SARAYLILAR!

SARAYLILAR!

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzt Eki 28, 2019 21:42

SARAYLILAR!


Arada sırada, ülkemizin ağır gündemini kendi gönlünde değiştirmek, bunun için de kitaplara dalmak, kitaplardan konuşmak iyi geliyor, inanın...

Türk Edebiyatı denilince, ilk geçen adlardan birinin kitabı, üzerinde konuşacağım kitap. Bu bir roman. Kitabın arkasında 1940’ların İstanbul’unda geçen bir aşk hikayesi diye tanıtılıyor “Bugünün Saraylısı” romanı. Kitap arkasında, aynen şunlar yazılı:

“Refik Halit Karay, karakterlerin iç çatışmalarını, gizli kalan duygularını, çıkar hesaplarını ve tutkularını titizlikle kaleme alarak, dönemden portreler ve mekanlarla bizleri 1940’lı yılların İstanbul’unda yaşanan bir aşkın derinliklerine taşıyor.”

Bu tanıtımı okuyunca, o yılların İstanbul’unu, yaşayışını, anlatılan gizli aşkı, kuyruk acılı (150’liliklerden) bir kalemin elinden dinleyelim bakalım, neler anlatılıyor, dedim.

Dedim, dediğime pişman oldum kitabı okumaya başlayınca, satır aralarında neler neler bulunca... Eskinin, Damat Ferit dostu, Meşrutiyette saray hayranı, padişah yanlısı, Kurtuluş Savaşı’na (milli mücadeleye) karşı yazılarıyla tanınan, hele hele o ulusal mücadele günlerinde, “Posta –Telgraf”ta en üst yöneticiyken, Kurtuluş Savaşı’nın en önemli haberleşme aracı telgraf iletişimine bilinçli engellemeleri unutulmayan, bu nedenle "Cumhuriyet”le, ikinci kez sürgün yiyen birinin romanı bu söz ettiğim roman. Yazarın, afla yurda dönüşünden (Temmuz 1938) yıllar sonra yazdığı bu kitapta bile kendini tutamayıp yeni kurulan Cumhuriyetimize sevgisizliğini kustuğu o bölümleri görmeseydim iyiydi ama konuya bulaştım bir kez, kitaptan örneklerle ne demek istiyorum, anlatacağım...

Genç Cumhuriyetine, henüz yirmi yaşındaki kanla irfanla kurulan Türkiye Cumhuriyetine karşı içersinde küçücük bir sevgi kırıntısı bulunmayan, romanın kahramanı Ata Efendi’nin, yerli yersiz pek çok yerde yeni yönetime, sisteme yergisini belirttiği bu garip kitabı keşke okumasaydım...

Saray, kitaplığımdaki TDK’nin altmışlı yıllardan kalma bir baskısında (sözlüğünde) şöyle tanımlanıyor:

“Hükümdarların veya devlet başkanlarının oturduğu büyük yapı.”

Saraylı sözü ise, “Osmanlı İmparatorluğu’nda padişah sarayında bulunmuş olan kadın,” diye açıklanıyor.

Buradaki saraylı, anası sarayda yetişmiş bir “Çerkez kızı”. Anası ölünce kendisini büyüten analığı da “Çeçen” imiş.

Çerkezlerin üstün güzellikleri(?) baştan sona öne çıkarılıyor. Türk kadını, kaba, bodur, tıknaz, çıkarcı, iki yüzlü. Tüm ahlak kurallarını çiğneyen, işleri güçleri süslenme, giyinme kuşanma olan, ellerinde içki bardakları, yabancı subayların kollarında gezen koket kadınlar, bizimkiler... Çerkez kızına, tüm İstanbul sosyetesi hayran. Bu kız, pek içki içmiyor, kendini biliyor. Güzelliğine, kibar, prenses havalı nazlı duruşuna bakıp onunla evlenmek isteyenler sürüsüyle. Genç Cumhuriyetin yaşlı başlı bir büyükelçisi de sırada. Konuşma özürlü (sohbet etmeyi sevmeyen), bir iki sözcükle sorulanı yanıtlayan, yalnızca takıp takıştırmayı bilen bu kıza gittiği yerlerden mektuplar döşeniyor. Cumhuriyeti, ulusal duygudan yoksun, okumayan, iyi koca bulmak için gerekli bilgilerden (yabancı dil öğrenmek, dans, piyano) başkasıyla ilgilenmeyen bu Çerkez kökeni devamlı vurgulanan ergenlikten yeni çıkmış kızla temsil edecek yurtdışında. Elçinin Ata’ya tanıştırılma sahnesi:

“ Ata Bey! Faruk Senai Beyefendi!”

