“İNCE MEHMET”

“İNCE MEHMET”

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzr Mar 03, 2019 10:50

“İNCE MEHMET”


Türkçede “Memed” diye bir ad yok.

Ama bu adla yazılı ünlü mü ünlü bir kitap var: “İnce Memed”.

Nedendir bilinmez, başkişileri, eşkıya, ağa, jandarma, biri genç, diğeri yaşlı iki de kadın olan, konusu kırsalda, Cumhuriyetin ilk altın yıllarında geçen bu kitabın adı herkese belletilmiş, neredeyse okumayanı kalmamış.

Türk destanlarını bilmeyiz, bunu biliriz. Devletine başkaldırarak eşkıya olan, çocukluktan yeni çıkmış biri, romanın kahramanı.

Konusu insanı alıp götüren bir aşk öyküsü değil, tarihimiz değil, kahramanlık hiç değil... Askerine kurşun sıkandan kahraman mı olur? Kitap, okurken insana güzellikler vermiyor, insanın içini açmıyor, insanı bilinmeyen güzel diyarlara götürmüyor... Ne yapıyor? Okuyanın algısını karıştırıyor. Cumhuriyeti kuran askerine saygısızlık edilmesini seyrettiriyor. Konu; bitmeyen, çok abartılı, köylü ağa çatışması, eşkıyalar, jandarmalarla bitmez tükenmez çarpışmalar, bir kız sevme, dağa çıkma, hapisten kız kaçırma...

Hepsi bu.

Böyle bir konu nedendir bilinmez, dünyanın pek ilgisini çekmiş (!) Kitap kırktan fazla dile çevrilmiş. İlk çevrilen dil Bulgarca, ikinci dil, Rusçaymış. Sonra İngilizceye, Fransızcaya, İspanyolcaya, Almancaya çevrilmiş...

Kitabın ilk baskısı 1955 yılında. Yazılmaya 47’de başlanmış, bırakılmış; bitirilişi, 53’te, üç ayda yazılmış. Komünizmin en güçlü yılları. Bizim solcularımızın sosyalistlere hayran oldukları, Cumhuriyetimizi Sovyet rejimine döndürmek istedikleri, fakirlik edebiyatının para kazandırdığı yıllar... Aydınlarımız el birliğiyle Atatürk Cumhuriyetini kalkındırmak, güçlendirmek için çaba harcayacaklarına, köylere ışık olacaklarına, başka ulusların kahramanlarına, yönetimlerine öykünmüşler. Hep eleştirmişler, hep abartmışlar sorunları, istemişler ki, Cumhuriyet yıkılsın, yerine bunların istediği rejim kurulsun... Aydın ihanetinin en üst düzeyde yaşandığı, Amerika’nın da bize parmak attığı, siyaseten bizi teslim aldığı yıllar... Ayrılıkçı isyanlar yaşamış Genç Cumhuriyet. İhaneti görmüş... En çok da aydın ihanetinden çekmiş... Bu ihanet ülkemizi bölücülüğe - dinciliğe teslim etmiş yıllar sonra. En büyük varlık tehditimiz ise bölücülük olmuş.

Kitap, önce Cumhuriyet gazetesinde tefrika ediliyor, sonra basılıyor, ardından 1987'ye kadar dört cilt olarak tamamlanıyor.

Bu incelenen kitap, Yapı Kredi yayınlarında basılanı. Birinci cildi. 436 sayfa.

Kitaptan yer yer alıntılarla bir geçit töreni yapacağız sizinle. Orta kısmı (gelişme bölümünü) biraz hızlı geçeceğiz. Kitaba başlayacak, olayları yazarın tanımlarıyla izleyecek, yazarın dilini tanıyacak, kahramanlarını konuşmalarıyla öğrenecek, satır aralarındaki açıklamalarla sonuca varacak, kitap ne anlatıyor, nasıl anlatıyor göreceğiz.

Başlayalım mı?
*

Kitapta kaç bin kez Memed, Memedin, Memedim, Memedle... deniyor. Bu özel ad, ek aldığında, ek, yukardan kesme imiyle ayrılmıyor. Türkçenin bir yazım kuralı yok sayılıyor. Diğer özel adlar da, öyle:

Abdi Ağaya, Abdi Ağanın, Dursunla, Osmanın, Döneye, Ahmedin... yazılmış. Özel ad yazım kuralına hiçbir yerde uyulmamış.

