KİŞİLİK

KİŞİLİK

İletigönderen Feza Tiryaki » Çrş Oca 02, 2019 22:00

KİŞİLİK

“Şahsiyet” adlı bir bilgiağı (internet) dizisi izledim, bilgisayar ekranından. Bir haftada, her gün bir iki bölümü derken, yılbaşı gecesi, son (final), en uzun bölümüyle izlenceyi bitirdik.

Dizi dedimse, bu bildiğimiz dizilerden değilmiş. Bilgiağı için yapılmış, sansürsüz... Bol küfürlü. Hepsi on iki bölüm. Sorsanız, o şarkıdaki gibi, “saymadım kaç yıl oldu”, dizi izlemedim. İzleyenlere de acıyordum, bu ortamda dizilerle avunmalarına şaşırarak. Gündemi unutturanlara kapılmalarına... Algılarını korumamalarına... Magazin haberlerinden anladığım kadarıyla içi boş avuntu filmleriydi meydanı dolduranlar, şöhret için ne yapacağını şaşıran oyuncu kılıklılar da filmlerin başrolündeler. Her halt yenen, ahlaksızlıkta sınır tanımayan sahte aşkların öyküleri... Oyuncu bile denilmez, başrollere soyunmuş arabeskin eskileri, her devrin oyuncuları, soytarıları dizi piyasasındalar. Sonra işlenen konuların basitliği, fındık kabuğunu doldurmayan öğretileri, kaç dönem süren, sakız gibi uzayan sen ben, kadın kız kavgaları, bu arada siyasetin işe el atıp “Diriliş" miriliş gibi uğruna büyük paralar döktükleriyle beyinleri bir güzel yıkamaları... Bunlar, bile bile nasıl izlenilir diyordum...

Yok, bu öyle değil, dediler bana, bu bağımsız bir sanat dizisi. Çekimleri güzelmiş. Anlattığı konu, öğrettikleri önemliymiş. “En beğenilen Türk dizileri listesinde adı hem, bak!” dediler.
*
Bu bende bir hastalık; yaşadıklarımı, izlediklerimi, gezdiğimi – öğrendiğimi – okuduğumu – gördüğümü, boşa gitmesin, yararlanılsın diye yazmak.

Diziyi de, daha duyunca konusunu, neyini, üstüne yazılan yorumları da okuyunca hemen kağıt kalemimi hazır ettim elimde.

Önce Haluk Bilginer’li diziye sıcak bakmadım, sanatçı duyarlılığını, toplumu bu zor günlerimizde aydınlattığını, uyardığını görmediğim duymadığım birini niye izleyeyim ki diye geçirdim içimden. Üstelik 2015’te, tüm ünlülerimiz gibi HDP’ye oy verin kafilesindeydi. Andımız üzerine dedikleri de irkilticiydi, şaşırtıcıydı: “Benim varlığım neden Türk varlığına armağan oluyor?” diyerek Andımız’ın kaldırılmasını desteklemişti.

Gezi parkı olaylarına bakışı ise başka: "Türkiye gençliğine dair umudunu kaybetmiş bir yaşlı adam olarak, Gezi'de umutlarım tekrar yeşerdiği için çok mutluyum" demiş o zamanlar. “İngiltere’de mi çalışacaksınız artık?” sorusuna yanıtı:

“Yok. Bir tane Türkiye var. Türkiyeliyiz. Türkiye’de üretiyor ve yaşıyoruz. Onun için burada kalıp devam etmekten başka çare yok.”

Buradaki, ”Türkiyeli”yiz sözüne de şaşmamalı. Tüm sanatçılarımız, bu son yıllarda “açılım” gereği, ne yapıp edip bir yerde “Türkiyeli’yiz” diyorlar, ”Türk gençliği, Türk, Türküz” diyeceklerine. Ulus devleti yıkmak isteyenlere yardımcılar. Popçu Haluk Levent, bunu demekle de kalmamış, Atatürk’ün Ey Türk Gençliği” seslenişini değiştirerek, “Ey Türkiye Gençliği” demeye cüret etmişti biliyorsunuz.

“Erkeğin iktidarından nefret ediyorum. Tanrı diye bir şey varsa kadındır. Allah baba değil, Allah anadır o. Allah, baba olamaz. Niye toprak ana diyoruz da Allah ana demiyoruz. Hep erkek cümleleri bunlar.” sözleri de Bilginer’in. Bu tür çıkışlarıyla kadınların gönlünü almasını da bilmiş.