Hemen Cumhuriyetin elçilerine eleştiri, bu kez, romanın anlatıcısı gözüyle:

“ Elçi o kadar çok ki... Hem vaktiyle kançılarvekili (kançılar; konsolos) göndermediğimiz şehirlere, adları duyulmamış şehirlere bile gönderiyorduk. Bir kısmı büyükelçi olarak, hatta!”

Eğlenmeye gidilen bir gazinonun pavyon bölümünde, romanın baş kahramanının gözüyle eski günler ve yaşanan günlerin karşılaştırılması:

“... Halbuki daha mütareke zamanında, yirmi iki yıl evvel kadınla erkek birbirinden ayrı, salaş tiyatrolarda kanto seyretmezler miydi?

Yirmi iki sene sonra, yanında kürkünü sırtına almış, göğsü açık filiz gibi bir kızla gazinoda oturuyor, önlerinde iyice donanmış bir sofra... Şarap içerek, meyve yiyerek koltuklara gömülmüş numara seyrine dalmışlar. Bu, ne mühim değişikliktir!”


Sonra değerlendirmeyi böyle bitiriyor:

“Evet, çoğu değişikliğimiz zahirî (yapay). Zahirî ama onu da becermek bir iş, bir marifet...”

Yazı devrimimiz de, romanda bir iki yerde geçiriliyor. Birisi şöyle:

“ ... Ortağının ise Fatih Kaymakamlığı binası yanındaki köşe başında Nuh Nebi zamanından kalma bir yazı makinesi koymuş, arzuhalcilik ettiğini ben hatırlarım. Latin harflerinin kabul olunduğu sene... Hangi tarihteydi o iş? Dünkü mesele sayılır.”

Burada, adını hatırlayamadığı cadde bahane, tarihi anımsatmak şahane ( 1. Abdülhamit, Kırım’ın yitirildiği dönemin padişahı; Kırım denince de akla gelenler, Giraylar, Çerkezler. Yeni Postane, 1909’da Posta ve Telgraf Nezareti” olarak hizmete giren görkemli yapının 1930’lardaki adı.):

“Evin havasına Yeni Postahane ile 1. Abdülhamit Türbesi arasındaki, adını öğrenemediği caddeyi geçerken bir ıtriyat deposundan dışarıya yayılan kolonya ve esans kokusunu hatırlatan rayihalar da karışmıştı.”

Bu durumda, adını öğrenemediği caddenin adını bir merak ettim ki, sormayın.

Cumhuriyetin vekillerine de gönderme var romanda. Ahlaksız damadın gözü milletvekilliğinde:

“ Atıf partiden (CHP’den) yardım görmeseydi işi bu kadar ilerletemezdi. Müfettişin gözü gibi... Mebus da çıkaracaklarmış önümüzdeki intihabatta (intihabat; seçimler)!” diyen karısını, Ata, yanıtlıyor:

“Neden çıkarmasınlar? El kaldırıp indirecek bir emir kulu lazım. Atıf büyüklerinin sözünden çıkmaz. Lakin fabrikadaki kızları da kaçırmaz, çapkın!”

İnanılmaz bir yerde de, daha romanın 48. sayfasında, İstiklal Mahkemelerinden dolaylı yolla söz ediliyor. Damadını kötülerken bu “fena hatıralar” Ata’yı hüzünlendiriyor:

“ O koyu halkçıydı. “Yeni Nizamcı’da...”

Sonrası şöyle yazılı kitapta:

“Ata Efendi, astıkları Distolcu zavallı Rıza’dan sonra politikacılıktan ürktüğü için o işlere karışmıyor. Rıza aç kalmış, koyunları öldüren bir hastalığa karşı kullanılan Distol ilacını dağıtmaya, köylere çıkmıştı. Ne olmuştu? Kimse anlamamıştı; onu ve onun gibi Anadolu’da dolaşan arkadaşlarını, Halife propagandası yapıyorlar, rejimi devirecekler diye toplayıp kaş göz arası sallandırıvermişlerdi.”