Türkçede, Ahmed diye de bir ad yok. Doğru yazımı: Ahmet. Burada kadın kahramanın adı “Hatçe”. Hatice’nin söyleniş şekli ad olarak alınmış.

Yazarın doğru adı da, “Yaşar Kemal değil. Kemal Sadık Gökçeli. Bu ad kendinin kendisine taktığı ad. Kemal olan adını, takma adında, soyadı yerine kullanmış. Bu durum o dönemin soyadı yasasına karşı çıkanlarında, Cumhuriyetle sorunu olanlarda görülen tipik bir karşı duruş. Atatürk’ün devrim yasalarını saymama, eskiden olduğu gibi baba adını soyadı yerine kullanma.

Şimdi kitaptan kısa kısa alıntılarla yazarın dilini, kitabın kahramanlarını tanıyacağız:

“Süleyman hemen kalktı. Gözleriyle karısını araştırdı. Karı çoktandır kalkmış inek sağıyordu dışarda.” (s.28)

Süleyman karısına “karı” diye seslense, olabilir de, bir yazar kadını, “karı” diye tanımlar mı? Ne demek orada “karı” sözü?

Bunlar hiç duymadığımız deyimler:

“Azığı el değer etek değmez, hazırlayıverdi.”

“Abdi Ağanın evinde bir lokma durmaz o.”(s. 29)

Bu da bir tasvir (betimleme):

“ Gökyüzünde ay yoktu. Bulutlu olduğu için yıldızlar da gözükmüyordu. Bir karanlık vardı!.. Silme karalık.”(s. 29)

Bunlar değişik, tuhaf anlatımlar:

“Dursunla Ali de kalktılar çalı toplamaya gittiler.”(s. 34)

“Ölmese gelirdi Memed” dedi.
Sonra bu söz boydan boya kalabalığı dolaştı:”

"Beyaz başörtülüler, alacalı bulacalı yazmalar, mor fesler, bakır paralı alınlar kalabalığı dalgalandı:” (s. 37)

Burası, kızla erkeğin çalılıkta yakınlaşması:

"Biribirlerine biraz daha sokuldular. Başı dönüyordu.
Buz gibi, yumuşacık ipekli, bir su gibi, karanlıkta Memedin elinden Hatçenin ellerine aktı.
Bir zaman öylecene sarılmış kaldılar.”(s. 83)

Eksik öğeli, bozuk anlatımlı bir yer:

“Köyün dışına doğru yürüdüler. Arkalarında bir gürültü patırtı, hayhuy kaldı. Köyün içini köpek havlamaları doldurmuştu. Her bir taraftan telaşlı bir köpek sesi geliyor, uzun uzun havlıyordu.” (s. 244)

Bu da Kurtuluş Savaşı’nın anlatılışı. Kimse bunlar,” Kötü süt emmiş”i bile yurdu kurtaranların içersindeymiş. Kime denir sizce kötü süt emmiş? Duyulmamış bir benzetme. Sonra, Fransa’nın işgal kuvvetleri gelmiş oraya. Bizim bildiğimiz, bölgenin işgali anlatılırken hep, Fransızların işgali, Fransa’nın işgali denir. Sözdeki saygıya bakın: ”Fransız İşgal Kuvvetleri.”

“Fransız işgal kuvvetleri Çukurovaya gelmiştir. Eşkiya, asker kaçağı, yollusu yolsuzu, hırlısı hırsızı, kötü süt emmişi, iyisi kötüsü, genci kocası, cümle Çukurova halkı birleşip düşmanı Çukurovadan atma savaşın akatılıyorlar. Düşman kovuluyor. Bütün yurttan da düşman kovuluyor. Yeni bir yönetim geliyor, yeni bir çağ açılıyor.”(s. 291)

Neyse bu eşkıyalık (Eşkıya, Arapça; dağda, kırda yol kesen hırsızlar, haydutlar, TDK sözlüğü), iyi bir şeymiş gibi öğretiliyor:

“Yalnız Gizik Duran, Kürt Reşit, Cötdelek gibi kendi başlarına buyruk eşkıyalar, ağaların kışkırtmalarına aldırmamışlar, eşkıyalara ve ağalara karşı fakir halkı ellerinden geldiği kadar korumaya çalışmışlardır. Toroslarda ünlenmiş nice kanlının adı sanı unutulduğu halde bunların türküleri, daha dilden dile dolaşır.” (s. 294)

Eh belli oluyor Fransa o nişanları boşuna vermemiş yazara. Ermeni- Fransız işbirliği anlatılacağına, Ermenilerin “mağduriyeti (?) satır arasına sıkıştırılıveriyor. Böylece bütün dünya öğreniyor, ah ah... Ermenilere neler yapılmışmış...

