ORADAN BURADAN

ORADAN BURADAN

İletigönderen Feza Tiryaki » Çrş Oca 15, 2020 15:48

ORADAN BURADAN


“Ölümden ötesi yok ya?” derler, korkan, korkudan istemediği, yanlış yola gideni ayıltmak isteyenler.

“Öldüm öldüm korkarım, öldüm neden korkarım?”

Tam günümüz insanının durumu, üstünden korkuyu bir atamaması.

Ölümden korkarız korkmasına da; biliriz, “ölüme korkmak fayda vermez.”

Hiç istemediğimiz durumları yaşadığımızda, umudumuz tükendiğinde çaresizlik sözüdür:

“Ört ki ölem!”

“Öyle geliyor ki bana, bugüne kadar insanlar, kendim de içinde, öleceklerine, kelimenin tam anlamıyla yok olacaklarına inanmıyorlar. Ölen hep başkası, ölüm de hep bir başka türlü yaşamanın başlangıcı sayılıyor.” demiş, Sabahattin Eyüboğlu (1908 – 1973). Atatürk döneminde yurtdışına okumak için gönderilenlerden, yazar, çevirmen. Hepimizin aklına takılan bir düşünceyi dile getirmiş burada. Gözlemlerimizle biliriz: “Kimse üzerine ölümü konduramaz.”

Bu sözleriyle de, günümüzdeki kendini ölümsüz sayanları, hırslıları, “gözünü toprak doyursun!” dediklerimizi, küreselcilerin maşalarını anlatıyor sanki:

“Çoğunluk Hayyam gibi herkesin gerçekten öleceğine, toprak olacağına inansaydı, böyle mi olurdu dünyamızın hali? Hiç ölmeyecekmiş gibi, her şey kendileriyle başlayıp bitecekmiş gibi yaşayan ve konuşanları dinler miydi kimse?”

Hepimize soruyor:

“ Bir düşünün de bakın, gerçekten inanmıyorsunuz öleceğinize...

Böyle mi yaşardınız inansaydınız? Bunca insan ölünceye kadar kazanç kaygıları içinde kalır mıydı?”

Ölünce cennete gideceğine inanana da sözü var:

“Cennet cehennem düşüncesiyle yaşayanlar da öleceklerine inanmıyorlar. Burada olduğu gibi ötede de bir kolayını bulur dünyadaki gibi yaşarız diyorlar.”

Şu sözü de çok önemli, ölüm üzerine kimse derin düşünmüyor, istenilen varsa yoksa daha çok para kazanmak:

“Para kazanmak isteyen, öleceğine inanmayan insandır. Öleceğine inanmayan insan derin düşünmez; derin düşünmeyen insan hiçbir şeyi değiştirmez; hiçbir şeyi değiştirmeden de medeniyet olamaz.”

Burada, ölüm üzerine yazdığı bu sözünü yazar, o zamanın modası komünistliğe bağlamış sanki. Derin düşününce rejimi mi değiştirmek akla geliyor? Bakınız dincilerimiz akla gelmeyen neleri değiştirdiler. Nerede kılık kıyafet devrimi? Ortalık entarili, başı takkeli sakallılardan geçilmiyor. “Nazım”ları ne diyordu - eski solcularımızın en sevdikleri şair - Cumhuriyetin en güzel yıllarında (1930) hem de: “Güzel günler göreceğiz çocuklar...”

Devrimler arka arkaya yapılmış, yeni Türk Abecesi”yle okur yazarlarımız çoğalmış, düşün dünyamız gelişmeye durmuş, çağdaş eğitim, yönümüzü değiştirmiş, Türkçeye dönüş bizi yükseltmiş, “Cumhuriyet” kurulmuş, laik, çağdaş... Yardımcı olunacağına Sovyet’i taklit:

“Hani şimdi biz haykırırız / Cevap:/ açılır kara kaplı kitap:/ zindan... / Kayış kapar kolumuzu/ kırılan kemik... kan. “

Ne bu şimdi? Ne anlatıyorsun? “Anlat anlat iyi geliyor!” Zaten yine eski solcular bu sözleri pop şarkısında söylettiler, her yanda çalarlardı (İyi günler Rus rejimiyle gelecekti (?): “Ve çocuklarımız işten eve / Sapsarı iskelet gelir / Hani şimdi biz / İnanın güzel günler göreceğiz çocuklar /Güneşli günler göreceğiz”). Kuyumuzu kendi ellerimizle kazmıştık... Sabahattin Ali’nin “ Aldırma gönül aldırma” şarkısı da böyledir. Atatürk döneminde, Atatürk dönemine karşı yazılıp söylenen sözler. “Aldırma gönül aldırma!” “ Başın yere eğilmesin!” Niye? Kime karşı? Ölenler öldü. O kuşaktan kalanlara:

"Şimdi başınız göğe erdi mi? Bu günler için ne diyorsunuz, aldırma diyebiliyor musunuz Araplaşırken? Çağdaşlığı yitirirken güzelim ülkemiz..."