Ayşen’in güzelliği, her sayfada yineleniyor, anlata anlata bitiremiyor Ata Efendi kızı:

”Yarabbi! Ne yaparsın bu boy pos, incecik bel, ceylan bacaklar ve siyah halkalı gözler karşısında? Dua mı edersin, şiir mi okursun, nutuk mu verirsin, Mevleviler gibi fırıl fırıl dönmeye mi başlar, yoksa secdeye mi kapanırsın?”

Kitabın sonlarına doğru, bir yabancı mecmuadaki üç erkekle dört kadının resmine, karısıyla birlikte bakarlarken:

“Hangisi Ayşen? Çıkaramadım.” diyen hanımına Ata Efendi’nin yanıtı:

“İşte şu! Sağdan birincisi, siyah elbiseli, en uzun boylusu, en güzeli!”

Burada da güzellere (Romanda belirtildiğine göre, ikisi Mısır, biri Türk hanedanına mensup, dördüncüsü Mısırlı Paşa’nın zevcesi Ayşen Hanım) bakarken aklından geçirdikleri:

“Elbette hepsi de güzel! Hepsine Çerkez kanı karışmış!”

Kitaptan vereceğim örnekler iyi anlaşılsın diye isterseniz, önce romanın konusunu ve kahramanlarını kısaca tanıtayım.

Ata Efendi, baş kahraman. Bir yerde, içinden konuşurken yaşını söylüyor: “Yaş elli...” Diğer bir yerde, karşısındaki gence yaşını derken:

“ Elliye merdiven dayadık; ötesine de atladık.”

Kendini böyle sözlerle anlatması da, okura kişiliği hakkında fikir veriyor:

“Elli iki yaşındaki uslu akıllı, aile babası Ata Efendi, yirmi yaşında bir kıza tutkun ağlıyor. Ayıp şey! Fakat utandırıcılığı, acılığı içinde ne tatlılığı var Yarabbi!”

Ata, Devrin zengin tanınmış bir ailesinin işyerinde çalışıyor, ambar memuru.

Üfdate; karısının adı. Ata Efendi’nin romanda birçok kez, kendine denk görmediği, görmeden evlendiğini anlattığı kadın. Oğlu Çetin lise öğrencisi. Kızı Feride, evli. İç güveysi oturdukları çapkın, kadın kız peşinde koşan damadının adı Atıf. Bu sözlerle tanıtıyor karısıyla kızını Ata Efendi romanda:

“Uzaktaki sokak lambasının kifayetsiz ışığı altında iki dolgun bodur vücut, dar binanın cephesini adeta dolduruyor.”

İç dünyaları da çirkinmiş bu kadıncağızların. Açgözlü, içten pazarlıklı, çıkarcılarmış. Kızının, özellikle görgüsüz, kaba olduğu çoğu yerde belirtiliyor.

Ayşen, uzaktan akrabası, Ata’nın tanımıyla, “vurguncu Yaşar’ın kızı. İstanbul’a, taşradan, yanlarına bir süreliğine kalmaya geliyor.

Rüştü, Ata’nın işvereninin oğlu, Ayşen’e tutkun. İsmail Bey, Ata’nın kendinden üst mevkideki iş arkadaşı; "Berin", "Deniz"; İsmail Bey’in kızları. “Mister Tomas”, Ayşen’in zengin Amerikalı talibi. "Faruk Senai Bey", Cenubi (Kuzey) Amerika’da büyükelçi. Kırkını geçkin. Ayşen’le evlenmek istiyor. Ruveyha Paşa, Mısırlı zengin genç. O da kıza tutkun. Günnâme, yeni apartmanlarında yatılı kalan, Ata Efendi’nin arada sıkıştırdığı hizmetçi kız.

