İzmir'in Kurtuluşu / Nilgün BAŞTUĞ

İzmir'in Kurtuluşu / Nilgün BAŞTUĞ

İletigönderen NİLGÜN BAŞTUĞ » Cum Nis 06, 2012 9:19

Resim

İzmir'in Kurtuluşu

İstiklal Harbinin son sancılı günleri, İzmir’in Karaçam köyünde kadınlardan, çocuklardan ve savaşamayacak kadar yaşlı erkeklerden başka kimsecikler yok. Bu durum en çok Murtaza Dede’ye dokunuyor, Her gün gece gibi karanlık ancak biliyor ki, sabahı olmayan gece olmaz. İçinde güngörmüş bir metanetle bekliyor. Alışkanlıkla kalkıp bir odun daha atıyor sobaya. Aslında düşman bu topraklara girdiğinden beri içi yanıyor; o günden beri hiç üşümüyor.

-Nerede kaldı bu Fatma, diye mırıldanarak tekrar yerine oturuyor.

Bir oğlu Sakarya'da şehit düşmüş, diğeri hala harpte. Gelinine, “Gözel gızım, ben ağlamadım, sende ağlamayacaksın,” diyor, her seferinde. Yeter ki vatan sağ olsun.
Yerde oynayan torunu Mustafa’ya bakıyor. Böyle kaç yavrucak öksüz kaldı gözü yaşlı. Şehit Ahmet’i düşüyor yine aklına, lakin mağrur… Emme, sadece benim yiğidim mi, hepsi vatan evladıydı, diyor. İçine akıtıyor Murtaza Dede, her bir damlayı, dışarı vermiyor.

Elinde tespihi, kendi kendine aynı cümleyi tekrar edip duruyor;

-Paşamın yiğitlerinin hiç biri zeval görmesin.

Öyle ki, gündüzü gecesi bu pencerenin önünde geçiyor artık. Gelenden geçenden, iyi bir haber almayı umut ederek dalıp gidiyor hülyalara.

-Daha ne kadar tutacağım, al gayri elimdeki bardağı, sesi ile irkiliyor birden.

Otuz yıldır birlikte olmanın verdiği alışkanlıkla az önce söylenen sesin sahibi Fatma Nineye sevgiyle bakıyor. Sedirde yer açıp, bir kenarda duran, yüzü sarıdan bozma minderi çekiyor yamacına, bir eli ile.

Bardağa usulca uzanıp, “Gel Fatma, gel otur bakem karşıma,” diyor.

Karşıki yamaçta Egenin sonbaharının tüm güzelliğine ve savaşın tüm izlerine tezat, hummalı bir oyun arayışı içinde olan çocukları gösteriyor işaret parmağı ile.

-Deyiver bakem, ne eder bu çocuklar böyle, ne ararlar ki oralarda?

-Bilmez gibi her gün sorarsın, diyor Fatma Nine. Onun sesinde de, bir türlü gelmeyen güzel günlere özlem dolu bir bezginlik.

Biliyor elbet biliyor da, bugün canı konuşmak istiyor; Murtaza’nın. Bugün suskunluğunu, Fatma Ninenin sesi bozsun istiyor.

Sonra sırası ile evin bahçesindeki karayemiş, iğde, çam, ayva, dut dallarını işaret ediyor.

-Yiğitler geldiğinde biz de, bu dallar ile birlikte çiçek açmış olacağız Fatma. Aslanlar gelecek, bülbüllerin ötüşünü birlikte dinleyeceğiz.

Yaşlı kadın ellerini birkaç kez uzun eteğine sürüyor; sanki o an dallardaki çiçekler saçlarına, yüzüne değiyor.

-Essah mı? Bir daha deyiver, gelecekler değil mi?
-Gelecekler elbet.
-Gelsinler artık Murtaza.

Murtaza Dede, ceketinin iç cebinde duran tabakayı alıyor nasırlı elleriyle, bir sigara sarıp yakıyor. Hayali yine hüzün kokuyor, bir nefes çekip, bu sefer tok bir sesle, biraz da kızgın;

-Gelecekler diyorum sana, aha da ağaçlar yemiş verdiğinde gelecekler Fatma.