Bu şiiri bile, aydınlarımızın Nazım’a sırt dönmesine yeterdi. Ne yapmak istediğini, bozgunculuğunu anlamak o kadar zor muydu...

Ah aydınlarımıza bu sol hastalık, sonradan bölücülüğe dönüşen Sovyet rejimi hayranlığı bulaşmasaydı, kendilerini adam eden Atatürk’ün izinden gitselerdi, dört kolla Cumhuriyet’e sarılınsaydı, başka lider aramasalar, başka yönetimlere kanmasalardı... Öyle olsaydı aydınlar, kitap okumuşlar, şimdi gündemimiz böyle mi olurdu?

Bölücülük ve dincilik bizi sararak, sıkar, boğmaya çalışır mıydı?

Günümüzün paragözlerini, yaşamdan kopmuş, gece gündüz para kazanmaya odaklanmış insanları, kendilerini ülke sorunlarından soyutlamış kişileri anlamak zor. Daha çok, daha çok kazanacaksın da ne olacak? Yoksa ölümsüzlüğü mü bulacaksınız çok parayla? Vakti zamanı gelince toprak altına girmeyecek misiniz? Sizler için bu devran hep sürecek mi? Kimin için sürmüş? Ölmeyen, dünyaya kazık çakan birinin adını söyleyin?

“ Sevgili okuyucularım, yemin ederim, her şeyin tam anlamıyla farkında olmak bir hastalıktır; hem de tümüyle gerçek bir hastalık.” diyen Dostoyevski’nin (1821 – 1881) geçen seçimlerde siyasetçilerin diline düşmüş yukarıdaki sözü getirdi beni buralara. “İnsan için gündelik hayata dair daha yalınkat bir anlama gücünü....” hatta daha azını yeterli bulduğunu yazmış Rus yazar o zamanlar. Günümüzde de geçerliliğini sürdüren bir söz.

“Farkında olmak” sözü de, eski bir öykümü anımsattı.

Yurtdışında tıp öğrencilerine derslerinde öğretilen pek bilinmeyen bir öykü. “Ergenekon’dan çıkmak” yazımda anlatmıştım yıllar önce, okuyanlar bilirler. Bilenle bilmeyenin, farkında olanla olmayanın ayrımını anlatır o öykü. İnsanı ölüme götüren korku. Cahilin rahatlığı, bilgilinin huzursuzluğu...

Öleceğini bilenlerle, bilmeyenler...

Girişi, bir sarsıntıyla kapanan, taşla dolan bir mağarada kapalı kalan gezginci bilim insanları, önce, mağaradaki havanın kendilerine ne kadar zaman yeteceğini hesaplarlar, artık tek yapacakları, kalan havayı iyi kullanmak, fazla hareket etmemek, konuşmamak, sessizce kurtarılmayı beklemektir. İçlerinden yalnız birinin kolunda saat vardır, zaman eski zaman, arkadaşları ona ara ara, ne kadar zamanları kaldığını sorarlar. Saati olan, önceleri zamanı dosdoğru söyler, sonra havanın iyice azaldığı, ölümün yaklaştığı son saatlerde arkadaşlarını heyecanlandırmamak, onlara zaman kazandırmak için yalan söylemeye başlar. Atar: “Daha şu kadar vakit var, şu kadar saatimiz var...” Herkes umutlu bekleyişini sürdürür. Tek kişi dışında. Saati olan, durumu tüm korkunçluğuyla bilen kişi dışında.

Sonunda, kurtarma ekipleri yetişirler, bilginleri kurtarırlar. Olacakları bilen, geliyorum diyen sonu gören ama arkadaşlarını avutan, gerçeği onlardan saklayan kişi dışında, hepsi kurtulmuşlardır. Kolu saatli, yani felaketi bilen, sonun yaklaştığını gören, korkudan, gerginlikten çoktan ölmüştür.

Her şeyin farkında olmaya, “Gerçek bir hastalık!” demişti yukardaki sözünde ünlü yazar. Bizde de artık, bu son yıllarda gerçeği görenler, “hastalananlar” arttı. İstanbul seçimlerini anımsayınız. Ankara, İzmir, Adana, Mersin... diğer büyük iller..."Gerçeği gördüler ki, iktidar partisinden illerini kurtardılar. Böyle hastalığa can kurban. En azından ölüme direnecekler kalabalıklaştılar. Gördüğünü, bildiğini, tehlikeyi... bu kişiler, ülkemiz uçuruma düşerken, bir umut, çevrelerine anlatıyorlardır mutlaka. Kolları saatli ya, bilinçliler.

