KÜLKE

KÜLKE

İletigönderen Feza Tiryaki » Sal Şub 20, 2018 22:15

KÜLKE

Ne günler uyduruyorlar, bula yakıştıra kedi gününe kadar gelmişler. Kediler, binbir varlıklı, binbir olaylı bu yaşamda, 365 günün içine girmişler ya, önlerinde eğilinir, otun - b.kun bile günü olabilir, inanırız artık.

Geçen Cumartesi, "Dünya Kediler Günü'ymüş. Gecikmeli de olsa, bir kedi öyküsü anlatacağım. Eylül başından beri, hep yazıya geçirmeye başlayacağım bu kedi öyküsünü, bir türlü fırsatım olmadı. Ya gündem dayanılmaz acıydı, ya içimdeki yanardağ, bir anda patlıyor, lav püskürtüyordu, ya da kedilerden ders alacak kadar düştük mü diyordum, yazmaktan cayıyordum.

Külke, bir kedinin adı. Bir Eylül günü, küçücük bahçemizdeki, on beş yirmi yıl kadar önce kendi kendine süren, bakıp büyüttüğümüz, dalları kesilecek, gölgesi gidecek diye kıyıp da aşılattıramadığımız yaban zeytin ağacının tepesinde gördük onu ilk. Nereden gelmiş, neyin nesi bilmiyoruz. Böyle bir kaç gün bize göründü. Şarkı söylercesine miyavlıyor. Bir bakıyoruz dereye bitişik duvarın üstünde, bir, taş saksıların tepesinde, bir, ürkmüş, anında zeytinin uç dalında. Korkak, yaban bir kedi. Rengi gri-mavi. Görülmemiş güzellikte parlak tüyleri var. Upuzun kuyruğu, küçücük başı, dikkat çeken dik kulakları. Gözleri sarı yeşil, bakışları ürkütücü, bakınca korkuyorsun, pars yavrusu mu yoksa bu, üstüme atlar mı diyorsun...

O günlerde de, bir karışlık, sık ağaçlı bahçemiz hayvanat bahçesi. Bir gün, arkada, derenin üstündeki birbirine girmiş ağaç dallarının ucunda bukalemun sallanır, bir gün, alayılan dutun dalından sarkar, bir metreyi aşan gövdeyi öte dala uzatır, gerinir, sırtı güneşte kefal sırtı gibi parıl parıl yanar, bir gün, gelincik çıkar ortaya, daldan dala sıçrar, bir gün lağım sıçanı, evin arka duvarındadır, uzun kuyruğu, kapkara rengiyle, sincap gibi seker incir dalında. Oklu kirpi zaten her gece çevrededir, kızdırırsan oklarını bırakır gider. Yaban domuzları, akşamları şöyle bir dolaşırlar dereyi, karşı yamaçtan inerler, yağmur yağdığında su gören derenin tabandan sızan çamurunda eşelenirler, daldan düşen incirler haklarıdır, ayrıca onlar için meyve, sebze artıkları attınsa, yaşadılar...

Kaplumbağaları da unutmayalım, nereden nasıl girerse bir küçük kaplumbağa bu kapalı bahçeye, her gün aynı saatte girer, aynı yerlerde bir tur atar, aynı yerde, atık çalı çırpının, odun yığınının altında bekler, dinlenir.

Neye yalan diyeyim, öyle çok ne kedi ne köpek severim, evde beslemek de istemem. Başkalarının baktığı sahipli kediler, kendi evlerini ortamlarını bırakıp kapının önünde dolaşsınlar, bu yüzden dışarıda yemek yiyeme, çöpünü kapına bir dakika olsun koyama, hep düzenli tertipli ol, senin olmayan kediler yüzünden kapını açık bırakama, bahçeni kullanma özgürlüğün elinden gitsin, kim ister bunu? İstemem, geleni kovalarım, ”Hadi evinize, sevenlerinize, size nağme düzenlere, “aşkım aşkım” diyenlerinize, marş marş!” derim. “Burada istenmiyorsunuz, anlaşıldı mı?”

Derim de kim dinler bunu?