Haluk Bilginer tiyatro oyuncusu, 1954 doğumlu. Şu an “Kral Lear” oyununu oynuyor sahnelerde. Yabancı sinema Ben - Hur’da, sonradan çoğu sahnesi kırpılan bir rolü de vardı anımsarsınız...

Şahsiyet, başrolündeki kişi, seri katil olan bir dizi film. Asıl konusu ise “alzheimer” hastalığı, suç ve ceza, devletin kurumlarındaki, toplumdaki çöküş...

Doktorunun ona, “Bu bir alzheimer başlangıcı”, demesiyle başlıyor her şey.

Kedisine su vermeyi unutarak onun ölümüne neden olan Agâh Bey’in (Haluk Bilginer) yaşamı kendisine konulan bu tanıyla değişir.

Alzheimer, bir yaşlılık hastalığı, beyni etkileyen, beyindeki sinir hücrelerini bozarak unutmaya, davranış bozukluklarına yol açan. On – yirmi yıl süren bir hastalık. Tedavisi olmayan, ancak hastalık seyri yavaşlatılabilen bir tür bellek yitimi, bunama hastalığı.

Doktoru, hastalığı tanımlayıp, korkma, “Bu teşhis konmuş yirmi yıl yaşayan hastalarım bile var.” deyince, korkan, dehşete düşen Agâh Bey'in o an dediklerinden etkilenerek konuya giriyorsunuz:

“Bütün hatıralarım silinip gidecek... Ben ne olacağım? Benim şahsiyetim ne olacak? Onlar da silinip gitmeyecek mi?

Nasıl bir adam olduğumu unutacağım. Yaşıyorsun ama yoksun... İnsan nasıl dayanır buna?”


Başka bir sahnede şunu der:

Unuttuğunu bile unutmak...”

“ Ne alâ dünya, hiçbir şey hatırlamayacağım, her haltı yiyeyim... Ben her şeyi unutacağım... Hiçbir şey hatırlamayacağım ki...”


Kedisini (Münir) gömdüğü tepede kedisine dedikleri de ilgi çekicidir:

“ Ben ölmekten çok korkuyorum Münir Bey. Hatta sana bir sır vereyim. Bu dünyada herkes ölse, bir tek ben kalsam ona bile razıyım. Düşün o yalnızlığa bile razıyım.”

Unutmayı sorgulaması:

“ Ya öbür dünyada hatırlarsam her şeyi, mahvolurum ben mahvolurum.”

İnsan öldürme üzerine tartışmalar:

“ İnsan öldürmenin neyi müthiş evladım?”

“Öldürdüğün insana bağlı...”

“Kolay değil insan öldürmek.”

“Vallahi bu öldürdüğün insana bağlı...”


Yine yaşama ölme üzerine sözler:

“Ben ölmekten çok korkuyorum.”

“Korkmaktan korkma!”

“Ölümden korkup her gün öleceğine, ölümden kork ama her gün yaşa.”


Annesine ilgisiz evlatlar için denilenler:

“ Çocukken uyusun diye saatlerce ayağında salla. Şimdi senle konuşurken bir esneme, bir esneme, uykusu gelsin...”

Böyle konulu bir filme ne yapıp edip bölücülüğü bile sokmuşlar bir şekilde. Bilen bilmeyen, duyan duymayan bu denileni gerçek sayacak. Ha, Türkiye’de demek iki ayrı dil varmış diyecek.

Bir kızgınlık anında anlaşılmaz bir iki söz geveliyor Agâh Bey. Karşısındakinin “Sen “Kürtçe” konuşmayı nerden biliyorsun?” sorusuna Agâh Bey’in şaşırması.

Ona, “Demin “Kürtçe” konuştun ya!” denmesi...

Sonra Agâh Bey, kendi kendine konuşurken bunu izleyiciye açıklar başka bir sahnede:

“ Silopi adliyesinde çalışmıştım üç yıl, unutmuş zannetmiştim ama unutmamışım”Kürtçeyi!”

