras ki, Erdoğan’ı harcayacağım derken, Başbakanlık makamını bile istiskal etmekten çekinmeyen bir iktidar hırsı!
Erdoğan’ın, Beyaz Saray’daki görüşmesinin başarısız geçmesi için çalışan Büyükşehir Belediye Başkanı’nın kim olduğunu tahmin etmişsinizdir.
Hadi, bir ipucu da verelim, adının ilk harfi “İ.” ikinci adının ilk harfi ise “M” ile başlıyor...
İşte bu Belediye Başkanı’nın, ABD ile ilişkilerinin çok iyi olması ile böbürlenen tombul danışmanı, Musevi lobileri nezninde çok önemli temaslar yapıyor.
Görünen o ki, 100 milyon dolarlarla taçlanan temaslar, görüşmenin 7 dakika gibi sadece tokalaşma seromonisi ile gerçekleşmesini sağlamaya yetmiş de artmış bile!..
Yani...
Sade bir “Belediye Başkanı”yken, Beyaz Saray’da ağırlanarak “Başbakan”lık yolu açılan Erdoğan, meslektaşı bir başka “Belediye Başkanı”nın operasyonu ile büyük bir hezimete uğruyordu.
Siyasi tarihçiler, bu ziyareti tarihe “Erdoğan’ın Başbakanlığı, Beyaz Saray’da, Belediye Başkanı titrindeyken başladı, Başbakanken, 8 Haziran 2005 tarihinde son buldu” diye not düşecekler.
8 Haziran 2005 Çarşamba, Erdoğan için 17 Aralık’tan sonraki en önemli dönüm noktası olacak.
Hepiniz, bu tarihi ajandanıza not edin.
Çünkü, 8 Haziran “Anadolu ihtilali” diye halka yutturulmaya çalışılan Soros operasyonunun dibe vurduğu tarih olarak kayda geçecek.
Şimdi, Türk siyasetinde, yeni iktidar arayışları ve AKP için son çırpınışların olduğu dönem başlıyor.

HOŞTAYYİBİ FASLI

Ve...
Son olarak...
Erdoğan’ın, Beyaz Saray’a uzanan randevu isteğinin perde arkasına gelince...
Bu isteğin perde arkasında da tam anlamıyla bir skandal yatıyor.
Çünkü ABD Hükümeti’nin böyle bir randevu talebinden haberi yok!
Çünkü Erdoğan, Bush’tan randevuyu, ABD ve Türk Devleti’nin yetkili organları kanalı ile değil, iki Musevi lobisi kanalı ile Egemen Bağış’ın aracılığıyla istiyor.
Bu iki Musevi lobisi randevuyu alamayınca, Türk medyası üzerinden Erdoğan’ın, İsrail ziyaretini gündeme getirip, “ABD yönetimi, Başbakan Erdoğan’ın Tel Aviv üzerinden Washington DC’ye gelmesini istiyor” diye yanıltıyorlar.
Malesefki, kargaları bile güldürecek bu isteğe, AKP Eş Genel Başkanı Erdoğan inanıp İsrail’e gitti.
Erdoğan’ın, İsrail’e gidişi ile birtakım rant çarkları da dönmeye başladı.
ABD’den randevunun kotarılması için bazı savunma sanayi ihalelerinin İsrail’e verilmesi gerektiği yönünde lobi yapılarak, herkesin nasipleneceği bir başka ihale pazarı oluşturuldu.
Ve...
Musevi lobileri ancak diplomaside “Hoşamedi faslı” denilen “tokalaşma ve halhatır sorma faslı”yla sınırlı bir randevuyu koparmayı başarabildi.
Tahminim o ki, bu ziyaretten sonra diplomatlar bu fasıla “Hoştayyibi” faslı diyecekler.
Bu arada, Erdoğan’a bazı savunma sanayi ihaleleri, ABD silah şirketlerine verilirse, Bush ile görüşmenin rakam ile “1,5” yazı ile “bir buçuk” saate çıkabileceği telkinleri yapılarak, yine bir başka yanlışa düşmesi sağlandı.
Bu sayede yine herkesin nasipleneceği bir savunma sanayi pazarı Washington DC’de kurulmuş oldu.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Bush’la yanyana fotoğraf çektirebilmek için yüzmilyonlarca doları, babasının parası gibi yabancı şirketlere ikram etti.
Tabii ki bu işin “tamamen duygusal hediyesi”ni de unutmamak gerekiyor.
Başbakanlığa akredite olmayan bir gazetecinin gözü ile bir Beyaz Saray ziyaretinin perde arkası böyle!
Akredite olan meslektaşlarım ne yazacak onu hep birlikte göreceğiz...
Ama...
Ortada bir gerçek var ki, o da, hem Başbakan Erdoğan’ın hem de “Hocam” diye hitap ettiği Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün bu ziyaret öncesinde “ABD ile ilişkilerimiz çok iyi” mealinde yaptıkları açıklamaların, 7 dakikalık görüşme sonrasında, ne denli gerçekçi olduğunu varın siz takdir edin.
Haziran çok sıcak gelişmelere gebe!
Daha doğru ifade ile bu yaz çok sıcak geçecek!

Hayrullah Mahmud
8 Haziran 2005


***

7 DAKİKALIK SEYAHAT & BAŞBAKAN ERDOĞAN’A, “AT SİNEĞİ” ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ?!

At sineği?!


Okullar kapandı!
Tüm öğrencilere iyi tatiller!..
Yakında siyaseten tatile girecek olanlara da iyi kestirmeler!
Bush’un, Erdoğan ile net 7 dakika görüştüğünün kulislere düşmeye başladığı dakikalarda, ben 7. sınıfa takdirle geçen büyük kızımın karnesini görmek için Ankara’dan İzmir’e doğru yola çıkmıştım.
Cumartesi günü ise küçük kızımı görmek için İstanbul’daydım...
Pazar günü ise yeniden Ankara’da!..
Ki...
İstanbul ziyaretim sirasında, uzun zamandır görmediğim dostlarımla Nişantaşı’nda buluştuk, sohbet ettik.
Maral Öztekin, Tümer Ongun, Taylan Morova...
Hasret giderdik.
Bir ara yemek yediğimiz restoranın sahibi yanımıza geldi.
Taylan Bey, “Gazeteci dostumuz, Ankara’dan geldi” diye takdim etti.
Restoran sahibi beyefendi hiç duraksamadan “Bir daha dünyaya gelirsem, bende gazeteci olmak istiyorum. Çok güzel meslek” dedi.
“Neden?” diye sordum.
Keşke sormaz olsaydım.
Aldığım cevap mesleğimin içine düştüğü durumu çok güzel özetliyordu:
“Neden olacak, ne güzel dünyanın her yerini dolaşıyorsunuz! Bir de üstüne para kazanıyorsunuz! Bundan güzel meslek olur mu?!”
Derin bir iç çekip, “Haklısınız” niyetine beyefendiye başımı salladım.
Uğur Mumcu’nun canını verdiği mesleğin geldiği son nokta buymuş demek ki!

Bla bla bon?!

Eskiler “Yediğin içtiğin senin olsun, sen gezdiğini gördüğünü anlat” derlerdi.
Malesefki bazı meslektaşlarımız gördüklerini dahi anlatmaya çekiniyorlar.
İşte son haftanın gündemi:
Erdoğan-Bush görüşmesi!..
Bırakın görüşmenin içeriğini, seyahatin paralarını hem de en yüksek fiyattan patronları ödediği halde, bazı meslektaşlarım gördüklerini dahi yazmaya çekiniyor.
Fransızlar’ın “Bla bla bon” dedikleri türden içi boş hayali satırlar.
Buradan açık ve net yazıyorum:
Erdoğan - Bush görüşmesi net 7 dakika sürdü.
Görüşme öncesinde, Bush, Erdoğan ve ekibini 30 dakika bekletti.
Erdoğan ve adamları “Oval Ofis”e alındığında hiçbir siyasi konu konuşulmadı!
Ne Suriye, ne Irak ne de başka bir şey!
Sadece, “eşler ve çocuklar nasıl, siz nasılsınız” kabilinden selamlaşmanın, hoşbeş faslının ardından medya içeri alındı ve toplu fotoğraf çektirildi.
Tüm gezi bundan ibaret!
Fehmi Koru’nun derin “At sineği” mevzusuna gelince...
Evet, böyle bir hadise yaşandı!
At sineği özel olarak ofisin içine salındı!
II. Tezkere öncesinde, Devlet Bakanları Yaşar Yakış ve Ali Babacan’ı “At Pazarlığı yapmakla” suçlayan Beyaz Saray yönetimi, bu defa da “At sineği” üzerinden Türkiye’ye mesaj verdi.
“Mesaj neydi?!” diye soranlarınız olabilir.
Hemen cevaplayayım:
İktidara gelmeden önce “Beni Başbakan yapın, her istediğinizi yaparım” diyen zat’a, açık ve net iki mesaj verildi.
1-Sinek küçüktür mide bulandırır! Midemizi bulandırmaya başladınız
2- Böyle devam ederseniz, sizi at sineği gibi ezeriz! Yönetimden gidiş süreciniz başladı! Kendinizi koltuktan düşmeye hazırlayın!

Dalkavuklara son ihtar

Bu satırları Başbakanlığa “akredite” olmayan ve olmayı reddettiği için de işinden edilen bir gazeteci olarak yazıyorum.
Başbakanlığa “akredite” gazeteciler de okuyucularını bilgilendirmek için lütfedip araştırırlarsa, bu satırlarda kayıtlı bilgilere ulaşabilirler.
Hatta...
Hadiseyi, benim yerime maaşlı elemanını temsilci atamaya dek vardıran ve bana komşu olmakta ısrar eden bir belediye başkanı ile onun gazetecileri de araştırabilir.
Hülasa; görüldüğü gibi bu yazıda da seyahat vardı. Ama haber de vardı. Sizi ilgilendiren kısmı da haberle ilgili olanıydı değil mi?!
Yoksa benim yaptığım beni ilgilendirir!
Size faydası ne?!
O zaman kendilerine tahsis edilen sütunu, doğru kullanmayan meslektaşlarımı uyarın.
Tabii ki, doğru yazmayan, okuyucuyu yanıltan, iktidara yaranma sevdasında olanları da!
Minik kuşları tombullaştığı için esas mevzuları atlayanları da ikaz edin!
Hatta geçen yıl “Etrafımda dalkavuklar var” diye isyan eden, Başbakan Erdoğan’a “dalkavukluk” etmeye devam eden meslektaşlarımı ısrarla ikaz edin.
Onları yattıkları kış uykusundan uyandırın.
Çünkü onlar hala Erdoğan’ı, 10 yıllığına iktidara geldi sanıp, bağlılıklarını sunmaya devam ediyorlar.
Önümüz kış!
Yoksa yazık olacak, işsiz kalacaklar!
Türkiye’nin bu renkli simalardan mahrum kalmasını istemem.

Hayrullah Mahmud
14 Haziran 2005


***

MR “GADFLY” YA DA “BAY TACİZCİ”

7 dakikada Washington


Bundan çok kısa bir süre önceydi!..
Milliyetçi İnsiyatif’te “Bu vadi başka vadi! Ultra Türkler geliyor!” başlıklı yazım, daha yeni yayınlanmıştı.
Ankara’da bir dostumun ofisinde, ABD Siyasi Müsteşarı John W. Kunstadter ile ayaküstü laflıyorduk.
ODTÜ’de öğrencilere yaptığı açıklamaya binaen “Haklısınız, size canı gönülden katılıyorum. Derin devlet olmamalı. Devlet olmalı! Ama devletin hali ortada” dedim.
“Ya evet!” dedi.
Gülüştük!
Adını “Ultra Türk” diye taktıkları oluşumdan en çok şikayet eden, “Operasyonlarımızı bozuyorlar” diye yakınanların başında Kunstadter’ın kendisi geliyordu.
Zaten, devletin tepesinin hali de gerçekten içler acısıydı!
ABD Siyasi Müsteşarı Kunstadter ile sohbet ettiğimiz sırada, AKP Genel Başkanı Erdoğan, daha ABD Başkanı Bush’tan randevu alamamıştı!
Çünkü ABD Dışişleri’nin böyle bir randevu talebinden “resmen” haberi yoktu!
Ne var ki, Egemen Bağış’ın yürüttüğü randevu organizasyonundan, Türk Dışişleri’nin de “resmen” haberi yoktu.
Erdoğan’ın, ABD Dışişleri’ni by-pass edip, İsrail üzerinden, iki Yahudi lobisi aracılığı ile randevu alma çabasının neticesi ise ortada!
1970’li yılların bir film afişinde yazdığı gibi:
“5 dakikada Beşiktaş!”
O film 2005’te çekilmiş olsaydı, filmin adı muhakkak şöyle olurdu:
“7 dakikada Washington DC!”

MR GADFLY & BAY TACİZCİ

Nitekim...
15 Haziran tarihli Milliyet Gazetesi’nde, Melih Aşık’ın köşesinde, küçük kızım Gülzeynep’in sevgilisi Aytunç Altındal’ın şu satırları yer alıyordu:
At sineği, İngilizcede “gadfly” olarak adlandırılır. Bu sözcük 1960'larda ünlü Nobel Ödüllü iktisatçı ve diplomat Prof. Kenneth Galbraith tarafından ABD Dışişleri terminolojisine sokulmuştu. Türkçesi düpedüz ‘tacizci’ demektir.
Bunu da deneyimli her diplomat bilir, Başbakan'ın danışmanları hariç!
Prof. Galbraith, Nixon döneminde ABD'nin Hindistan Büyükelçisi idi ve CIA ile KGB arasındaki gizli görüşmeleri yönetmişti.
Prof. Galbraith, "Affluent Society" adlı bir kitap yazdı ve bu "At sineği: gadfly" (tacizci) kuramını ilk kez bu kitabında dile getirdi. Ona göre ABD'nin gelişmesini engelleyen antiamerikancılar, atsinekleri yani “gadfly” idiler.
Biliniyor ki, Başkan Bush'un odasına bırakın sineği, mikrop bile giremiyor. İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor: Acaba bizimkinin tacize varan ısrarcılığı bilindiği için mi ofis görevlilerinden biri kasten içeri at sineği bıraktı?
Nereden çıktı bu sinek?
Not: Webster'e göre GADFLY: Purposely annoying and provoking person...
Yani: Kasten can sıkıcı ve kışkırtıcı kişi...
İşte Erdoğan’ın “7 dakika” ile sınırlı tutulan “Beyaz Saray” ziyaretinin manzara-i umumiyesi ortada!
ABD Dışişlerini “by-pass” edip, iki Yahudi lobisi üzerinden randevu alma çabasının, geldiği nokta da araştırmacı-yazar Altındal’ın o satırlarında gizli:
“Acaba bizimkinin tacize varan ısrarcılığı bilindiği için mi, ofis görevlilerinden biri kasten içeri at sineği bıraktı?”
Eğer o sineği kasten birileri içeri bıraktıysa, bence o kişi ABD Dışişleri’nde aranmalı!
AKP’nin “At pazarlığı” ile başlayan Beyaz Saray yolculuğu...
“At sineği” mesajı ile son buldu!

ŞU ÇILGIN TÜRKLER

Ki...
28 Şubat sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin aldığı hasar, az buz bir hasar değildir!..
3 Kasım seçimleri sonrasında iktidara gelen, Soros destekli AKP iktidarının “eşbaşı” Erdoğan’ın, Türkiye’ye yapmaya çalıştıkları da yenilir yutulur cinsten değildir.
Star’dayken, Erdoğan’ın “Başbakan” olmak için “Genelkurmay Başkanı Özkök” ile arasını yapması için Wolfowitz’e yazdığı mektubu yayınlamıştım.
Bir kısım medya, bir kısım siyasi parti, bir kısım yargı mensubu, bir kısım Paşa bu mektubu görmezden gelmeyi tercih etmişti!
O mektup, “Şiir gibi” diye tasvir edilen ortama, sıkılmış limon tadındaydı.
Ama...
Şimdi her şey gün gibi ortada!
Güneş balçıkla sıvanamıyor!
AKP’yi iktidara getiren güçler, şimdi “at sineği” gibi ezmekten bahsediyorlar.
ABD Siyasi Müsteşarı John W. Kunstadter da, ODTÜ’de yaptığı konuşma sırasında “Bir kahvenin 40 yıl hatırı vardır, yeniden kahve içmenin zamanı gelmedi mi?!” diye soruyordu.
Misafirperver milletizdir!
Muhakkak ki, Ankara’da bir yerlerde birileri kendisine hem Türk kahvesi ikram etmiş hem de nerede yanlış yaptıklarını yüzüne anlatmıştır!
Bu vatan kolay kurulmadı!
Üç beş çapulcunun satabileceği kadar da temelsiz değil!
Herkese yaşı geç dimağı genç Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabını okumasını tavsiye ederim.
Vatanını seven Türkler’in yeni Nutuk’u olacağına inandığım bu eseri, Türkiye’yi bölmek isteyenlere de şiddetle tavsiye ederim.
Kimlerle dans ettiklerini, bir kez daha görmeleri, yol yakınken hatalarını anlamaları için!...
Ve... Son olarak...
İngiliz atasözüdür:
“Rüzgar eken fırtına biçer!”
Şimdi hasat zamanı!

Hayrullah Mahmud
16 Haziran 2005


***

BUSH’TAN ERDOĞAN’A MESAJ: İNCİL’DEKİ 7 ÖLÜMCÜL GÜNAHI İŞLEDİN!

Tayyip’in 7 ölümcül günahı?!


Yer; Ankara...
Günlerden; çarşamba....
Zaman; ikindi vakti...
Bir avukat dostumun, “Yeni Dünya”dan ziyaretçileri vardır.
Sohbet, Erdoğan’ın son ABD ziyareti üzerinde hararetle devam etmektedir.
ABD’li uzman arkadaşıma dönüp, şöyle der:
“Her şey sizin medyanın gösterdiği gibi toz pembe değil! Türk gazeteleri, gezi iyi geçti diye yazıyor; ama gerçekler çok farklı!”
Bunun üzerine avukat dostum “Ne gibi?!” diye sorar.
ABD’li uzman, “Burasını iyi dinle” der ve sözlerine şöyle devam eder:
“Erdoğan, 50 dakikalık Beyaz Saray ziyaretinin, 30 dakikası Başkan Bush’u beklemekle geçirdi. Geriye 20 dakika kalıyor. O sürede de Oval Ofis’e geçildi, davetsiz misafir ‘At sineği’ öldürüldü, ardından medyaya poz verildi. Ziyarette hal hatır sormanın dışında, hiçbir şey konuşulmadı. Net görüşme süresi, tercümeler dahil 7 dakika!”
Avukat dostum, bunun üzerine misafirinin sözünü keser.
Çekmecesinden bir yazı çıkarır!
Bush-Erdoğan görüşmenin ertesi günü Milliyetçi İnsiyatif’te yayınlanan “Yedi?!” başlıklı yazımı muhatabına uzatır.
Yayınlanış tarihine işaret ederek, “Biz görüşmenin kaç dakika geçtiğini biliyoruz, siz tam olarak bunlardan desteğinizi çektiniz mi, ondan haber verin!” der.
Bu defa da, aldığı cevap karşısında şaşırma sırası arkadaşıma gelmiştir.
Çünkü ABD’li konuğun cevabı bir hayli nettir:
“Her şey 7 dakikanın içinde gizli. Bundan daha net ne mesaj bekliyorsunuz, anlamadım!”

NEDEN, NET 7 DAKİKA?!

Nitekim...
Beyaz Saray’da, Bush-Erdoğan görüşmesinin ardından “diplomasi koridorları”na sızan bilgiler de aynı mahiyetteydi!
Israrla görüşmenin “Net 7 dakika” sürdüğünün altı çiziliyordu!
Ankara’da, güvenlik bürokrasisinden dostlarımla görüştüğümde de, karşıma aynı rakam çıkıyordu:
“Net 7 dakika!”
ABD Dışişleri Bürokratları da Erdoğan-Bush görüşmesi ile ilgili yaptıkları değerlendirmede de, nazikçe aynı hususun altını çiziyorlardı:
“Net 7 dakika!”
Avukat dostumu ziyaret eden ABD’li misafirler de, aynı rakama dikkat çekmişti:
“Net 7 dakika!”
Ha “7” ha “20”, ha “50” ne fark eder ki?!
Büyüklük küçüklükten öte, önemli olan işlev değil mi?!
Acaba, “At sineği”nden sonra, “Net 7 dakika”nın altında da “Da Vinci’nin Şifresi” gibi bir başka mesaj mı gizli?!
Bu kadar dar zaman aralığında, art arda not düşülen “Net 7 dakika” sözleri, bir raslantı olmasa gerek!
Al Capone yasası, burada da işliyor!
“Mutlaka bunun içinde bir mesaj gizli olmalı?!”
O halde mesaj neydi?!
Beyaz Saray, Erdoğan’a “At sineği” ile “Bize yapıştın, sürekli taciz edip rahatsız ediyorsun, midemizi bulandırıyorsun” derken...
“Net 7 dakika” ile de İncil’de bahsi geçen “7 Ölümcül Günah”a atıf yapıyor olmasındı?!
Yeni Ahit’te “7 ölümcül günah” şöyle sıralanır:
1- Oburluk
2- Açgözlülük
3- Tembellik
4- Şehvet
5- Kibir
6- Öfke
7- Kıskançlık
ABD’yi, “Evangelist” olduğunu açıklayan, koyu dindar bir Başkan’ın yönettiği düşünülecek olursa, “Net 7 dakika” mesajı daha bir önem kazanıyor!
David Fincher’ın yönettiği, başrollerini Morgan Freeman ve Brad Pitt’in oynadığı “7 / Seven” filmini izleyenler hatırlayacaktır.
“7” filminde “7 ölümcül günah”ı işleyenleri, kendi yöntemleriyle öldüren bir seri katil ve onun peşindeki iki polis dedektifinin çabaları anlatılıyordu!
Beyaz Saray da diplomasi koridorlarına “At sineği” ile birlikte sızdırdığı, “Görüşme net 7 dakika sürdü” mesajı ile Başbakan Erdoğan’a “Bizim için önemli 7 günah işledin, şimdi de cezasını çekeceksin!” demek istemiş olabilir mi?!
Neden olmasın?!
Çünkü son günlerde Ankara ve İstanbul’da dolaşan bazı ABD’li ziyaretçiler, görüşmenin ısrarla “Net 7 dakika” sürdüğünün altını çiziyorlar.
O halde, Erdoğan’ın ABD’yi kızdıran günahları neler olabilir?!
İşte, Washington’dan Ankara’ya yansıyan Erdoğan’ın “7 Büyük Günahı”:

YEDİ BÜYÜK GÜNAH

1- Oburluk: Belediye Başkanlığı döneminden kalma kötü alışkanlıklarını, Başbakanlık görevine geldiğinde de sürdürdün. Belediye Başkanı olmak ile Başbakan olmak arasındaki farkı anlayamadın. Akçeli ihalelerden gözünü alamadın. Rant getiren işlerin peşini bırakmadın. Yedikçe şiştin, şiştikçe göze battın! Biz seni hızlı icraat yapabilesin diye iktidara güçlü getirdik! Ama sen “obur”luğun yüzünden sürekli taviz verir duruma düştün! Bıraktık Türkiye’yi kabinene bile hakim olamadın.
2- Açgözlülük: Sana verilenle, verdiklerimizle yetinmedin. Daha fazlasını istedin. Verdiklerimize karşılık bir de bizimle pazarlık yapmaya kalktın. “Açgöz”lülük yaptın. Senin iktidara gelmen için bizim yaptığımız çalışmaları küçümsedin. Ucunu gördüğün her hediyenin peşinde koştun! Dokunulmazlık zırhına fazla güvendin!
3- Tembellik: 3 Kasım seçimlerinde, AKP’nin iktidara gelmesi için çok çaba sarf ettik. Sana neredeyse dikensiz gül bahçesi içinde bir Başbakanlık koltuğu hediye ettik. Muhalefetinden TÜSİAD’a, TOBB’a, medyaya, sivil-asker bürokrasiye dek senin icraat yapman için tam anlamıyla büyük bir konsensus sağladık. Ama sen tüm bunları gözardı ettin. İşleri savsakladın. Hediye peşinde koşturmaktan, bize verdiğin sözleri tutmaya sıra gelmedi! Tembellik ettin. Bu desteğin ilahinahiye süreceğini zannettin. Enerjini yanlış yerde harcadın! Sabrımızı taşırdın! Sabırları taşırdın!
4- Şehvet: Bizim Kissinger, “İktidar en büyük afrodizyaktır” der. Sende iktidar koltuğuna oturunca, hızla “güç zehirlenmesi”ne uğradın. Dünyanın etrafında döndüğünü zannettin. Dün küfrettiğin Avrupalı liderlerle aynı fotoğraf karesine girmek, senin ve eşinin başını döndürdü. Sana sağladığımız iktidar koltuğunun “şehvet”ine kapıldın. Kendini dahi kontrol edemez hale geldin!
5- Kibir: Çevrendeki bazı dalkavukların etkisiyle de kendini “bulunmaz Hint kumaşı” zannetmeye başladın. İşi “Mehdi”liğini ilan etmeye dek vardırdın. Atatürk’ten sonra Türkiye’nin yeni kurucu lideri olacağın safsatasına fazlasıyla inandın. Menderes kadar iktidarda kalacağını zannettin. O yüzden de icraat yapmak yerine “Japon turist” hastalığına yakalandın. Bulduğun her fırsatta yabancı liderlerle Japon turistler gibi bol bol fotoğraf çektirdin. İş poz vermekle olsaydı, tüm modeller Başbakan olurdu! Aradaki farkı anlamadın!
6- Öfke: Kendi beceriksizliğini örtmek için her kesimle kavga ettin. İşadamlarını “mama” istemekle, medya mensuplarını “iş takip etmek”le suçladın. Bir Başbakan’ın görevinin her kesimin derdini dinlemek olduğunu unuttun. Sivil-asker bürokrattan tut da, ekonomik sıkıntısını anlatan sade vatandaşa dek, karşında kimi bulursan fırçaladın. Yıllardır aylık 10 bin dolar limitinde yaşadığın, gerçek anlamda işhayatının içinde bulunmadığın için sokağın nabzını iyi tutamadın. Bu yüzden de seni iktidara taşıyan kesimle arandaki köprüleri kolayca attın. Siz Türkler’in (Pardon sen Türk değildin unuttuk, kusura kalma) atasözüdür, “Öfke, baldan tatlıdır” dersiniz. Demek ki, milleti fırçalamayı sevdin. Ama Türkler’in bu anlamda “keskin sirke küpüne zarardır” diye bir başka atasözü olduğunu unuttun! Öfken yüzünden “sabır küpü”nü çatlattın! Bu yüzden de seni iktidara taşıyanları öfkelendirdin.
7- Kıskançlık: Devleti hiç tanımıyorsun. Senin devleti tanımadığını bildiğimiz için, iktidara gelmene yardımcı olduk. “Elmas ustaları”nın yapamadığını, belki “elmas çırağı” olarak sen başarabilirsin diye! Ama olmadı, başaramadın! Okuduğu şiir yüzünden hapisten çıkmış, sade bir Belediye Başkanı’yken seni Beyaz Saray’da ağırladık. Ama Başbakan olunca, bize verdiğin sözleri unuttun. Yanına verdiğimiz adamları da dinlemedin. Devleti ve yönetimi senden daha iyi bilenlerin öğütlerini kulakardı ettin. Her kesim sen başarılı olabilesin, reformları gerçekleştirebilesin diye sustu! Askerler dahi ağızlarını açmadılar. Sen buna rağmen bir şey yapmadın. Senden bilgili olanları kıskandın. Gücendirdin! Sana “yanlış yapıyorsun”, diyen herkese düşman gözüyle baktın. Desteğimizi sonsuz zannettin. Biz, icraat üreten, Özal örneğinde olduğu gibi, yönetimin arkasında dururuz. Hiçbir şey yapmasa da yapabilme ihtimalini satın alır, medyamızda destekler, parlatırız. Ödüller veririz. Ama sen bunu da anlamadın. Bu yüzden yıldızın hızla sönmeye başladı. Ampulu sen patlattın. Başarısız oldun. Şimdi senden Türkiye’de yapamadıklarının hesabını soracaklar. Sakın bizden yardım bekleme. Çünkü hem seçmenine, seni iktidara taşıyanlara hem de sana büyük destek veren bize ihanet ettin! Artık kendinle başbaşasın!..
Mesaj net değil mi?!
Erdoğan’ın günah defteri hem içte hem de dışta bir hayli kabarık!
Son ABD ziyaretinde Beyaz Saray, Erdoğan’a net olarak şu mesajı veriyor:
“Seni iktidara taşıyan şartları, geçmişini unuttun! Şimdi sıra bu büyük 7 günahın bedelini ödemeye geldi. Balayı bitti! Kendine barınmak için yeni bir kapı ara!”