“ Ali Safa Beyin son ele geçirdiği çiftlik, Karadutla sınır sınıradır. Çiftliğin topraklarının yarıdan çoğu Ermenilerden kalmadır. Gerisi de Karadut köylülerinden zorla, hileyle alınmadır.”(s. 312)

Roman, neredeyse tam bir tiyatro metni gibi yazılmış. Çoğu yeri, alt alta konuşma, ünlemler:

“ Memedin kocaman gözleri biraz daha kocamanlaşarak:
“Bir kötü haber, bir şey mi var?” diye sordu.
Ali, biraz daha solarak, elleri titreyerek:
“Hiç sorma, “ dedi. “Hiç sorma.”
“Beni korkutma Ali Ağa!”
Ali:
“Olan oldu. Benim yüreğime iniyordu,” diye inledi.
Memed, ona doğru uzanarak:
“Söyle!”
Ali:
“Gavur dinli...” dedi.”O...”
Memed:
“Eeee?”
Ali:
“Kurtulmuş!”
Memed:
“Neee!” (s. 330)

Köylüden aldıkları haracı sayarlarken:

Memed: “Görelim.”
Ağır ağır çıkını açtı. Paralar deste desteydi.
Cabbar:
“Hepsi para mı?”
“Memed:
“Hepsi...”
Cabbar:
“Zengin olduk, “ dedi.
Memed:
“Öyle.”
Cabbar:
“Yaşa bre ihtiyar!”
topal:...(s. 354)

Köylünün eşkıya sevgisi (?):

Topal:
“Sen Koca Osmanın hoşuna gittin. Kalaycı o kadar zulüm bile yapmasaydı, gene getirirdi parayı... Bunlar böyledir. Sana şahinim dedi bir kere. Git evine çocuğunu al, kes, öldür gözünün önünde, sana hiçbir şey söylemez. Bunlar böyledir.”

Eşkıya Memed pek bir sevimli canım. Dilinde önce küfür, ardından bir atasözü, ama azıcık değiştirmiş. O kadar kusur olsun:

“Memed:
“Siktir et bre Cabbar kardaş.”dedi. “Sefil Ali’nin dediği gibi... Hangi günü gördük akşam olmamış.”

(Doğrusu, "Hangi gün vardır akşam olmadık.")

Eşkıya Sefil Ali’nin türkü okuması anlatılırken övgünün sınırı aşılmış, yazar coşmuş:

“Ses, Sefil Ali’den çıkmıyor gibiydi. Türkü bin yıl öteden geliyor... Uzaktan dağlardan, Çukurovadan, denizden geliyor. Denizin tuzu, çamın sakızı, yarpuzun kokusu bulaşmış. Öyle bir türkü.”

Ya, Memed’in övülmesi, önden bir değişik yazımlı atasözü:

“Sefil Ali:
“Bırak sarhoşu yıkılana kadar gitsin.”

(Doğrusu, "Değme sarhoşa yıkılana kadar gitsin.")

Cabbar: “Bırak sarhoşu ama, Memed yiğit adam, iyi adam. (...) Nur parçası adam. Evliya...” (s.355)

Bu da bir doğa tasviri:

“Poyraz, ormanın ağaçlarının dallarını kırıyordu. Kar yağacak gibi bir koku vardı havada. Bulutlar kararmış, kaynaşıyordu gökte. Birden ortalık karardı. İri taneli, sıcak damlalar düşmeye başladı.”(s.357)

Memed’in kendini anlatması, sakın gülmeyin:

“Yüreğimi iki el tutmuş, sık babam sık ediyor. Edemem. Hatçeyi görmeden edemem.”(s.359)

Siz hiç dumanın fırladığını duydunuz mu? Duyun:

“Kör Hacı nal dövüyordu aşkla şevkle. Nala Kozanoğlu türküsü söyletiyordu Memed yanından geçerken. Kebap dumanları dükkanlardan dışarı fırlıyordu.”(s. 366)

Memed’in kahvede çay içerken Hatçe’yi hatırlaması:

“Hatçe geldi gözünün önüne. Hatçe çok değişmiş, yüzü sapsarı olmuştu. Gözlerinin altı çürümüştü. Yüzü şişmanlamıştı ama, halsizliği, bitkinliği belliydi. Yüreği parça parça oldu. Gözlerinden masanın üstüne damlalar düşmeye başladı.”(s. 372)

Memed’in giysileri anlatılıyor burada. Romanın kahramanı "sevgili İnce Memed’e" maşallah deyin, iyi soyguncuymuş:

“Şalvarı şayaktı. Kahverengi. Soydukları bir tüccardan almışlardı. Memedle Cabbar Kalaycı dövüşünden dönerlerken birkaç hafta Maraş yolunu beklemişler, adam soymuşlardı. Paraları, giyitleri, cephaneleri ondandı. Soygunculuklarından çok memnundular. Maraş yolunu tutmaya gene gideceklerdi.”

Yine Memed’in dış görünüşü; bir kaç satır sonrası, kahverengi şayak birden benek benek karaya dönüyor:

“Başından fesi atmış, yerine mavi bir ipek yağlık sarmıştı. Şayak şalvarı benek benek karaydı.”(s. 375)

Şimdi, burada, bu adi soyguncu, eşkıya öyküsüne, o şanlı Köroğlu destanı eklenmez mi? Ne iş ama:

“İlk tanıştıkları günlerde, Sefil Ali bir Köroğlu hikayesi söylemişti. Köroğlunun zuhuru. Günlerdir, Memed’in kafasında o Köroğlu dönüyordu.
Şöyle rivayet ederlerkim:
Vaktiyle Bolu şehrinde... der başlardı.”
...
“Köroğlu, duydu duyalı, Memedi çok çekiyordu. Köroğlunu dinledikten sonra, bir daha yemin etmişti Ağayı öldüreceğine.” (s. 376)

Kapana girmek (düşmek) deyimi, bilmem ki, böyle denir mi?

“Cabbar:
“Ben gidip de kendi elimle kapana giremem.”(s. 377)

Bunlar da duyulmadık deyimler:

“Ali:
“Ne iyiliği bre kardaş,” diye kederli kederli başını salladı. “Kırdığımı bitiştirmeye çalışıyorum ben.”

(Hatır gönül yapmak, hatır gönül kırmak, denir de, “kırdığını bitiştirmek” nedir, bilemedim.)

“İki saat sonra, gün değerken, damın kapısında...”
“Cabbarın yüzü, ölü yüzü gibi sararmıştı. Orada bir Hitit heykeli gibi donmuştu.”(s. 379)

Nedir bu? “Hitit heykeli gibi donmak.”

Hava durumu anlatımı:

“Yağmur çiseliyordu. Güneşli bir yağmur. Bir zaman açıyor, sonra gene usul usul çiseliyordu.”(s. 381)

Ne deyimler ne deyimler...

“Görünürlerde kimsecikler yoktu. Dişi dişini yiyordu. Döşen kurşunu yazıya yabana... Nereye olursa olsun. Döşen!”(s. 383)

Burası da romanın, yeni kurulan Cumhuriyete kurşun sıkma, görevdeki Türk askerlerinin eşkıya Memed’in silahıyla taranması (?) sahnesi. Öyle bir anlatılıyor ki olay, okuyan jandarmaya acımıyor, aman eşkıyam kurtulsun diyor. Bunu dedirtiyor romancı bu şekilde bir anlatımla:

“Karşı dağın üstündeki güneşin yarısı kalmıştı.”

(Tam bir çeviri Türkçesi.)

Jandarma “j” ile yazılan çok az sayıdaki sözcüklerimizden biridir. Yazar inatla candarma yazıyor.

"Candarmalardan en arkadaki uzun boylusunun bacağına nişan alıp tetiği çekti. Candarma bağırarak döndü, yere kapaklandı. Memed makinalı gibi tarıyordu, sağı solu. Candarmalar afallamışlardı.”

Eh be ne Memed’miş! Jandarmaya, silahla taradığı (?) Cumhuriyetin askerine şöyle bağırıyor:

“Ulan karşınızda İnce Memed var. Bırakın o kadınları gidin.”