İşte akıl mantık dışı bir durum. Adliyedeki bir zabıt katibi, memurluğunda gittiği yerdeki yüz, iki yüz sözcüklü ilkel yerel ağzı öğrenecek. Neye gerekecek, nasıl, neden öğrenecek bunu sorgulamayacaksınız. Sonra bir insan boş bulundu mu, korktu mu, kızdı mı anadiliyle (Türkçe) konuşmaz mı doğal olarak kaç dil bilirse bilsin? Üstelik burada söz konusu olan bir “dil” de değil. Yerel - ilkel bir ağız...

Ama amaç “açılım”a yardım etmekse, bölücülük eski solcuların, aydınlarımızın kanına girmişse böyle, her yol Roma’ya gidebiliyor işte...

Diziye eleştirim bu kadar mı?

Siyasi mesajı az olan bir film. Suya sabuna pek dokunulmamış. Toplumdaki çöküşü anlatmak, kurumların, özellikle adliyenin, polislerin durumlarını irdelemek iyi güzel de, tüm bu anlatılanların oturduğu bir toplum kesidi gösterilmiyor filmde. Tiyatro sahnesinde oynanıyor gibi dizi. Görüntüler hayali, abartılı, gerçek ötesi... Tepeden çekilmiş, git git bitmez ormanlardan geçen bir otoyolu. İstanbul’dan inanılmaz güzel görüntüler... Eski sokaklar, akan trafik... Beyoğlu evleri, eski, korunmuş, müthiş döşenmiş evler.

Sonra, Batı müziğiyle kaynaşmış gençler, Batı’nın çılgın, taklit partileri... Bir tek türbanlının, çarşaflının olmadığı kamudan görüntüler, çağdaş toplum, eski dönemlerin çağdaş Türkiye’si sanki... Bir sahnede seri katil tanınmamak için karaçarşaf giyiyor yalnız, o kadar. Buna karşın memurlar, komiser, polislerin çoğu karasakallı. Genç doktorun sakalı tam bir dinci gibi, giyimi, duruşu iç ürpertiyor. Bu devirde öyle, yok artık, traşlı, düzgün kılıklı, efendi görünüşlü memurlar; haklılar da bunda. Peki neden tek bir türbanlı göstermediniz sokaklarda, iş yaşamında? Suriyeliler nereye gitti? Günümüzün gerçeklerinden tek bir kareniz yok. Nerede bu ülke? Kendinizi mi, diziyi izleyenleri mi aldattınız?

Bir de Hümeyra olgusu var filmde. Ara ara çıkarıp İspanyol dansı yaptırdıkları ağır ceza hakiminin karısı, alzheimer hastası Feza Hanım’ı oynayan eski şarkıcı Hümeyra. Dizinin en ilgi çeken kişiliklerinden biri. Ara ara olanları anımsasa da dilsiz bir bebek gibi... Nedense İspanyol dansı tek bildiği şey.

Son bölümdeki gösterisi de unutulmaz sahneler arasında.

Agâh Bey’in yenice, bir dansta tanıştığı “sevgili” konusu da iyi kurgulanmış, düşündürücü... İmam nikahı, muta nikahı göndermeleri de iyi uymuş oraya. Bir özlü söz de o hanımdan:

“Trafik kuralları aslında hayatın kuralları. Ben o kitabı kendim iyileşeyim diye yazdım.”

Türkçe dersi de var dizide, arabaya benzin koymada söylenen:

“Fullemek Türkçe değil. Fullemek hiçbir dilde yok.” Unutulmuş deyimler de cabası:

“Afyonu patlamak”, “Ortalığın elli altıya dönmesi” “Boktan (anlamsız) dünya”, “Ensesine çıkmak”... Bu da çok söylediğimiz bir söz değil midir? “Ona bir şey olmaz, hepimizi gömer”...

Polislik mesleğini yücelten bu sözler, kadın başrol oyuncusu Cansu Dere’nin ağzından. Kadın arkadaşlarından birinin bir buluşmada ona sorduğu, niye polis oldun sorusuna yanıtı:

“Nevra sen niye polis oldun?”

“Ne demek niye oldun?”

“Çok basit bir şey soruyorum; niye gittin de bir faşist oldun?”