Komşuların kedileriyle böyle bitmez bir savaşımız vardır yıllardır. Biz kovarız gördükçe onları, onlarsa inat ederler, ne istemiyorsak, neye gıcık oluyorsak eksiksiz, üşenmez yaparlar. Bir de unutmayın, burası Akdeniz. Sıcakla uğraşırken, arsız kediler fazla gelir insana. Sonra az zarar vermezler. Kapı önündeki, tek oturma yerimiz, tahtadan, büyük masayı ve kanapelerini el ayak çekilince ne yapar eder mutlaka kirletirler, her sabah üstünde görünen çamurlu kedi ayak izlerinden anlarım bunu. Her gün masayı bu yüzden silerim, silmek yetmezse hortumla yıkarım. Eğer masada, kanepelerde bir örtü, minder, giysi, şapka, havlu falan bıraktınsa yandın, sabah üstleri kedi kılına batmıştır, işin zordur, temizle temizleyebilirsen, kumaşlara tüyler, bir yapışır, çıkmaz. Silkmek fayda etmez, yıkasan aynen dururlar. Tiksintisi ayrı. Sonra bu kedilerin bir faydası da yoktur, denildiği gibi böceklere karşı korumazlar ortamı. Akrep de gezer bahçede, kırkayak da, dışardaki musluğun içinde, duvarda kaç kez gördük. Tarla fareleri civarda koştururlar, çatıyı her gün yıka, fare pislikleri eksilmez, demek ki meydan boş, geceleri her tür yaratık ortalıkta. Biz de çevre dostuyuz, ne zehir atarız kenara köşeye, ne koruyucu toz dökeriz dışarıya, evin dört köşesine. Yeşil küçük su yılanları duvarda kertenkelelerle gezinirler. Kapı açık olsa, camlar kapılar telsiz olsa, eve de girerler.

Bu yıl biraz rahattık kedi yönünden. Onları kova kova öğretmiştik belki de, “Burası kedilere yasak, istenmiyorsunuz!”

Geceleri eskisi gibi gelmiyorlardı. Dışarıya bir şey bırakmazsan, yastık türü, yumuşak bir eşya; o zaman gidip kendi evlerinde, araba üstlerinde, başka yerlerde yatıyorlar. Eskiden yaptıkları, camı tıkırdatmak, cam önündeki dolabın üstünde bir şey unutulduysa üstüne çıkmak, onları yere düşürmek, ne oluyor diye uyandığında da, gecenin bir yarısı, karanlıkta, camda, onlarla göz göze gelmek geçmişte kaldı gibiydi.

Bu yabancı kedi, böyle bir eve gelmişti işte. Kedilerle arası bozuk, kedi gördü mü kovanlara. Sonra bu kediler, öyle, “pist pist”ten de anlamazlar. Git dersin, durur sana dik dik bakar, ta ki, yere dökülü küçük çakıl taşlarından bir avuç alıp fırlatana kadar. O zaman, daha sen eğilirken, anında kuş olup uçarlar, koydunsa bul. Biri, tek gözü kör, koca kafalı bir kedidir. Cibi (civciv) hırsızıdır. Ana tavuğun kanadı altından bile çalar yavrusunu. Mahallede bayağı ünlüdür, marifetleri anlatılır, ilenirler cibilerini kaptıranlar ona. Bir diğeri, çirkin mi çirkin bakışlı bir kırçıl kedi. Yine biri, sevimsiz bir samur kedi. En çok hasarı o yapar, her örtümüzde sarı tüyleri. Kova kova başa çıkamadığımız bir kedi. Biri de, karalı beyazlı. Hiçbir özelliği olmayan, sıradan, iri gövdeli hantal bir kedi. Evi neresidir bilinmez ama her gün bizim kapı önünü bir yoklar, çöp torbası henüz atılmamışsa, torbayı parçalar, yere döker, olta yemi, ekmeği ortada unutulmuşsa tek parçasını bırakmaz yemlerin. Bir keresinde oltasıyla yutmuştu tavuklu yemi, ne üzülmüştük, kedi öldüren onmaz derler doğru mudur bilmem ama bir canlıya zarar verme duygusu çok korkunç, vicdanın kanıyor. Boşa üzülmüşüz, baktık bir şey olmadı, eskisi gibi gelip gidiyor.

Kapıya alışmasınlar diye de, bir günden bir güne beslemedik onları. Sahipli kediler. Herkes sorumluluğunu bilsin. Sahipsiz kedilerin de köyde işi kolaydır. Balıktan gelenler, ağlarını temizlerken kedilere gün doğar. Aşağıda köy meydanındaki bilerek ağzı açık bırakılan çöp bidonları da onların beslenme yeridir. Her bir bidonun üstünde yirmi dört saat onlarca kedi.