Yine gözlerinin önüne, o acı dolu görüntüler geliyor. Yunan döllerinin ani bir baskın ile Karaçam köyüne girdikleri, taş üstünde taş koymadıkları o kara gün, zaten aklından hiç çıkmıyor. Doğru dürüst uyumuyor ki Murtaza Dede. Gözünün önünde beliren sülietlerin, her gece kulaklarında fısıldayan çığlıkların, artık ömrünü tamamlamaya yüz tutmuş bu ihtiyarı son nefesine kadar rahat bırakmayacağını çok iyi biliyor.

O gün, Murtaza Dede her gün sabah ezanının sesi ile kalktığı yatağından silah sesleri ve bağırışlar eşliğinde ürpererek uyanmıştı. Köyün çıkışına yakın olan kerpiç evinin, penceresini araladığı saatlerde bir mahşeri andıran görüntüler hafızasına kazınacaktı. Tarih bu alçaklığı kayıtlara en acı hali ile geçecekti, sonradan. Yunanlılar güzelim köyülerini yakıp, yıkıyor, çoluk çocuk demeden ateş açıyordu. Hatta insanlıktan iyice ayrı düşenleri kadınların namusuna göz dikiyordu.

Murtaza, bir anda ağlayan Mustafa’yı kucağına aldı, gelinine ve Fatma Nineye arka kapıyı gösterdi;

-Gayrı oyalanmayın, yürüyün, acele edin. Buradan hemen çıkacağız.

Ah koca Murtaza, ah! Kaçmak ona göre değildi elbet, Kalmalıydı.

-Emme nasıl, dedi acı bir sesle, kendi kendine.

Kimsecikler olmasa etrafında, düşünmeden ölüme atılırdı. Ölmeden birkaç can alırdı elbet. Ama küçücük Mustafa oğlunun ona tek emanetiydi. Bunca yıl bir yastığa baş koyduğu, değerlisi Fatma… Ya Emine, güzeller güzeli, şehit yadigârı gelini Emine? Bu gavur döllerinin eline bırakılır mıydı? Harpte canını vermekten sakınmayan oğlu, rüyalarında ona hesap sormaz mıydı?

-Çabuk olun, dedi Fatma Nineye. Buraya geliyorlar, çabuk olun.

O gün Murtaza Dede, kutsal bir emanet gibi sakındığı ailesini güç bela dağlara kaçırmıştı. Ama sevdiklerinin canlarını kurtardığına sevinemiyordu yine de. Ancak kendileri ile birlikte kaçabilenlerin olduğunu görmek içini bir nebzede olsa rahatlatıyordu. Aç susuz geçecek iki günlük bu amansız ızdırap, köye geri döndükleri gün yerini mateme bırakacaktı. Artık bir harabeye dönmüş köyden geriye kalan yıkıntı, görmek istemeyen gözlerini dağlıyor, nefesi göğüs kafesinden taşıyordu. Gördüğü manzara yüreğine ağır geliyordu, Murtaza’nın.

Kıyımdan sonra, zaten neredeyse tüm genç erkek nüfusunun harbe alındığı Karaçam köyü eli böğründe iyice kimsesiz, sahipsiz kalmıştı.
Geride kalanlarla birlikte imece usulü eski haline getirmeye çalıştığı evinin penceresinden neredeyse hiç ayrılmıyor; ara ara, yoldan gelen geçenlerden İzmir şehir merkezinden aldığı haberlerden canı sıkılıyordu.

-Bu gavurun dölleri Rumlar, şenlikler yapıyormuş İzmir’de, Fatma.

Tarih 15 Mayıs 1919… Yani Mustafa Kemal Paşanın Samsun’a çıkmasından 4 gün önce… İzmir’e doğru yol alan Yunan birlikleri güzergâh üzerindeki tüm köyleri, yağmalayıp yıkarak, Egenin incisi İzmir ‘i işgal ediyor. Kordon’da yerli Rumlar sevinç gösterileri yapıyorlar. Her pencereden bir yunan bayrağı sallanıyor. Hasan Tahsin dayanamayıp, tabancasını umutsuzca Yunan’a doğrultuyor. Bu idealist genç Türk gazetecisi, sanki kahrından intihar ediyor.