Sanki Amerikan kovboy filmi çevrilmiş. Kızılderililerin Conilere karşı kendilerini savunması gibi bir anlatım:

“Bir candarma daha düştü çığlık atarak. Öteki iki candarma yolun kıyısındaki su dolu hendeğe attılar kendilerini. Memede karşılık vermeye çalıştılar.”

Bu kadar coşmuş, uçmuş yazarı, artık kim tutabilir ki? Memedi şöyle konuşturuyor:

“Ulan candarmalar varın işinize gidin. Uğraşmayın bizimle. Bir tabur bile olsanız vız gelirsiniz.”(s. 383)

Bitti mi? Bitmez. Tam asker aşağılanıyor hiç yetişir mi bu kadar efelenme:

“ Vurulanların bağırtısı, iniltisi göğü tutuyordu.
“Alın da arkadaşlarınızı gidin. Alın da...” (s.384)

Oradaki vurulanlar, inliyenler kimler? Askerlerimiz.

Burada bir de, söyleyişi değiştirilmiş bir deyim karşımıza çıkıyor:

“Elin ağzı torba değil ki çeke bağlayasın.”

Bakın, kesin hüküm; Memed iyi, asker kötü:

“İkinci günü sabahleyin, yaralı candarmalar getirildi kasabaya... Mesele dilden dile dolaşıyordu. Herkes Memedden yanaydı.”(s. 386)

Bu nasıl bir eşkıya? Tek kişiye, bir bölük asker yetişmiyor:

“Bir bölük candarmayla Asım Çavuş, elli gönüllüyle de Kara İbrahim takibine gönderildi. Candarmalar neyse ne ya, Kara İbrahim eski eşkıyadır. Eşkıyalığın yolunu yordamını, o dağları çok iyi bilir.”(s. 388)

Meğer genç Cumhuriyetin jandarmaları neler yapmışlar, ne kötüymüşler:

“Köylüler candarmaların elinden zar ağlıyorlardı.”
“ ... orasını bir anababa gününe döndürüyorlardı.”
“Kamışlık olayından iki gün sonraydı ki Değirmenoluğa candarmalar girdiler. Yüzlerine konan sinek kırk parça oluyordu. Öylesine asıktı yüzleri.” (s. 390)

Burada hiç duymadığımız bir deyim duyuyoruz. “Yüzünden düşen bin parça olmak” değil mi bu deyimin aslı? Ne o yüzüne düşen sineğin kırk parça olması falan? Yeni bir, aşağılama amaçlı benzetme mi yoksa bu?

Jandarma neler de yaparmış köylerde bak sen:

“İki ihtiyarı damın avlusunda, ala kan içinde bıraktılar, başka evlere gittiler. Akşama kadar bir sürü insana sıra dayağı attılar.”

Kitabın bu son bölümünde, satırlardaki, jandarmaya nefret, doruğa çıkıyor, bakın neler yazıyor romanda:

“Dayak atmaktan bıkmış usanmaşlardı. Hiçbirinde hal kalmamıştı. Her şeyin çaresi bulunur, köylüleri birbirine dövdürüyorlardı.”

Böyle böyle, İnce Memed yüzünden dağ köylüklerinin üstünden bir işkence, bir candarma silindiri geçiyor, doruklara doğru yükseliyordu.”(s. 390 -91)

Burada, eşkıya Memed’in, jandarmayla kıyaslanması:

“Dört bir yandan saldırıyorlardı. Memed kurşunlarını çok ölçülü kullanıyordu. Ancak, ilerlemeye çalışanları nişan alıp sıkıyordu. Asım Çavuş boyuna, “Teslim ol!” diye bağırıyordu. Memed, “Olur.” diyor, arkasından da kurşunu yapıştırıyordu.
Dağın yamacına kum gibi candarma yapışmıştı. Yerlerinden kıpırdayamıyorlardı.”(s. 391)

Of, ne heyecanlı anlatış! Cumhuriyetimizin ilk yıllarında geçtiğini varsaydığı bir hayali olayda, askerini bu kadar acımasız anlatabilir mi bir yazar? Bu kadar taraflı, bu kadar sevgisiz?

Romanı birden destana çeviriyor. Kim tutar onun elini, eşkıyanın yenilmeyeceğini (?) bu kadar güzel tasvir eden, eşkıyayı yücelten birine kim dur diyebilir artık?