Ata Efendi’nin, Ayşen’in evlerine gelmesiyle hayatı değişir. Sonunda kız kendisiyle evlenmek isteyenlerin en zengini – en güçlüsü olan Mısırlı Paşa’yla evlenip Mısır’a gider. Kızın Mısır’da eşinden ayrılacağı, gizlice kaçıp yanlarına yeniden geleceği haberleri, kızın gidişiyle yıkılan, yaşamdan kopan Ata Efendi’yi umutlandırır.. Sonra...

Yine romandan bölümlere geçelim:

Florya plajında eğlenirlerken, Ata’nın içinden geçirdikleri, sonra Ayşen’e dedikleri. Buralar, sözde aşk romanına sıkıştırılıvermiş, döneme yergi sözleri:

“Karı koca birleşip soyacaklar bu kızı (kızıyla damadı hakkında böyle düşünüyor)... Kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyorlar!” diye söylendi. Kazıklar üstüne kurulmuş Florya Köşkü’nü işaretle, Ayşen’e:

“Atatürk için yapılmıştı, şenliği de onunla bitti. İnkılabı yapmasaydı şu halk zor soyunurdu böyle, zor yayılırdı kumlara!” dedi.”


Bundan sonra yazılanlar çok düşündürücü çok:

“Ata, teceddüt (yenilik) hareketlerini etrafındakilere ara sıra överdi. Sedefinciler (yanlarında çalıştığı aile) dehşetli partici, hükümet yardakçısıydılar (Tek parti zamanı, İnönü hükümeti). Sıhhat Bakanlığı erkanıyla düşer kalkar, işlerini yürütürlerdi. Nesine lazım? Kulaklarına bir şey gider, atarlar yerinden!”

O dönemin Atatürk karşıtları, en çok da Atatürk devrimleri karşıtları, soyadı yasasına karşı direnmişler. Ne yapıp edip eskiden olduğu gibi babalarının adını soyadı yerine almışlar. Halid, yazarın babasının adı.

Soyadı ile ilgili bir yerde şunu anlatıyor. Koskoca Emniyet müdürlüğü binasında Ata Efendi hemşehrisini arıyor:

“Bizim Rasim vardır; bir masa şefi olmuş, ama hangi şubede bilmiyorum. Soyadı mı? Dur bakayım, oğlum! Memlekette babasına Peşkirci’nin Ali derlerdi.”

“Ha! Rasim Peşkirci olacak. Üçüncü kattan sorun.”

1923’teki zorunlu göç (mübadele), romanda da Türklerin Rumca konuşmasıyla anımsatılıyor. Bu duruma bizim eski solcular az ah vah çekmemişlerdi, neden mübadele (Türkiye – Yunanistan arasındaki nüfus değişimi) yapıldı, Rumlar buradan gönderildi diye sızıldanıp durmuşlardı. Ata Efendi ile akranı İsmail Bey durduk yerde, romana göre “tabirleşmiş Rumca” sözlerle birbirlerine cevap veriyorlar:

“İşin iç yüzü başka” diyerek söze giren İsmail Bey’in uzun sözünün sonu:

“Katalavis?”

Ata Efendi’nin yanıtı:

“Katalava!”

Diğerinin buna yanıtı:

“Dirayetlisin vallahi!” dendikten sonra (Şimdi susun, bakın Rumcayı nasıl ilerletiyorlar):

“Efharisto poli!”

Gülüştüler.” denilerek konuya devam...

Bu durumun romanda okura açıklaması şöyle: “İstanbul’da yetişmiş, Beyoğlu’nun eski hayatına karışmış herkes gibi Ata Efendi de, bu tabirleşmiş Rumca sözleri anlar; cevap verirdi:”

Oysa, patronun genç oğlunun (yirmili yaşlarda) konuşmalarında da geçer Rumca, plaj gazinosunda garsona seslenişi:

“Biran soğuksa üç şişe getir. Ama soğuksa ha! Yoksa dökerim hepsini... Hem de patronun başından aşağı! Katalavis?”

Romanda Ata’dan başka kendisine Efendi sanı takılan kişi yok. İsmail Bey, Molla Bey, Talip Bey... Kahramanının adını böyle yazdığına göre, yazarın vardır bir bildiği...