Yaklaştığımız felaketi bilmezden gelenler, görmeyenler “agu” yapan bebek gibiler, yiyip içip yatıp kalkıp güzel güzel yaşıyorlar. Bilenlerin ise bir kafalarına huni takmadıkları kaldı, ölmeden delirecekler üzüntüden...

Zaten yönetimden kimse de, gelecek planını, hedeflediklerinin ne olduğunu, 2023’te kuracakları yapıyı saklamıyor, şeriat devletine (Din Devleti) doğru nasıl koşar adım gidildiğini, bunun anayasasının bile hazır olduğunu, en inanılmazı, ilk kez Resmi Gazete'de ayetli hadisli kurallar yayınlanarak, böyle pek çok uygulama yürürlüğe konarak, İran'da yıllar önce olanların aynısının bir benzerinin ülkemizde de yapılacağını açıkça gösteriyorlar. İçimize doldurulan karaçarşaflı – entarili, ülkesini bırakıp kaçan, vatansız- milletsiz bize yabancı dilli- yaban kültürlü Suriyeliler de, bu işlerin yardımcı kolu, böğrümüze sokulan hançer gibiler.

Anaokullarına kadar Arapçanın girmesi, çocuklara Türkçe okuma -yazma öğretmeden, onlara Arap usulü, tersten, yazma – okuma alıştırılmaları yaptırılması boşuna mı? Yeni yılın ilk müjdesi verildi, türbana karşı 2014’te açılan dava sonuçlanmış. Duyurmuşlar; “Danıştay’dan çocuklara türban kararı!” Bu kararla ortaöğretimde türbanın serbestçe kullanılması kesinleşmiş.

Medeni kanunun adım adım değiştirilmesi...


Çok evliliğin, daha geçen gün, önemli bir yetkilice açıkça önerilmesi, erkeklerin her şehirde bir ev açabilmelerinin (dini nikahla çok eş almalarının) istenmesi... Evlenmeleri, bekarları kafaya takmak.

Tarikatların nasıl hortlatıldığını, gericiliğin okulları nasıl sardığını herkes görüyor.

Görmeyenler “öbür dünya” beklentileriyle avutuluyor.
Halkımız korkusuz:

“Öbür dünyaya kim gitmiş, kim gelmiş.” deyip rahatlatıyorlar kendilerini.

Kafasını kullanmayan, birilerinin ardına kös kös takılanlardan, şu atalar sözüyle dalga geçiliyor:

“ Ne koşarsın koca gafil, yağma kalktı dünyadan!”

Cahilliği de (ezberciliği) böyle anlatırdık eskiden, bilime yönlendirirdik yeni yetişenleri:

“ Oku dedik, okumadı, vardı hafız oldu.”

Siyasetçilerimizin de dili değişti artık. AKP’lileri taklit ediyor herkes. CHP’li bir vekil, bu sözlerle tartışma açmış:

“ Kuran, ölümlü insanoğlunun Dünyanın sonu geldiğinde Allah tarafından diriltilip hesaba çekileceğine dair hükümler içerir, “Kıyamet suresi”. Bir nevi adalet önünde hesap verme... Benim anlamakta güçlük çektiğim husus şu, Müslüman olduklarını her vesile ile ilan eden, bunun siyasetinden, etinden ve sütünden istifade edenler, “Kıyamet Suresi’ni bilmiyorlar mı, acaba?”

Sanırsınız bunu camide imam söylüyor. Hayır, bu Meclis’in dili artık.

Adaleti de dinde arıyorlar, suça ceza verme de din kuralıyla. Para işleri çoktan din kurallarıyla...

Bunlara her kurum yardımcı. Çok kollu ahtapot gibiler... Kolları her yana uzanıyor.

Bu dünyaya, inananların öte dünyasına...


Şu an tek sağlam gibi görünen devrim, şimdilik ayakta duran, yıkılmayan gücümüz, “Dil Devrimi” (Türk Yazı Devrimi). Sıra her an dilimize gelebilir. En değerli hazinemize.

Açılımda bunun için ellerine palaları, kazmaları kürekleri aldılardı.

Okullarda eski yazı alıştırmaları, “Kuran Dersi” adıyla başlatılmadı mı? Olmayan dil Osmanlıca (aşk –şarap şiirlerinin anlaşılmaz dili) yıllar önce, memurlara liselilere zorunlu ders diye öğretilmeye kalkışılmadı mı?