“Bir an içinde, bütün kasabada, “İnce Memede kurşun geçmiyormuş, “ lafı yayıldı. Dillere düştü. (...) Ağlayan çocukları, “İnce Memed geliyor!” diye avutuyorlardı. (...) “İnce Memed dedikleri de” diyorlardı, “el kadar çocuk. Parmağına takmış koca Asım Çavuşu, oyum oyum oynatıyor.”(s. 411)

Asker eşkıyaya yalvarıyor:

“Asım Çavuş tatlılıkla söylüyordu;
“Oğlum Memed,” diyordu, “teslim ol!” Kapandasın bugüne bugün. Dört bir yan sarılı. Çıkamazsın. Yakında af çıkacak. Gel teslim ol! Senin ölmeni istemem.”
Memed hiç karşılık vermedi. Bir kurşun Asım Çavuşun önündeki taşı parçaladı.”(s. 417)

Roman kahramanı Memed, yiğit (?) adam canım, bakın neler diyor:

(...) Memed dişini sıkarak, karşılık verdi en sonunda: “Biliyorum çavuş, biliyorum, “ diye bağırdı. “Öyle olacak sonu. O zamana kadar da sizden bir kişi bile bırakmam.”(s.418)

“Memed yaralı yaralı durmadan sıkıyordu.
Asım Çavuş bir adamda bu kadar çok kurşun olmasına şaşıyordu. Arkadaşlarından birkaç tanesi kurşunu yemişti. Yavaş yavaş umudunu kesiyordu.”(s. 419)

Şu anlatıma bakınız. Genç Cumhuriyetin askeriyle eşkıyanın ne sebepten olursa olsun bir çatışması bu sözlerle anlatılabilir mi? O askerler, o ana kuzuları görevleri icabı oradalar. Askerden bu kadar acımasız, düşmanmış gibi söz edilebilir mi? Anlatımdaki asker yergisi iç bulandırıyor.

Bir de kırk dile çevirmişlermiş bu romanı. Yazarın ilk eşi Tilda kendi elleriyle yapmış bazı çevirileri. Boşuna mı dünya dillerine çevrilmiş, Nobel’e bile aday gösterilmiş, bu kadar basit, çirkin, bir şey öğretmeyen, insanı eğitmeyen bir roman? Yedi düveli önünde diz çöktüren genç Cumhuriyetimiz, bir romancı eliyle de olsa yeriliyor, Cumhuriyet hükümeti; beceriksiz, ağalarla birlik, çıkarcı, halkından uzak gösteriliyor ve bir eşkıya, 18 yaşındaki bir cahil çocuk, bu Cumhuriyete gününü gösteriyor.

Çatışmanın son sahnelerinde Memed şöyle anlatılıyor:

“İkindiye kadar çarpışma sürdü. Memed tek elle idare ediyordu artık. Iraz dolduruyor, o bir taşı destek olarak alıyor, tek eliyle sıkıyordu.”(s. 419)

Burada yazar, destan (?) yazıyor, olaya bir de doğum sahnesi ekliyor. Bunu gören İnce Memed teslim oluyor, Çavuş onu teslim almaya gelince Iraz’ın ağzından askerimize en büyük hakaret ediliyor:

"Iraz yerinden ok gibi fırladı.

“Çavuş, çavuş,” dedi. “Sen de İnce Memedi teslim mi aldım diyorsun?”

(Bebeği gösteriyor burada)

“İşte bu teslim aldı İnce Memedi. Siz de erkeğim diye övünüyorsunuz.”

Romanın buraları bir trajik bir trajik... “Holivut” filmleri halt etsin: Biri fedakar, sevecen melek gibi bir haydut, diğeri yani Asım Çavuş, asker değil, öldürülenler onun askeri değil,o, önce insan(!). Burada mendiller hazırlansın:

“İnce Memed, ben de bu durumda seni teslim alacak adam değilim.”
Belinden beş tarak fişek çıkarıp yere attı:
“Ben gidiyorum. Arkamdan ateş et,” dedi.(s. 420-21)

Sonrasında af konuşmaları. Bu konuşmalardan olayın İnönü zamanında geçtiğini anlıyoruz. Atatürk zamanında olmuş gibi anlatmaktan çekinmiş demek, romanda anlattığı bu eşkiya öyküsünü, ağaların, kaymakamların sözde işbirliğini, halka eziyetlerini... hepsini İnönü’ye yapıştırmış.