Yine satır aralarında, romanın baş kahramanı Ata Efendi’nin kendinden otuz iki yaş küçük uzak akrabası yeğenine aşkını anlatan bu aşk romanında, konuyla ne ilgisi varsa, aralara şunlar da eklenmiş:

O yıllarda yeni kurulacak partiyi, yani DP’yi özlemle bekleme, emekli subaylarla - yaşları gereği onlar Kurtuluş Savaşı’nda görev almış olmalılar - kafa bulma:

“ Köşedeki “Emekliler Pastanesi” ismi takılan yerde güçlükle bir sandalye bulup ilişti; çay ısmarladı. Etrafındakilerin çoğu sivil veya ordu mensubu mütekaitler (emekli). Maaşlarından ziyade işlerini yoluna koymuş oğulları, damatları yanında geçindiklerinden, yiyip içip masraf etmediklerinden temiz giyiniyorlar, ellerine geçeni cep harçlığı ediyorlar ve burada toplanıp sabahtan öğleye, ikindiden akşam yemeğine kadar ağız politikası ve dedikodu yapıyorlardı. Hemen hepsi de hükümete aleyhtardır; hele şimdi ümide de düşmüşlerdi. Çok partili rejimden bahsolunuyor; fırkalar kuracaklar, mebus olacaklar, makama geçecekler ve memleketi ıslah edecekler; mesulleri de cezalandıracaklar...”

Buraları, böyle bir aşk romanına (?) sıkıştırdığına göre yazar, tekrar sürgün yemekten korkmuş olmalı, Cumhuriyeti üstü kapalı eleştirmekle yetiniyor, içinin acısını böyle ortaya döküyor.

Romanın üçüncü bölümünde, dönemin yönetimine eleştiri tavan yapıyor. Bölümün adı: Modern Hayat Saraylısı.

Bölüm şöyle başlıyor:

“ Dolmabahçe Sarayı’nda Amerikan Filosu şerefine bir balo veriliyor. 1946 senesi Nisanının 7’nci Pazar gecesi..."

Baloya davetiyeler kısıtlı sayıdaymış. Romanın baş kadını Ayşen, baloya gelemeyenler için şöyle diyor:

“ Yalnız boy ve elbise gösteremediklerine değil, Amerikan zabitleriyle (subay) dans ve flört fırsatını kaçırdıklarına da üzülüyorlardır.”

Amerikalılar da pek sevimli bu romanda:

“ Tuhafı Amerikalı zabitler de sandalyelere sıram sıram dizilmişler, şaşkın şaşkın kubbeye, tavanlara bakakalmışlar. Ata ile doktor, Ayşen’i oturtacak tek iskemle bulamadılar. Nihayet tavanın ortasına asılı muazzam avizeden gözünü ayıran bir Amerikalı, Sarı Kız’ı avizeden inmiş bir billur fanus gibi nur saçarak karşısında görünce fırladı, eğildi, yerini takdim etti. O da nur parçası bir erkek.”

Ayşen Amerikalı zabitle dans edenler arasına karışınca Ata’nın içinden geçenler anlatılıyor romanın burasında. Amerikalı zabitler nurdan ama yeni cumhuriyet düzeni, yazara göre, bakın öyle mi?

“... bir yandan da Dolmabahçe Sarayı’nda oluşuna şaşıyordu. Ata Efendi kim, burası neresi? Vaktiyle bayramlarda muayede ( Osmanlı’da bayramlaşma) için Paşa’nın büyük üniformasıyla aynı saraya gittiğini hatırladı. Acaba taht hangi tarafa kurulurdu? Kahveocağına ağadan akseden rivayetlere göre, bayramlaşma sırası bando mızıka çalarmış; şimdi caz çalmaktadır.”

Dans edenleri anlatışı:

“ Ortada kitle haline gelmiş bir erkek kadın kalabalığı, gayet ağır dönen bir girdaba kapılmışçasına helezonlar (sarmal, yay) çeviriyor; güya tıkanmış bir musluk çukuruna dolmaya çalışıyor; bir türlü menfez (delik) bulamıyor. Gördüğü yalnız bir baş yığınıdır; Sarı Kız’ın o yığına karışmış olmasını adeta haysiyetsizlik sayıyor. Dolmabahçe Sarayı’nın alnında meğerse böyle bir gece de yazılıymış!”