İzmir’in Türk mahallelerinde matem var. Halk sessiz, acılı, çaresiz… Osmanlı’ya gırtlağından sarılmış, Düvel-i Muazzama yine de Yunan’a tam güvenmiyor. Ek önlem olarak, İngiliz birlikleri Karaburun ve Uzunada tarafını, Fransız Kuvvetleri Urla ve Foça’yı kontrol altına alıyor. Yunan Müfrezeleri ise İzmir’le birlikte İzmir’in Çeşme tarafında kalan Yeni kale’ye de asker çıkarıyor.

İstanbul Hükümetine İzmir’in işgali önceden bildirildiği halde, İşbirlikçi İstanbul Hükümeti işgali İzmir’i savunacak olan 17. Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa’ya bildirmiyor. Paşa, işgal karşısında nasıl hareket edeceğini sormak için İstanbul’a Harbiye Nazırı Şakir Paşa’ya telgraf çekiyor. Harbiye Nazırı karşı konulmamasını emrediyor. Türk halkı sokaklarda, kordon boyunda gözyaşları ile işgali seyrediyor. Kolordu sessizce geri çekiliyor. İşgal ordusundan bir teğmenin Kolordu komutanı Ali nadir Paşa’ya attığı tokat, Türk halkının göğsünde burgulanarak derinlere doğru iniyor ve tekbir kurşun atılmadan İzmir teslim ediliyordu.

Murtaza Dede o kara günlerin anılarını aklından kovmaya çalışıyor. Daha fazla duramıyor camın önünde. Fatma Nine görmemeli gözyaşlarını. Avluya çıkıyor, eskiden ikindiden sonraki saatlerde her gün kahvesini üzerinde içtiği kütüğe oturuyor. İğde ağacından kopardığı bir dal parçasının ucundan küçük parçalar kırıp, avlunun taşlarına doğru atıyor, ne yaptığını bilemez halde. Yıllar öncesini, bu köyde geçen gençliğini hatırlıyor.
Murtaza Dede, şimdi sarsıla sarsıla ağlıyor. Şimdi olmasa da, er geç gerçekleşecek, bir yerlerde çalınan davulla zurnanın kıvrak nağmelerini, yiğitlerin zafer şenliğini hayal ediyor. Gelecekler, diye tekrar ediyor içinden, inançla, bıkmadan;

-Gelecekler!

Çığlık çığlığa kuş sesleri, kurbağa vır vıraklamaları, tuhaf böcek sesleri, sazlıkların hışırtısı, horoz ötüşleri, yeşil sinekleri, çekirgeleri, arı vızıltıları, köpek havlamaları, kısaca Karaçam köyündeki her şey, sanki Murtaza Dedenin içindeki yangını anlamış gibi. Doğa da bu zafer senfonisinde ona eşlik ediyor.

Başını kaldırdığında, uzun süredir kendisini izlediğinden habersiz olduğu Ragıp’ı fark ediyor. Yanağındaki yaşları silerken böyle yakalandığı için biraz suçlu, biraz mahcup.

-Bre çocuk ses versene, ne dikilip izlersin öyle!

Kızması hüznünü gördüğünden, yoksa sever Ragıp’ı şuncağız yetimim diye kendi dilinde. Ahmet’inin yerine koyar da sever.

-Murtaza emmi, haberler var!

Ragıp’ın sesi başka türlü, her zamanki gibi değil. Murtaza Dede heyecanlanıyor. Kıyımdan sonra Ragıp, Murtaza Dede’den başka, köyde kalan tek yetişkin erkek. O da her gece, pencerenin önünde içindeki ateşi Murtaza Dedeye döker ve ağlar. Bir bacağı doğuştan kısa olduğundan askere almadılar onu. Yaşıtları cephelerde can verirken, o burada onlardan çok ölür.

Ragıp, bir şeylerin ucundan tutma telaşı ile ara sıra İzmir’in, Manisa’nın şehir merkezine gider. Son havadisleri getirir köye.

Aksayan bacağına rağmen, bu sefer koşa koşa aştı, sarp yamaçları Ragıp. Köyüne varmalı, bir an önce anlatmalıydı haberi.

Murtaza Dede;

-Essah mı deyiver, bre bağırma oradan, yanıma gel de anlatıver!