METRES HAYATI

Ki...
Daha önce Sabah ve Habertürk’te, sonrasında star’da da yazmıştım...
Yeri gelmişken buradan bir kez daha tekrarlayayım!
ABD, hükümetlerin iyi ve kötü gününde yanında olan nikahlı eşleri değildir.
Hiçbir yönetimle “Katolik nikahı” kıymaz.
İktidara gelmesine destek verdikleri yönetimlerle “metres” hayatı yaşarlar!
Temel kural bellidir:
Sadece “sağlıkta ve iyi günde”!
İstekleri gerçekleştiği, kamuoyu desteği devam ettiği sürece...
Görünen o ki, Erdoğan bu gerçeği ıskalamanın bedelini, hem “itibar”ından olarak hem de aldığı “hediye”leri yitirerek ödeyecek!..
Her ne kadar Erdoğan, şimdilerde kendine yeni barınma adresi olarak Almanya’yı seçmiş olsa da, bu ona aradığı huzuru vereceğe benzemiyor!
Son olarak kamuoyuna perde arkası Almanya olan medya üzerinden verdiği mesajda, bu paniğin derin izleri seziliyor!
AB’ye de, 17 Aralık’la başlayan, bayrak indirmekle devam eden, Ermeni soykırımını tanımakla Türk kamuoyunda “infial” çıtasını yükselten bir siyasi iklim hakim!
3 Ekim müzakereleri başlamadan heyecanı yitti, gitti!
Gelişmeler böyle devam ederse, Başmüzakereci Babacan’ın Brüksel’e gitmesine gerek bile kalmayabilir?!
Erdoğan’ın Tercüman ve atv’nin düzenlediği “Beyaz İnci” ödül törenine, neredeyse kabinenin yarısı ile katılması, gövde gösterisinde bulunmasının ardında da bu psikoloji yatıyor!
Kendine yeni kapı bulma telaşı!
“Siz bana sırtınızı dönerseniz, bende Almanya’nın içerde ve dışardaki bağlantıları üzerinden iktidarda kalmaya devam ederim!”
Bu yüzden Belediye Başkanı olduğu dönemde cenaze arabalarını bile Mercedes yaptığını bir anda kamuoyuna hatırlatma ihtiyacı hissediyor.
Hülasa; Erdoğan’ın başbakanlığındaki Hükümet gidici!
AKP’nin içinden gelen çatırtının sesini sağır sultan dahi duydu!
Yerine yol haritasını Ankara’nın belirlediği yeni bir yönetim hazırlanıyor!
Kimse bir anda mucize beklemesin!
Ama devlet yere düşen itibarını “adım adım” ayağa kaldırıyor!
Herkes kendini yeni dönemde buna göre hazırlasın!
Son söz: Satanı satarlar! Kayıtsız kalana kayıtsız kalırlar!

Hayrullah Mahmud
20 Haziran 2005


***

ONU ÖYLE DEMEZLER, PEYNİR EKMEK YEMEZLER?!

Kanarya mı Baykuş mu?!


CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, aylar sonra ilk defa konuştu!
Hem de bir muhalefet lideri gibi konuştu.
Koltuğunda gözü olan Mustafa Sarıgül’e karşı kullandığı üslubun “tıpkısının aynısı”nı Başbakan Erdoğan’a karşı kullandı.
İşte Milliyet’in Ankara Temsilcisi Fikret Bila’ya söyledikleri:
"İzmir Valisi olayı, değerler sisteminin çöktüğünü göstermektedir. Artık bu hükümet yönetiminde saygınlık, sorumluluk gibi hiçbir etik değerin kalmadığı anlaşılmıştır. Bir ülkede Başbakan, ki örnek ve öncü olması gerekir, kuyumcudan hediye kabul ediyorsa, ancak kamuoyunun baskısıyla ve gönülsüz biçimde iade etmek zorunda kalıyorsa, bir başka kuyumcuya annesi adına hastane yaptırabiliyorsa; yine bir başka işadamının verdiği bursla çocuklarını yurtdışında okutuyorsa... Daha başbakan olmadan batık banka patronlarının helikopterleriyle özel zirveler yapıyorsa, tabii o ülkenin valisi de aynı batık patronun biletiyle tatile gitmekte sakınca görmez. Bu anlayışa sahip bir Başbakan da, bu validen hesap sormaz, soramaz. Aynı hükümetin Maliye Bakanı için özel af çıkarılıyorsa, valiyi kime şikâyet edeceksiniz? Başbakan Başbakan'ken şirket kuruyorsa, kimi kime şikâyet edeceksiniz? Başbakanlık, bakanlık, valilik sorumluluk gerektiren, dikkatli ve özenli davranılması gereken, örnek olunması gereken görevlerdir. Ama bugün karşılaştığımız tablo, tam bir çürüme tablosudur."
Ki…
Baykal’ın “Gelecekte iki parti kalacak biri AKP diğeri CHP” kehanetinde bulunduğu partilerden Ak olanının başı, Recep Tayyip Erdoğan “cami” ve “Anıtkabir”i arkasına fon yaptığı “Ulusa Sesleniş” konuşmasında şunları söylüyordu:
"Bizim siyaset tasavvurumuzda ahlak ve siyaset arasında hasımlık değil hısımlık vardır. Siyaset, halkın yerine düşünmek, halka rağmen yapmak değil, halkla birlikte düşünmek, birlikte iş yapmaktır. Türkiye, bugün dünyada hakkında en çok konuşulan ülkelerden biri. Kim ne derse desin, Türkiye için bu bir iade-i itibardır. Türkiye'nin gücünü dağıtmasalardı, kaynaklarımızı telef etmeselerdi bugün çok daha ilerilerde olacaktık. Bir avuç sülük bu ülkenin kamu ve özel bankalarında 50 milyar dolarını talan ve yağma etti. Henüz tam olarak bunun hesabını görebilmiş değiliz. Yeni bir çağın eşiğindeyiz. Sağdan soldan gelen baykuş sesleri sizleri yanıltmasın. Geçiş döneminin ortaya çıkardığı kaos görüntüsü sizleri korkutmasın.”

TEZEK VE SİDİK?!

Yani...
“Cami” de arkamda, “anıtkabir” de yanımda mesajı!
“Şiir gibi” ortamın havasını bozmaya çalışan “baykuş”lardan korkmayın, “mihrabımız yerinde duruyor” güvencesi!..
Menderes’in iktidarının son günlerindeki halet-i ruhiyyenin tıpkısının aynısı!
O dönemde de görüntüde genelkurmay başkanınından bir kısım medyaya, işadamından bürokrata dek hepsi iktidarın yanındaydı!
Sonra?!
Sonrası ortada!..
Tezekle yapılan, sidikle yıkıldı!
Peki Erdoğan’ın bu mesajı kime?!
Kime olacak, medyaya...
Kime olacak; işadamlarına...
Kime olacak; sivil-asker bürokrata...
Kime olacak; sokaktaki saf temiz vatandaşa...
Kime olacak; yerlerse yabancılara...
Bıraktım taze medya patronu Turgay Ciner’in gazetesinde yayınlanan “Ak işadamları” listesini, Erdoğan’ın şu anki fotoğrafını alıp giyiminden kuşamına masaya yatırsanız, “Kasımpaşalı” imajının üzerine çizik atılalı bir hayli zaman geçtiğini görürsünüz.
Hatta...
Bu gösteriş ve depdepe düşkünlüğünü, amiyane tabiriyle “sonradan görmeliği” eleştiren yakın dostlarına Emine Erdoğan, “Siz bu işlerden anlamazsınız” diye çıkışıyor.
Keşke o ikazları dinleyip, şeytanlarına yenik düşmeseler!.. (Di!..)
Çünkü Şeytan, kibirin yanında saklı!
Yazık!..

GERDANLIK İADE EDİLMEDİ?!

Ki...
Baykal’ın altını çizdiği şu “gerdanlık skandalı”na da birkaç satır ben ekleme yapayım:
Birincisi o “gerdanlık” hiç iade edilmedi.
İade edilen basit ve ucuz bir parçaydı.
Gerdanlık ve broşun toplam değeri söylendiğinin aksine 100 bin dolar civarındaydı.
Eskiden olsa Rahmi Turan gönderirdi “Gölge Adam” Ertuğrul Akbay’ı müşteri kılığında o kuyumcuya, işin gerçeğini çıkarırdı ortaya.
Eskiden olsa Zafer Mutlu gönderirdi hiç düşünmeden Olay Tan’ı, Ramazan Öztürk’ü, Korcan Karar’ı, Figen Ünal Şen’i oraya, çıkarırdı işin doğrusunu ortaya.
Eskiden olsa Ufuk Güldemir yapardı aynı şeyi!
Reha Muhtar durmaz kendi giderdi, ama önceden gönderirdi Kubilay Tümen’i oraya, öğrenirdi işin doğrusunu, sonra da patlatırdı haberi!
Artık devir o devir olmadığı için kimse “Jaguar” hadisesinde olduğu gibi gerçeği merak etmiyor.
Bir dönem eski sol taze liberal kalemlerin küçümsedikleri Reha Muhtar haberciliğinin dahi yanına yaklaşılamıyor!
(Kim bilir belki birileri oraya bir ekip gönderip hazırlamıştır kasedi. Çarşaf çarşaf yayınlanan konuşma kayıtlarının bir benzerinde saklıdır gerdanlık hadisesinin içyüzü!)
Neden?!
Niye?!
Çünkü Türkiye, 3 Kasım seçimleri sonrasında tarihinin en büyük kuşatmasını yaşadı!
Cumhuriyet tarihinin en büyük (Soros) sivil-toplum çalışmasına maruz tutuldu!
“AB’den tarih verilecek” masalıyla devletin birliği dirliği yok edilmek istendi!
Malesef ki, bazı yüce Türk büyükleri de bu gelişmeleri “öküzün trene baktığı” gibi seyretmeyi tercih etti.
İnanıyorum, Reha Muhtar ekranlarda olsaydı, o şirin üslubu ile çekinmeden bunların hepsini söylerdi.
Vatandaş da doğruları, bir nebze de olsa duymuş olurdu.
Ya bugün?!
Aman Tayyip Erdoğan’ı kızdırmayalım yoksa bize özelleştirmeden bir şey koklatmaz havası hakim.
Yazık!

İMAM CEMAAT?!

Hala bazıları Karun kadar zengin olunsa da, “milyar dolarlar”ın bir işe yaramadığını... Yerli yabancı çok güçlü tanıdıkları olsa da adamın, “ihanet” edenlere kim olursa olsun, hangi görevde bulunulursa bulunsun, nasıl zulmediğini görmüş değil!
Oysa...
Onca canlı örnek var ortada!
Ama bazıları hala çok açgözlü, “daha daha” diyor!
“Vatan elden gidiyor, sıra sana geliyor” diyorsun, o hala “bana bir şey olmaz, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” havasında!
Yazık!
Ve...
Son olarak:
Ertuğrul Özkök her zaman olduğu gibi yine çok kibar yazmış, “İzmir Valisi Skandalı”yla ilgili... Hem Özkök’ün hem de Baykal’ın sözlerine kısa bir ek de ben yapayım...
Varın ülkenin ne halde olduğunu sizler daha iyi anlayın:
TMSF’nin el koyduğu Pamukova çiftliğinde, devletin namusu emanet edilmiş bir Bakan alem yapıyorsa, kim kime ne diyebilir?!
Kimden neyin hesabını soracaksın?!
İmam yellenirse, cemaat ne yapmaz ki!
İzmir Valisi, İçişleri Bakanı’nın akrabasıymış.
Eskiler boşuna, armut dibine düşermiş dememişler.
Düştü işte!..
Sonsöz: Kimin “Baykuş”, kimin “Kanarya” olduğunu çık kısa süre sonra hep birlikte göreceğiz. İrin Çuvalı paatladığında “Susurluk” bunun yanında Cin Ali’nin serüveni kalacak. İtalya’daki “Temiz Eller” benzeri bir şey! Unutmamalı ki, yakın tarihimizde “Odunu diksem milletvekili yaparım” diyenlerin sonu, yine iki odunun arasında bitti! İnsanın içinden, bu tür konuşmaları dinlediğinde, Sabah’ın itibarının zirvesinde olduğu günlerde, Zafer Mutlu’nun Umur Talu’ya yazdığı o tekerleme gibi cümleyi tekrarlamak geçiyor:
“Onu öyle demezler, peynir ekmek yemezler...”

***

***

“FECRİKAZİP”TEN “FECRİSADIK”A YA DA “YALANCI TAN”DAN “GERÇEK TAN” VAKTİNE DOĞRU?!

Şimdi “Fecrisadık” zamanı?!


Güzel bir öğle sonrasıydı…
İktidarda Ecevit’in Başbakanı olduğu koalisyon hükümeti vardı.
Erdoğan daha Türkiye ufuklarında belirmemişti.
“Büyük bir ideal” uğruna, Soros’un devlet yıkan sivil toplum çalışmalarının bir uzantısı olarak, gözlerden ırak bir tersanede inşa edilen “AKP yük gemisi”, daha denize indirilip İstanbul Limanı’na yanaşmak için yola çıkarılmamıştı.
İşte o günlerden birinde, Alarko Grubu’nun Eşbaşkanı İshak Alaton ile Boğaz manzaralı ofisinde laflıyorduk.
Üzeyir Bey daha hayattaydı!
O iğrenç suikaste de kurban gitmemişti.
İshak Alaton, bir dönem Genel Yayın Müdürlüğü ve Başyazarlığı’nı yaptığım Gözlem Gazetesi’nde yazarlık da yapmıştı.
O günlere dayanan güzel bir dostluğumuz vardı.

YALANCI TAN VAKTİ

İshak Bey, ısmarladığı sade Türk kahvemden bir yudum almama izin vermeden heyecanla sordu:
“Yahu sen bilirsin, günlerdir arıyorum bulamıyorum!”
“Neyi bulamıyorsunuz İshak Bey?” dedim.
“Sen bilirsin işte o hani günün en karanlık olduğu, sabahın da en yakın olduğu an var ya işte onun eski deyişini, dilimin ucunda bir türlü çıkaramıyorum.”
“Neyi aradağınızı anladım” dedim:
“Sizin arayıpta bulamadığınız iki kelimeden biri ‘fecrikazip’ diğeri de ‘fecrisadık’. Tan yerinde gün doğmadan beliren, sonra da kaybolan geçici aydınlık yani ‘yalancı tan’ anlamına gelen ‘fecrikazip’tir. Tan yerinde gün doğuncaya kadar süren kesiksiz aydınlık ‘gerçek tan vakti’ anlamında kullanılan ise ‘fecrisadık’tır.”
Bu açıklamamın ardından “Hah sen çok yaşa iyi mi, günlerdir arayıpta bulamadığım iki kelime buydu işte. Biliyor musun, Türkçede bu ikisinin yerini tutan başka bir kelime yok” dedi.
İshak Bey’e “Halklısınız” deyip “İsterseniz size bu iki kelimeyi bir cümle içinde kullanarak örnekleyebilirim” dedim.
“Gerek yok, ben kullanmasını bilirim” diye lafımı böldü.
Onun bu cevabına aldırmadan “Olsun, fazla örnek göz çıkarmaz” deyip, ben yine de şu cümleyi kurdum:
“Atatürk, Türkiye’yi kuran, yoktan vareden, Türkleri fecrikazipten fecrisadıka geçiren çok büyük bir devlet adamıdır!”
Gülüştük!
“Yine diyeceğini dedin, güzel cümle kurdun” dedi.
Sonradan anladım ki, İshak Bey bu kelimeleri bana Ecevit Koalisyon Hükümeti’nin tıkanan reform süreci ve AKP’nin iktidara hazırlanışı bağlamında kullanmak için soruyormuş.
Ne garip raslantıdır ki, şimdi bende bu sözleri Erdoğan’ın iktidardan gidiş süreci bağlamında yazıyorum.
Nitekim…
Hem içte hem de dışta, çiftçisinden ABD Başkanı’na dek kim varsa, Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde Türkiye’yi “fecrikazipten fecrisadık”a geçirmesini bekleyenlerin neredeyse tamamı sükutu hayale uğramış durumda.
Ne İshak Alaton’un ne Korkut Özal’ın ne de Bülent Eczacıbaşı’nın şimdilerde sesi soluğu çıkmıyor.
Korkut Özal, Yavuz Donat’ın köşesinden Erdoğan’a “Abim Turgut’un siyaseten yaptığı üç yanlış şuydu” diyerek mesaj vermeye çalışsa da, iktidara taşıdıkları Kasımpaşalı öğüt dinleyecek halde değil.
Dünyanın ve Türkiye’nin sürüklendiği konjonktürden bihaber, o başkent senin bu başkent benim deyip, eşi Emine Hanım’la birlikte devlet kesesinden gezi yapmakla meşgul.
Onun için bu yazı Erdoğan ailesi için değil, Erdoğan sonrasını merak edenler için…
İşte Erdoğan sonrası yeni dönemin ipuçlarını veren kilometretaşları:

BEYAZ İHTİLAL

28 Şubat 1997'de yapılan “postmodern darbe” Türkiye için bir dönüm noktasıydı.
Bu tarihe dek, bağımsızlığı en yüksek noktada olan Ankara, çevik bir paşanın fiyakalı adımları sayesinde hem içte hem de dışta bağımlı hale geldi, getirildi.
11 Eylül 2001'de ABD'nin kalbine yapılan uçaklı saldırı ise dünya tarihi için bir dönüm noktası oldu.
Artık Clinton’ın “romantik” dönemi son bulmuş, işin başına dünyayı alev topuna çevrimekte kararlı “Yeni Muhafazakarlar” geçmişti. Bu sürecin devamında Türkiye’de askeri ihtilallerden farksız adı “Ak” olan bir “İhtilal” yapıldı. Tamamıyla dışarıda kurgulanan bir senaryonun eseri olarak Erdoğan, iktidara taşındı.
3 Kasım 2002'de Kemal Derviş’in “büyük aldatmaca”sı ile yapılan erken genel seçim Türkiye'nin kimyasını bir kez daha bozdu.
Cem Cengiz Uzan’ın çevik bir paşanın çizgisinde ilerleyen “iki yeşil ceketli”nin gazına gelerek kurduğu parti, Türkiye’deki tüm siyasi dengeleri altüst etti.
MHP, DYP, ANAP, DSP, TBMM’nin dışında kaldı.
Ki…
AKP'nin, uzunca bir süreden sonra ilk kez “tek parti hükümeti” olarak iktidara gelmesi, bazı çevrelerde heyecan verici bir sonuç olarak karşılandı.
Çünkü Erdoğan’ın elinde devlet yıkacak, yerine yeni devlet kuracak, kendini “Yeni Atatürk” ilan edecek kadar büyük bir güç vardı. Devletin her kademesinde destekçisi de vardı.
“17 Aralık Mutabakatı” çerçevesinde, “AB üyelik için Ankara’ya tarih verecek” aldatmacası ile Türkiye’nin tüm kurum ve kuruluşları etki altına alındı. Bu dönemde, AKP’ye karşı hiçbir çatlak sesin çıkmasına izin verilmedi.
Ama...
Takvim yaprakları 17 Aralık 2004 tarihi gösterdiğinde bu defa AKP'nin kimyası bozuldu. Brüksel’den Erdoğan’a verilen “15 yıl sonra belki” cevabı AKP’nin ve AKP’ye destek veren “büyük konsensus”un “ahengini” altüst etti.
"17 Aralık Mutabakatı" çerçevesinde "dikensiz gül bahçesine" çevrilen Türkiye'de, uzun süredir suskun olan çevreler tek tek konuşmaya başladı.
Önce Fethullah Gülen'den Ilıcaklar’ın Tercüman’ı aracılığı ile "Bazı gizli servisler Türkiye'yi kan gölüne çevirmeye hazırlanıyor" ikazı geldi.
Ardından eski Başbakan Mesut Yılmaz, Milliyet'e verdiği, ama gazetenin çekinerek yayınlamadığı söyleşi, daha sonra sanal alemde manşet oldu:
"Başbakan Erdoğan Yüce Divanlık!"
Derken Brüksel'den Türkiye'ye verilen ucu açık ama Erdoğan için çıkmaz sokak anlamına gelen “AB İlerleme Raporu” yayınlandı.
Erdoğan AB'nin bu kararını Kızılay Meydanı'nda kutlarken, eski Başbakan Yılmaz yaptığı değerlendirmede şunları söyledi:
"AB tarih vermiyor. Kandırılıyoruz. Yetmiyormuş gibi bir de bayram yapıyoruz!"

CEHENNEME GİDEN YOL…

Erdoğan'ın bu ve bunun gibi eleştirilere cevabı gecikmedi:
"Son zamanlarda belli yerlerden düğmeye basılmak suretiyle bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Hortumları kesildiği için çılgına döndüler."
Bu sözlerin ardından Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ten Harp Akademileri'nde yaptığı ve Türkiye'nin gündemine oturan şu sözler geldi:
"Türkiye ne bir İslam devleti ne de İslam ülkesidir."
Bu açıklamanın üç gün sonrasında Meclis Başkanı Arınç'ın "Türk kimliğine" atıfta bulunmadan "vatanseverlik"ten bahsettiği konuşması gündeme damgasını vurdu.
Bu açıklamaya sert tepki SESAR’dan geldi.
SESAR’cılar, "Kimlikten Mankurtluğa" başlıklı yazıyla Arınç’a doğru yolu gösterdi.
Ve ...
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Sabah'tan Yavuz Donat'a yaptığı açıklamada yine tarihsel bir dönemece işaret ederek, "Derin Devlet"in varlığını resmen ifşa etme ihtiyacı hissediyordu.
Demirel'in sözlerinin yankılarının sürdüğü ve ABD ile AB'nin "Türkiye'de asker dışında başka bir güç daha var" diye Hükümet'e, Genelkurmay'a sık sık şikayette bulunduğu günlerde, Milliyetçi İnsiyatif’te “Bu vadi başka vadi! Ultra Türkler Geliyor!”başlıklı yazım yayınlandı.
O yazıda özetle şöyle diyordum; “ABD, AB ve İsrailliler’in sık sık şikayet ettikleri o güç ile Ankara'ya ilk geldiğimde tanıştım. Yabancıların, adını Ultra Türk koyduğu o organizasyondan 3 saatlik bir brifing aldım."
Türkiye’de siyasi atmosfer iyice ısınmaya başlamıştı.
Başkent kulislerinde, tam bu sırada Erdoğan’ın baskın erken genel seçim hazırlıkları yeniden konuşulmaya başlandı. Çankaya hayali bir kez daha deşifre edildi.
Erdoğan’ın kendisine verdiği “süre uzatma sözü”nü tutmaması üzerine Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’den “türban”la ilgili o sert çıkış, bir anda gelip gündemin tepesine oturdu:
Bumin’in bu sözlerine Meclis Başkanı Arınç sert karşılık verdi:
"Ben Meclis'im, istersem Anayasa Mahkemesi’ni bile kapatırım!"
Derken Erdoğan’ın Beyaz Saray’da 30 dakikası beklemeyle geçen, bürütü 50 dakika olan, neti ise 7 dakika süren ABD ziyareti gündeme damgasını vurdu.
Daha sonra Beyaz Saray’dan bir kaynağın “Net 7 Dakika” ile “Hristiyanlık’taki 7 ölümcül günaha atıf yapıldığını” açıkladığı ziyaret sonrası, Erdoğan’ın iktidarını ayakta tutan iplerden biri daha kesilmiş oldu.
Derken bu süreci TSK’nın tepesinde Erdoğan’ın yanlışlarına destek çıkan bazı generallere verilen “Sivil muhtıra” izledi.
TMSF ve Özelleştirme İdaresi üzerinden “Arap sermayesi kılıfı geçirilmiş 50 milyar dolarlık Yahudi parasına” tepki gecikmedi.
Telekom ihalesi öncesinde, birileri Başbakanlık Sözcüsü ve Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in kapısına canlı bomba gönderdi.
Adres belliydi, mesaj netti:
“Oynadığınız oyunu gördüm. Özelleştirme pastasından bende pay almak istiyorum!”