“Köylüler kulak kesildiler.
“İsmet Paşaylan konuşmuş. Bu güz bayramda... Yani hükümet bayramında büyük af çıkacakmış.”(s.420)

Gördünüz mü, daha o yılları anlatırken bile halkın ağzından ne dedirtiyor: “Cumhuriyet Bayramı” yerine, “hükümet bayramı.”

Türk’ün en büyük bayramı. Adıyla sanıyla yaz, okuyan duysun, öğrensin, düşmanlar gocunsun! Böyle yazsaydın elin mi kırılırdı?

Yok canım bunları yazarken kimsenin kötü bir niyeti yoktur. Cumhuriyete, 70 yıllık zulüm diyen de bu yazar değildi, başkasıydı!..

Eşkiyayı, kaç asker öldürdüğünü bilemediğimiz, devletine başkaldıranı, silah çekeni, halka kutsatıyor burada:

“İnce Memed de affa uğrayacak. Çocuğu da olmuş. Ona tarla verelim. Bizim köye yerleşsin. Ne dersiniz?”
Köylüler hep bir ağızdan:
“Yerleşsin,” dediler. “Başımız üstünde yeri var. Tarlamız da onun, canımız da... Öylesine yiğide!..(s.426)

Şimdi yine askere yergi, eşkıyaya övgü:

“Yüzbaşı bizzat candarmaların başındaydı. Toros köylüklerine gına gelmişti artık. Eşkiyadan değil candarmadan.”(s. 427)

Sonra bir gün Yüzbaşı sarıyor etrafını İnce Memed'in.

“İnce Memed kurtulamazsın elimden.”
İnce Memed niyeti arıtmıştı. Yüzbaşıyı öldürmeye sıkıyordu.”(s. 429)

Sonra Hatçe vuruluyor. Jandarmalar da dayanamıyorlar bu olağanüstü güçlü masal devinin (?) karşısında.

Onca öldürdüklerinin kanı değil de, ille de Hatçenin kanı sarsıyor Memedi. Nasıl yazmış yazar:


“Hatçenin kanı, Alyarın kırmızı toprağına karışmıştı.”

Sonrası:

"Memed muhtarı çağırdı. Eline para verdi:
“Şanlı şöhretli defnedin Hatçemi,” dedi.”(s. 430)

Yârinden ayrılışı bu kadar kolay eşkıyanın. Ölenle ölecek değil ya, gömsünler gitsin.

Iraz'ın bebekle gidişindeki sahne:

“ Memed vardı Irazı kolundan tuttu. (...) Uzun uzun çocuğun yüzüne gözlerini dikti, baktı:
“Uğurola.”(s. 431)

Son sahne Abdi Ağa’nın öldürülme sahnesi. Memed, uykudaki adamı, evine girerek, üç kurşunla kalbinden vuruyor.

Bundan sonrası bir efsane anlatılır gibi. Memed’e bakın siz:

“Yıldırım gibi merdivenlerden aşağı indi, ata bindi. Bu sırada candarmaların haberi olmuş, evi boyuna kurşunluyorlardı. Atı doludizgin Torosa sürdü. Arkasından kum gibi kurşun kaynıyordu. O hızla kasabayı çıktı:”(s. 435)

Sonu da, bu adi katilin, daha bir efsane:

“Alidağı tarafına doğruldu. Bir kara bulut gibi köyün içinden süzüldü, çıktı. Gözden yitti.”

Ya bu sözler nasıl ama:

“İnce Memedden bir daha haber alınmadı. İmi timi bellisiz oldu.”(s. 436)

İngilizler ne demişler kitap için, kitabın arkasında yazıyor:

“Şaşırtıcı, orjinal bir kitap.”
“Yaşar Kemal şaşılacak ölçüde yaratıcı.”

Doğru demişler.

Bu görüşler, sonunda bölücü terörü yaratmadı mı? Yazar da ölmeden yıllar önce bölücülere desteğini, o yargılandığı, “Yalanlar Seferi” (1995) yazısıyla bildirmedi mi?

Dış destekli bölücülük yaygınlaşmadı mı yıllar içinde?

Askerimiz, kimilerinin gözünde düşman, terörist ise "gerilla" sayılmadı mı?


ABD başkanının danışmanı daha bir kaç gün önce bu konularda konuşmak için ülkemizde değil miydi?

Ne ekilirse yıllar içinde, o biçilmiyor mu?

Feza Tiryaki. 2 Mart 2019
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 987
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x