Yiyecek büfelerini anlatışı (İstanbul’un kıtlık yılları, 2. Dünya savaşı sürerken):

“Ayşen yanındaki zabitle henüz dönmüştü, halk birbirine girdi; kapının sağ tarafına kurulmuş upuzun büfeye doğru hücum başladı. İlk girdikleri zaman yüksek ayaklı tabaklar içindeki istakozlar ve meyveler zaten dikkatini çekmişti. Bedava yenileceğini biliyordu, hükümetin davetlisiydiler; lakin uzaktan sezdi; yanaşamayacaklardı.”

Yine bir iç konuşma:

“Hey gidi Dolmabahçe Sarayı hey! Her şeyi aklına getirirdi; Abdülhamid’in muayede yaptığı salonda bir gün dekolte bir kadını önüne katıp yapışık vaziyette yarenlik, hatta biraz da korta edeceğini (çapkınlık) hatır ve hayalinden geçiremezdi.”

Yine balodan, “Türkiyeli” tanımı:

“ Ayşen göz kamaştırıcı güzelliğiyle odayı donatıyor. Etrafındakiler, hele kır saçlı deniz kurdu hayran! Türkiyeli dilbere bir kadeh şampanya uzattı, hep birden içtiler.”

Romanın burası kitabın adındaki saraylıları irdeliyor:

“Ayşen, anasının soyuna (Çerkez) daha fazla çekmiş; hüsn-anına (güzellik) güvenen, azametli, kendini beğenmiş, birdenbire zenginleşince şımarmış, yüreği kaskatı kesilmiş yarı cahil bir Çerkez kızı, bir saraylı! Gazinolar, barlar, kokteyller, dans salonları, plajlar ve seyahatler alemini süsleyen saraylılardan... Modern hayat saraylısı!

Dün gece Dolmabahçe’nin içi o saraylılarla doluydu.” Sözün sonunda yine eski padişahları anıyor:

"... Dolmabahçe’nin kuhileşmiş (ıssız), Sultan Aziz devrinden beri sesini kaybetmiş odaları, sofaları şenlendi.”

Ata Efendi İstanbul’daki yeni neslin kızlarını şöyle anlatıyor:

“ Hepsi de yeni zengin kızları ve çoğu taşralı. İzmir havalisinde, Mersin, Adana, daha uzak şehirlerde türemiş harp tüccarlarıyla arazi ve fabrika sahiplerinin çoluk çocukları hep İstanbul’da şımarık, delişmen bir hayat sürüyorlar; el çantalarında beşer yüzlük kâğıtlar, parayı nasıl, nereye harcayacaklarını bilemiyorlar; arkalarında bir sürü delikanlı, Beyoğlu Caddesi’nde mekik dokuyorlar.

Zavallılar!”

Köylüleri anlatan yerler de böyle:

“ Yaylada takım takım dolaşan küçük kızları bile unutmamıştı. Uzun entarileri ayaklarına dolanarak kir pas içinde gezinirler, ağaçlara tırmanarak yabani fındık toplarlar, kavga çıkarırlar, haykırışır, ağlaşırlardı. Ne iptidailik ( ilkellik), gerilikti bu hayat!..”

“... Evlerine uğrayan, o bodur, tıknaz, leblebici kılıklı, köylü kalmış adamdan hiç hazzetmemişti.”


“ Kimisi onu mahalle bakkalının Anadolu’dan getirttiği küçük besleme gibi tahayyül etti; şiş karınlı, sivilceli, tam teşekkül edememiş, sıska bir şey. Kimisi için bodur ve tombul, bacakları eğri büğrü, yılışkan, yüzsüz bir kız, bir dayak yoksulu.”

Roman kahramanı, kendi hayatını anlatırken, gittiği bir okuldan söz ediyor. Meşrutiyetten önce açılan Darülhayr mektebi. 1903’te kurulmuş, 1909’da da Meşrutiyetle kapatılmış, binası Darülfünun’a (İstanbul Üniversitesine) verilmiş bir okul.

“ – Meşrutiyet ilan edilmişti- Darülhayr’a gönderildi ama bu mektebin ömrü çok kısa sürdü. Maamafih ilk feyzini oradan almıştı.”