SİVİL MUHTIRA

AKP Eş Genel Başkanları’ndan Abdüllatif Şener’in Milliyet’e manşet olan ve muhalefetin de destek çıktığı ama kendisinin 24 saat dahi arkasında duramadığı o egzantrik açıklaması geldi:
“Bu yabancı sermaye ile cari açık kapatılamaz. Böyle devam ederse Arjantin’e döneriz!”
AKP iktidarı sürecinde Türkiye, Arjantin’e dönmek bir yana mütareke döneminin İstanbul’una çoktan dönmüştü:
Yabancılar neyi isterlerse alıyorlar, Erdoğan onlar neyi isterse satılığa çıkarıyordu.
Şimdi “Bırakınız alsınlar, bırakınız satsınlar, yeter ki, koltuğuma bir şey olmasın” döneminin sonlarına geldik.
Batı, eski Kasımpaşa delikanlısı Tayyip’in Başbakanlığı döneminde, yabancı devlet adamları ile yanyana hatıralık fotoğraf çektirme hevesinin bedelini, neredeyse Türkiye’yi “tuman”ına dek soyarak ödetecekti.
Şimdi gündemde “Yeşil” var!..
Erdoğan, şu anda haki rengin hakim olduğu tepelerdeki sempatizanlarını, gönüldaşlarını koruyabilecek mi, bunun hesaplarını yapmakla meşgul!
Görünen o ki, elleriyle cepheye sürdüğü “kurşun askerler”inin tek tek kellesi düşüyor.
Şimdi sıra Edelman’ın ve Soros’un yüzünü kara çıkaran “Anadolu İhtilali”nin “Ak”başına geldi.
Buradan açık ve net olarak bir kez daha altını çizerek söylüyorum:
“Attan düşenler, şimde de kendilerini iktidardan sert zemin üzerine çakılmaya hazırlasınlar!”
Atın teptiği zat’ı muhteremi, sıra vatandaşın tepmesine geldi.
Ankara için olduğu kadar, aynı zamanda İstanbul için de şimdi doğru cümleyi yeniden kurma zamanı:
“Atatürk, Türkiye’yi kuran, yoktan vareden, Türkleri fecrikazipten fecrisadıka geçiren çok büyük bir devlet adamıdır!”
Türklerin “Tayyiptürk” gibi kimlerin çıkarına hizmet ettiği belli olan ve her iki tarafa da zaman kaybettiren ayakları yere basmayan projelere ihtiyacı yok.
Bunun böyle bilinmesinde, bunun böyle algılanmasında herkes açısından büyük fayda olduğunu düşünüyorum.
Aksi bir inatlaşma, herkes adına kıyamet olur!

Hayrullah Mahmud
13 Temmuz 2005


***

“CANAVAR YARATMAK” YA DA ALLAH’IN DESTEĞİNİ ARKAYA ALIP TAYYİP’TEN HESAP SORMAK?!

Kibre kapılmak?!


AKP kulislerinde, Başbakan Erdoğan’a atfen şu değerlendirme yapılıyor:
“Hayrullah Mahmud canavarını biz yarattık. Galiba, SESAR ve Hayrullah Mahmud böyle yaza yaza, bizi Yüce Divan’a gönderecek!”
Oysa…
Erdoğan’a, Star süreci hariç, şahsi bir yüklenişim hiç olmadı.
Star sürecindeki muhalefetim de kapıldığı “kibir” ve “benden kimse hesap soramaz” büyüklenişi içinde, Uzan’larla girdiği siyasi polemikte, hiçbir günahı olmayan insanların ekmeğiyle oynaması yüzündendir.
Öncesinde…
Sadece bir siyasetçi olarak Erdoğan’ı, Başbakanlık makamı için yetersiz bulduğumu yazdım. Bu yönünü eleştirdim.
Hatta yakın çevresi ile yaptığım sohbetlerde de sık sık ikaz ettim:
“Tayyip Bey’e söyleyin sonu çok kötü olacak. Taşıma su ile değirmen dönmez. Gaza gelmesin. Akıllı davransın. İstihbarat servisleri devletler oyununda, kendisiyle kedinin fare ile oynadığı gibi oynar. Baştan uyarmadı demeyin!”
Keşke sadece “hırs” bir görevi yapmak için yeterli olsaydı!
O zaman Erdoğan, Çiller gibi siyasetçiler için rahatlıkla “başarılı” ifadesi kullanılabilirdi.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan’ın, Türkiye’ye “Başbakanlık” yapması için önce dünyanın nereye gittiği, ekonomi ve devlet yönetimi üzerine ciddi hazırlık yapması gerekmez miydi?!
Belki de o siyasi hazırlığı yapmış olsaydı, o zaman, ABD’de bir kısım Yahudi lobileri ve onlarla Türkiye’de iç içe geçmiş bazı kesimler ile bazı Paşa’ların desteğini arkasına almakla Ankara’da “Başbakanlık” yapılamayacağını öğrenmiş olurdu.
Ki…
Erdoğan, dar kadrosu ile yaptığı değerlendirme toplantısında yine aynı şeyi söylüyor:
“ABD, İsrail arkamda; kimse bana dokunamaz! SESAR ve Hayrullah Mahmud da kim oluyormuş?!”
Erdoğan’ın monolog geçen fikir jimnastiği sırasında, çevresindekiler bu sözlere ses çıkarmıyorlar.
Erdoğan’ın yanından çıktıktan sonra dini duyguları güçlü olan bir isim, bir ortak dostumuza şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Sen öyle san Tayyip Bey, adamlar Allah’ın (cc) gücünü arkalarına almışlar. Senin yanında İsrail, ABD olsa kaç yazar. Ki artık onlar da seni terk etti. Diyarbakır çıkarması AKP için bir Milat’tır. Bizim bittiğimiz tarihtir. Ama sen bir türlü kibrinden bunu anlamıyorsun. İktidara geldikten sonra ne oldum delisi oldun. Şaşırdın. Şaşırmakla kalmadın bizi de şaşırttın! Allah (cc) bundan sonra hepimizin sonunu hayreyleye!..”
Bu sözler üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok!
Erdoğan’ın Eş Genel Başkanlığı ve Eş Başbakanlığı sırasında yaşananları o kadar güzel özetliyor ki!..
İşte bu anlamda geçmişte yaptığım ikazlara örnek olacak “zaman tüneli”nden güncelliğini kaybetmemiş, 15 Şubat 2002 tarihli, SABAH Online’da yayınlanan bir yazımı dikkatinize sunuyorum:

Tilkilerin kuyruğu

Bundan bir süre önceydi...
Recep Tayyip Erdoğan'ın gizliden gizliye siyasi parti kurma çalışmalarını yürüttüğü günlerdi...
İstanbul'un, crem de la creminin, bir dönem sıkça gittiği Paper Moon'da, bir hanım arkadaşımla birlikte yemekteydik...
Yemekte, Erdoğan'ın hazırlığını yaptığı yeni siyasi partiden bahsedip, "Beni de istiyorlar" dedi...
Sonra da "Özal tarzı bir parti kurma hazırlıkları var. Dini bir parti olmayacak. Her eğilim içinde yer alacak. Onun için katılmakta bir sakınca görmüyorum, sen ne dersin?" diye sordu...
Vücut dilinden kararsız olduğu anlaşılıyordu...
Bu soruya cevabım şöyle oldu:

YILDIZLARA BAKMAK

"Karar senin.
Ama, unutma ki, bu ülkede Recep Tayyip'in siyasi geleceği yok. Siyasi parti genel başkanı olacak bir adamın, öncelikle bazı temel şeyleri bilmesi gerekir.
En azından gökyüzüne baktığında, yalnızca yıldızlar ve mehtabı görmemeli. Aynı zamanda, uçak kullanan bir pilot gibi oradan geçen birçok hava yolunu da görebilmeli.
İç içe geçmiş güvenlik hattını, işdünyasının, medyanın kullandığı koridoru ve dış ilişkileri bilmesi gerekir. Erdoğan'ın bende bıraktığı izlenim, bunların pek farkında olmadığı yönünde..."
Hanım arkadaşım bunun üzerine sordu, "Bunları bilince ne fark edecek ki?" diye...
İsmet Paşa'nın o ünlü benzetmesine atıf yaparak, şunu söyledim:
"Kafanda 40 tilki dolaşacak, ama kırkının da kuyruğu birbirine değmeyecek! Ama Erdoğan bırak 40 tilkiyi, zihninde iki tilkiyi dahi yanyana taşıyacak durumda değil!"
Bu sözlerim üzerine gülüştük...
Habertürk'te Hakan Aygün'ün sunduğu "Basın Kulübü" programında, Tayyip Erdoğan'ı izlerken, hanım arkadaşımla o gece yediğimiz yemekte aramızda geçen bu konuşmayı hatırladım...
Yine tilkilerin kuyruklarını birbirine değdirmekle meşguldü...
Akım derken, ben buyum diyenlerdendi...

REFERANDUM HAKKI

Ortaya koyduğu ve manşetlere tırmanan içkiyle ilgili argümanına gelince...
Bir cümle içinde, bu kadar hata yapmak için, insanın illa bir partinin genel başkanı mı olması gerekiyor Yarabbi!
Kurduğu cümlenin elle tutulur yanı yok!
Birincisi; Türkiye üniter bir devlettir...
Mevcut Anayasa'ya göre, Cumhurbaşkanı'ndan başkasının ülkeyi referanduma götürme yetkisi yok. Bu da Cumhurbaşkanı'na Anayasa'da istisnai olarak tanınmış bir haktır. 1987 yılında Kenan Evren, bu hakkını kullanarak, siyasi yasakların kaldırılması için ülkeyi referanduma götürdü...
İkincisi, her konuda referandum olmaz. Anayasa Mahkemesi'nin de bu referandum kararını uygun görmesi gerekiyor...
Üçüncüsü; Erdoğan'ın kastettiği anlamda referandum hakkı İsviçre gibi konfederal ülkelerde var. Türkiye ise üniter bir devlet...
Bu bakımdan...
AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın alkol yasağını halkoylamasına götürebileceği açıklamasının mevcut hukuki ve Anayasal süreçle uzaktan yakından bir alakası yok!
Tam anlamıyla akım derken, yine ben buyum demiş...
Tilkilerin kuyruklarını birbirine değdirmiş...

GÜNAH DEFTERİ

Bir başka açıdan...
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed, "Günah işleyenleri küfürle suçlamayın" der ve uyarır:
"Allah bağışlar ayıplamaz, insanlar ise ayıplar, ama bağışlamaz!"
(Hadis)
Ki...
Allah, hiç kimseye, kendi adına bir başkasının günah defterini elinde tutma iznini de vermemiş ki!
İslamiyet'te ruhban sınıfı yoktur...
Bununla beraber zorlama da yoktur...
Ve her daim gelişme kapısı açıktır...
Görünen o ki, yine kendini -tövbe estağfirullah- Allah'ın yerine koymaya kalkan bazı türediler, O'nun adına insanlığa yasaklar koymaya kalkıyor...
Hz Muhammed dahi, son nefesini verdiği ana kadar... Kendisiyle ilgili kararın ne olduğunu bilmediğini söylerken... Benim, onun ya da bunun cehenneme gideceğini söyleyenler bunu nereden biliyorlar anlamış değilim...
Hz Muhammed bu noktada diyor ki; "Sizden herhangi biriniz cennetteki davranışları sergiler, sergiler de cennetler arasında bir kol boyu mesafe kaldığı bir sırada, ilahi karar devreye girer ve cehennemlik hareketlere koyulur ve ateşe giriverir." (Hadis)
Bir başka hadiste ise Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Ben bile emin olma hakkına sahip değilim, ey Aişe. Kulların kalpleri Rahman olan Allah'ın iki parmağı arasındadır. Allah istediği anda kulunun kalbini başka bir hale sokuverir." (Hadis)
Demek oluyor ki...
"Ben cennetliğim" diye böbürlenmeye kimsenin hakkı yok. Nefs sınavından kimin geçip, kimin kalacağını yalnızca O bilir. O da burada herhangi birisi değil, Allah'tır. Bunu birileri Tayyip'in takımına anlatması gerekiyor...
"Ben cennetliğim" diyenlere, ayrıca İblis'in de meleklerle namaz kıldığını hatırlatmak isterim...

GÜNAHKAR & TÖVBEKAR

Ve bu anlamda birkaç satır daha...
Hz Muhammed, bazı türedi niyeti bozuklar için şunları söyler:
"Eğer günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder ve yerinize günah işleyip ondan af dileyen bir başka kavim gönderirdi."
Yani, biz faniler yaradılış olarak, hem günahkar, hem de tövbekar olarak yaratılmışız...
Nitekim...
Melekler günah işlemezler. Allah isteseydi bizi de öyle yaratmaz mıydı?!
Onun için kimse, kendini Allah'ın yerine koyup, oturduğu yerden "Şu cennetliktir, bu cehennemliktir" diye fetva vermeye kalkmasın...
Bu bakımdan, görüldüğü gibi Recep Tayyip Erdoğan'ın ortaya koyduğu argüman, ne Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Anayasası'na ve işleyiş düzenine ne de Allah'ın kurduğu düzenin işleyiş mantığına uyuyor...
Birilerinin bunları AK Parti'nin yönetim kademesine anlatması gerekiyor... Allah'ın yeryüzünde işlerini takip etsin diye Tayyip ve takımını vekil kılmadığı aşikar...
Ve son bir not:
Erdoğan'ın mantığını doğru kabul edersek, burada saygıdeğer eşlerini tenzih ederek söylüyorum, o zaman şöylesi bir referandum da kaçınılmaz olmaz mı:
Recep Tayyip'in türbanlı eşi başını açsın mı açmasın mı?
Böylesi bir referandumun mantığı olabilir mi?!
İsmet Paşa'nın ünlü deyişiyle:
Hadi canım sen de!

Hayrullah Mahmud
20 Ağustos 2005


***

"DAHA DAHA" DİYENLER İÇİN TAYYİP SÖYLÜYOR: MY WAY

Benim yolum?!
Vatan Gazetesi, MTV’ye söyleşi veren Başabakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sevdiği şarkının Türkçe sözlerini yayınlamış.
Türkiye’nin ve Erdoğan’ın bugün içinde bulunduğu durumu aklınıza getirerek okuyun bakalım... Bir insan “ak”ım derken ancak bu kadar “ben buyum” diyebilir.

'My Way'
(Benim Yolum)

Ve simdi, artık son yakın
Ve ben son perdeyle karşı karşıyayım
Dostum, sana açık konuşacağım
Emin olduğum şekilde
davamı anlatacağım
Dolu dolu bir hayat yaşadım
Bütün yolları ayrı ayrı dolaştım
Ama bundan çok, çok daha fazlası
Bunu kendi yolumla yaptım
Pişmanlıklar, elbette birkaç tane oldu
Ama yine de bahsedilmeyecek
kadar azdılar
Yapmam gerekeni yaptım
Üstelik kimseye ayrıcalık tanımadım
Tüm yolları teker teker hesapladım
Yoldaki tüm adımlardı dikkatle attım
Ama bundan çok, çok daha fazlası
Bunu kendi yolumla yaptım
Evet, bazı zamanlar oldu,
eminim biliyorsunuz
Yutabileceğimden fazlasını çiğnedim
Ama tüm bunlar sırasında, şüpheye
her düştüğümde
Hepsini yuttum ve sonra
tükürmesini bildim
Her şeyle yüzleştim ve dimdik durdum
Ve bunu kendi yolumla yaptım
Sevdim, güldüm ve ağladım
Kendi payıma düşen tüm
kayıpları yaşadım
Ama şimdi, gözyaşları
kururken söylüyorum
Ben bunları hep heyecanla karşıladım
Bütün bunları benim yaptığımı
düşünmek
Üstelik, söylememe izin verin, hiç çekinmeden yaptığımı düşünmek
Oh, hayır, hayır benim tarzım
değil çekinmek
Ben bunları kendi yolumla yaptım
Zaten bir adam nedir?
Elinde ne vardır,
kendisinden başka?
Ve söylemek istediklerini tam
söyleyemedikten sonra
Üstelik dizleri üzerine çökerek
söylediği sözler de değil
Kayıtlara bakın, tüm rüzgarlara
karşı koydum
Ve ben bunları kendi yolumla yaptım...
Sonsöz: Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz!

Hayrullah Mahmud
7 Temmuz 2005


………………….

ÇİLLER’LEŞEN TAYYİP YA DA BAŞBAKAN ERDOĞAN, MECLİS’TE KONUŞURKEN, KENDİNİ “ÜLKER BAYİ TOPLANTISI”NDA MI ZANNETTİ?!

Metal yorgunluğu?!


Başbakan Erdoğan’ın, “Metal yorgunluğu”na yakalanmış uçaklar gibi, hangara çekilmeyi bekleyen kabinesi bağlamında, yakın tarihten birkaç enstantane yansıtayım...
“Megatrends 2000” kitabının yazan Alvin Toffler anlatıyor:
1976 Mart'ında, Kanada'da, 11 yaşında bir çocuk, yaşlılık nedeniyle öldü.
Adı Ricky Goliant'tı.
Sadece 11 yıl yaşamıştı.
Progeria adlı -ileri yaşlılık- denilen hastalığa yakalanmıştı.
90 yaşındaki bir kişinin özelliklerini gösteriyordu.
Progeria'nın belirtileri bunama, damar sertliği, saç dökülmesi, gövdedeki gevşeme ve deri buruşmasıydı.
Ricky öldüğünde yaşlı bir adamdı!
Uzun biyolojik değişim, onun 11 yıllık kısa yaşamına sığmıştı.
Bazı toplumlar, şirketler, kurumlar, siyasi partiler, politikacılar ve liderler de “Progeria” hastalığına yakalanırlar.
Kurumlar, siyası partiler, politikacılar ve liderler de “Progeria” hastalığına yakalanırlar.
Onların derileri değil ama ruhları erken buruşur.
Saçları değil ama iletişim kanalları kireçlenir, sertleşir.
Anlatamazlar!..
Anlaşamazlar!
Nitekim...
Erdoğan’ın AKP’sinde de “progeria hastalığı”ndan derin izler görülüyor.
“Ağustos böceği” misali, neredeyse zamanının tümünü “tamamen duygusal” seyahatlere ayırıp, 3 yılda 10 yıllık bir iktidar yıpranmasına uğramasına şaşmamak gerekir!
Türkiye’nin Hükümetsiz de yönetilebildiğini ispatladığı için Erdoğan Hükümeti, “Metal yorgunluğu”na uğramış uçaklar gibi, herhangi bir istenilmeyen kazaya sebebiyet vermemek için, hangara çekilmeyi bekliyor!
Neden mi?!
Anlatayım:

VEKİL Mİ BAYİ Mİ?!

Başbakan Erdoğan’ın, Alon Liel’e ait, “Agresif AB politikası” hüsran ile sonuçlandı.
Brüksel’den gelen cevap “Evet, ama imkansız”dı!
Şimdi de Brüksel, yazar Orhan Pamuk üzerinden bir operasyon yapıp, “AB süreci”nin ipini Türkiye’ye çektirmeye çalışıyor. Apo gibi bir adamı, kuş sütü eksik bir ortamda besleyen bir ülkeyi, 301. Madde gibi ucube bir kanun maddesi üzerinden köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar!
Bu operasyonda Erdoğan’ın Başbakan olarak, Cemil Çiçek’in de Adalet Bakanı olarak katkısını tarih muhakkak yazacaktır.
İsrail’in oyununa geldiği ve “AB süreci”ni (!) riske soktuğu için Erdoğan Hükümeti başarısızdır!
(……)
Tamamı ile IMF’ye endeksli ekonomi politikası duvara dayanmış durumda!
Rahmetli Turgut Özal’ın iktidarının son yıllarında, koltuğunu sağlama almak için denediği Arap sermayesi girişimi de boş çıktı.
Dubai’nin “İkiz Kule”leri, AKP’nin genel merkezinin bahçesine dikilmek için, geriye doğru gün sayıyor.
Cari açık rakamlarında ise tehlike çanları çalıyor!
Türk ekonomisinin dümeni, AKP Hükümeti döneminde, izlenen yanlış politikalar neticesinde, tamamı ile dış güçlerin eline geçmiş durumda.
ABD, AB ya da yabancı finans kuruluşları artık, Türkiye’de istedikleri zaman bir ekonomik kriz yaratacak unsurlara sahip durumdalar!
Türk ekonomisine “Arjantin sendromu” yaşattığı ve yeni bir krizin eşiğine getirdiği için Erdoğan Hükümeti başarısızdır!
(……..)
Özelleştirme İdaresi ve TMSF’nin yaptığı tüm satışların üstünden pis kokular yükseliyor.
Her geçen gün parti tabanında, adı “AK Parti” iken, halk arasında “AK’çeli Parti”ye dönüşmenin sancıları hissediliyor.
Mavi Akım, Türk Telekom, Galataport vb ihalelerin altından da üstünde de “AK’çeli ilişkiler”in belgeleri medyaya sızıyor.
Menderes ve Özal’ın 10 yılda ürettiği “irin”i, Erdoğan AKP’si, 2 yıl gibi kısa bir sürede üretmeyi başardı.
En küçük belediyelerin yaptığı ihalelere dek, her yerden “şaibe homurtuları” yükseliyor.
Kamuoyu vicdanında “Ak ihale”ler yapamadığı için de Erdoğan Hükümeti başarısızdır!
(……)
Dış politikaya gelince!
Kanla, canla alınan Kıbrıs, Erdoğan Hükümeti döneminde “altın tepsi” içinde Rum’lara ve AB’ye sunulmuştur!
11 Türk askerinin kafasına çuval geçirildiğinde, sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş Başbakanı değilmiş de, Bush yönetimi tarafından aramıza iliştirilmiş bir Başbakanmış gibi davranıp, şu açıklamayı yapmakta bir sakınca görmemiştir:
“Nota ver demek kolay, bu nota müzik notasına benzemez!”
Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Soçi’de başbaşa yaptığı görüşme ise başlıbaşına bir skandaldır!
Görüşmenin yalanlanamayan içeriğine göre Başbakan Erdoğan, kendini iktidara taşıyan ABD’ye “Net: 7 Dakikalık” görüşme sonrasında sırtını dönüp, Rusya ile anlaşmak için Soçi’de zemin yoklamış!
Pazarlık olarak da masanın üzerine özelleştirme ihalelerini sürmüş!
Türk devletinden ve halkından habersiz, sadece kendi kişisel iktidarını kurtarmaya yönelik görüşme yapıp, Türkiye’yi dünyaya acz içinde gösterdiği için de Erdoğan Hükümeti başarısızdır.
Bu anlamda başka örnekler sıralamak da mümkün.
Ama bu kadarı bile gelinen noktayı özetlemek için yeterli olacaktır sanırım.

ÇİLLER SENDROMU

Ancak…
Gelinen nokta itibari ile söylüyorum:
“Yaşadığı iç ve dış şokların etkisi ile Erdoğan’ın kimyası bozulmuş!”
Zaten TÜSİAD ve bütçe görüşmeleri sırasında muhalefet ile yaşanan son polemik esnasında da bu çok net olarak görüldü.
Başbakan’ın içinde bulunduğu psikoloji hakkında herkes fikir sahibi oldu.
Erdoğan, bütçe görüşmelerinde Baykal’a şöyle sesleniyordu:
“Bir genel başkan, el kol hareketiyle konuşmaz!”
CHP’li Mustafa Özyürek’i ise şu sözlerle haşlıyordu:
“Bak Mustafa Bey, çok ileri gittin, komisyonda ‘Zaten bu millet mazoşisttir’ diyorsun. Baykal, size ithaf olunur, yanınızda bu tür adamları çalıştırıyorsunuz!”
Üç noktalı sözlerini ise burada tekrarlamayı uygun bulmuyorum.
Eskiler boşuna “üslub-u beyan, ayniyle insan” dememişler!
Erdoğan’ın üslubu ortada!
Ki…
Başbakan Erdoğan, TBMM kürsüsünden, milletin vekillerine değil de, sanki Ülker Şirketler Topluluğu’nun yıl sonu değerlendirme toplantısında bayilere hitap ediyor gibiydi.
Kendini eleştiren bir bayiyi, azarlayan Yönetim Kurulu Başkanı havalarındaydı!
Ne var ki, ne Deniz Baykal Ülker Bayi ne de Mustafa Özyürek Ülker çalışanıydı!
Zira, karşısındaki Ülker Bayi bile olsa, hiç kimse, kimseye, eğer rejimin adı “Demokrasi” ise bu şekilde hitap etmez, edemez.
En başından bu yana AKP Hükümeti’ne gizli ya da açık destek veren Deniz Baykal dahi “Sayın Başbakan son zamanlarda çok hafiflediniz” diye tepki gösterme noktasına gelmişse, Erdoğan’ın başını iki elinin arasına alıp düşünme vakti gelmiş demektir!
Öte yandan…
Görünen o ki, Erdoğan’ı, özelleştirmeler sonrasında yaşadığı derin şok, AB’den aldığı “Hayır” cevabı ve TÜSİAD’ın verdiği “ekonomi kötüye gidiyor” muhtırası sinirlerini iyice bozmuş.
Bazı danışmanlarının etkisi ile de “Çiller sendromu”na yakalanmış!
Karşısında Mesut Yılmaz varmış gibi Deniz Baykal’ı fırçalamaya çalışıyor.
Yılmaz, Çiller bir hanım olduğu için nezaketen hak ettiği cevabı veremiyordu!
Çiller’in iktidar hırsı karşısında sakin kalıyordu!
Ya Baykal?!
Hiç sanmıyorum!
Demirel gibi kürsü hakimiyeti çok yüksek bir politikacıdır!
Hırpalamaya karar verir ise gözü Başbakanlık koltuğunda olmasa bile, İsmet Paşa gibi AKP surlarını yıkmadan bırakmaz!
Hülasa, Erdoğan’ın, “metal yorgunluğu”na uğramış, özelleştirme sürecini yürüttüğü birkaç özel Bakanı ile birlikte gerilimi tırmandırmadan çekilmesinde, Yüce Divan öncesinde dinlenmesinde fayda var!
Tüm “Kaptan Pilot”lar bilirler ki, “metal yorgunluğu”na uğramış uçakla sefere çıkılmaz.
Çıkılması halinde bu gözü karalık değildir!
Göz göre göre, içindeki yolcularla birlikte, tüm ekibin hayatını riske atmaktır!
Bunun kamu vicdanındaki karşılığı ise cinayettir!
Tüccar siyasetin ne Türkiye’ye ne Erdoğan’a ne de Erdoğan’ı iktidara getirenlere bir şey kazandırmadığı ortada!