Kedilerden çektiğimiz anlat anlat bitmez. Kaç yıl önce, bir koca anacık, gözleme yapmış, ta öte köyden getirmiş, kahvaltıda yememiz için. Evde yokmuşuz, masanın üstüne bırakmış getirdiklerini, üstüne, hemen orada bulduğu bir sepeti kapamış, en üste de taş koymuş. Az sonra dönmüş gelmiş, gelmişlerdir diye, bir de ne görsün, her bir gözleme bir kedinin ağzında. Kadıncağız deliye dönmüş, bağırtısının tüm köyü tuttuğunu söyler söyler güler komşular...

Diğerleri bizi ilgilendirmez ama bu komşu kedileriyle yıllardır savaşırız. Olana bakın, bahçemize ilk kez bambaşka, hiç görmediğimiz bir yabancı kedi geliyor. Hem de arsız değil, ürkek.

Gelmiş, uzaktan bize kendini gösteriyor.

Neyse, bir yerlerden buralara düşmüş demek, hiç görülmedik bir tür, yaban kedisine benziyor, gösterişli, vahşi. Görür görmez ilgimizi çekti, içimizde gizli bir yerlere mi dokundu, ne oldu, uzun zamandır ilk kez bir kediye, ilgiyle, beğeniyle bakıyoruz. Başladık onunla konuşmaya: “Sen nereden geldin, hangi rüzgar attı seni buraya? Nasıl buldun bizi, sen ne güzel şeysin... Bizi avutmaya mı gönderdiler seni?”

Bir kez daha sevmiştik böyle sokaktan gelen bir kediyi uzun yıllar önce. Kadir gecesi geldi diye de adını ses benzerliğinden Kadim (eski dost anlamında) koymuştuk, tekir kediydi, iri, kocaman. Onun öyküsü başlı başına ayrı bir konu, sonra anlatmalı. Yine, gelen vahşi kediye dönelim:

Karnı aç mıdır, yiyecek istemeye mi gelmiş, denemek için yemek verdik. Verdik dedimse, insana yaklaşmıyor. Yiyeceği göstererek bir yere bırakıyorsun, sonra en az dört beş metre uzağa çekiliyorsun, kıpırdamadan duruyorsun, o zaman çekine çekine geliyor, yiyeceği kokluyor. Beğenirse yiyor. Peynir, balık gibi özel yiyecekleri yiyor, diğerlerine dokunmuyor. Pek kibar. Yine her lokmada çevresine bakıyor, en ufak bir kıpırtıda, bir yerlerden ses gelmesinde hop duvarda. Olmadı duvardan atlıyor, anında derenin ötesinde, karşı yamaçta. Sonra yitip gidiyor bir yerlere, dağlara doğru...

Böyle böyle iki hafta uğraşıyoruz kediyle. Alıştırmaya çalışıyoruz kendimize.

Verdiğimiz peyniri neyi yedikten sonra ön ayaklarını uzatıp gerinirken yerleri tırnaklaması görülmeye değer, gövdesi bir uzuyor gerilirken, sansara benziyor, gözlerine bakamıyorsun, öyle korkutucu. Bizim de garip günlerimiz, dostlar başından ırak, başımız öyle dumanlı ki, bu kediyle müthiş oyalanıyoruz. Dert ortağımız, kimselere diyemediklerimizin tanığı. Artık sesimizi tanıyor, bizden daha az korkuyor, yanına bir metre kadar yaklaşabiliyoruz neredeyse.

O ara çocukların ikisi bizi ziyarete gelmişler. Akıllı telefonlarına sarıldılar. Kedinin resimlerini çekiyor, türünü bulmaya çalışıyorlar. Köyde bir benzeri yok, görenler şaşırıyor rengine tüyüne... Önce, Tayland kedisi, sonra, Sibirya Mavisi, bir sürü kedi türüne benzetiliyor. Bir gezgin arabasıyla getirdi de kedisini, evde yalnız bırakamayıp, kedi arabadan mı kaçtı? Yabancı mı buralara gerçekten bu kedi?

Böyle, iki hafta daha geçti. Kedi günün belli zamanlarında geliyor, verdiklerimizi yiyor, her gün biraz daha yaklaşıyoruz ona, neredeyse elimize gelecek. Bu arada adı konuyor: Duman, Gece, Karanlık, Karamelek, yok hiçbiri yakışmıyor. Külkedisi’nde karar kılınıyor. Külkedisi sözü de pek uzun en iyisi kısaltalım, “Külke” diyelim.