Kitapta, “paşalar”a da atılan çok söz var ama oralara girersek işin içinden çıkamayız: Hürriyet ilanında süprüntü arabası içersinde dolaştırılan paşa... Florya plajından çıkmayan yaşı altmışı geçmiş Şevki Paşa... Gazinoda masasında mayolu kızlar – delikanlılar arasında oturan yaşlı başlı Şükrü Paşa...

Kitabın başlarında, Ata Efendi’nin Ayşen ile ilk konuşmaları da epey ilginç. Atatürk adı bir tek Florya plajında geçmişti ya, bir yerde de Kurtuluş Savaşı’nın sonunda kazanılan büyük zaferin adı geçiyor. O günlerde Kurtuluş Savaşı’na karşı (Atatürk ve arkadaşlarına karşı) uğraş veren, yazılar yazan, Atatürk’ten yalnızca üç beş yaş büyük olan yazar (1988 - 1965), Atatürk’ün Başkomutanlığında 30 Ağustos’ta kazanılan büyük zaferden hemen sonra yurdu terketmiştir. Yazarın adı, 1924 yılında Lozan’a göre sürgüne gönderilen 150 kişinin içindeydi.

İlginçtir, Ayşen’le ilk tanışmalarında karşılıklı konuşmaları şöyle:

“Analığın öleli ne kadar oldu?”

“30 Ağustos bayramında vefat etti.”

Başka bir tarih kalmamış gibi verilen tarihe bakınız. Ve bayramın adına... 30 Ağustos bayramıymış... Günümüzü görmüş, bugünleri tahmin etmiş gibi...

Sonra romanda, böyle pek çok taşlamalar var. Ünlü pastanede oturuyorlar Ayşen’le, pastanenin oteline geçiyorlar, salondalar. Burada Ata Efendi ile kız karşılıklı ağlaşıyorlar:

“Karşılıklı ağlaşıyorlar. Bereket salonda kimsecikler yok. Manzarayı bozuyor diye minaresi bir kılıçta veraşağı edilmiş olan mescidin damında bir leylek...”

Bu sözler de kitapta geçen kargışlardan bazıları. İlki, karısının yüzüne, diğer ikisi, Sarı Kız'a (Ayşen), içinden:

“Ata öfkelenmiş göründü:

“Dırlanma artık, ağzı yumulu kalasıca! Aklın fikrin parada! Gözünü toprak doyura, senin!”

“Seni gidi kötek yoksulu, seni! ... Şirret! Bu şirrete bir oyun edeyim de görsün!”


"Dalken devrilesin de dünya şerrinden kurtula!"

Kitabın burası da özlü söz gibi:

“ Yine birkaç saniyede neler düşündü! İnsan utana utana başkalarının sezmesinden ürkerek öyle çirkin şeyler düşünebiliyor ki, bazı yüzlerdeki nahoş tesir galiba bundan, böyle şeylere fazla düşkünlükten ileri geliyor.”

Romanın burası (s. 234) en can yakan yeri, Atatürk'ten bu şekilde, dolaylı söz edilişi (sonradan padişahın yerini alan) çok acı. Ata Efendi yakınıyor:

"Ayağım kırılsaydı da Dolmabahçe balosuna gitmeseydim! Padişah sarayında Berin aşiftesini sıkıştırmak bana uğur getirmedi. Zaten o saray kimseye yaramıyor... Ne padişahlara, ne de sonradan yerini alanlara! Taşına, temeline hayır dua sinmemiş bu binanın!"


*
Söz çok uzadı, böyle giderse daha da uzayacak, laf lafı açacak. En iyisi zengin kalkışı gibi konuya son verelim: Sözün kısası olay şu:

Cumhuriyet aydınlarımız, Cumhuriyetin arkasında dursalardı, her biri Cumhuriyetin askeri gibi olsaydı, Cumhuriyeti yüceltselerdi, korusalardı, Cumhuriyeti, canları gibi, hatta atalarımızı örnek alarak canlarından çok sevselerdi;

Cumhuriyetimiz bugünleri görmeyecekti, bu durumlara düşmeyecekti...

Doğru değil mi?

28 Ekim 2019
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 987
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x