THE TAYYİP

Başbakan Erdoğan’ın “değiştim-geliştim” sözleri bağlamında “kendi sesi”nden zaman tünelinden birkaç satır daha…
Bozkurt’un 20. sayısından Tolunay Kutoğlu’nun “The Tayyip” başlıklı yazısından aynen yansıtıyorum:
Erdoğan, gençliğinde İBDA örgütünün sempatizanıydı.
Hem de o kadar ki, “Akıncılar”ın karargahı MTTB (Milli(!) Türk(!) Talebe Birliği)'nin idari müdürü, Erdoğan'dı.
İBDA (İslami Büyük Doğu Akıncıları)'nın amacı; mevcut devlet düzenini İslami esaslara göre yeniden yapılandırmaktı!
RTE, Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa dergahının mensubudur ve kendisi, bu dergahın lideri Şeyh Mehmet Zait Kotku'nun hayranıdır.
Belediye başkanı olduğu dönemde, Fatih'deki "Sarıgüzel Caddesi"nin ismini "Mehmet Zait Kotku Caddesi" olarak değiştirmiştir ve Başbakan olduktan sonra bile bazı cuma namazlarını Ankara'daki Şeyh Mehmet Zait Kotku Camii'nde kılmaktadır.
RTE döneminde belediye olanakları uluslararası köktendinci örgütlerle temaslar, İslami konferans ve toplantılar için seferber edilmiştir.
RTE'nin belediye başkanlığı döneminde İstanbul'da ağırlanan bu örgütlerin temsilcilerinin otel masrafları İstanbul Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden Ulaşım A.Ş. tarafından ödenmiştir.
(Ulaşım A.Ş'nin o dönemde genel müdürlüğünü yapan Abdurrahman Gündoğdu, bugün RTE hükümeti tarafından THY'ye genel müdür olarak atanmıştır.)
RTE, ATATÜRK'ün "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözü ile ilgili görüşlerini bakın nasıl açıklamıştı:
"Sen 'Ne mutlu Türküm diyene' dersen,doğal olarak etki tepkiyi doğurur ve o da ‘ne mutlu kürtüm diyene’ der. Yahu milletin bütünlüğü 'Ne mutlu Türküm diyene' ifadesi ile sağlanır mı? Osmanlı 30'u aşkın etnik gurubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu. Biz de inanç birliği ile tutacağız!"
Bir başka örnek de ATATÜRK'ün "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözüne karşı söyledikleri:
"Ben müslümanım diyenin 'aynı zamanda da laikim' demesi mümkün değil! Niye? Çünkü, müslümanın yaratıcısı Allah, kesin hakimiyet sahibidir. 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir' koskoca bir yalan! Egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır!"
İrticai faaliyetleri nedeniyle YAŞ kararı ile TSK’yla ilişkileri kesilen kişilere kucak açarak onlara belediye şirketlerinde iş veren kişi dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan’dır.
“Partilerin değil, düzenin (Kemalizm) alternatifiyiz” diyen RTE, 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde yaptığı konuşmada şöyle haykırmaktaydı:
“Bu sistem 70 yıldır kadınları fahişe yapmıştır, erkekleri de deyyus!”
Erdoğan, TC Anayasası’nı yerden yere vururken Kürtçülük yapmayı da ihmal etmiyordu:
“Bu anayasa ırkçıdır!..Bir taraftan Türklük aleyhine konuşturtmuyor, bir kürdün kalkıp da Türk aleyhine konuşmasını suç unsuru telakki ediyor, ama bir kürdün aleyhine konuştuğun zaman onu suçlamak değil alkışlıyor!..”

SİYONİSTLERİN PLANI

Yıl 1991…
İlk Körfez Savaşı’nın ardından, RTE’nin gazetelere vermiş olduğu demeç:
“Bu savaş, ABD’nin, emperyalizmi ve siyonizmi dünyaya hakim kılmak için yaptığı bir savaştır. ABD, Rusya sorununu çözdükten sonra bütün dünyayı kendi emrinde tek bir devlet yapma kararı aldı. Böylece siyonizmin egemenlik planı yürürlüğe konuldu. Bu savaş için Türkiye’nin, BM kararına uyduğunu ifade ederek ABD’ye yardımcı olması, milleti aldatmaktır. Türkiye’deki üslerin NATO maksatları dışında kullanılmayacağı, yasaların hükmüdür. Fakat bugünkü uygulamada bu üsler NATO’ya değil, ABD’nin emrine verilmiştir.”
Aynı RTE, 31 Mart 2003 tarihinde (ABD’nin Irak işgalinin ilk günlerinde) Wall Street Journal’a verdiği demeçte ise şunları söylemektedir:
“Kahraman genç kadın ve erkek Amerikan askerlerinin, olabilecek en az kayıpla evlerine dönmeleri için dua ediyorum!”
Bakın bizim RTE bir zamanlar Eyüp Belediye binasının balkonundan insanlara nasıl sesleniyor:
“AT’ye girmemek için geliyoruz! Bak Avrupa Topluluğu’nun yöneticileri talimat verdiler. Ne dediler: ‘Bayrağınızı değiştirin’…Vay dangalak vay!.. Bu bayrağın rengini bu milletin dedesi verdi… Gerçek ölçüyü, bizi yaradan Allah koyuyor; siz onların dinini kabul etmediğiniz müddetçe onlar sizi kendilerinden kabul etmezler. Kafirleri dost edinmeyiniz!”
Ve bugün "Hedefe ulaşmak için papaz elbisesi giyerim" sözlerinin sahibi de R.T.E'den başkası değildir!
(………)
Recep Tayyip Erdoğan, Siirt’te halkı isyana teşvik amacıyla okuduğu şiir sonucu hak ettiği cezayı alınca ilk yırtınan nedense ABD oluyordu!..
Erdoğan’ı sık sık ziyaret etmesiyle ünlü ABD İstanbul Başkonsolosu Caroline Huggins, Tayyip’in aldığı ceza için 28 Eylül 1998’de şunları söylüyordu:
“Bu tür gelişmeler, Türk demokrasisine olan güveni zayıflatır!”
16 Temmuz 2000 tarihinde, cezaevinden yeni çıkan RTE, ABD’ye gider.
American Jewish Comitte (Amerikan Yahudi Komitesi)’nin davetlisi olarak orada bulunmaktadır. Ayrıca burada JINSA (Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü) yetkilileri ile de görüşmeler yapar.
(Bu geziden kısa süre önce yine Amerika’ya gitmiş olan Erdoğan, uzun süredir orada yaşamakta olan Fethullah Gülen “hocaefendi”sini de ziyaret etmeyi ihmal etmez.)

YUNAN TARZI ŞEHİR DEVLETİ

2 Temmuz 2001 tarihinde ise “Bakkallı” adlı lobi şirketi vasıtasıyla Recep Tayyip Erdoğan'a New York'tan gönderilen memorandumda belirtilen “Türkiye'nin şehir devletlerine ayrılması planı”, Ak Parti Program ve Tüzüğü'ne hemen hemen aynı ifadelerle geçirilmiştir.
(Bakkallı Lobi Şirketi, ABD’nin eski Türkiye Büyükelçilerinden Abramoviç tarafından yönlendirilmektedir. Abramoviç ise CFR üyesidir. Lobi şirketinin sahibi olarak görülen Ayla Bakkallı ise uzun yıllar önce Türkiye’den Amerika’ya göç etmiştir. Ayla Bakkallı, 2002 yılında Güney Afrika’da düzenlenen ve Başkan Bush’un da katıldığı “Dünya Forumu”nu da yöneten kişidir.)
2 Temmuz 2001’de kendisine gönderilen memorandumun hemen ardından RTE, 4 Temmuz 2001’de özel davetle ABD’ye çağırılır.
Dünyayı yönetmeye soyunmuş elit, bu amacına ulaşmak için önünde engel olarak gördüğü milli devletleri parçalamak ister.
Bunun için şehirleşme adı altında eski Yunan tarzı şehir devletleri modelini gündeme getirir ve Tayyip Erdoğan'a da, “bu politikaya uyması halinde destek göreceği” söylenir.
Erdoğan da onları kırmaz ve “küreselleşmenin şehir devletleri planı”nı, parti programı haline getiriverir!..
AKP Programı ve Tüzüğü, memorandumda belirtilen küreselleşmenin olmazsa olmaz kuralları olarak anlatılan hükümler gereğince hazırlanmıştır.
İşte New York'tan Recep Tayyip Erdoğan'a gönderilen sözkonusu memorandum:
“Mr. Erdoğan,
Sizin küreselleşme ile demokrasi ilişkilerini bağdaştırma yönündeki adımlarınız, Türkiye'ye kriz sırasında destek olan uluslararası güçler tarafından da kabul görecektir. Ankara, küreselleşmenin gerekliliğini anlamak ve dünyada geçerli olan kurallara uyum sağlamak zorundadır. Ankara şunu da anlamalıdır ki, uygun gördüğü kuralları uygulayıp, kendi çıkarlarına uymayanları reddetmesi mümkün değildir. Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir. Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir. Bu memoranduma göstereceğiniz ilgiden dolayı takdirlerimizi sunarız!”
Belgede “dünya” kelimesiyle kastedilen, uluslararası güç merkezleridir. Yani dünya hükümeti kurmaya çalışan örgütlerdir. “Ankara” kelimesinden de Genelkurmay anlaşılmalıdır!

AKP’NİN ÇİMENTOSU

Şimdi de Ak Parti Program ve Tüzüğü'ne bir göz atalım:
Ak Parti'nin kuruluşuna temel dayanak olarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası yanında, “Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi olmak üzere TBMM tarafından onaylanmış uluslararası belgeler" gösteriliyor (Ak Parti Tüzüğü, S.15)…
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Türkiye'de kurulan bir siyasi parti için yeterli bir dayanaktır.
Uluslararası belgelerin bir siyasi parti kuruluşuna dayanak olarak gösterilmesi ilk defa rastlanan bir durumdur!
Tüzükte, "Ak Parti, insanların farklı inanç, düşünce, ırk, dil, ifade etme, örgütlenme ve yaşama gibi doğuştan var olan tüm haklara sahip olduklarını bilir ve saygı duyar. Farklı olmanın, ayrışma değil, pekiştirici kültürel zenginliğimiz olduğunu kabul eder" deniliyor (Ak Parti Tüzüğü, S.17).
Kurucular Kurulu kitabının 10'uncu sayfasında "Toplum içindeki farklılıkların zenginlik olarak kabul edilmesini ve çoğulculuğu takip edilmesi gereken sosyal ilkeler olarak görürüz" denilerek aynı bakışın altı çiziliyor.
Bu ifadelerden anlaşılan, milletin ortak değerlerini öne çıkarmaya dayalı uluslaşma süreci yerine, milletin farklı özelliklerini ortaya çıkarmaya dayalı küreselleşme adlı şehir devletleri sürecinin benimsenmesidir.
Parti programının 16'ncı sayfasında "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı, toplumumuzun çimentosudur!"
Programın 15'inci sayfasında "Resmi dil ve eğitim dili Türkçe olmak şartıyla, Türkçe dışındaki dillerde yayın dahil kültürel faaliyetlerin yapılabilmesini, partimiz ülkemizdeki birlik ve bütünlüğü zedeleyen değil, güçlendiren ve pekiştiren bir zenginlik olarak görmektedir!”
Parti kurucularının tanıtıldığı Kurucular Kurulu kitabının 8'inci sayfasında "Partimiz merkeziyetçi devlet anlayışından vazgeçilmesini öngörür" denilmektedir.
Merkeziyetçilikten vazgeçileceğinin öne çıkarılması, sözkonusu memorandumda “küreselleşme” diye dayatılan politikaların uygulanacağının bir başka göstergesidir!..
Yine Kurucular Kurulu kitabının 11'inci sayfasında da "Partimiz küreselleşmenin gerektirdiği yapısal dönüşümlerin kaçınılmazlığını ve en az maliyetle gerçekleştirilmesini savunur" denilmektedir.
Hemen arkasından 12'nci sayfada, "Partimiz, eğitim hizmetlerinin yerelleşmesinden ve özelleştirilmesinden yanadır" ifadeleri ise “eğitimde birlik” anlayışına son verme isteklerinin bir göstergesidir!
Programın 35'inci sayfasında, "Çağımız bir yönüyle küreselleşme çağı, diğer yönüyle yerelleşme ve yerel yönetimlerin devlet sistemleri içindeki ağırlıklarının arttığı bir çağdır" denilmesi, Tayyip Erdoğan'a verilen memorandumdaki taleplerin birebir kabul edildiğini ortaya çıkarmaktadır!

MEMORANDUMDAKİ DAYATMALAR

Erdoğan'ın, kendisine verilen memorandumdaki dayatmaları aynen kabul ettiğinin bir göstergesi de, programın 35'inci sayfasındaki, "Partimiz, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartına uygun olarak, anayasal sistemimize yerel yönetim hakkının dahil edilmesini sağlayacaktır. Yerel yönetimlerin yargı yoluna gidebilme hakkı dahil ilgili tüm düzenlemeleri gerçekleştirecektir" ifadesidir.
Kısacası, Ak Parti programı, tüzüğü ve Kurucular Kurulu kitaplarından yaptığımız bu alıntılar göstermektedir ki; Erdoğan, kendisine gönderilen memorandumdaki "Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir. Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir" talebine itaatsizlik etmemiştir!
8 Ağustos 2001’de, İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu Roger Short, parti kurma hazırlıklarını sürdüren eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ziyaret eder.
Ziyaretin ardından yaptığı açıklamada Short, şunları söylemektedir:
“Bildiğiniz gibi biz, çoğulcu demokrasiden yanayız. Bu parti (AKP) de, bu düşünceyi destekliyor. Böyle bir partinin kurulması bizi mutlu eder!”
Memorandum, 2 Temmuz’da gönderiliyor, 4 Temmuz’da Erdoğan, ABD’ye çağırılıyor ve memorandumu kabul ediyor.
Türkiye’ye döndüğünde de İngilizlerle görüşüp parti tüzüğünün taslağını gösteriyor ve onların da desteğini alıyor.
Yani…
Türkiye’de kurulan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başına gelmeyi hedefleyen bir partinin neler yapacağını, Türk Milleti’nden önce ABD, Yahudiler, CIA ve İngilizler biliyor ve onların istekleri doğrultusunda şekillenen ve onaylanan partinin kuruluşu tamamlanıyor!
Ve tarih 3 Kasım 2002…
Tayyip’in AKP’si, genel seçimler sonucunda %34 oy alarak iktidara gelir…
Bir zamanlar “AT’ye girmemek için geliyoruz!” diyen Tayyip’in sağ kolu Abdullah Gül, Başbakan olur.
Gül, 22 Kasım 2002 tarihinde, Alman Die Welt Gazetesi’ne vediği demeçte şöyle demektedir:
“Türkiye’nin hedefi çok açıktır: AB üyesi olmak! Buna karşılık biz de AB’ye tam üye olarak kabul edilecek Türk Devleti’nin saydam, demokratik bir İslam Devleti olacağını taahhüt ediyoruz!”
3 Kasım seçimlerinin ardından tekrar özel bir davetle ABD’ye davet edilen Tayyip, henüz hiçbir resmi sıfatı olmamasına rağmen, Bush tarafından, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcisi” olarak kabul edilir…
Kısa süre sonra da, milletvekili ve dolayısıyla da Başbakan olmasını engelleyen tüm hukuki engeller bir bir ortadan kaldırılarak Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanlık koltuğuna oturtulur!
İşte hadise kısaca böyledir!
RTE’nin Kasımpaşa’dan “Başbakanlık”a dek uzanan öyküsü!

Yararlanılan Kaynaklar:
Ergün POYRAZ, Patlak Ampul, Toplumsal Dönüşüm Yayınları
Ali ÖZOĞLU, Şifre Çözüldü, Toplumsal Dönüşüm Yayınları

Hayrullah Mahmud
3 Ocak 2006



Hayrullah Mahmud ÖZGÜR, 30 Aralık 2012
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?! / Hayrullah Mahmud ÖZGÜR

İletigönderen Oğuz Kağan » Sal Oca 01, 2013 15:43

RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' VI ve/veya Bugün Aslında Dündü?!

DEMOKRAT PAŞA NASIL VE KİMLER TARAFINDAN FETHULLAHÇI İLAN EDİLMEK İSTENDİ YA DA ERDOĞAN’IN SON PLANI: TSK’YI TAHRİK EDİP, AKP ALEYHİNE AÇIKLAMA YAPMAYA ZORLAMAK?!

Ahlaksız oyun?!


TSK’nın bir numaralı koltuğunda oturan Özkök Paşa’nın, nasıl bir psikolojik operasyona tabi tutulduğunu merak ediyorsanız, SESAR’ın “Bir dönemin perde arkası” başlıklı yazısını dikkatle okumanızı tavsiye ederim.
BOP operasyonu tüm dünyada çöküyor.
Neo Con’lar tek tek gidiyor!
Türkiye’de de “28 Şubat”ın sivil-asker uzantıları “Büyük hesaplaşma” ya da “ödeşme” için geriye doğru gün sayıyor.
Ezcümle; Erdoğan ve onu iktidarda tutan tüm sacayakları çöküyor.
Bugün de sizler için birkaç yazı seçtim.
Yorumsuz olarak aynen yansıtıyorum.
Sevgiler

13 Mayıs 2006
Hayrullah Mahmud


***

FRANSA’DAN SONRA SIRA TÜRKİYE’DE Mİ?!

Gizli hesabında 56 milyon $ var


Fransa'da siyasetçilerin "ihale karşılığında aldıkları rüşvetleri yabancı ülkelerde açtıkları gizli hesaplarda sakladığı" yolundaki skandal ülke gündemini sarsmaya, iç politikayı çalkalamaya devam ediyor. Ülkenin en başarılı eski ajanlarından General Philippe Rondot, gizli hesap soruşturmasını yürüten savcılara verdiği ifadede bu kez de Cumhurbaşkanı Jacques Chirac hakkında şok bir iddia ortaya attı: "Japon bankası Tokyo Sowa'ya Kültür fonu için yıllar boyunca ödenen 56 milyon dolar para aslında Chirac adına açılan bir hesaba yatırıldı..." Bu ifade üzerine Chirac, Fransız siyasilerin haklarında iddialara yanıt vermeme geleneğini haftalık siyasi hiciv dergisi Le Canard Enchaine'ye bozdu: "Burası dedikodu cumhuriyeti değil, kanunların işlediği bir ülke..." Rondot, Cumhurbaşkanı Chirac'ın UMP lideri Nicolas Sarkozy'nin "gizli hesap" skandalından dolayı fişlenmesi emrini verdiğini de iddia etmişti.

***

İTALYA’DAN TÜRKİYE’YE SIÇRAYACAK “KİRLİ FUTBOL” SKANDALI!

Çizme’de top skandalı


Reha ERUS / ROMA

Ligde patlak veren "Kirli Futbol" skandalına, Juventus dışında 9 kulüp, cumhurbaşkanı adayı, federasyon başkanı, yöneticiler, futbolcular, hakemler, siyasetçiler ve gazeteciler karıştı. Skandalın baş aktörü Juventus Sportif Menajeri Moggi’nin ülke dışına çıkmasına yasak getiriliyor. Polis, federasyon ve hakem kurulu ofislerine baskın yaptı. Şampiyonluğa oynayan Juventus’un küme düşmesi söz konusu.
İTALYA’da Napoli, Torino, Milano ve Roma savcılıklarının ortaya çıkardığı ve Juventus’un baş suçlu görüldüğü "Kirli Futbol" skandalının boyutları her geçen gün büyüyor. Toplam 1542 sayfalık iddianamede, 10 kulüp dışında yöneticiler, futbolcular, hakemler, siyasetçiler ve hatta medya mensuplarının bile adı geçiyor.
Baş aktör Moggi hakem atamalarını yönlendirdi: İddianamede, Juventus’un Sportif Menajeri Luciano Moggi’nin özellikle geçtiğimiz sezon birçok maçın sonucunu etkilemek için, Merkez Hakem Komitesi’nin Başkanı Pierluigi Pairetto ile irtibata geçip maçlarının hakemlerini bile birlikte seçtiği ortaya çıktı.
Moggi’nin, ayrıca oğlu Alessandro ile birlikte ortak futbolcu menajerliği şirketi GEA aracılığı ile, kendilerine bağlı futbolcuları milli takıma seçtirmek için İtalya Milli Takımı Teknik Direktörü Marcello Lippi’ye baskı yaptığı da öğrenildi. Roma Savcılığı, Moggi hakkında kamu davası açtı.
Agnelli ailesinin patronu olduğu Juventus kulübünün yönetim kurulu önceki gün toptan istifa etti.
Bahisçi futbolculara soruşturma: Juventus takımında, geçmişte internet ve telefon aracılığı ile müşterek bahis oynadıkları saptanan yıldız futbolcular kaleci Buffon, Maresca, Iuliano ve Chimenti hakkında da ek bir soruşturma açıldı.
29 maçta şike kokusu: Aralarında Dünya Kupası’nda görev alacak hakem Massimo De Santis’in de bulunduğu 5 hakem ve 6 yardımcı hakemin adı iddianamede geçiyor. Napoli Savcılığı, 2004-2005 lig sezonunun sonuçlarının iptal edilebileceğini, toplam 29 maçta şike ipucunun ele geçirildiğini belirtti.
Skandalda adları geçen 10 takımdan Juventus, Milan, Lazio, Fiorentina Udinese, Siena ve Messina’nın birinci ligden ikinci lige, Arezzo, Crotone ve Avellino’nun da ikinci ligden üçüncü lige düşürülebileceği, olaya adı karışan yöneticilerle futbolcuların da ömür boyu men cezası alabilecekleri belirtildi.
Cumhurbaşkanı adayı sorgulandı: Merkez sağın cumhurbaşkanlığı için aday gösterdiği Silvio Berlusconi’nin müsteşarı Gianni Letta’da Perugia kulübünün iflası ile ilgili olarak sorgulandı.
Önümüzdeki hafta başbakanlık görevini üstlenecek olan Romano Prodi ise soruşturmanın geniş kapsamlı olarak titizlikle yürütülmesini ve suçluların en kısa zamanda cezalandırılmalarını istedi. Savcılar, üç medya mensubu ile iki politikacı hakkında şike girişiminden suç duyurusu yaptılar. Ayrıca savcılığın ünlü hakem Pierluigi Collina’nın da görüşüne başvuracağı belirtiliyor.
Bu arada Roma polisi dün Futbol Federasyonu ve Merkez Hakem Kurulu ofislerine baskın düzenledi. Hürriyet

***

BUSH’UN KULAKLARI YA DA MEGA TELEKULAK

Amerikan istihbarat örgütü NSA'nın ABD'deki on milyonlarca abonenin telefon görüşmelerini kanunsuz şekilde izleyip kayıt altına aldığı haberi, Bush yönetimini sarsan bir skandala dönüştü
ABD'de en üst düzeydeki istihbarat teşkilatı Ulusal Güvenlik Ajansı'nın (NSA) 11 Eylül'den sonra terörizme karşı mücadele kapsamında on milyonlarca Amerikalının ülke içi telefon konuşmalarını gizlice izleyerek bunları kayıt altına aldığı yolundaki haberler, halk desteği dibe vuran Başkan George W. Bush yönetiminin başına büyük sorun açabilecek bir skandala dönüşüyor. Anayasa tarafından garanti altına alınan kişisel hak ve özgürlüklerin açık ihlali olarak görülen ve herhangi bir yargı kararına dayanmayan uygulama sonucunda iddialara göre, sayısı 200 milyonu bulabilecek abonenin milyarlarca telefon konuşması NSA tarafından izlendi ve kaydedildi. Böylelikle NSA'nın elinde daha şimdiden dünyanın en büyük veri tabanı oluştu.
Bush'un CIA'nın başına getirdiği General Michael Hayden'ın söz konusu kanunsuz izlemenin yapıldığı dönemde NSA'nın başında olması, Kongre'den yönetime duyulan tepkileri daha da şiddetlendiriyor. Bush'un, "Kanunsuz bir şey yapılmadı" şeklindeki açıklaması ise kamuoyunda skandalın yarattığı şoku gidermeye yetmedi.

Bir şirket 'Hayır' dedi

ABD'nin en çok satan gazetesi USA Today'in önceki gün manşetten verdiği telekulak skandalı haberi, sokaktaki Amerikalıyı büyük bir şaşkınlığa uğratırken, hem Bush'un Cumhuriyetçi Partisi'nden hem de muhalefetteki Demokratlar'dan senatör ve milletvekillerinin sert tepkisine yol açtı. Alarma geçen Kongre üyeleri, dün skandalın boyutlarını ortaya çıkarmak amacıyla acil soruşturma başlatılması için kolları sıvadı. Senato'nun Adalet Komisyonu Başkanı Cumhuriyetçi Arlen Specter, NSA'ya kayıtları veren 3 büyük telefon şirketi AT&T, Verizon ve BellSouth'un üst düzey yetkililerini ifade vermek için çağıracaklarını söyledi. Yöneticiler, telefon konuşmalarının izlenmesinin anayasal özgürlüklerin çiğnenmesi anlamına gelip gelmediği konusunda bilgi verecek. Büyük telefon şirketleri arasında sadece 14 milyon aboneli Qwest'in, yasal sakıncalardan kaygı duyarak NSA ile işbirliğine yanaşmadığı kaydedildi.
Demokrat milletvekilleri, NSA'nın faaliyetlerinin incelenmesi için özel bir komite kurulmasını önerdiler. Bu arada CIA Başkanlığı'na atanan Hayden'ın bu göreve uygun olup olmayacağı da tartışılıyor. Demokrat Senatör Joe Biden, Hayden için, "Büyük bir skandalın tam ortasında yakalandı. Senato tarafından onaylanması çok zor" dedi. Her iki partiden milletvekilleri, Bush yönetiminden skandalla ilgili ayrıntılı açıklama yapılmasını beklediklerini ifade ettiler. Bush, USA Today'ın haberi üzerine önceki gün TV'ye çıkarak, "Hükümet, mahkeme onayı olmadan ülke içi konuşmaları dinlemiyor. Sıradan Amerikalıların özel yaşamları, faaliyetlerimiz sırasında güçlü şekilde korunuyor" diye açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Ancak Bush haberi ne yalanladı ne de doğruladı.