Burada hayalinden çok başka şeyler geçiren Nevra’nın yanıtı özendirici, mesleğini sevdiricidir:

“Sen aslında bana şunu soruyorsun: Neden bir sigorta şirketine girmedim? Neden Maliye Bakanlığı’na girmedim? Neden bankacı olmadım? Neden senin gibi üniversitede devrimcilik oynayıp sonra da zengin bir herif bulup hiç çalışmadan kıçımın üstüne oturmadım. Söyleyeyim: Canım istemedi! Benim canım bir şeyler yapmak istedi, gerçek bir şeyler…"

Şimdi, polislik deyip de, polislerin dizideki küfürlerinden söz etmemek olur mu? Biraz aşırıya kaçılmış bu konuda. Polislerin dilleri devamlı küfürlü, kendi kendilerine bile “si..rim” diye söylenerek iş görüyorlar, o kadar aşırıya kaçılmış. Daha az küfür edilse izlenilmez mi sandılar acaba?

Dizide ayrıca belli etmeden kitap, tablo tanıtımları da var. Eski zaman tablosu, Jerome imzalı. Açıklaması: “Tablo diyor ki; suç işlemek istiyor, suçlanmak istemiyorsak; etrafa kalabalık toplamalıyız...” Bir kitap; Stefan Zweig’in, “Amok Koşucusu”. Kitabın konusunu bilenler finalde neler olacak çözdüklerini düşünüyorlar önce...

Bir sahnesi de, ya kasıtlı, ya dikkatsizce çekilmiş: Açığa alınan komiser, bu duruma sinirleniyor, odasındaki kum torbasını yumruklamaya başlıyor delirmişçesine. Karşı duvardaki Atatürk tablosunu yumrukluyormuş gibi görünüyor bu görüntü bir an. İçiniz bir hopluyor, ardından yanıyor... Burası hiç olmamış...

Kandıra’nın adı “Kambura” olan dizide, şu söz de insanı düşündürmüyor değil:

“İnsanın geleceğini de, kişiliğini de doğum yeri belirler.”

Ya şu söz nasıl?

“Gerçek adalet nedir biliyor musun? Tek bir soru sormamak, sormadan inanmak...”

Dönek solcuları da iyi anlatmışlar bir sözle:

“ Üniversitede dünyayı değiştirecektik; biz dünya değiştirdik...”

Son bir şey: Gurbet ve gurbetçi çocukları olgusu... Büyüdüğü, yaşadığı Avustralya’dan gelecek bir genç ergen, lise öğrencisi ve öyle düzgün Türkçe konuşacak... Geri dönelim denince de annesiyle tıpış tıpış gidecek... Kolaymış...

Bunlar da evden, dizi bitince söylenen sözlerden:

“Hayatta seyrettiğim en berbat diziydi.”

“Beğendim. Son sahne tiyatro sahnesi gibiydi.”

“Oyuncuları çok beğendim, özellikle başrol oyuncularını. Mafya sahnesinde yüreğimdeki yağlar eridi. Kötüler böyle hep cezalandırılsa... İyiydi.”

“Düşündürücü, meraklı bir konuydu. Film – dizi bağımlıları, harcanacak zamanı olanlar baksın. İyi çevirmişler, hatalarına karşı, abartılara karşı seyrettik, seyredilir.”

*
Unutmaya başlayan, hastalığı ilerleyen, evinin adresini bile unutarak İstanbul’da kaybolan, çabuk sinirlenen bir Alzheimer hastasının düşündürücü sözleriyle konuyu bitirelim, noktayı “kötü” polis koysun:

“Niye korktun ya? Kötüye bir şey olmaz!”

“Aptallar asla anlamaz.”

“ Ölülere alışılıyor. Mesele yaşayanlara alışmak.”

“Zaten başımıza gelen her şeyi hatırlasak deliririz değil mi? Bazen de delirmemek için hatırlamak gerekir...”

“Ne anılarım var ne anılar... Tek dileğim o anıları unutmadan ölmek...”

“Bir tek alzheimer olan sen misin? Herkes hasta, hepsi bir... Bu millet neleri unuttu, yarın bir milli maç olur, unutur.

Seni mi unutmayacak?”