Ragıp;

-Geldim emmi geldim, İzmir’e, haydi İzmir’e!

Murtaza Dede, seslere çıkan Fatma Nineye;

-Su getir şuncağıza, konuşamıyor baksana.

Elindeki bakraç ile bir solukta Ragıp’ın yanına vardı Fatma Nine:

-Deyiver yavaş yavaş, deyiver oğul ne ola ki?

-İzmir’e ninem, İzmir’e!

Sesi tüm köyde yankılanıyor sanki Ragıp’ın, öyle ki duyan geliyor.

Ragıp tüm kelimeleri unutmuş sanki tek bir şey söyleyebiliyor;

-İzmir’e, haydi İzmir’e!

15 Mayıs 1919’’da İzmir’’e çıkan Yunan, Anadolu’nun hemen hemen yarısını istila ederek, burada Büyük Helen İmparatorluğu’nu kurmak rüyasıyla üç seneyi aşkın bir süredir Türk topraklarındaydı. Murtaza Dede, üç senedir yaşamak deyince, sadece nefes almayı anlıyor, nefes aldıkça da içindeki yangın, vatanın kurtuluşuna duyduğu özlem artıyordu.

Murtaza Dede;

-Şimdi kızacağım emme, soluklan da anlat hele, diye sevgi dolu bir sesle azarlar gibi yaptı çocuğu.

Ragıp, gözleri sevinçten parlayarak, boşalttı sonunda göğsündeki soluğu;

-Asker İzmir’de, Türk askeri İzmir’de!

Murtaza Dede, bir anda senelerdir uyuduğu acı uykudan uyandı sanki.

-Doğru mu deyiver, geldiler mi, deyiver!

Bu ihtiyar adam o anda kendini genç bir delikanlı kadar dinç hissetti.

Nasıl hissetmesin?

Ta kanal harbinden beri, ta Balkan harbinden beri, ta Sarıkamış bozgunundan beri, ta Trablus çöllerinden beri, bitap düşen bu milletin, şimdi kurtuluşunu borçlu olduğu Türk Mehmetçiklerinin yanına koşarak gitmek istiyor, her birinin boynuna bir daha geri gelmeyecek oğluna sarılır gibi sarılmak, gözyaşlarını her birinin yorgun omuzlarında dindirmek istiyordu.

Yaşına bakmadan namuslarını, şereflerini ve milli benliklerini esir olmaktan, yok olmaktan kurtaran askerin ayağına varıp, secde etmek istiyordu.

Murtaza dede ayaklarının yerden kesildiğini hissediyordu. Mümkün olsa semaya varıp dokunacaktı. Yunan askerinin çekilirken yaptıkları yine gözlerinin önüne geldi. Emanetlerinin canını saklamak için, bunca yıl cephelerde boğaz boğaza savaştığı düşmanın önünden, gururunu ayaklar altına alıp kaçmak zorunda kaldığı o gecenin intikamıydı bu zafer. Yüreği daha şimdiden soğumaya başlamıştı bile.

Ankara’da kurulan hükümet, uzun süre silahsızlıkla, parasızlıkla ve uzun yıllardır savaşmaktan nüfusu seyrelmiş, ordusu dağıtılmış Anadolu’dan yeniden düzenli ordu askeri hazırlamakla uğraşmıştı. Bu zor günlerde, İngiliz kışkırtmasıyla Anadolu’nun içlerine kadar ilerleyen Yunan ordusunun yürüyüşü ancak 1. İnönü zaferiyle durdurulabilmiş, kısa bir süre sonra da 2. İnönü zaferiyle Afyon’dan sökülüp atılmıştı. Fakat bu geçici bir durumdu. Yunan ordusunun ve büyük savaşın galibi İngiltere’nin Anadolu üzerindeki emellerinin ateşi aynı hızla yanmaya devam ediyordu.