'Kişinin ne konuştuğu değil, kiminle konuştuğu önemli'

ABD'de bir kez daha sivil haklar ile terörizme karşı verilen mücadele çerçevesinde özgürlüklerin sınırlanması arasındaki dengeyi tartışmaya açan mega telekulak skandalının başaktörü NSA, telefon konuşmalarını izleyerek bir tür bireylerarası "sosyal bağlantı analizi" yapıyor. Bu bakış açısına göre, telefon konuşmalarının içeriğiyle ilgilenmeyen NSA, daha çok kimin kiminle konuştuğu üzerinde duruyor ve böylelikle "toplumsal doku portresi" oluşturuyor. Konuşmalar birbiriyle hiç ilgisi olmayan yerlerdeki bireylerin ortak tanıdıkları olabileceğini ortaya koyuyor. NSA'nın bu çalışmasındaki ilkesi, "Kişinin ne konuştuğu değil, kiminle konuştuğu önemli" şeklinde özetleniyor.

Microsoft ve Google'dan 'Biz masumuz' açıklaması

İnternet servis sağlayıcılarından AOL LLC, herhangi bir bireye ait iletişimin izlenmesi için ancak mahkeme kararı olursa NSA ile işbirliğine gittiğini, toplu izleme için destek vermediğini açıkladı. Microsoft, iddialardaki türden hiçbir ilişkisi olmadığını belirtirken, Google da NSA ile herhangi bir ilişkisinin olmadığını duyurdu. Yahoo ise NSA ile işbirliğine gittiğini ima etse de ayrıntı vermedi. (Milliyet)

***

POSTA / İDRİZ AKYÜZ YAZIYOR

Sezer Meclis'i feshedebilir!

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, AKP grubunun, "devletin laiklik ilkesini zaafa uğratabilecek bir ismi cumhurbaşkanı yapmak istemesi durumunda" ne yapabilir? Hangi önlemleri alabilir? Acaba Sezer, hangi yetkileri nasıl kullanarak bu seçimin önüne geçebilir?
Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk'un, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile olan görüşmesinden sonra üç gün once Cumhuriyet Gazetesi'nin birinci sayfasında yer alan ve yukarıda sözünü ettiğim soruları gündeme getiren yazı tartışılmaya devam ediyor.
Konuyu, kaynağıyla konuştum. Sayın İlhan Selçuk'a sordum. Sayın Selçuk'un anlattığına gore, bu görüşme "başbaşa" yapılmış bir görüşme değil. Görüşmede, Cumhuriyet Gazetesi'nin Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay ile Cumhurbaşkanlığı'ndan üst düzey bir bürokrat da vardı.
Sayın Selçuk, Cumhurbaşkanı Sezer'i çok kararlı gördüğünü söyledi. Sezer'in,özellikle "laik cumhuriyet ve Atatürk ilkelerini zaafa uğratabilecek" bir ismin cumhurbaşkanı seçilmemesi için, anayasa'dan kaynaklanan bütün yetkilerini kullanma kararlılığı içerisinde bulduğunu söyledi. Ki bu
yetkiler arasında, Bakanlar Kurulu'na başkanlık etmesi, Meclis'te çıkarılan yasaların referanduma götürmesi ve seçimlerin yenilenmesi kararı da var.
(Anayasa; Madde:104)
Bunlardan en önemlisi; Sayın Sezer'in seçimlerin yenilenmesi kararı almasıdır. Yani bir anlamda, Meclis'i feshetme yetkisini kullanması! Ancak bu yetkinin kullanımıyla ilgili koşulları oluşması zorunluluğu vardır.
Bazı Anayasa hukukçularından aldığım bilgiye gore; seçimlerin yenilenmesini gerektiren koşulların oluşmasında, Meclis'te grubu bulunan partilere ki
özellikle anamuhalefet partisi CHP'ye büyük görev düşüyor. CHP başta olmak üzere öteki partiler de bu seçim sürecine katılmaz ve "Meclis'ten ayrılma
kararı" alırlarsa, seçimlerin Cumhurbaşkanı tarafından yenilenmesi yetkisi işlerlik kazanabilir.
Selçuk'un, Sayın Sezer ile ilgili tespitleri arasında, Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan ile TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç'ın artık "takıyye yapmak"tan
vazgeçtikleri ve amaçlarını alenen ortaya koydukları görüşü de var. Bu tespite de Sayın Arınç ile Sayın Erdoğan'ın, "Duvarlardan herşeyi indireceğiz" sözleri tuz biber olmuş.
Peki Sayın Sezer, başka ne yapabilir? Sezer, "Cumhur'un yani halkın başkanı ve devletin kuruluş ilkelerinin en üst düzey temsilcisi olduğu gerekçesiyle" AKP'nin ısrar ve inat etmesi halkın karşısına çıkıp, "yemininin" gereği ve Anayasa'nın korunması adına taraf olabilir. Ve şiddetli bir muhalefet anlayışı içerisinde, ülkeyi baştan
aşağıya gezip halkla konuşabilir.
Kısacası, Sayın Selçuk'un anlattığına gore Cumhurbaşkanı Sayın Sezer, "tamamiyle anayasal çerçevede kalarak" devletin temel ilkeleriyle çelişen ve çatışan yapıda bir ismi Cumhurbaşkanı seçtirmemek için vargücüyle mücadele edecek!

***

AKP’NİN SİYASAL KODLARININ DEŞİFRESİ

AKP’nin Orduya Yakarışı Giderek Traji Komik Bir Hal Alıyor:

Ne Olur Yalvarıyorum Kurtar Beni TSK!

AKP bazı illerde kongrelerini statlarda yaptı!

Soru hemen geldi. AKP’nin il kongresini Statta yapması ne anlama geliyor?

Fethi Amca’nın mektubunu AKP niye tırmandırıyor?

AKP’NİN SİYASAL MANİPÜLASYON GİRİŞİMLERİ

AKP’nin statlarda il kongresi yapması ile Fethi Amca’nın mektubunu tırmandırma operasyonunun hedefi aynı:

Orduyu AKP’ye karşı çok sert açıklama yapmaya yöneltmek.

Çünkü, AKP bitmiş, tıkanmış durumda ve acil morale ve meşruiyet transferine ihtiyacı var.

Bu moral ve meşruiyetin devşirilebileceği tek alan ordu. Eğer ordu, AKP’yi hedef alırsa tabandaki, toplumdaki, parti teşkilatlarındaki, milletvekillerindeki ve kabinedeki ayrışma bir süreliğine dondurulabilecek. Ama sadece bir süreliğine.

Gerçi Demirel başta olmak üzere İngilizci bazı sahte Atatürkçüler, İngiliz İslamcısı iktidara omuz vermeye çalıştı ama yeterli olamadı.

Çünkü, AKP gibi bitmiş, Demirel’in ve bitmiş İngiliz uşağı sahte Atatürkçülerin estirdikleri dalga boyu kısa kaldı. Bu girişim yetersiz kalınca devreye bu sefer İngilizci sahte Atatürkçüler Cumhurbaşkanlığı’nı aldılar. Ne de olsa Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği İngiliz gizli servisinin denetiminde. (Bu rezalet bize birkaç asır yeter.)

Ertuğrul Özkök’ün köşesinden AKP’ye tersinden destek verme gayretleri ilaç olmadı.

Sonuçta, AKP’nin içindeki açmazı en iyi izleyen kurumlardan biri ordu ve ordu AKP’nin siyasal manipülasyon girişimlerini çoktan beri istihbar ve analiz edip AKP’ye istediği can simidini atmadı. Ayrıca ordu, AKP’nin istediği sahaya girmeme temkinini gösteriyor, AKP’nin ısrarla istediği açıklamaları yapmıyor.

Deniz Baykal’ın AKP’ye Limitsiz Desteği

Başbakan RTE’nin Diyarbakır, Siirt, Adıyaman ve Şanlıurfa gezilerinden önce AKP iktidarının, İmralı’daki adamı (Bölücübaşını) serbest bırakacağına ilişkin spekülasyonu devreye sokan CHP Genel Başkanı Baykal’ın omuz vermesi iyi analiz edilmedi.

RTE, eğer “Bölücübaşı serbest bırakılacak” dedikodusu yayılmasaydı, Diyarbakır, Siirt ve diğer illerde o kalabalığı toplayabilir miydi?!!!

İngilizci sahte Atatürkçüler, AKP’nin yanında, Barzani’ye destek olmak için İngilizci İslamcı iktidara omuz vermişlerdir.

CHP, Terörle Mücadele Yasa Tasarısı’nın 6. Maddesi’nin Bölücübaşı’nı serbest bırakacağı yalanını pompalayarak güya AKP’yi suçlarmış gibi yapıp, RTE’nin Diyarbakır ve diğer illerde özlediği kalabalığı toplamasına yardımcı olmuştur.

Yani yine alavere dalavere yapılmış, Kürtler Bölücübaşı’nı affedecek (!) tasarıyı hazırlamış, AKP’nin eş genel başkanı ve eş başbakanına hafiften torpil geçmişlerdir.

Yani, TMY Tasarısı’nın 6. Maddesi etrafında kopan gürültü AKP-CHP yardımlaşmasının çarpıcı bir örneğini ortaya koymuştur.

Baykal memleketi Bölücübaşı’ndan kurtaran kahraman (!)

RTE Bölücübaşı’nı affetme (!) cüreti gösteren bir başka kahraman olarak gösterilmeye çalışılmıştır.

Böylece CHP, DSP’nin sol milliyetçi oyları ile DYP, ANAP ve MHP’nin mütereddit seçmenine Baykal’ın üst perdeden haykırması ile çiçek uzatmış, RTE de PKK’nın altını oyarak Kürt oylarını AKP’ye çekmeye çalışmıştır.

Sonuçta PKK zayıflayacak, İngilizler ve İsrailliler, sahte Atatürkçüler ve sahte İslamcılar üzerinden Barzani ve Talabani’yi güçlendireceklerdir.

Bir de bu süreçte ordu, AKP’ye çok sert çıkışırsa, “kaymaklı ekmek tatlısı” gibi ikram olacaktı.

Evet, bu müsamere CHP, AKP ve medya tarafından oynandı ama reytingi düşük kaldı.

APO, Yani Bölücübaşı Serbest Bırakılamaz!

Zira dağdaki çoban da,

beşikteki çocuk da;

Baykal ve RTE’nin bilmediği bir gerçeği biliyor!


BÖLÜCÜBAŞI serbest bırakılamaz ve hatta serbest bırakılması teklif dahi edilemez!

Hep birlikte gülünç bir siyasal manipülasyon girişimi daha izledik!

Hem RTE, hem de Baykal rezil oldular!

Beyler!

Kaç defa söyledik sizlere,

ÇOK A-CE-Mİ-CE OY-NU-YOR-SU-NUZ!

Saygılar,

SESAR

***

Bir Başka Siyasal Manipülasyon Denemesi Olarak Fethullahçı (!) Bank Asya’nın Halka Arzına Gelen İnanılmaz Talep!

Fetullah Hoca Grubu’nun finansal kolu olarak bilinen Bank Asya’nın 50 Milyon Dolar’lık halka arzına 7.5 Milyar Dolar’lık talep geldi.

“Bayram değil, seyran değil!” misali bu sıradan sermaye işleminden böyle bir akım tusunamisi beklenmiyordu.

Acaba, Bank Asya’nın halka arz ettiği hisselere gelen olağandışı talep çok masum mu?!!!

RTE ve şürekasını destekleyen iç ve dış güçler; “irtica ve şeriat” algılaması üzerinden yine orduyu tahrik etmek, korkutmak ve TSK’nın AKP’ye yüklenmesini sağlamak için tezgah kurdular.

Ordu, Bank Asya’ya inanılmaz talebi görünce “Laiklik elden gidiyor! İrtica geliyor!” diye balans ayarı çekecek bir hareket yaparsa AKP kurtulacak, çuvallayan “mağluplar güruhu” olarak değil de “mağdurlar topluluğu” ile güya izzet-i ikbal ile çekileceklerdi.

Hayret! Ordu, Bank Asya’ya gelen olağandışı talebi de bir irtica tehlikesi olarak algılamadı ve “çıt” çıkmadı!

AKP yine hüsrandaydı. Ordu üzerinden “mağdur” imajı kazanıp tüymeye hazırlananlar yine tüyemedi!

Bank Asya’ya olan olağandışı talebin “orduyu tahrik” amaçlı olduğunu ordu biliyordu!

Resim aynen şöyleydi; Bank Asya’ya rekor talep belli olunca hükümet, RTE ve AKP’nin arkasındaki iç ve dış güçler Genelkurmay’a bakıyordu. “O beklenen açıklama yapılır da, zarar kara dönüşür mü?” diye…

Oysa orduda bu simülasyon çok önce yapılmış, Londra, New York ve diğer borsa merkezleri yakinen izlenmiş, Türk istihbarat birimleri, Bank Asya’ya olağanüstü bir talebin “tahrik” amaçlı olacağını öğrenmiş ve sağlam bir strateji belirlemişti. Oyuna gelinmediği gibi bir yenisi kurulmuş, bir operasyon daha çökertilmişti…

Ne de olsa son dönem “birinci sınıf bir ülke”nin “birinci sınıf bir ordu”su vardı!

Halbuki birileri ne hayaller kurmuştu! Ordu konuşmasa Genelkurmay Başkanı Hilmi Paşa “Fetullahçı!” diye suçlanacaktı! Fetullah Hoca’nın gelmesi de böylelikle engellenebilecekti! AKP yine rahatlayacak ve kurtulacaktı.

Ama kimse Orgeneral Özkök’e “Fetullahçı!” diyemedi ve şimdilerde Fetullah Hoca (Tayyip’in kabusu olarak) dönmek için hazırlanıyor.

AKP’ye de hafakanlar basıyor elbet…

Kısacası;

Bank Asya operasyonu çöküyor!

National Bank of Greece operasyonu elde patlıyor!

Stat kongreleri elde kalıyor!

Atatürk’ün defterinin sayfasını koparmak tahrik etmiyor!

Bölücübaşı’nı af girişimi de (!) ele yüze bulaştırılıyor!

Demirel’in desteği, Baykal’ın çırpınışı, medyanın gerilimi tırmandırması Beşinci Kol’un dezenformasyonuna yetmiyor ve AKP göz göre göre malum sona doğru ilerliyor!

Halbuki bundan bir süre önce ısrarla “Ne yaptığınızı, ne yapacağınızı, kimlerle nasıl ve niçin yapacağınızı biliyoruz!” diye açıkça söylenmişti..!

Çok hafife aldınız çok!

Ayrıca Allah’ı ve iradesini yok saydınız! ,

İngiliz’e, İsrail’e ve diğerlerine dayanacağınıza,

Allah’a, milletinize ve devletinize dayansaydınız bugün böyle hüsran içinde olmayacaktınız!

Saygılar,

SESAR

***

OLAĞANÜSTÜ BİR DÖNEME HAZIR MISINIZ?

DEVALÜASYON İLK ELDE % 85


Bir süre önce Hükümet, IMF’ye olan borcun bir defada ödenmesi üzerine düşünce geliştirmeye çalışmıştı. Bu kapsamda aslında ekonominin çok iyi olduğu izlenimi verilmeye çalışılıyordu.

Oysa başta;

İşsizlik verilerinin negatif anlamda patlaması,

Cari açıkta önlenemezlik,

İç ve dış stokundaki artış,

Sıcak para olgusu ve spekülasyonlar,

İhracattaki artan sıkıntı,

İthalattaki fırlama,

Duran üretim,

Dış politikada başta Kuzey Irak olmak üzere, Kıbrıs, AB ve Yunanistan nezdindeki kayıplarımız, ABD ile onarılamaz şekilde bozulan ilişkilerimiz olmak üzere asayiş, kapkaç terörü, bölücü terör ve bozulan ekonominin ve sosyal dengelerin sebep olduğu intiharlar ile puzzle’ın önemli parçaları yerini bulduğunda karşımıza çıkan sonuç tam bir İFLAS.

Hükümet İFLAS etmiştir.

AKP İFLAS etmiştir.

AKP Hükümeti’nin ekonomik, siyasi, toplumsal, kültürel, etnik, eğitimsel, sağlık ve dış politikaya ait açılımları son bulmuş ve hasar tespit edilemeyecek kadar büyük olmuştur.

AKP Hükümeti, bir süredir iflas ettirdikleri ekonomiyi masaya yatırmış ve IMF ile hangi şartlarda müzakere etmenin hükümeti ve partiyi kurtaracağını araştırmaya başlamıştı.

Bu kapsamda Arap ve Yunan yatırımcıların irrasyonel, politik, etnik ve dini içerikli alımları içeriye “Türk ekonomisinin uluslararası alanda yıldızlarının parlayışı olarak” lanse edilmeye çalışılmıştı.

Ancak delik çok büyük yama da çok küçük olunca hiçbir önlem krizi kapatacak etkiyi gösterememiştir.

Hatta türban, Cumhurbaşkanlığı, Atatürkçülükle ilgili polemikler, CHP’nin AKP’ye açılım ve dominantlık sağlayacak pasları, durumu kurtarmamıştır.

Aslında Genelkurmay’daki bir toplantıda daha 2004 yılı sonunda ekonomideki durumun sürdürülemez olduğu öngörülmüş ve bu yolda bazı araştırmalar yapılmıştı.

AKP Hükümeti geldiğinden beri, İngiliz ve ABD kaynaklı bazı haber ve yorumlar RTE Hükümeti’nin ekonomiyi taşıyamayacağı yönünde idi. Hükümete kendi ülkelerindeki “iliştirilmiş medya” aracılığıyla “Başaramazsınız” mesajı veren, özellikle İngiltere, Blair ve Straw ikilisi ile de “başaracaksınız” ve hatta “çok başarılısınız” okşayışı ile istedikleri her tavizi ve imtiyazı AKP Hükümeti’nden alıyordu ve almaya da devam ediyor.

Son dönemde ABD ve İsrail’in Türkiye’ye yönelik tutumlarına balans ayarı verme çabaları gözlenirken, İngilizler Türkiye’ye karşı büyük bir taarruz başlatmıştır.

İngilizlerin Uçurumdan Attığı AKP Hükümeti

İngiliz kılavuzluğunda yol alan RTE - Gül ilişkisinin önderliğindeki AKP Hükümeti resmen ve alenen İngilizler tarafından uçurumdan itilmiştir.
İngilizler bir defa daha Türk’e Osmanlı’nın son zamanlarındaki gibi ağır ihanet etmişler, kullandıkları RTE, Gül ve AKP Hükümeti ile ağır darbe vurmuşlardır.

Arapları ve Yunanlıları Türkiye’de yatırıma yönlendirenler İngilizlerdir (AKP kulislerine kulak kabartınız) Türkiye’de İngiltere’nin genel valisi gibi davranan Büyükelçi Peter Westmacott’un görüşmelerine bir göz atmanız yeterlidir.

AKP imajını bozan İngilizler, Türkiye’de istikrarsızlığı hedeflemekte ve çıkacak kaosla kendilerine bağlı bir hilafet devleti kurmayı amaçlamaktadır. İngilizci hilafet devleti olmazsa İngiliz Atatürkçüleri’nin diktası çantada kekliktir.

Bunu için de İngiliz Atatürkçülerini, İngiliz İslamcılarını ayakta tutmak için kullanmaktadır.

Artık ipin çekilme vaktinin geldiğine inanan İngilizler kuklacı olarak ipleri oynatmışlar ve ekonomide AKP’yi ve Türkiye’yi ağır darbe vuracak süreci başlatmışlardır.

Dolar İlk Elde 2.5 YTL, Devalüasyon % 85

Bu kapsamda AKP Hükümeti, Doları 2.5 YTL yapacak bir dizi ekonomik önlemi alma hazırlığındadır.

Hükümet, IMF ile ilişkileri bitirmeye hazırlanmaktadır.

İngiltere, IMF’nin yerine geçebileceğine ve yatırımcıları Türkiye’ye yönlendirebileceğine AKP Hükümetine inandırmaya çalışmaktadır.

RTE’nin Yenizelanda ve Avustralya gezileri bu kapsamda değerlendirilmelidir.

İngiltere, Türkiye’nin ABD, AB, Almanya, Fransa, İsrail ve Rusya ile ilişkilerini bozacak tüm siyasal, ekonomik ve istihbari dezenformasyon kanallarını çalıştırmış ve başarılı olmuştur.

İsrail’i ipi kendisine bağlı yaramaz çocuk, ABD’yi de kendi silahlı kuvvetleri gibi kullanan İngiltere’de uluslararası bir açmaz ile karşı karşıyadır.

Sonuç olarak;

AKP Hükümeti bitmiştir.

Ekonomik ve siyasi kaos kapıdadır.

Olağanüstü bir döneme hazır olunuz.

Yüce Divan’ın kalabalıklığı karşısında şaşırmayınız.

Bu ülkede Anaysa profesörleri, Anayasa yorumlamayı bilmiyorlar, yeni süreçle öğrenecekler.

TSK’nın “ölü gibi durma stratejisi” çerçevesinde maskesi düşenlerin paniği toz duman bulutunu oluşturuyor.

Son dönemde Atatürkçü oluveren sahte Atatürkçüleri, İngiliz Atatürkçülerini ve AKP hortumcularını ve AKP ile iş tutanları zor günler beklemektedir.

Süreci geciktirmek için tüm enstrümanlar kullanılmıştır.

AKP, TSK’yı tahriki defalarca deneyip, suçu TSK’ya atmaya çalışacaktır. “Atatürkçülük” tartışmaları bunu sağlamaya yöneliktir.

TSK oyuna gelmeyecek, İngiliz İslamcılarına ve İngiliz Atatürkçülerine prim vermeyecektir.

Bir dönemin perdesi inmeye başlamıştır..

Hangi işadamlarının İngilizlerden ve uydularından sığınma istediklerini biliyoruz.

Yüce Divanlıklar bavullarını hazırlasın.

Saygılar,

SESAR

***

BİR DÖNEMİN PERDE ARKASI VE ÖZKÖK PAŞA NASIL “FETHULLAH HOCACI” İLAN EDİLDİ?

ÇUVALIN PERDE ARKASI!!!

GENELKURMAY BAŞKANI ÖZKÖK “FETHULLAH HOCACI” MI?!!!


AKP’yi kuranların ve kurduranların özellikle RTE’nin özel önem verdiği danışmanlarından ve operatörlerinden biri ile yemekte karşılaştık.

Tam bir panik havasındaydı. “Hayrola işleriniz iyi gitmiyor galiba!” dedim.

Tezkere krizinde oldu ne olsuysa, büyü o zaman bozuldu, beklediğimiz sonuç çıkmadı, sonrasını biliyorsunuz.

Katılmıyorum, Edelman’ın YSK’ya ziyareti, Londra, Washington, New York, Dubai ve bazı şehirlerde daha AKP kurulmadan önce verilen sözler, sonunuzu hazırladı. Devleti tanımadan, Anayasal organlardan ve milletten gerçek anlamda bir “olur” almadan küreyi yerinden oynatacak kararları alabileceğinizi sanmak çocukçaydı. Bu durum AKP’yi bitirdi.

Hayır, bizi (AKP’yi) Özkök Paşa ve Paşalar bitirdi. Tezkere krizinde ne yapacağımızı bilemedik. Sorduk ne yapılmalı diye; “İktidar sizsiniz, karar almak sizin işiniz, biz kararı uygularız” dediler.

Ama zaten siz orduya sormadan informel olarak her türlü garantiyi vermiştiniz. Asıl hata o değil mi?

Tamam her türlü garantiyi ve tavizi verdik ama ABD’nin Doğu ve Güneydoğu’ya tam yerleşeceğini bilmiyorduk. Yani, ABD ve İngiltere Türkiye’yi işgal edeceklerdi, paniğe kapıldık.

Ama ABD’lilere bu garantinin AKP’nin kurulması aşamasında verdiniz.

Evet çok yanlış yaptık.

Peki o halde Özkök Paşa’nın ve Paşaların suçu ne?

Onlar diyebilirlerdi ki; “Tezkerenin çıkmasına karşıyız”. Ancak asker kararı bize bıraktı!

Normal, demokrasilerde zaten böyle olmaz mı?

Tamam da tezkerenin faturasını AKP’ye kesti ABD’liler. Asker, “tezkereye karşıyız” deseydi, parti ile ABD değil, ABD ile TSK karşı karşıya gelecekti, biz yırtacaktık.

Özkök Paşa ve Paşalar size tezkereyi çıkarmayın demedi mi?

Hayır demedi ama cesaret edemedik!

ABD Türk, askerlerinin başına çuval geçirdi ama ceza olarak.

Yahu o olayı hiç sorma. O Wolfowitz’in halt yemesi. Bizimkiler (AKP’liler), tezkerenin öcünü TSK’dan alalım demiş.

Yoksa sizin danışman arkadaşlarınızdan biri ve İstanbul’da iki işadamı Wolfowitz’e asıl suçlu AKP değil, TSK demiş olmasın.

Yoksa AK Parti tezkereyi çıkaracaktı. TSK’yı cezalandırma teklifi, iki işadamı ve bir danışmandan gitmedi mi?

Çok büyük, çok fahiş bir hata Wolfowitz. Türk ordusunu (bu teklif üzerine) cezalandırmaya karar verdi.

Tek başına mı?

Yok canım, RTE ve Gül’le paylaşıldı, onlar da “olur” dediler.
Yani Wolfowitz, ABD’nin çok bilmiş danışmanı ve İstanbul’daki iki işadamının Türk ordusunu cezalandırma önerisini RTE ve Gül ya da Eş Genel Başkanlar “evet” mi dedi?