Muhalefet partileri bunlara ses çıkardı mı? MHP iktidarın baş destekçisi olmadı mı yıllar içinde, önceleri söverken sonra onları övmedi mi?

CHP’nin yönetiminin, büyülenmiş gibi, şu an Demirtaş’ı parlatması, terör örgütünün başına (katilbaşına) liderim diyenden, bölücülüğü belli birinden, bölücülere lider çıkarmaya çalışmaları, onun “yazdıklarında” boncuk aramaları gibi, ana muhalefetin başı da her sıkıştığında iktidarın yardımcısı, hedefleri ne yazık ki, aynı...

Uzun boylu film artistini de kaçtır gözlemliyorum, bu oyuna iyi katmışlar onu. Sözcü de, bu oyuna aracı olmuş; yenice, bu saçmalamaları haber diye duyurmuş:

Kim Milyoner Olmak İster’de, yandaş kanalların şahında (ATV) yarışmacıya sormuşlar:

“Merkeb-i kebir, merkeb-i tavil, merkeb-i sakil ve merkeb-i hafif eskiden hangisinin çeşitlerine verilen adlardır?”

Merkep kadar taş düşsün başınıza!

Eşeği bırakıp merkebe kadar indiğimize, Arapça tamlamaları çöp kutusundan çıkarıp yeni baştan topluma öğretmeye kalktığınıza, Arapçaya acayip bir şekilde sardığımıza göre sonumuz pek iyi görünmüyor.

Ne demiş eski başdanışman, ak sakallı dinci, herkese açık toplantıda:

“Kuracağımız federal yapıda, “Türkçe ikinci dil olsun, Resmi dil Arapça olacak."

Bu tür yarışmalar da, o günlerin hazırlığı için olmalı.

“Osmanlı Devletinde “imrahor” adlı görevliler” padişahın nesinden sorumluymuşlar: Ahırından mı, yediğinden mi, giyindiğinden mi?” diye de sormuşlar o yayında.

Cumhuriyetim, seni bozuk para gibi harcıyorlar. Yatıyorlar Osmanlı, kalkıyorlar Osmanlı... Ulus devlet başka nasıl sarsılacak?

Ya, Yunan kralı sorusu:

“1920'de Yunanistan Kralı Aleksandros, konağının bahçesinde köpeğiyle yürüyüş yaparken hangi hayvanın saldırısına uğramıştır?”

Türk televizyonunda Türk gencinin öğrenecek başka bir şeyi kalmamış gibi sordukları soruya bakınız! Yunan’a verilen burnumuzun dibindeki adalarımız yetmemiş, tarihlerinin inciğine cinciğine, “pabucumuzun kralı” Aleksandros’a kadar inmekte, demek sıra... Soracaksanız, bu kralın Türklere, Balkanlarda Türk yurtlarına yaptıklarını sorsaydınız ya?

Bu arada ne rastlantı çok uzun zamandır ilk kez bir kişi 125 binlik ödülü kazanmış yarışmadan. Bu gibi saçma sapan soruları bilerek de, “bilgili” olduğunu göstermiş bu üniversite bitirmiş, mühendis, bir kamu kurumunda memur olarak çalışan, duyan ama konuşamayan (dilsiz) yarışmayı ak tahtaya yazı yazarak götüren kızımız. Kendisine telefonlar edilmiş, görüntülü konuşmalar, neredeyse kendisine ödül kazanan bilim insanı gibi davranmalar. Nihayet Diyanetçe bile tebrik edilmiş. Başarısı kurumun (!) sayfalarında resimli yayınlanmış. Bu eften püften sorularla yürütülen, insana bir kırıntıcık bilgi katmayan, eğlenme amaçlı yarışmadaki “Ümmü Gülsüm” neden kutlanmış böyle üst düzeyden biliyor musunuz? Babası Kuran kursu eğitmeniymiş, yarışmaya başı tarikat usulü bağlı katılan,”tesettür”e uygun giyimli, birlikte geldiği iki kişi de, aynı tür giyinen bu bayanın. Hem babası hem kızı karşılıklı kutlanıyor. Yeni Türkiye modeli için, bir taşla kaç kuş vuruluyor.

Biz derdimize yanalım, her kuşa bak diyene baktığımız, bir akıllanamadığımız için diz dövelim:

“Ne kork, ne korkuyu yüreğinden çıkart!” demek kolay.

Yoksa bilmez miyiz?

“Ayağı baş yürütür.”

O zaman:

“Öyle baş, böyle traş!

Feza Tiryaki, 14 Ocak 2020
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 986
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x