Dumlupınar hattında konumunu sağlamlaştıran Yunan ordusu, vücuda girmiş bir mikrop gibi Anadolu’nun orta yerinde duruyordu.Yunan ordusu Başkumandanı Papulas Yunan ordusuna Ankara’ya taarruz emri verdi. Amaçları bu ulusun sesini sonsuza kadar boğmak, Türk’e Sevr anlaşmasını kesin olarak kabul ettirebilmekti. Öyle çetin bir savaş oldu ki, Yunan ordusu bir ara Haymana’ya kadar inmiş, top sesleri Ankara’dan duyulur olmuştu. Ama yıllar süren savaşların yorgunu olsa da Mehmetçik yine tarihi bir dirençle ayağa kalktı ve Yunan ordusunu Sakarya’nın doğusuna kadar sürdü. Ama bu muharebe gözü yaşlı tam beş bin yedi yüz ana bıraktı arkasında. Toprağa uzanan beş bin yedi yüz fidan.

Murtaza Dede’nin oğlu da, işte o fidanlardan biriydi.

Kalanlar gidenlere söz verdiler. Kanınız yerde kalmayacak! Bu vatan hepimizin hayatları pahasına da olsa, geri alınacak!

Büyük bir gizlilik içinde sürdürülen son büyük taarruzun hazırlıkları sırasında umutsuzluğa düşenler olmuştu. Ankara’daki Meclis’in içinde de vardı, umutsuz olanlar. Ama umudunu yitirmeyenler kazanacaktı bu savaşı. Onlardan birisi Çankaya’daki mavi gözlü adam, birisi de Çamlık Köyünde penceresinde uzaklara bakan şehit babası Murtaza’ydı. İşgal ordusuna karşı yapılacak son büyük taarruz öncesi Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ordulara bir bildiri yayımlayarak şu tarihi emrini verecekti:

’“Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve yurtseverlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!’”. Böylece Yunan ordularının akıbeti de belirlenmiş oldu. Çalköy’’de verilen bu tarihi emir üzerine İzmir’’de ’“Akdeniz’”i, Mudanya’’da ’“Marmara’” yı görmek için sekiz dokuz günlük bir zaman kâfi gelecekti.

Meydan savaşından sonra, savaş alanını gezen Mustafa Kemal Paşa, savaş alanındaki düşman ölülerine, kafilelerle önünden geçen Yunan esirlere bakarak;
"Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir" dedi.

Evet, sorumluluk bizim değil. İzmir’den Anadolu’ya sokulan bir kılıç gibi bütün anaların, bütün gelinlik kızların, boynu bükük çocukların ve acıdan yüzleri kapkara olmuş erkeklerin hepsinin yüreğine de ayrı ayrı sokulan Yunan işgalcisini biz çağırmadık. Biz demedik size; gelin de, Ege’nin mavisi önünde gelinlik bir kız gibi salınan o güzel İzmir’i pis postallarınızla kirletin diye. Şimdi o güzel kız, şimdi o güzel İzmir, dokuz günlük amansız kovalamadan ayağındaki postalları erimiş ama mağrur, yorgun ama kahraman Türk Mehmetçiğinin omzuna kapanmış, sevincinden ağlıyor.
Karaçam köyündekiler de ağlıyor. Murtaza Dede, Şehit karısı Emine, Ragıp, Fatma Nine, hatta anlamış gibi herkesin gözündeki yaşları gören öksüz Mustafa bile ağlıyor.

Ahaliye döndü Murtaza Dede;

-Silin gözyaşlarınızı gayri, diye bağırıyordu. Haydi İzmir’e…Yiğitlere sarılmaya, Paşamızı görmeye…

Karaçam köyü İzmir’e çok yakın. Yokuşu indin mi, İzmir! Ama yokuş kilometrelerce sürüyor, ama Sabuncu boğazının nefes kesen kayalıklarından geçiyor, ne gam!

Murtaza, gözyaşlarınızı silin dese de, kimse silemiyordu gözyaşlarını. Senelerdir dağların ötesindeki bir kör umut gibi beklenen, bu haberle birbirine sarılanlar, bu kez acıdan değil, mutluluktan ağlıyordu. Üstelik ne mutluluk!

Dağ, taş sevince kesmiş sanki. Haberin tez zamanda ulaştığı civar köylerden havaya sıkılan silahlar bu kez mutluluğu haber veriyor; vadideki bütün camilerden ezanlar okunuyordu,

Sanki çocuklarda anlamıştı bu durumu. Anasının eteğine sarılan her bebe, “Beni de al kucağına, İzmir’e götür,” der gibi bakıyordu.