Maalesef. Tayyip ile Gül’ün gezileri bu plana göre ayarlandı. O gün RTE de Rize’de, Gül Kayseri’de olacaktı. Çok ters bir şey olursa ikisi ABD’liler tarafından alınacaktı. Wolfowitz hazırlamıştı.

Ne tür bir terslik bekliyordunuz?

RTE’ye ve Gül’e yönelik askeri hareket olabilir diye düşündük?

Yani AKP üst yönetimi, AKP’nin yıldız danışmanı ve İstanbul’daki iki işadamı Türk askerlerinin başına çuval geçirileceğini biliyor muydu?!!!

Evet. Yanılmıyorsam bir de emekli bir Paşa da biliyordu.

Hiçbir kimse çıkıp RTE ve Gül’e bunun sonuçlarının çok ağır olabileceğine ilişkin görüş bildirmedi mi?

Çok kızmıştık. ABD Savunma Bakanı arkamızda idi. Kendimizi çok güçlü hissediyorduk.

Ordunun sessiz kalacağını mı düşündünüz?

Biz değil, Wolfowitz düşündü. Türk askerlerinin başına çuval geçirilince Genelkurmay Başkanı Özkök ve diğer Kuvvet Komutanı Paşalar’ın, o gün Genelkurmay Harekat’ın nöbetçisi Büyükanıt’ın istifa edip emekli olacaklarını öngörmüştük. Eğer o gün paşalar istifa etseydi, bizim Genelkurmay Başkanımız hazırdı.

Kimdi?

Söyleyemem. Ama Paşalar istifa etmeyince dümen yarım kaldı. Paşaların kesin kararlı oluşu ve çuval olayını Türkiye’nin lehine kullanmaları oyunumuzu kökten bozdu. Paşalar istifa etmeyince Özkök Paşa’ya “Fetullah Hocacı” diyelim dedik.

Neden?

Çünkü, Özkök Paşa’nın namaz kıldığı söylenmişti. Eğer Özkök Paşa’ya “Fetullah Hocacı” dersek istifa eder, biz de (AKP) intikam alırız diye düşündük.

Yani Özkök Paşa “Fetullah Hocacı” değil mi?

Ne ilgisi var? Mümkün mü? Paşa samimi Müslüman bir adam. “Çamur at, izi kalır” dedik.

Sonuç alamadınız!

Kimse inanmadı. Bunun üzerine Emin Çölaşan gibi yazarlara Özkök Paşa’nın “Fetullah Hocacı” olduğu yalanı sızdırıldı. Wolfowitz’in adamları bir psikolojik harp yürüttü. Hulki Cevizoğlu, Emin Çölaşan, Mustafa Balbay, filan, bunları CIA ve MI6 iyi etkiliyordu.

Özkök Paşa istifa etseydi, yerine kim geçecekti? Büyükanıt Paşa mı?

Yok canım. Ancak Büyükanıt Paşa’yı Özkök Paşa’ya karşı kullanmaya çalıştık. Aziz Yıldırım. ABD’deki bazı askerler Büyükanıt Paşa’yı etkilemeye çalıştı ama Büyükanıt oyuna gelmedi. O oyuna gelmeyince “Sabetayist” olduğunu yaydık.

Onun kabahati neydi?

Bizim (AKP’nin) Genelkurmay Başkanı adayı o değildi.

TSK’ya müdahale etmeniz saçma değil mi?

Arkamıza ABD Savunma Bakanı’nı, iki-üç çok önemli işadamını ve bir emekli paşayı alınca kolayca sıyrılırız diye düşündük.

Hem Özkök Paşa, hem de Büyükanıt Paşa’nın sessiz kalmasını nasıl karşıladınız?

Sinirlerimiz bozuldu. Emin Çölaşan, Mustafa Balbay, Cüneyt Arcayürek, Tuncay Özkan ve Hulki Cevizoğlu’na yönelik dezenformasyonun dozajını yükselttik ama başaramadık.

Neden?

Özkök Paşa’yı, Büyükanıt Paşa’yı, Genelkurmay’ı ve galiba genel olarak TSK’yı çok basite indirgedik. Çok boş gördük onları. Ama öyle değilmiş. Mesela sizin SESAR’ın, Hayrullah Mahmud’un ve Atatürkçülüğünden, milliyetçiliğinden emin olunan kalemlerin paşalara yönelik ağır eleştirileri işimizi kolaylaştıracağına, bozdu. Bir çok operasyonda nasıl olsa SESAR, Hayrullah Mahmud ve diğerleri sonuç alır diye yapmadık.

Mesela iptal ettiğiniz birkaç operasyon örneği verir misiniz?

Veremem. Ama Emin Çölaşan yazarsa, Paşalar istifa eder dediler, olmadı. Cüneyt Arcayürek, Tuncay Özkan, Hulki Cevizoğlu, Mustafa Balbay gibi isimlerden kurulu bir Psikolojik Harekat etkisinin taarruzunu sizler sulandırdınız.

İltifat ediyorsunuz!

Değil, değil. Sizin, Hayrullah Mahmud’un bizim hedefimizdeki paşalarla çok iyi görüştüğünüz istihbaratı geliyordu. Kafamız karıştı. SESAR ve Hayrullah Mahmud (ve birkaç isim var hatırlayamadım) hem hedefimizdeki paşalarla çok iyi görüşüp nasıl hem onların aleyhine yazar diye çok sorduk. Sonra bir istihbarat geldi, bu kadar hücum, savunmadan başka sonuç getirmez, oyuna getirildik diye.

Demek ki emekli bir paşa orduyu iyi analiz edememiş.

Sadece o değil, ABD’li, İngiliz, İsrail’li, Fransız bir çok uzmandan TSK’ya karşı yürüttüğümüz savaşta yardım aldık. Ama onlar da çuvalladı. Hepimiz çuvalladık. Kabinenin listesi, Londra ve ABD’de oluşturuldu. Bakanlar Kurulu’nda İngilizlerin, Amerikalıların, İsraillerin, Almanların, Fransızların kotası olduğu söylendi, itiraz ettik, iftira dedik. Ama realite bu. İngilizlerin elinde ipimiz.

Sadece onlar mı?

Onlar (İngilizler), hem ABD’lileri, hem İsraillileri hem Almanları, hem de AB üyelerini parmaklarında oynatıyor. Barzani’yi, Talabani’yi, Kürtleri ve Arapları.

İngiliz Büyükelçisi Westmacott?

O en büyük fitnebaşı. Hükümet’in içine düştüğü açmazın mimarı o, “Kürt devletini kabul edin, Arap ve Yahudi sermayesi Türkiye’ye akacak” dedi.

RTE’nin Kürt sorunu söyleminin mimarı o mu?

Öncelikle İngilizler ve tabii Westmacott. İsrailliler de var.

Sana göre İngilizlerin amacı ne?

Onlar (İngilizler), Hindistan ve Çin’i arkalarına alarak dünyaya yeniden egemen olmayı planlıyorlar.

“Güneş batmayan imparatorluk” şehveti içindeler. ABD’yi Irak batağına çeken İngilizler ve Yahudilerdir. İngilizler ABD’yi bölgeden uzaklaştırıp, Kürt devleti ve İsrail ile ittifak kurup Ortadoğu’ya oturmak istiyorlar. Bu sebeple ABD ile İslam ülkelerinin arasını açtılar; özellikle 11 Eylül’den sonra. Westmacott bizimkine (RTE) demiş ki, İngiltere, Rusya, Çin ve Hindistan ile birlik oluşturuyoruz. ABD bölgeden tasfiye olacak.

Tezkerenin suçlusu bu durumda İngiltere olmuyor mu?

İngilizler, hem İsrail’i hem de ABD’yi yanıltıyor.

AKP, bu İngiliz dümenini yenecek güçte mi?

Biz İngiliz malı bir partiyiz. Ya da Almanların deyimi ile “ankesörlü telefon” gibiyiz. Jetonu kim atarsa, onun düdüğünü çalıyoruz. Hiçbir şeye hazır değilmişiz. Kullanılmışız. İngilizler ince ama vahşice, İsrail, ABD üzerinden, ABD IMF üzerinden, Almanlar, Fransızlar AB ve Kürtler üzerinden ama tüm düşmanlarımız Kürtler, AB ve ekonomi üzerinden AK Parti hükümetini kullanıyor. Çok üzülüyor ve kahroluyorum. İstanbul’un Fethi Şenlikleri’ni düzenleyen maziden İstanbul’un işgalini tezgahlayan parti ve adamlara dönüştük.

Çok ağır bir itiraf değil mi?

Daha özelleştirme ve rüşvetteki dolaplara gelmedim. Yabancılar (İngilizler, ABD’liler, İsrailliler, v.s.), muhalefete hakim. MHP İngiltere’ye teslim olmuş durumda, Ağar’ı çok rahat pasifize ederler. Erkan Mumcu İngilizler’in tam kontrolünde. Westmacott, “CHP bizimdir ve sizin en büyük yardımcınızdır” dedi. AK Parti’nin durumu ortada.

Rezalet.

Rezalet değil, tam işgal ve işgale bizler (AK Partililer) önayak oluyoruz. Sizin dedikleriniz doğru, hainler mangasıyız biz.

Bari Cem Uzan olayını da anlat.

Yine Westmacott’un ifadelerini kullanacağım; “Cem, bizim çocuktur”.

AK Parti niye ezdi geçti?

Açık söyleyeyim, ne RTE, ne Gül, ne Şener, ne Arınç, ne de Cem Uzan ve ne de ben aslında tam olarak ne olup bittiğini bilmiyoruz. Hepimizi kullanıp, pisletip atıyorlar.

Çok iyi bir sohbet oldu. Müsaade ederseniz ben bunları yazayım, siteden kamuoyuna yansıtalım.

İsmimizi yazmamanız kaydıyla. Bir de çok güldüğümüz bir operasyonumuzu anlatayım.

Kime yönelik?

Orduya yönelikti. Arkamızdaki dış güçlerin uzmanları ve emekli bir paşa ve içindeki bazı stratejistlerle birlikte TSK’yı bölüp albayların ve altındaki grubun desteğini kazanmak için basit bir söylem geliştirdik: Albaylara kadar ordu iyidir, Paşaların hepsi götoştur. Bu sözü yaymaya başladık.

Zapsu, bunu çok kullanmıştı.

Hepimiz çok kullandık. “Paşaların hepsi götoş, Albaylar da dahil alt kesim kahraman”.

Söylemin başarılı olup olmadığını anlamak için bir de istihbarat grubu kurduk. Albay, Yarbay, Binbaşı gibi alt rütbeli subaylara, “yahu bu Paşalar götoş olmuş, baksana Hükümet ülkeyi satıyor. Götoş paşalar bakıyor” diyorduk. Bir gün yine istihbarat geldi, “Bugün Paşalara götoş diyenler, yarın herkese götoş der” kim böyle diyorsa… diye; başlayan tepkilere bakınca yavaşlattık. Sonra dedik ki, “Lan bu subayların gerçekten hepsi götoşmuş” deyip deyip güldük. Böylece TSK’yı AKP’ye destekler hale getirmeyi düşünmüştük. En azından Paşalar hariç, bizi destekleseler ordu bir şey yapamazdı.

Hepiniz Harvard mezunu musunuz?

Niçin sordun?

Süper stratejiler geliştirmişsiniz!

Buna süper trajediler deseniz daha doğru olur. İşte bir dönemin perde arkasını, perde arkasında birisinden dinledin. AK Parti’nin perde arkasındaki birisinin şahit oldukların anlattım. Özkök Paşa’nın “Fethullahçı” olduğu yalanına biz bile inandık.

Devam edelim, daha soracaklarım var.

Bunaldım. Daha sonra devam edelim.

Fehtullah Hoca’ya nasıl bakıyor Tayyip?

O Türkiye’ye gelirse diye patronun (RTE’nin) ödü kopar. RTE, Fethullah Hoca’yı hiç sevmez. Ama bunu söyleyemez de.

Açalım biraz bu konuyu.

Söz bir dahaki sefere.

Biz bunu sitede yayınladıktan sonra mümkün mü?

İktidardan, koltuktan önemli şeylerin varlığını tekrar hatırlıyorum. Utanıyorum. Bunalıyorum. Yüzümüz gülüyor; ama AKP’nin içinde, oyunun farkına varanların içine kan oturmuş durumda. Sürü psikolojisini yenmek zor.

“Urgan hesabı” kıssasını biliyorsunuz değil mi?

O artık bir kıssa değil, hepimizin boynundaki ip.

Hem acı hem tatlı bir söyleşi, sohbet oldu.

Saygılar,

SESAR
13 Mayıs 2006



Hayrullah Mahmud ÖZGÜR, 30 Aralık 2012
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' ve/veya Bugün Aslında Dündü?! / Hayrullah Mahmud ÖZGÜR

İletigönderen Oğuz Kağan » Sal Oca 01, 2013 20:58

RTE'ye 'Yılbaşı Hediye Sepeti' VII ve/veya Bugün Aslında Dündü?!

YENİ MİLLİYETÇİ TAVRI NASIL OLMALI?!

Yeni Milli Duruş?!


Sevgili Asker,
Güzel bir soru sormuşsun.
Yalnız bu soru, Temel’in bilgisayara “Ne var ne yok” diye sorması gibi bir şey.
Cevabı da sanıldığı kadar kısa değil!
Tartışmak gerek!
Ciddi zaman harcamak gerek.
Hatta tüm arkadaşların senin yönetiminde tartışmaya katılması ve görüşünü ortaya koyması daha faydalı olur kanaatindeyim.
Öncelikle…
Yazındaki “Kendi görüş” kısmına açıklık getireyim.
Yazdığım yazılardaki tüm görüşler bana aittir.
Yazılarımın içeriğini zenginleştirmek için zaman zaman değişik yazar ve kitaplardan alıntı yaparım!
Bilmeni isterim ki, bu sadece ortaya koyduğum görüşü zenginleştirmek içindir.
Bir de okuyana yeni ufuklar açmak içindir.
Hepsi bu!
Sorunun cevabına gelince:
Hadisenin dernekleşme boyutu benim ilgi alanımın dışında!
Fikri boyuta gelince!..
Daha Önce “Yeni Milliyetçilik Tartışmaları” ile ilgili sanal ortamda birkaç özgün satır yazmıştım.
Özeti şudur:
Değişen dünyada Türkiye’nin hak ettiği yeri alması için, Türk Milliyetçileri’nin, vatanını seven bizlerin, düşünce yapısı da değişmeli, demiştim!
“Reaksiyoner” yani gelişmelere tepki veren bir milliyetçilik anlayışından “vizyoner” yani belli bir plan dahilinde yürüyen, “ofansif” yani kaleye gol atmak için kontrataklar yapan bir milliyetçilik anlayışına ihtiyaç var!
Peki nasıl?!
Yine altını çizerek söylüyorum, tamamı ile “kafa yapısı” değişmeli!
Kafalar değil, fikirler tokuşmalı!
Son olarak O. Pamuk hadisesinde görüldü!
Operasyonu ABD ve AB yaptı!
“Yumurta” ve “domates” ile protesto şekli biz Türklere ait değildir.
AB’li istihbarat servisleri kullanır.
Ama hiç kimse bunu sorgulamadı!
Sadece bazı romantikler bunlar da atılmamalı dedi, bu kadar!
Yani operasyonun perde arkası hakkında fikir vermesi için söylüyorum.
“Brüksel usulü Menemen/Melemen” yazısını da o yüzden yazdım ama içindeki mesajı pek anlayan çıkmadı!
“Reaksiyoner milliyetçiler” sayesinde AB, yine yüzde 100 haklı olduğumuz bir davada yağ gibi üste çıkmayı başardı.
O. Pamuk gibi bir adam bir anda demokrasi savaşçısı ilan edildi!
Gel de isyan etme!
Kasparov, “Satrançta, 7 hamle sonrasını görmeden hamle yapmam” diyor.
Ben sanal ortamda bu olay ilk gündeme geldiğinde yazdım.
Dava açmak yanlış olur dedim, umursayan olmadı.
Bak adamlar ikinci hamlede, ki elimizdeki belgeler de uzmanlar da sağlam olduğu halde, minderde bizi tuş etmeye kalktılar.
Biz haklıyız!
Evet biliyorum.
Ama bu global bir satranç oyunu!
Devletler oyunu!
Haklı olmak kadar doğru hamleleri doğru zamanda yapmayı gerektiriyor.
Aksi halde haklı olsan da bir şey fark etmiyor.
Bak, yine Avrupalılar, çayın taşı ile çayın kuşunu vurdular!
Oysa ki, sadece O. Pamuk, iddialarını ispatla denseydi, denilebilmiş olsaydı, sonuç hiç böyle olur muydu?!
Pamuk, bugün insan içine çıkamaz haldeydi.
“Düşünce sistemi” değişmiş olsa, gördüğün gibi bu eyleme, eylem de neticeye yansıyacaktı.
Ben, bazı milliyetçi dostlarımızın ağlaştığı noktada olduğumuza da inanmıyorum.
İşte Ordu’muzun tepesi bir yana hali ortada!
Herkes sıraya girmiş, ne olur bizimle işbirliği yapın diyor.
Yeraltı zenginliklerimiz de öyle!
Dünyanın dörtbir yanında iş yapabilecek nitelikte “beyaz yakalı”mız var!
Yani un var, yağ var, şeker var!
Eh olmayan ne!
Helva yapacak adam!
Merak etme o da çıkar!
Ne oldu?!
Vatanı peşkeş çekmek isteyen Tayyip’in maskesi düşmedi mi?!
Düştü!
Her daim Allah, en büyük oyunbozandır.
O istemezse hiçbir şey olmaz!
İsterse her Firavun’un başına bir Musa diker!
Bu bakımdan, bilmeni isterim ki, Türkiye’de yok yok!
Yani Ordu da var, polis de var, istihbaratçı da var, siyasi parti de var, bürokrat da var, işadamı da var, iyi film yapacak ekip de var!
Bu bakımdan, herkes kendi işini yapsın.
Biz yapmayana hatırlatalım yeter!
Bazen bu tür hatırlatmaların bedeli ağırdır, o da işin tuzu biberidir deyip sineye çekelim.
Ne askerin ne polisin ne de istihbaratçı vb’lerinin yerine geçmeye gerek yok.
Yani kaş yapayım derken göz çıkarmaya da gerek yok.
Bakın MHP, 2 Ekim’de miting düzenledi.
Şimdi soruyorum, MHP nerde?!
Cevap yok!
İş AKP’nin değirmenine su taşımaya gelince, reaksiyoner olmaya gelince bayrağı kimseye bırakmıyorlar!
Senin de dikkatini çeken, şahsım adına endişelenmene yol açan bazı iddiaları gündeme getiriyorum, MHP’den, DYP’den, GP’den vb çıt çıkmıyor.
Yazılarımdan da haberdarlar.
Nereden mi biliyorum.
İşim bilmek, duymak, dinlemek.
Daha yeni gazeteci olmadım ki, meslekte bu 18 yılım.
Hiçbir yetkili, görevli merak edip sormaz mı, bu nedir, diye!
Ülke parçalanma noktasına gelmiş, hala bazıları koltuk derdinde, aman benim başıma bir şey gelmesin ürkekliğinde!
Ben yazıyorsam, bilmeni isterim ki, gerçek yazması ve konuşması gerekenler görevden kaçtığı için yazıyor ve söylüyorum.
Sağolun sizler de yayınlıyorsunuz.
Belki elimden kalemim alınmak istenmeseydi, ben de sanal ortamdaki bu gücün farkında olmayacaktım.
Her şer’de bir hayır vardır, dedikleri bu olsa gerek!
Türkiye ise dünyada benzeri olmayan bir ülke!
Yüzmeyen uçak gemisi gibi!
İsviçre, Fransa vb gibi istikrar bekleme!
İstesek de olamayız!
Coğrafyanın dayattığı realiteye uyumlu yaşamak zorundayız!
Japonya nasıl depremle yaşamaya alışmış ise bu topraklarda yaşayanların da artık birçok istihbarat servisinin Türkiye’yi karıştırmasına karşı şerbetli olması gerekiyor.
Yani bu bir yakınma sebebi olmamalı!
Ben önümüzdeki süreçte sanılanın aksine Türkiye’nin büyüyeceğini, I. Dünya Savaşı’nın rövanşını alacağına inanıyorum.
Ölmez sağ kalırsam, o gün gelince Hayrullah Mahmud diye biri böyle söylemişti dersin.
Nitekim, vatan sevgisinin entelektüel bir sevgi olması gerekliliğine inanıyorum.
Yani milliyetçi olmak demek, bazı mesleksiz insanların egolarını paarlatmak istedikleri alan olmamalı!
Vatanını seven her Türk genci once işini iyi yapmalı, sonra iyi kazanmalı, bu toprakları korumak için de gerekirse seve seve canını vermeli!
Unutmamalı ki, AB’nin hiçbir yeraltı zenginliği yok!
Onlar refahlarını “bilgi”yi çok iyi kullanmalarına, Osmanlı’nın yükseliş ve Atatürk dönemi buna örnektir, bir de kurnazlık yapıp bizim gibi ülkelerin insanlarını kandırmalarına, hadi popüler tabirle söyleyeyim sömürmelerine borçlular.
Biz sömürmeyiz, diyebilirsin.
Ben de diyorum ki, sömürmeye, aşağılıkça işler yapmaya ihtiyacımız yok.
Türkiye sınırları içinde taşı dik taş çıksın, haini dik bire on versin.
Anlayın işte ne kadar verimli bir coğrafyada yaşıyoruz.
Ve…
Son olarak…
Reaksiyona dayalı milliyetçilik anlayışı sona ermeli diyorum.
Akıl, her şeyden önce gelmeli!
Yoksa hepimiz bu vatan için canımızı vermeye hazırız.
Bunu da laf ola beri gele söylemediğimi en iyi şahsım adına duyduğun endişelerden dolayı senin hissedebileceğini düşünüyorum.
Onun için vatanını seven her Türk genci önce reaksiyoner olmayı bırakmalı!
Sonra meslek sahibi olmalı!
Yaptığı işin en iyisini yapmalı!
İyi kazanmalı!
Bu topraklarda kazandığını da korumak için gerekirse canını vermeli!
Ama önce meslek sahibi olmalı!
Milyonların sevgilisi Kurtlar Vadisi’nin kahramanı Polat da mesleksiz biri değildi.
Filmde, Özel Kuvvetler’den yetişme, işini çok iyi yapan, gözüpek bir devlet görevlisini canlandırıyordu.
Önemle hatırlatırım!
Çünkü bence bu detay, diğer detaylardan da önemli!

Not: Şimdi bu anlamda yazdığım önceki birkaç yazımı dikkatinize sunuyorum. O satırların üzerinden minik sorularla gidersek, bu tartışma daha verimli bir hal alır diye düşünüyorum.

Sevgiler

HM

***

İLİŞTİRİLMİŞ ERMENİ KONFERANSI YA DA HEP AFFEDEN, HESAP VEREN ÜLKE OLMAK?!

Entelektüel Milliyetçi?!


Türkiye’nin gündemi aylardır “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri” konulu konferans ile meşguldü.
Yapılırdı yapılamazdı tartışmaları bir yana, nihayet yapıldı ve bitti.
Gündeme özenle “iliştirilmiş” bu “konferans” sayesinde AB’nin ve dünyanın projektörleri yine Türkiye’ye çevrildi.
İddia neydi; “Türkler, Ermenileri kesti. Soykırım yaptı!”
Karşı iddia ise “Hayır kesmedik!” değil mi?!
Peki; her şey bu kadar basit mi?!
Sanmam!..
Bu tartışmada ısrarla gözden kaçırılan diğer boyutlar ne olacak?!
Ya Türkler ve Ermeniler savaş ortamında ölürken, öldürülürken, diğer taraflar ne yapıyordu?!
Onlara hiç hesap sorulmayacak mı?!
Bence sorulmalı!
Acaba diyorum, bu tartışmayı şöyle genişletsek daha doğru bir iş yapmış olmaz mıyız:
“Konferans yapmanızı kabul ediyoruz. Mademki tarihe ışık tutmak gibi bir niyetiniz var, o zaman bir televizyon ekranından toplantıyı canlı yayınlayalım. Konuyla ilgili tüm taraflar katılsın. O günkü koşulları birebir simule edelim. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı parçalamaya çalışan hangi güçlermiş, öncelikle onu bir ortaya koyalım. Konjonktürü doğru resmedelim. O günün dünyası nasıl bir dünyaydı, güç dengesi nasıl dağılıyordu, bunları bir görelim. Cemal Paşalar’ın arkasında kim ya da kimler vardı, bir ona bakalım. Ermeniler’i hangi güç ya da güçler Osmanlı’ya karşı tahrik etmiş, bir de hadisenin bu yönünü iyice bir etüd edelim.”
Çünkü İngiltere, Fransa, Almanya’nın temsilcileri olmadan, Ermeni meselesini doğru bir şekilde tartışmak mümkün değil!