Feza Tiryaki, 2 Ocak 2019

Diziyi izlemeyenler için kısa not:
"Bu yazı tam bir film tanıtımı değildir, bir diziden yola çıkarak, dizideki güzel sözleri, düşündürücü sözleri, hafızanın (belleğin), anıların önemini, bir kez daha anımsatmak, üstünde düşündürmek, bir de nedense her algıya dönük yayında araya sıkıştırılan, burada da konuya nedensiz yamalanan bölücülüğü anlatmak istedim... Konum; dilimiz, Türkçemiz... Yoksa filmin konusu yamalı bohça gibi. Bir, bunama hastalığı ön planda, bir, bunayan kişinin seri katile dönüşmesi... Bir, kadın polis ön plana çıkıyor, gazeteci sevgilisi, bir, komiseri en önde... Bir, "flemingo" dansı delisi kadın, bir, bunayan kişinin gurbetçi alkolik kızı, isyankar torunu başrolde... Gözü doymaz, mafyayla çalışan, insanları satın alan işbirlikçi işadamı da konunun sosu... En sonda da bir tecavüz kurbanı kızı ortaya sürüyorlar. Meğer tüm bu cinayetler...
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 986
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Re: KİŞİLİK

İletigönderen Feza Tiryaki » Çrş Kas 27, 2019 20:20

Ocak başında eleştirisini yazdığım bu diziyle Haluk Bilginer, dediklerine göre yurtdışında bir ödül almış. Dizinin yapımcı şirketinin de ortak olduğu bir kuruluştan. Yabancı dizilerlerle ilgili bir daldanmış ödülü. Haluk Bilginer madem böyle birden bire gündeme düştü, övgülerin – yergilerin bini bir para, kimin ne dediği belirsiz, bu diziyi anlatan yazımı yeniden güncelleştirmeye ne dersiniz? " Şahsiyet" adlı diziyle ve "Haluk Bilginer"le ilgili bilgileri, eleştirileri içeriyor yazı. Bu diziyi şimdi böyle şişirdiler diye eminim seyretmeyen kalmayacaktır. Yazıdan bir iki yeri örnek olarak buraya alırsam:
*
“Şahsiyet, başrolündeki kişi, seri katil olan bir dizi film. Asıl konusu ise “alzheimer” hastalığı, suç ve ceza, devletin kurumlarındaki, toplumdaki çöküş...
Doktorunun ona, “Bu bir alzheimer başlangıcı”, demesiyle başlıyor her şey.
Kedisine su vermeyi unutarak onun ölümüne neden olan Agâh Bey’in (Haluk Bilginer) yaşamı kendisine konulan bu tanıyla değişir.”
*
“Böyle konulu bir filme ne yapıp edip bölücülüğü bile sokmuşlar bir şekilde. Bilen bilmeyen, duyan duymayan bu denileni gerçek sayacak. Ha, Türkiye’de demek iki ayrı dil varmış diyecek.
Bir kızgınlık anında anlaşılmaz bir iki söz geveliyor Agâh Bey. Karşısındakinin “Sen “Kürtçe” konuşmayı nerden biliyorsun?” sorusuna Agâh Bey’in şaşırması.
Ona, “Demin “Kürtçe” konuştun ya!” denmesi...
Sonra Agâh Bey, kendi kendine konuşurken bunu izleyiciye açıklar başka bir sahnede:
“ Silopi adliyesinde çalışmıştım üç yıl, unutmuş zannetmiştim ama unutmamışım”Kürtçeyi!”
İşte akıl mantık dışı bir durum. Adliyedeki bir zabıt katibi, memurluğunda gittiği yerdeki yüz, iki yüz sözcüklü ilkel yerel ağzı öğrenecek. Neye gerekecek, nasıl, neden öğrenecek bunu sorgulamayacaksınız. Sonra bir insan boş bulundu mu, korktu mu, kızdı mı anadiliyle (Türkçe) konuşmaz mı doğal olarak kaç dil bilirse bilsin? Üstelik burada söz konusu olan bir “dil” de değil. Yerel - ilkel bir ağız...
Ama amaç “açılım”a yardım etmekse, bölücülük eski solcuların, aydınlarımızın kanına girmişse böyle, her yol Roma’ya gidebiliyor işte...”
*
"Bir sahnesi de, ya kasıtlı, ya dikkatsizce çekilmiş: Açığa alınan komiser, bu duruma sinirleniyor, odasındaki kum torbasını yumruklamaya başlıyor delirmişçesine. Karşı duvardaki Atatürk tablosunu yumrukluyormuş gibi görünüyor bu görüntü bir an. İçiniz bir hopluyor, ardından yanıyor... Burası hiç olmamış..."
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 986
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12


Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x