Murtaza Dede senelerdir içine hapsolan sesi, kalbindeki derin kuyulardan berrak sular gibi fışkırdı. İçinde gecesi gündüzü birbirine karışmış zindanlardan çıkan o ses, kiri üzerinden akmış, tertemiz olmuş özgür vatan toprağında, şimdi hıçkıra hıçkıra ağlamaydı.

Vatanın kurtulmasının saadetini tüm benliğinde yaşayan Murtaza, bu dünyada değil sanki başka bir âlemdeydi. Ruhu, Karaçam köyünde sevinç yumağı haline gelmiş yaşlı kadınların ve bebelerin arasında duran vücudundan ayrılmış, kâh Balkanlar’da, kâh Conk Bayırı’nda, kâh Çanakkale’deydi şimdi.

Ağlamasına karışan ses Ahmetçiğinin sesiydi, Geceler boyu rüyasına giren silüetler, kulaklarında çınlayan çığlıklar, Sakarya’dan gelen bir fısıltıyla yerini huzura bırakıyordu.
Ahmet’i fısıldıyordu kulaklarına.

“Babam, biliniz ki, biz burada özgür vatan toprağının altında çok mutluyuz. Ay yıldızlı bayrağımıza iyi bakın, o bayrak ki dünyada yok eşi..."

Gözyaşları sel olmuş Murtaza, artık mutlu ve gururluydu.

Her karış toprağını bir asırdan beri gözyaşlarımıza karışan şehit kanlarıyla suladığımız ey aziz yurt. Dağlarına şimdi bahar geldi.

Yüz bin Ahmet’im daha olsa, feda olsun sana…Yüz bin Mehmet…Yüz bin Emine...


Haydi İzmir’e!




Kaynak 1:

Bornova Karaçam Köyünden Fatma Erkoç

1922’de Türk askerinin önünden kaçarak çekilen Yunan ordusu, çekilme güzergahındaki yerleşim yerlerinde insanlıkla bağdaşmayan zalimlikler yaptılar. Sivil halka katliamlar yapıp, arkalarında günlerce söndürülemeyen yangınlar bıraktılar. Benim dedem bu katliam sırasında yanarak ölmüştür. Öyle ki, bir çok yerde Mehmetçik can kurtarmakla uğraşmaktan düşmanın peşine düşemedi. İşte katliamların gerçekleştirildiği o yerleşimlerden biri de, İzmir Manisa arasında yer alan, Bornova’ya bağlı Karaçam köyüdür. Köyde bu gün hala birçok mahal, bu katliamdaki anıların adlarıyla anılmaktadır. Gavur Öldü, Hacaloğlu Çeşmesi gibi.

Dipçe: Söz konusu öykü tarihi kaynaklardan yararlanılarak kaleme alınmış olup; kurguda yer alan isimler aziz şehitlerimiz ve vatanın bölünmez bütünlüğü için mücadele veren halkımıza adanmıştır. Sinan Meydan ve Fahrettin Dokak'a teşekkürlerimle...

Kaynak 2:

Fahrettin Dokak

1923 yılında Bornova’ya bağlanan köyün diğer adı da Çamiçi’dir.


Nilgün BAŞTUĞ, 6 Nisan 2012
nilgunbastug@gmail.com
Kullanıcı küçük betizi
NİLGÜN BAŞTUĞ
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 694
Kayıt: Çrş Eki 26, 2011 12:44

Re: İzmir'in Kurtuluşu / Nilgün BAŞTUĞ

İletigönderen ERBAKAN » Pzr Eyl 09, 2012 0:26

Şu an İzmir, dünyası için ahiretini satan AKEPE lilerin eliyle NATO ya komuta merkeiz oldu. Libyadaki 60.000 Müslüman burdan öldürüldü.
ÜLKEM İŞGAL ALTINDA.
"İman, kişiye mesuliyet duygusu verir"
Kullanıcı küçük betizi
ERBAKAN
Üye
Üye
 
İletiler: 3
Kayıt: Prş Eyl 06, 2012 20:11


Şu dizine dön: Nilgün BAŞTUĞ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x