MASKE DÜŞÜRMEK

Nitekim...
Yakın zaman dek biliyorsunuz, her gün Türkiye’nin bir yerinde bir kurtuluş töreni yapılırdı.
Hatta kendini rolüne kaptıran bazı gazilerin, düşman rolünde oynayan belediye işçilerini ya süngü ya da barut ile yaraladığına dair haberler de yer alırdı medyada.
Ama şimdi “AB’ye gireceğiz” diye bu anma törenleri kaldırıldı.
Gereksiz yere düşmanlığı körüklüyor, diye!
Sanki adamların ülkelerini biz bölmüş, parçalamış, işgal etmişiz!
Neyse...
Ama bakın “Ermeni soykırımı” iddialarını gündemde tutarak, bazı AB ülkelerinin maziyi canlandırmakta ısrarlı olduğunu söyleyebilirim.
O zaman “Bizden günah gitti” der ve açarız tarihin tozlanmış kirli sayfalarını!
Ortada “Medeni ülke” diye dolaşan, dolaştırılan “bazı ülke”lerin tek tek maskesini düşürürüz.
Bakalım takke düşüp kel görününce ne cevap verecekler?!
Kendi kazdığı kuyuya düşmek, düşürmek diye işte buna denir!
Buyursun gelsinler, hesaplaşalım.
AB’nin “Ermeniler” ile ilgili iddialarına cevap vermek, işte bu kadar basit.
Ama...
Önce kendi kendimizle hesaplaşmalıyız:
Bu yıl içinde talihsiz bir olay yaşandı.
Bazı Yunanlı askeri öğrenciler Türk bayrağını yaktı.
Peki biz ne yaptık?!
Ayaklarına gidip özür kabul ettik.
Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt, YAŞ öncesinde Yunanlılar’ın ayağına gidip özür kabul etti. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de “Bu konu artık kapanmıştır” diye büyüklük yaptı. Ben de bunu “Hep affeden ülke olmak & Çarliston Paşa” başlığı altında kaleme aldığım bir yazı ile eleştirdim.
Zaten bu ekip Türk Aslanları’nın kafasına çuval geçirildiğinde de aynı şeyi yapmadı mı?!
“Affedelim, unutalım” nakaratını tekrarlamadı mı?!
Onun için “Hesap sormak” önce “akıl” sonra “yürek” ister.
Şimdi lütfen söyler misiniz “Hep affeden, taviz veren, ayaklarına gidip haklı olduğumuz konularda dahi özür kabul eden” bir ülke olmaya devam edersek, adamların bize daha ne demelerini bekliyorsunuz.
Kibarlık yapıp “Aptalsınız” demiyorlar, onun dışında her şeyi söylüyorlar.
Biz böyle davranmaya devam ettiğimiz sürece tabii ki, “Türkler, Ermenileri kesti” diye diretecek ve önümüze yeni bir fatura koymak isteyecekler.
Türkiye gibi bu anlamda zengin bir maden zor bulunur.
Yarın bir bakarsınız bu ülkenin Cumhurbaşkanı da Başbakanı da Genelkurmay Başkanı da “medenileşmek” adına bu iftirayı kabul edip, Ermenistan’a özür ziyaretine gidiverirler!
(Faraza diyorum, aksi halde bundan böyle hangi konumda olursa olsun, bu tür satışlar sıkar biraz. Adama yalatırlar sonra parke taşlarını! Eğer aksi bir durum olursa siz bana hatırlatırsınız.)
Söyler misiniz “sürekli affeden ülke” haline gelmişsek, getirilmişsek suç kimde?!
Onlar da mı?!
Yoksa, bu kadar kolay taviz veren, Avrupalıyı görünce önünde eteklenen, “Büyük Türk Büyükleri”nde mi?!
Ne dersiniz?!
Siz de onların yerinde olsanız, her gün Türklerin karşısına yeni bir “iliştirilmiş kabahat dosyası” ile çıkıp taviz istemez misiniz?!
Peki neden Türkler, Osmanlı’yı parçalayıp, bu coğrafyayı yangın yerine çeviren dönemin Alman’ına, Fransız’ına, İngiliz’ine hesap sormaz, fatura kesmez?!
Yoksa, bazı milliyetçiler midelerinden bu ülkelere bağlı oldukları için mi?!
Bazı millici akımların ardında, bu ülkelerden bazıları olduğu için mi?!
Ne dersiniz?!

SYKES-PICOT ETKİSİ

Ki...
Vatikan Belgeleri’nde, Osmanlı’nın parçalanmasıyla ilgili 300 yıllık bir hazırlık sürecinin tüm izleri, itiraf belgeleri vardır.
Yani adamlar Osmanlı’yı parçalamak için 300 yıl boyunca hazırlık yapmışlar...
Osmanlı sınırları içinde adam satın almışlar.
Ya genç Türkiye’nin, Atatürk Türkiyesi’nin toplam yaşı nedir?!
Daha bir asır olmamış!..
Ama işte “Reaksiyoner milliyetçilik” yapa yapa ülkenin geldiği, getirildiği nokta ortada.
Mademki I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere, Fransa ve Almanya arasında yaşanan “iktidar savaşı”nın “diyet”i Türklere ödetilmek isteniyor... O zaman masaya, konunun birincil dereceden muhataplarının da gelmesi, getirilmesi gerekmez mi?!
Sonuçta; I. Dünya Savaşı’nın tek tarafı Osmanlı (Türk, Ermeni vb) değildi ki!..
Sykes-Picot Anlaşması’nın tarafları belli!
Madem Osmanlı “medeni” değildi…“Soykırım” yapan bir devletti… O zaman “medeni” olanların da, o konferansa katılıp, I. Dünya Savaşı sırasında yaptıklarının hesabını vermeleri gerekmez mi?!
Osmanlı’yı parçalayıp 22’ye bölenlerin de, 2000’li yıllarda BOP operasyonu çerçevesinde “Yeni Osmanlı” projesinin peşinde koşanların da, bu tartışmada taraf olması gerekmez mi?!
Bu bakımdan “Aydın”ım diyen, “Medeni”yim diyen zatlar’ın da... O zatların bağlı olduğu ülkelerin de, önce “Adam” gibi bir duruşa sahip olması şart!
Aksi halde bu art niyetli çabaları “demagog”luktan öteye geçmez, geçemez.
Nitekim...
Kimi milliyetçi dostların konferansla ilgili “Hayrullah Bey yargı kararı var, uygulanması gerekmez mi” argümanlarına saygı duyuyorum.
Yalnız hatırlatmak isterim:
“PKK’nın başı Abdullah Öcalan’la ilgili de yargı kararı vardı, ne oldu?!”
Yasayı değiştirtip, hemen idam cezasını kaldırtmadılar mı?!
Hem de hangi partilere yaptırdılar bu işi?!
Onun için geçelim bunları bir kalem...
Hülasa, son derece basit bir konferansa kilitlenip, sanki dünyanın sonu gelmiş gibi efor sarf etmenin, Türkiye’ye bir fayda sağlamadığı ortada!
Protesto yapmak, Cengiz Çandar’a Erdal İnönü’ye fiziksel şiddete başvurmadan yumurta-domates atmak, toplantıya “kıyafet yönetmeliğine uygun” bir tarzda katılıp, doğru sorular sormak güzel bir şey!
Buna söylenebilecek hiçbir şey yok!
Bakın sizin sayenizde, Erdoğan bile, bir günlüğüne demokrat kesildi.
Fikir hürriyetini savunur oldu.
Neticede koparılan onca gürültüye rağmen, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in “Bunlar Türkiye’yi arkadan hançerliyorlar” dediği katılımcılar... Yine Çiçek’in “zihni sinir procesi” sayesinde Bilgi Üniversitesi’nde toplantı yapmadılar mı?!
Ne diyeceklerse, dediler.
Peki, dediler de ne değişti?!
Unutmayın ki, kötü söz sahibinindir.
Tarih, onların dediğini mi yoksa gerçekleri, sadece varolan gerçekleri mi yazacak?!
Bu bakımdan endişeye ve paniğe gerek yok.
Bırakın adamlar ne diyecekse desinler, hangi iftirayı atacaklarsa atsınlar.
Biz de onlara, onların yöntemi ile “Çayın taşı ile çayın kuşunu vurarak” cevap veririz.
Oyunlarını bozarız.

DEMOKRAT OLMAK

Bu arada yeri gelmişken bir hususun altını çizmeden geçemeyeceğim:
En çok bozulduğum husus, Abdullah Öcalan gibi bir caniyi besleyen ve hapishaneden örgütünü yönetmesine gözyuman ve bu yüzden her gün bir Mehmetçik şehid veren bu ülke ile ilgili “ifade özgürlüğü yok” suçlamalarına maruz kalmak!
Böyle bir iddia karşısında...
“El insaf” denmez de ne denir.
Ama...
Her şeye rağmen, 3 Ekim’e dek sakin kalmakta, soğukkanlılığımızı korumakta fayda var.
Daha önce de yazdığım gibi “AB’nin Türkiye’ye tarih vereceğine inanmıyorum.”
Sadece Brüksel’in, Türkiye üzerine ördüğü ağa, bu defa kendisinin dolanmasını istiyorum.
Takkenin düşmesini ve inkar edilemeyecek ölçüde yalanın ortaya çıkmasını...
“Büyük Türk Büyükleri”nin de bu hakikati artık kabul etmesini bekliyorum.
İstediğim çok şey mi?!
Bırakın bu defa da onlar, “Ankara Kriterleri” çerçevesinde bize hesap versin.
Onun için ısrarla “Reaksiyoner” değil “Aksiyoner Milliyetçiliğe ihtiyaç var” diyorum.
Neticede!..
Bu kadar haini bol olan bir ülkede, “ifade özgürlüğü”nden daha bol ne var, söyler misiniz?!
Alın size AB’den bir örnek:
Geçen yaz İngiliz gazetelerinden birinin genel yayın müdürü, hiç de şık olmayan bir yöntemle görevinden alındı.
“Irak’ta mahkumlara işkence yapanlar arasında İngiliz askerleri de vardı” şeklinde yayın yaptığı için, demokrasinin beşiğinde kıyamet koptu.
Devlet hemen gazete patronundan hesap sordu, “Nasıl böyle bir haberi yazarsınız” diye.
Gazetenin genel yayın müdürünü odasından ceketini almasına izin vermeden işinden el çektirdiler. Oysa haber doğruydu.
Ya aynı olay, Türkiye’de olsa ne olurdu?!
Kıyamet kopardı, değil mi?!
Hasan Cemal’inden Ertuğrul Özkök’üne, Mehmet Barlas’ından Çetin Altan’ına dek tüm kalemler, demokrat kesilirdi.
Ne mutlu ki bize, AB’den farklı olarak, demokrat kalemi bol bir ülkeyiz.
Daha böyle bir sürü örnek sıralayabilirim.
Onun için ısrarla entelektüel bir altyapı ile çerçevelenmiş, bir milliyetçilik anlayışının olması gerektiğini söylüyorum.
Son üç günün yerli ve yabancı medyasına bir göz atın ne demek istediğimi anlarsınız.
Sanki, biz Türkler bir şeylerden korkuyor, bir şeyleri kuru gürültüye getirerek saklamaya çalışıyormuşuz gibi bir hava oluştu, oluşturuldu.
Halbuki tam aksi bir hava sözkonusu!
Onca reaksiyona rağmen yazılanlar ortada!
O halde ne yapmak gerekiyor?!
Akılla, belli bir vizyon, hedef çerçevesinde yürümek gerekiyor.
Ve...
Son olarak...
Ben hala iddiamda ısrarlıyım:
“Soykırım iddialarını çürütmek için, bir tek Aytunç Altındal yeter!”
Çünkü hadise en başından beri Altındal’ın savunduğu gibi “tarihsel” yönü ile değil “siyasi” yönü ile ele alınıyor.
O halde masaya, hadiseye her yönü ile bakabilen bir beyni çıkartmak yeterli olacaktır sanırım.
Kimsenin endişesi olmasın, bu ülke sahipsiz değil!
Hiçbir dönemde de sahipsiz olmadı, sahipsiz kalmadı!
Yeter ki “Entelektüel Milliyetçi” bir duruş ortaya konulsun.
Konulabilsin!..
“Öfke” ile değil, “bilgi” ile rakibini durduran yeni bir milliyetçi duruşa ihtiyaç var!
Hepsi ve daha ötesi bu!

Hayrullah Mahmud
25 Eylül 2005


***

AKSİYONER MİLLİYETÇİLİK YA DA ERMENİ KONFERANSINDA GERÇEKLERİ ANLATMAK İÇİN BİR AYTUNÇ ALTINDAL YETER!..

Filler ve Çimenler?!


“İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri” konulu konferansın Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılmasının mahkeme kararıyla engellenmesi doğru olmadı.
Yüzyıllardır söylenen bir söz var; “Türk gibi güçlü” diye…
Keşke bu söz aynı zamanda “Türk gibi akıllı” cümlesi ile tamamlansaydı.
Tamamlanabilseydi!
Tabii ki bir grup vatanseverin, konferansın engellenmesi için gösteri yapmasında bir sakınca yok. Bu tüm gelişmiş ülkelerde kullanılan en demokratik hak.
Ama…
Bazı avukatların, yargıyı devreye sokarak konferansı engellettirmesine akıl sır erdirmek mümkün değil!
Keşke!..
Evet “keşke” savaş meydanlarında gösterdiğimiz cengaverliği, barış zamanında da masabaşında göstersek, gösterebilsek.
Sağduyumuzu her daim koruyabilsek.
“Reaksiyoner milliyetçilik” yapa yapa ülke bu hale gelmedi mi?!
Bazı yabancılar, yıllardır bu “duygusal damar”ımızı kullana kullana Türkiye’yi tek kurşun atmadan işgal etmedi mi?!
Söyler misiniz “Ermeni konferansı” yapılsa ne değişecek?!
Engellense kim, ne elde edecek?!
Oysa…
O konferansa, bir başka konferansla cevap verilse daha şık olmaz mıydı?!
Doğru olan da bu değil mi?!
Geçtim Boğaziçi’ndeki konferansı, araştırmacı yazar Aytunç Altındal’ın tek kişilik anlatımı dahi, bu tartışmalı toplantıyı boşa çıkartmaya yetmez miydi?!
Diğer değerli isimleri burada sıralamaya dahi gerek duymuyorum.
Çünkü biliyorum ki bir tek Altındal, karşı argümanları çürütmek için yeter!
O halde söyler misiniz bu panik, bu özgüven eksikliği, bu endişe neden?!
Yangından mal mı kaçırıyorsunuz?!
Hadi diyelim ki, devleti yönetenlere güvenmiyorsunuz, o halde söyler misiniz, hiç kendinize de mi güveniniz kalmadı!..
“Soykırım” kelimesi yapan için de yapılan için de çok ağır bir şeydir.
Büyük bir insanlık suçudur.
Soykırım yapan her kimse -zümre, topluluk- hesabını da vermeli!
Ermeniler gerçekten böyle bir insanlık suçunu Türklerin işlediklerine inanıyorlarsa, aynı zamanda tarihsel bilgiler ışığında bu iddialarını ispatlamak zorundadırlar.
Aksi halde Osmanlı’yı bölen, şimdi de Türkiye’yi parçalamak isteyen, bazı güçlerin oyuncağı, “satranç tahtası”ndaki piyonu olmuş demeklerdir.
Ne var ki, filler sevişince her defasında çimenler ezilir!
Bırakın orasını da “çimen” olmayı kabullenenler düşünsün.
Onun için sakin olmakta fayda var.
Bu bakımdan böyle pasif, aksiyoner, yani olaylara tepki vererek yapılan milliyetçilik anlayışının, Türkiye’nin değil, başka ülkelerin değirmenine su taşıdığının artık görülmesi şart.
Orhan Pamuk’a dava açıldığında da yazmıştım.
Karşı çıkanlar olmuştu.
Ne oldu, yine gündeme onlar damgasını vurdu!
Adamlarına sahip çıktılar.
Şimdi Pamuk mahkum olsa ne olacak?!
“Soykırım” iddiasından sonra “Türkiye’de fikir özgürlüğü yok” yaygarasına başlayacaklar.
Yoksa işin ayıkla princin taşını!
Adamlar iyi niyetli olsa “soykırım” diye diretmezler.
Mademki dünyaya Türk’ün gücünü bir kez daha ispatlamak istiyoruz, o zaman işe artık kendi kalemize gol atmaya son vererek başlayabiliriz.
Nitekim…
Atatürk Türkiyesi’nin devamı sağduyulu, çağın ruhuna uygun bir milliyetçilik anlayışından geçiyor.
“Defansif” değil “Ofansif” bir milliyetçilik anlayışına ihtiyaç var.
“Reaksiyoner” değil “aksiyoner” yani olaylara tepki veren değil, belli bir vizyon, hedef çerçevesinde ilerleyen bir milliyetçilik anlayışını kuvveden fiile geçirmeliyiz.
Onun için akla her dönem “sağduyu”ya...
Hele bu dönemde, buz gibi soğukkanlı, sağduyulu bir duruşa ihtiyaç var.

Hayrullah Mahmud

NOT: Daha önce “Ultra Türkler” tartışması sırasında açıkladığım “Yeni Milliyetçilik” tartışmaları ile ilgili yazıyı dikkatinize sunuyorum.

ULTRA TÜRKLER & YENİ MİLLİYETÇİ TAVRI

Sevgili dostlar;
Yalancının mumu yatsıya dek yanarmış.
Allah'a şükür, bizim mumumuz hep yandı, yanmaya da devam ediyor.
Doğru mu değil mi, var mı yok mu, masonlar mı değiller mi, postacılar mı pastacılar mı her şey ortaya çıkar.
Paniğe gerek yok.
Alnımız ak, yüreğimiz pak.
Allah nefes verirse, önümüzdeki günlerde de görüşürüz.
Bir yerlerden bir şey kaçırdığımız ya da sakladığımız da yok.
Onun için zaman her şeyin ilacıdır diyorum.
Ak da çıkar ortaya kara da!..
Onun için hadisenin bu kısmını burada noktalıyorum.
...........

Ben asıl bu esnada ortaya çıkan pasif, edilgen milliyetçilik üzerine birkaç satır yazmak istiyorum.
Öncelikle...
Şu hususa açıklık getirelim.
Bir insan hem Allah'a inanıp hem vatanını sevip hem de işini doğru düzgün yapıp para kazanamaz mı?!
Bir insan, mesleğinde iyi noktaya gelmek için vatanından vatan sevgisinden vazgeçmek zorunda mıdır?!
Ya da her meslek dalında başa gelenlerin hepsi satılık mıdır?!
Ben kendi adıma cevap vereyim.
Meslek hayatım boyunca inandığım doğrultuda yoluma devam ettim.
Geride bıraktığım izlere bakınca huzurluyum.
Hem bu dünya adına hem de diğeri adına...
Meslek hayatım boyunca kalemimi çok kırdım ama hiç kıvırmadım...
Ay sonunda elime geçecek paraya, inançlarımı satmadım.
Yaşadığım süre içinde, benim gibi düşünen başka insanların da var olduğunu gördüm.
Sevindim.
Aynen sizler gibi!..
Anlayamadığım nokta şu:
Bazı dostların iddia ettiği gibi vatanını seven insanın başka zevkleri olamaz mı?!
Bir beğeni zevk çizgisi olursa o adam vatansever değil midir?!
İlla vatansever, milliyetçi, ulusalcı olmak için "garibanizm"i savunmak mı gerekiyor.
Her Türk vatandaşı her şeyin iyisine layık değil midir?!
İnsanın milliyetçi olması için her şeyden şikayet eden, farkında olmadan düşman ya da rakiplerinin ne denli güçlü olduğunu anlatan, bu yüzden de hep yakınan, ağlaşan türden mi olması gerekiyor?!
Eğer böyle düşünüyorsanız, baştan açıklayayım, benim sizlerle paylaştığım ilk yazıma konu olan "Ergenekon" ya da "Ultra Türk" denilen Türkler öyle düşünmüyor.
Onlar "düşman" kavramını değil" rakip" kavramını kullanmayı seviyorlar.
Bugün "düşman" dediğiniz güçle yarın kolkola girmeniz gerekebilir, diyorlar.
Körü körüne düşman ya da dost tanımlamasının içinde değiller.
Öyle olsaydı, Atatürk de öyle davranırdı.
O yüzden bugünün dünyasını dünün kalıpları ile anlamak mümkün değil.
O suçlayıcı satırların altına imza atanlar, evlerinde kullandıkları eşyalardan ceplerinde taşıdıkları telefonlara dek kullandıkları ürünlerin markasına bir baksınlar bakalım.
Hepsi ay yıldız damgalı mı?!
Ya da her Made in Turkey yazan Türk üretimi mi?!
Ya da her Made in USA yazan ABD yapımı mı?!
Kararlı karamsar dostlara sesleniyorum, "defansif milliyetçilik" anlayışından "ofansif milliyetçilik" anlayışına geçmenizin vakti gelmedi mi?!
Anladığım kadarıyla bazı arkadaşların durumu Atatürk'ün Samsun'a çıktığı günkü manzara-i umumiyeden de kötü!..
Onlar umutsuzlar.
Türkiye'nin kurtulmasını da kurtulmamasını da kendi egolarına bağlamış durumdalar.
Varsın öyle olsun.
Gönülleri bilir.
Oysa...
Türkiye bugün Atatürk'ün Samsun'a çıktığı günle mukayese edilmeyecek denli varları olan bir ülke.
En büyük varlığımız da yetişmiş gençler.
Bizleriz, sizlersiniz.
Benim dinlediklerim de gençtiler.
Zihin olarak diriydiler.
Hatırlatmak isterim ki, Atatürk "muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur" diyor.
Atatürk, "o kudret için TSK'dadır, derin devlettedir, şurdadır burdadır" da diyebilirdi.
Dememiş.
Anladığım kadarıyla bazı arkadaşlar o "asil kanın" kimde bulunup bulunamayacağının genetik kodlarına sahip.
Gazetecilik serüvenim ortada!..
Yazdıklarım da!..
İnternette minik bir arama yapmak yeterli olacaktır sanırım.
Zaman her şeyin ilacıdır.
Bazı arkadaşların panikle "Böyle bir şey yoktur, olamaz" demelerine bir anlam veremiyorum.
"Ülke battı gitti" diyenlere sormak istiyorum:
Söyler misiniz; Wolfwofitz takımı Türkiye'de amacına ulaşabildi mi?!
Erdoğan'ı bu ülkeyi bölsün, parçalasın, Anayasa'yı değiştirsin diye iktidar yaptılar.
Bakın bakalım Erdoğan İncirlik'i dahi verebilmiş mi?!
Buradan açık seçik söylüyorum Tayyip Erdoğan, Yüce Divan'da "vatana ihanetten" yargılanacak.
Onun yardakçıları da ya Yüce Divan ya da Divan-ı Harp'te...
O günleri de hep birlikte göreceğiz.
Hani 10 yıllığına iktidara gelmişlerdi.
Hani Türkiye'de her istediklerini yaparlardı.
Yaptırırlardı.
Ne oldu?!
Kimsenin şüphesi olmasın, Türkiye'nin battığı falan yok.
11 Eylül sonrasında dünyanın durumu Türkiye'deki kaostan farklı mı?!
Asıl ABD mahvolmuş durumda.
Her milletten insanın olduğu o ülke, şimdi Cabal Yahudilerin yönetimine geçmiş durumda.
Ve onların her istediklerini yapan bir yönetim var şu anda işbaşında.
Türkiye'de öyle mi?!
Evet onların her istediğini yapmaya çalışan bir yönetim var ama yapabiliyor mu?!
Böyle düşünenler için söylüyorum, yanlış düşünüyorsunuz sevgili dostlar.
Türkiye'de Erdoğan ve takımını seven generallerden tutun da işadamlarına, bürokratlardan istihbaratçılara her dönemin bülbülü yazar çizer takımına dek destekçisi olabilir.
İşte onca desteğe rağmen Erdoğan'ın hali ortada.
En son geçen haftaki grup toplantısında, milletin meclisinde kendinden söz isteyen atletik bir bakana "Ne var lan yavşak" diye hitap ediyor.
32 milletvekili, grubu hemen terk ediyor.
Varsa tanıdığınız sorun bakalım tutanaklardan çıkarılan bu skandal için ne diyorlar.
Türkiye'yi bu adamlar mı bitirecek Allah aşkına.
Adamlar kendileri bitmiş.
Panikte!..
Şu sis, pus, toz duman dağılsın ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Bir arkadaşım da demokrasi siyonizmin oyunudur diyor.
O zaman bu oyuna ilk gelen Atatürk'tü.
Demek ki, bize bu Cumhuriyeti, demokrasiyi siyonistler istiyor diye armağan etti.
Arkadaşlar duygu değil, mantık, hem de buz gibi soğukkanlı olunması gereken bir mantıksal örgüye ihtiyaç var.
Çünkü duygusal bir karar, Türkiye'nin bir anda başkalarının değirmenine su taşıyacak gerginliklerin içinde kendini bulmasına yol açabilir.
Bu yüzden birden fazla cephede, başkaları adına savaşmak zorunda kalabiliriz.
Onun için bazı durumlarda güçlü gözükmek yerine rakiplerini altetmek için güçsüz gözükmek stratejinin bir parçası olabilir.
Aynen Sun Tzu'nun sözünde olduğu gibi...
Tzu diyor ki:
"Eğer kendinizi ne de rakiplerinizi tanımazsanız hiçbir savaşı kazanamazsınız. Yalnız kendinizi tanırsanız yüz savaştan ancak birini kazanabilirsiniz. Ama hem kendinizi hem de rakiplerinizi tanırsanız yüz savaşın yüzünü de kazanabilirsiniz."
ABD'nin, İsrail'in, İngiltere'nin Irak'ta ve Ortadoğu'da ne yapıp ne yapamadığı ortada!..
O yüzden sabah akşam Ankara'da bazı kapıları aşındırmıyorlar mı?!
Müttefikleri olan "İrlandalı Türkler"e kalsa her istediklerini verip kurtulacaklar ama olmadı işte!
Dün Ankara'da "külhanbeyi" edası ile konuşanlar bugün ağız değiştirmiş, efendice yardım istiyor.
"Müttefikiz bize ne olur yardım edin" diyorlar.
Haziran'a şurda ne kaldı!
Bekleyin ve görün.
Sevgiler...

Hayrullah Mahmud
28 Nisan 2005


***

ULTRA TÜRK/ YENİ MİLLİYETÇİ DURUŞ NASIL OLMALI?!

"Ergenekon" ya da İstanbul Dükalığı'nın onlara taktığı adla "Ultra Türkler" ile ilgili yazıma gösterilen teveccüh beni de sizler gibi heyecanlandırdı.
Heyecanlarını Milliyetçi İnsiyatif'te tüm dostlarla paylaşanlara da, mail kutuma özel olarak mesaj gönderenlere de, herkese, hepinize teşekkürler.
Yalnız bazı dostlar, yazıda açık seçik yer aldığı halde bazı hususları anlamamakta ya da kulaklarını ters göstermekte ısrarlılar.

Bu açıklama onlar için:

1- Onbeş yılı aşkın süredir gazetecilik yapıyorum. Çizgim ortada. Atatürk'ten ve Atatürk Türkiyesi'nden yana. En son Star Medya Grubu'nun Ankara Temsilcisi ve Star Gazetesi'nin Başyazarıydım. AKP'nin partizanca uygulaması sonrası "Başbakan Erdoğan'a muhalefet ediyor" gerekçesiyle, ben ve arkadaşlarımın işlerine "müesseseye sadakatsizlik" suçlaması ile hukuksuzca son verildi. Bu da tüm Türkiye'nin, sizlerin gözleri önünde oldu. Son olarak star'da yazdığım yazılar ortada. Ama bazı dostlar beni
AKP'nin oyununa gelmekle itham ediyor. O strateji uzmanlarına şimdilik kaydıyla sadece İsmet Paşa'nın deyişiyle "Hadi canım sen de!" demekle yetiniyorum.
2- Beni davet edip şahsıma özel brifing verenler, kendilerine ne ad verdiklerini hiç söylemediler. Benim bu anlamdaki sorularımı da tebessümle geçiştirdiler. Ben sadece bazı çevrelerde "Ergenekon" ve İstanbul işdünyasının kremasının onlara taktığı ve "Ultra Türkler geliyor" dedikleri, "her şeyden, herkesten önce haberleri olup, operasyon yapan bir grup var" sözlerine binaen bu ismi kullandım.
Onların kendilerine böyle bir isim koymak gibi iddialarının olduğunu sanmıyorum. Bu ismi de onlara takanlar, dış güçler. Yani operasyonları bozulduğu için hasara uğrayanlar.
3- Adlarına "Ultra Türk" denilen bu operasyonel milliyetçi grupta, hemen her meslekten etkili ve yetkili isim var, dedim. Ama şöyle bir ifade kullandığımı hiç hatırlamıyorum; "Ultra Türkler örgütleniyor. Herkes şu adrese gitsin üye kaydını yaptırsın. Şu kadar da üyelik aidatı yatırsın!" Bu anlamda çabası olan bazı organizasyonlar panikle hemen saldırıya geçtiler. 2023 gibi çabalara da saygı duyuyorum. Ama bu öyle bir organizasyon değil. Ben sadece "Ey arkadaşlar moraliniz bozuk olsa da, yeise kapılmayın, heyecanınızı yitirmeyin, mücadele azminizden vazgeçmeyin. Bu anlamda profesyonelce mücadele eden bir grup var ve çok iyi bir grup" dedim.
Söylediğim açık ve net değil mi?!
4- Kimi milliyetçi dostlar, "Madem bu kadar iyiler ülke neden bu halde?" diye soruyor. Haklılar! Ama bir de dünyaya baksalar, cevabı kendiliğinden bulacaklar. Sınırlar değişiyor. Dördüncü Dünya düzenlemesi yapılıyor. Dünyanın en güçlü devleti denilen ABD, Pentagon dahil İkiz Kuleler üzerinden çok büyük hasar aldı. (Komplo olsun ya da olmasın bir sürü yetişmiş insan, bazı ABD'lilerin de desteği ile Ladin'in adamlarınca öldürüldü.) Irak, Afganistan altüst oldu. Dünyanın en güçlü lobisi olan ülkesi İsrail, sürekli savaş ortamında. İki Berlin birleşeli, Batı Almanya'nın cash para sayarak Doğu Almanya'yı satın alıp birleştiği günler çok gerilerde kaldı.
SSCB de dağılalı, dağıtılalı çok oldu. Atatürk'ün Türkiyesi onca operasyona rağmen taş gibi yerinde duruyor. Daha ne istiyorsunuz! Bu umutsuzluk niye?!
5- Ankara'da bazı asker olsun, politikacı olsun dostlarımı ziyaret ettiğimde onlara da söylüyorum; "Bir Türk askeri değil de İsrail, ABD, İngiliz, Fransız ya da bir başka iddialı ülkenin askeri ya da istihbaratçısı olsaydınız, Türkiye'ye operasyon yapan güçlerden farklı olarak ne yapardınız?!" Hepsi de duvarda asılı duran haritaya bir göz attıktan sonra, "Ortadoğu-Kafkaslar- Balkanlar'a hakim olmak, açılmak için `Yüzmeyen uçak gemisi'ni andıran Türkiye'yi ele geçirmeye çalışırdım" cevabını veriyor. Doğru bir tespit. Napolyon'un dediği gibi insanlar dostlarını değiştirebilir ama ülkeler komşularını asla. Bu Türkiye'nin kaderi.
Coğrafyanın dayattığı bir realite. Aynen yaşadığı topraklar yüzünden her gün depremle içiçe yaşamak zorunda olan Japonya gibi. Her gün bir patlama ile nerede ne zaman öleceğini bilmeyen İngiliz ya da canlı bomba saldırısı ile her an için ölüme hazır yaşayan İsrail vatandaşı gibi! Ne zaman kendilerini bombalayacaklarını bilmedikleri
halde, taşlarla, tanklara karşı mücadele eden Filistinliler gibi...
Vatanını seven bir Türk olarak, bu topraklarda diğer topraklarda kendi gerçekleri üzerinden yaşayanlar gibi, bizde bu gerçeğin farkında olarak yaşamak zorundayız.
6- Jeo-politikte bir tabir vardır: Bir ülkenin ne kadar önemli olduğunu anlamak istiyorsanız, o ülkeyi haritadan söküp, saklayın, derler. Ardından da diğer devletlerin bunun ne kadar sürede farkına varacaklarının süresini tutmayı tavsiye ederler. Afrika'da ya da Avrupa'da bir ülkeyi kaybetmekle, Türkiye'yi kaybetmek arasındaki
süre farkı; birinde günleri, saatleri bulurken, Türkiye'de bu süre saliselere iniyor. Vatanımız, dünyanın yüzük taşı konumunda diye tanımladığı nadir ülkelerden biri! Başımıza ne geliyorsa da bu özelliğimizden gelmiyor mu?!
7- Herkes bize düşman diyoruz. Oysa Türkiye bir NATO ülkesi. Aynı zamanda AB'ye girmek istiyor. Bu bir devlet kararı. Ve bu birliklerin içinde yer alan ülkelerin hemen hepsi dünyanın en güçlü ülkeleri. Türkiye'de burada yer almak ya da mevcut devlet politikası gereği, ittifak yaptığı güçler adına giriyormuş gibi yapmak için hamle üstüne hamle yapıyor. Bunun artı eksi sonuçları muhakkak ki olacaktır. Eğer durum bazı dostlarımızın söylediği denli vahim ise tüm ülkeler Türkiye'ye düşman ise topyekun hepsine savaş ilan edelim. Eğer NATO'nun kararlarından rahatsızsak ve AB'nin Türkiye'yi oyaladığını düşünüyorsak, tavır almak bizim elimizde. NATO'dan da AB ve GB sürecinden de çıkmak bizim elimizde. Bunun için Türkiye'nin elini tutan da yok. Hem bu örgütlerden çıkmak da dünyanın sonu değil! Ama bu birliklerin içinde yaşamaya karar verdiysek, o zaman onların kurallarıyla oynamayız. Atatürk de öyle yaptı. Vatanımızı işgal edenleri bu topraklardan kovdu ama onların tüm kurumlarını da hiçbir endişeye, paranoyaya kapılmadan Türkiye'ye getirdi. Onun için vesveseyi bırakıp, iyi lobi yapmalıyız.Yapanlara destek olmalıyız.
Sızlanmak yerine çok çalışmalı, ofansif, yani sürekli rakip kaleye ataklar yapan, golü hedefleyen bir oyun planını tercih etmemiz gerekmiyor mu?! Unutmamalı ki; gol yememek için sahaya çıkan her takım gol yer!..
8- 11 Eylül'den sonra Kemal Derviş'in "son kurtarıcı" edasıyla Türkiye'ye adım attırılıp, Erdoğan'ın Başbakan olmasıyla taçlanan "Türkiye Cumhuriyeti"nin sonlanması operasyonunu yürüten güçlerin, bazı sivil - asker bürokrattan tutun da medyanın neredeyse tamamı, TÜSİAD ve TOBB'un da içinde olduğu bir destek grubu yaratmasına rağmen, hevesleri kursaklarında kalmışa benziyor. Son açıklanan AB İlerleme Raporunda'da "TSK'nın dışında bir başka grup"un varlığından bahsediliyor. Ben sadece o grupla, adına siz ne derseniz deyin, kiminiz de "derin devlet" diyor, yüzyüze geldim.
Davet edildim. Uzunca bir brifing aldım. O gün bana ne anlattılarsa aradan geçen iki yılda hepsinin, bir bir çıktığına şahit oldum diyorum. Hepsi bu!..
9- "Bu grubun varlığını deşifre etmişsiniz" diyenlere gelince, o deşifrasyon dış güçlere ait. Sürekli olarak Ankara'daki AKP Hükümeti'ne ve Genelkurmay'a varlığı tespit edilip, birliği tespit edilemeyen bu güç şikayet ediliyor. Merak etmeyin, onlar kendi güvenliklerini sağlayacak kadar akıllılar. Onca istihbarat servisinin arayıp da bulamadığı insanlar, benim bir yazımla bulunmaz. Ayrıca beni davet ettikleri yer, onların toplantı yeri midir değil midir inanın bilmiyorum. Ama kanaatim, belli bir yerleri olmadığı yönünde. Çünkü onlar "Kanarya Sevenler Derneği" üyesi değil! Hepsi de vatanları için canlarını, beyinlerini, zamanlarını, tüm kazanımlarını ortaya koymuş vatanseverler.
10- Hala kararlı umutsuz olanlar için tavsiyem: Kur'an-ı Kerim var. Nutuk var. Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi var. İstiklal Marşı var. Bursa Nutku var... Doğru yolu arayan, yolunu kaybetmiş ya da şaşırmış, umutsuzluğa kapılmış olan dostlar için açıkça söylüyorum. İnsanın bu kadar kılavuzu varsa, illa vatanı, milleti, dini için bir şeyler yapmak adına bir yerlerden talimat mı alması gerekiyor. ABD, Irak'a demokrasiyi getirme gerekçesiyle girdiğini söylüyor. Irak halkı ise direnişte. Yakalanan Saddam'ın, gerçek Saddam olmadığı, benzeri olduğu konusunda çok ciddi iddialar var. ABD, şimdi direnişi kırmak için Saddam'la pazarlık yapmaya çalışıyor. Türk Milleti Irak milletinden daha aşağı mıdır ki, bazı dostlar "Metal Fırtına" gibi tamamıyla Pentagon'da yapılan bazı simülasyonlara dayanan Türkiye'yi işgal planını içeren satırlarda ayağa kalkıyor. İşte Türkiye burda! İşgal etmek isteyen buyursun gelsin. Bedeline de katlansın! Metal Fırtına da bir eyelet diyor, gerçeğinde kaç olurmuş hep birlikte görürüz. Allaha bir can borcu olanların, vatan için veremeyeceği hiçbir şeylerinin olmadığı gerçeğini de tarih bilgisi zayıf bazı müttefik dostlarımız da o gün yeniden öğrenmiş olurlar.
11- Bazı milliyetçi dostlarımız ise büyük bir romantizm peşinde. Geçmişin sadece iyi ve güzel yönlerini hatırlıyor. Yanlışları ise pas geçiyorlar. Osmanlı bir cihan imparatorluğundu. Çağın ruhuna hitap ettiği dönemde Adriyatik'ten Çin Seddi'ne dayanmıştı sınırları. Sonrasında imparatorluğun sonunu, başa geçen kötü yöneticiler, bürokrasideki çürüme, ordunun zayıflaması getirdi.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Osmanlı'yı kurtarmak için çok büyük mücadeleler verdiler ama başarılı olamadılar. Osmanlı, önce 22'ye bölündü. O 22 parçadan birinin adı Türkiye Cumhuriyeti'dir. O devlet sayısı daha sonra 28'e, ardından 32, 34 ve Irak'taki parçalanma ile son olarak 36'ya çıktı. Bölgede operasyon yapan dış güçlere Osmanlı'yı bölmek yetmedi, şimdi de Türkiye'yi bölüp, ortaya çıkacak yeni parçalarla Anadolu Federe ya da Konfedere Cumhuriyeti'ni kurmak istiyorlar. Ama... İşte aması var. Satın aldıkları onca İrlandalı Türk'e rağmen bir türlü bu amaçlarına ulaşamadılar. Bu yüzden de adına "Ultra Türk" dedikleri organizasyondan şikayetçiler.
12- Bir başka vatansever dostumuz da Atatürk döneminde bu çürümenin olmadığını söylüyor. Yanlış. Büyük romantizm. İstiklal Mahkemeleri neden kuruldu? O insanlar hain değilse neden asıldı?! Neredeyse, Kurtuluş Savaşı'nda şehit düşen insan sayısı kadar insan, neden darağacında sallandırıldı, Mustafa Kemal'e suikasti kimler yaptı o zaman?! Gazi Mustafa Kemal'in dahi "Topraklarımızdan düşmanı kovmayı başardım ama şu aferistlerle başedemedim?" dedikleri kimlerdi acaba.
Atatürk'ün "aferist" diye bahsettiği, bugün şikayet ettiğimiz rüşvetçi, menfaatsever siyasetçi, bürokratlardan başkası değildir. Türkiye'nin kurulduğu dönemlerde toprak zengini olanlar kimlerdir.
Bunları şunun için söylüyorum, insanın olduğu her yerde ve her dönemde bu tür şeyler olur. Çünkü Allah biz kullarını, meleklerden ve diğer canlılardan farklı olarak "nefs"li olarak yaratmış. Ömrümüz de nefs mücadelesiyle geçmiyor mu?! Bu yüzden eğer Atatürk döneminde yönetimde çürüme, bugünkü düzeyde değildiyse, bu onun şahsi beceresinden kaynaklanıyor. Yoksa, bugünkü varlar, Atatürk'ün Türkiye'yi kurduğu ve hayata gözlerini kapadığı günkünden kat be kat fazla!.. Bu umutsuzluk, endişe niye?!
13- Biz vatanını seven Türk gençleriyiz. Aynen kendi vatanlarını seven diğer ülkelerin gençleri gibi. Dünyalıyız. Hiçbir dini ve hiçbir milleti hakir görmüyoruz. Büyüklük kompleksi içinde de değiliz. Dünyanın güçlü devletleri olarak bilinen devletlerin milletlerinden de, gençlerinden de geri değiliz. Hatta bazı alanlarda ileriyiz. O yüzden milli şuurumuzu kaybetmemiz isteniyor.
Başımıza ne geliyorsa da bu "dedikodu" ve "baş olma hastalığı"mızdan gelmiyor mu?! Türk beyliklerini de bu hastalık bitirdi, Osmanlı'yı da, eğer böyle devam ederse Türkiye'yi de bitirecek. Ama tüm milliyetçi, ulusalcı, vatansever dostlarımın bilmesini isterim ki, eğer bir gün bu ülkenin başına bir bela gelirse, bu dış güçler yüzünden değil, şerefimle temin ederim ki, emanate ihanet eden bu yönetici takımı yüzünden gelecektir. Bir de bu bölünmüşlük, parçalanmışlık sen-ben kavgası yüzünden gelecek.
14- Osmanlı gücünün doruğundayken Hazinesi'ni doldurmak için sefere çıkardı. Ama ele geçirdiği ülkelerin dinlerine, adetlerine, yönetimlerine de müdahale etmezdi. Şimdi de kendilerine Yahudi Cabal denilen bir organizasyon, Büyük İsrail adına bulunduğumuz coğrafyada operasyon yapıyor. Sosyo ekonomide bir tabir vardır. Güçlü devlet olmanın iki kuralı vardır, denilir. İlk sırada enerji yataklarına sahip olma gösterilir. İkinci sırada ise likit paraya (altın) sahip olmanın altı çizilir. Kasıtlı olarak üçüncü madde pas geçilir. O da güçlü bir ordudur. İsrail de, ABD'de, İngiltere, Fransa'da o yüzden dünyanın en büyük savunma harcamalarını yapan devletleri değil mi?!
Herkes neden şu anda ABD ile başını belaya sokmak istemiyor, parası, enerji yatakları yüzünden mi, yoksa ordusu yüzünden mi?! Ar-Ge'de tamamıyla savunma sanayi ile alakalı bir alandır. Yahudi Caballar da şu anda dünyanın en önemli sektörlerine hakimler. Savunma sanayinden medyaya, ilaçtan film endüstrisine, bankacılıktan birçok alana dek.
Nitelikli bir azınlık. Onun için Caballar önce ABD'de operasyon yaptılar. Amerika Birleşik Devleti bürokrasisinin sivil -asker ele geçirdiler. ABD'ye gidenler de ABD'de yaşayanlar da şu anda bundan şikayetçiler. Türkiye'de de bu Caballar, Tayyip Erdoğan üzerinden operayon yaptılar ama başarısız oldular. Hatta Erdoğan'ın başına Alon Liel diye de bir adamı diktiler. Neyi nasıl yapacağını söylesin diye. Ama yine de olmadı. Erdoğan onların her dediğini yaptı ama yine de olmadı. İşte tüm hamleleri çöktü. Çökerten adres de belli. Ben sadece o adresi söyledim.
15- "Ultra Türkler geliyor" yazımı kaleme aldığında ilk olarak şoförüm Hakan'a okuttum. Okuduğunda ilk tepkisi "Abi, birçok kişi jeep ve puroya takılacak. Hadisenin özünü atlayacak" oldu. Yazılarımı her zaman ilk olarak okuyanlardandır. Aynen dediği gibi oldu. Ben sadece aynı heyecanı hisseden dostlarımıza "sakın gevşemeyin" mesajı vermek isterken, bir kısım şekilci iyi niyetli dostumuz bu iki noktaya kafayı takmıştı. Artık şu şekilcilikten kurtulmanın zamanı gelmedi mi?! Zarfın dışında mazrufa bakmanın zamanı gelmedi mi dostlar. Ben o yazıda herkesin elinde bir puro, diğer elinde viski bardağı, hepsinin altında da son model jeepler demedim ki! Bildik,ezberde yer alan fotoğrafın ötesinde, bu iki önemli ayrıntı da bir gazeteci olarak benim dikkatimi çekmişti. Onu sizlerle paylaştım. Böyle olanlar da vardı, dedim. Sonuçta girdiğim ortamdaki insanlar bir tornadan çıkmış, aynı ekonomik ve sosyal çevreden gelen tipler değildi ki!.. Onları biraraya getiren tek şey hepimizde olan bu vatan sevgisi. Her biri değişik işkolunda, başarılı insanlar. Bu organizasyonda IQ'su 140'ın altında olan yok, demedim. Beni brif eden, yarım düzine uzman insanın, zeka seviyesiyle ilgili bu ifadeyi kullandım. Atatürk bugün hayatta olsaydı, nasıl giyinirdi, nasıl yaşardı, ne yer ne içerdi hiç düşündünüz mü?!
16- Ankara'da bir sohbetteydim. Irak'ta yaşayan üst düzeyde bir Türkmen'le tanıştım. Bana "Biliyorum bu coğrafyada herkes güçlü olanla işbirliği yapar. Kürtler İsrail, İngiltere ve ABD ile çalışıyor. Bizim de öyle davranmamız bekleniyor. Ama biz Türkiye ile çalışıyoruz" demişti. Yani rüzgar hangi yönden eserse o yöne yatan buğday başaklarıyla dolu bir coğrafya! Türkiye'de o coğrafyanın bir parçası. Malesefki, Türkiye'nin okumuşu, sözde aydınında "vatansız"laşma eğilimi daha fazla. Onlar gözleri açılır açılmaz, hemen kendilerine uygun gördükleri bir güçlü devletten yana saf tutuyor. O zaman devletin kendi geleceği adına buğday başaklarının yanlış yöne yatmasına izin vermeyecek, bir politika belirlemesi gerekmiyor mu?! NGO'lar, bazı şirketler, Think Tank'ler üzerinden nakit para, makam mevki imkanları ile adam satın alıyorlar, diye avaz avaz bağırmak yerine, aynı yöntemleri kullanarak, neden Türkiye de satranç tahtasında kendine uygun yeni bir pozisyon belirlemiyor, diye sorulamaz mı?! Asıl tartışılması gereken bu değil mi?! Her spor dalını kuralına göre oynamak gerekiyor! Rüzgar şiddetli eserse, başaklar da yönünü doğru tayin eder. Kimsenin şüphesi olmasın.
17- Ben Mehmet Barlas, Ertuğrul Özkök, Cengiz Çandar, Hasan Cemal ayarında entelektüel milliyetçi, ulusalcı, vatanseverlerin olduğu bir Türkiye istiyorum. Onlar işlerini, milliyetçi kalemlerden daha iyi yapıyorlar. Eğer öyle olmasaydı, biz şu anda onlara kızıyor olmazdık. Onlar, bize kızıyor olurdu. Akıllı, entelektüel milliyetçilerin olduğu bir Türkiye'yi özlüyorum. Emin Çölaşan gibi Erkan Mumcu'nun istifasının ardından bu adamın yolsuzlukları vardı, diye yazmak iş değil. Onun yerine, varsa Mumcu bakanken yazmak, istifa ettikten sonra da gücü zayıflayan Tayyip'in yolsuzluklarını yazacak, vatansever kalemlerin olduğu bir Türkiye'yi özlüyorum. İyi kazandıkları halde, okuyucularına yalan söyleyip "garibanizm"i yücelten, kamuoyuna sahte fotoğraflar veren, yazar-çizer takımının olmadığı bir Türkiye istiyorum. Çünkü büyük medyada yazan millici kalemler de en az yukarıda sıraladığım kadar iyi kazanıyor ve iyi yaşıyorlar. Ama onlar tiyatro yapıp, kuru soğan ekmeğe talim ediyormuş edası ile yazılar kaleme alıyorlar. Ben her Türk vatandaşının her şeyin en iyisine layık olduğuna inanıyorum. Bu sahtekar Atatürkçülere, Atatürk'ün fotoğraf albümüne ve yaşam tarzına bir göz atmasını tavsiye ederim. Onlar gibi "garibanist" miydi, yoksa şehirli medeni bir adam mı?! Türk halkının artık sefalette değil, varlıkta buluşma vakti gelmedi mi?!
18- Kaliforniya Valisi Arnold Schwarzenegger, "Ermeni soykırımı olmuştur" diye ortaya çıktığında, hemen "Bu adamın filmlerini yasaklayalım" diyen, pasif milliyetçilerin olmadığı bir Türkiye istiyorum. "Reaksiyoner" değil, "aksiyoner" bir duruşa ihtiyaç var.
Schwarzenegger'ın, Türkiye'ye davet etmek, e-mail bombardımanına tutmak, ABD'deki Türkler üzerinden Türkiye'ye davet etmek, işin doğrusunu anlatmak varken, adamı bir anda çarmıha germek ve "verdiğim kararda haklıymışım" hissini uyandırmanın neresi vatanseverlik Allahaşkına. Ayı yavrusunu severken öldürürmüş. Bize vatanını ayı gibi değil, insan gibi aklıyla sevecek milliyetçiler lazım. Akıl çağının başlama zamanı gelmedi mi?!
19- Atatürk öldü. Bir daha geri gelmeyecek. Adını anmaktan zevk aldığımız Fatih Sultan Mehmet gibi Padişahlar da öyle. Ülkelerin geleceği, geçmişte kazanılan başarılarla kurtulmuyor ki! Bir ülkenin geleceği, bir Borsa'nın günlük seyrinden farksız. Borsa'da nasıl geçmişte elde ettiğiniz kazanımlarla övünerek para kazanamazsanız, devletler de geçmişte elde edilen zaferlerle ayakta durmuyor. Her gün yeni bir meydan okumayla karşınıza geliyor. Darwin, "Canlılar iki türlü ayakta kalır" der. Sonra da onları şöyle sıralar; "Bir, güçlü olacak; iki, değişen doğa koşullarına uyum sağlayacak!"
Ardından bir numaralı kuralın üstünü kendi elleri ile çizer ve "Dinozorlar da güçlü yaratıklardı ama değişen doğa koşullarına uyum sağlayamadıkları için yok oldular. O nedenle doğada canlıların ayakta kalmasının tek koşulu vardır. O da uyum sağlamaktır" diye bilim tarihine not düşer. Devletlerin hayatında da aynı kural geçerli. Tarih kitaplarında kısa bir ufuk turu, devletler mezarlığında nice vazgeçilmez, kendini yıkılmaz sanan devletin, değişen şartlara uyum sağlayamadığı için yok olduğunu gösteriyor.
Türkiye'nin de tarihten gelen özünü koruyarak, günün şartlarına uygun bir görünüme bürünmesi şart! Aksi halde mevcut devletler tarihimize bir yenisini eklememiz gerekecek.
20- Bazı insanlar her konuda septiktirler. Yani şüphecidirler! Belli bir dozda şüphe insanı başarıya götürür. Atalet duygusundan uzak tutar. Her şeyde olduğu gibi bunda da aşırıya kaçılması halinde adamı hasta eder. Şu anda yazdıklarımız Yahoo'da yayınlanıyor. Kimi dostlarımız haklı olarak, "Bu e-mailler de yabancılar tarafından izleniyor" diyebilir. Haklılar evet öyle olabilir. Hatta bazı istihbarat servisi görevlileri de kurt postuna bürünmüş kuzu edası ile bazı satırları kaleme alıyor, bazı oltalar da atıyor olabilir.
Hepimiz neyin, ne olacağını aşağı yukarı bilecek yaştayız. O düşüncede olan dostlarımıza, 9. Cumhurbaşkanı Demirel'den bir örnekle cevap vermek istiyorum. Süleyman Bey, telefonlarının dinlendiğini, bu yüzden dikkatli olmasını isteyen bir dostuna şu cevabı verir: "İyi ya, dinlesinler, dinlesinler. Bari doğru düzgün bir şeyler öğrenirler!" Bu hususta, cevabım Demirel'le aynı çizgide olacak. Yerli yabancı istihbarat servisleri, İrlandalı Türkler, kuzu postuna bürünmüş kurtlar, kendi egolarını vatanının çıkarlarının üstünde tutanlar bu tartışmaları iyi izlesinler. Bari adam gibi yeni bir şeyler öğrenirler.
Ve... Tüm milliyetçi, vatansever, ulusalcı dostlarımıza son olarak şunu sormak istiyorum:
"Sevgili dostlar sizce de, şu pasif, her şeyden şikayet eden, sadece yakınmaya dayalı milliyetçi anlayışın değişme vakti gelmedi mi?!" Hepinize en içten sevgi ve saygılarımla!
http://newsgroups.derkeiler.com/Archive/Soc/soc.culture.turkish/2005-09/msg00753.html

Hayrullah Mahmud
1 Mayıs 2005

19 Aralık 2005



Hayrullah Mahmud ÖZGÜR, 30 Aralık 2012
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!


Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

cron

x