Gençlerin keyfine diyecek yok, yılların kedi özlemini, Külke’yi severek gideriyorlar. Daha el süremediler, sözle, gözle seviyorlar, hemen tırmalar gibi pençeleri kalkıyor yanına yaklaşana. “Kürküne bir dokunsak, kimbilir nasıl yumuşaktır!..” Yok, izin vermiyor. Miyavlayarak geldiğini belli ediyor, ne miyavlama ama, şarkı söyler gibi sürüp gidiyor; yiyeceği verilene kadar; üstelik duvarda saksının üstünde yatıyor kaç gecedir. Bizim bir kedimiz var, inanamıyoruz.

Bir sabah, olanlar oluyor. Dışarıda bir çığlık, insan çığlığını andıran bir kedi bağrışı, canlarından can çıkıyor kedilerin sanki. Deli gibi fırlıyoruz ne var, ne oluyor? Komşunun sarı kedisi gelmiş, Külke’yi almış altına, parçalıyor, öldürecek. Bizim ayırmamızla Külke kaçıyor, gidiş o gidiş...

Üç gün kedi ortalarda yok. Öldü mü kaldı mı bilmiyoruz. Ölmediyse bile artık bizim bahçemize zor gelir. Ne yapalım? Seslenerek arayalım diyoruz, karşı yamaçlara, yığılı atık eşyaların, ters çevrilmiş eski sandalların altına, samanlıklara bakmaya çıkıyoruz. Köyden kızlar, hanımlar koca bir grup çevreye dağıldık. Külke’ye, miyavlamasını taklit ederek sesleniyoruz. Aman o ne? Üst üste yığılan eski kanoların altından çıkmaz mı birden? Çığlık, bağırış...

Çağıra çağıra, küçük peynir parçaları ata ata, dereyi geçirip, bahçeye kadar getiriyoruz Külke’yi.

Böylece, ikinci kez, birlikte yaşamımız başlıyor. Her gün biraz daha bize alışıyor, bizden kaçmıyor. Bir bakıyoruz günün birinde başını bacağımıza sürmeye başlamış, gırıl gırıl gırıldıyor. Sonra bir gün, nasıl bir cesaret geliyorsa bize, başını okşayıveriyoruz. Olan o oluyor, artık başını okşatıyor.

Gün geliyor, kapıyı açık bırakıyoruz, içeri giriyor. Ne iyi derken, kapıyı örtünce korkup camlara fırlıyor, kapıyı açıyoruz deli gibi kaçıyor. Kapalı yerden korkuyor. Özgür ruhlu, doğada yaşamaya alışık. Hâlâ vahşi, hâlâ evcilleşmemiş...

Diğer kedilerle başka bir olay olmadı mı dediğinizi duyar gibiyim. Olmaz olur mu? Öykümüzün asıl konusu bu. Komşunun kedileri bir rahat vermediler o günden sonra Külke’ye. Her gördüklerinde onu kovaladılar, tırmıkladılar, dövdüler, insan gibi tokatladılar.

Köyün kedileri kendi aralarında dövüşmezler, çöpleri tatlı tatlı paylaşırlar. Külke’ye geldi mi, iş değişiyor.

Bu yaşımızda, bu aklımızla kediler bizi yendi, üç dört kediyle başa çıkamadık.

O günlerde, bir kez daha kaçırdı kediler Külke’yi bahçeden, meğer ta dağlara kadar sürmüşler, kovalamışlar. Yine böyle bir kedi döğüşü sonrası gitti, günlerce gelmedi. Çok üzüldük, kendimizi suçladık.

Bir gün, köyden bir arkadaşımla, kırlık yolda yürüyoruz.

Denize uzanan yeşilliklerden, çalı bitkilerinin ardından bir miyavlama sesi geldi. Buralarda kedi olmaz, ev yok, yerleşim yok, ne bu? Ses tıpkı Külke’nin sesi. Komşum da kediyi tanıyor, bizden kaçtığında onların samanlığına veya yemek pişirilen, erzak depolanan üstü kapalı dere yanındaki barınaklarına girer saklanırmış. Başlıyoruz ikimiz birlikte kediyi çağırmaya. Bir, biz miyavlıyoruz, bir kedi. Komşum, “Gel miya, gel miya, gel kibar kedicik...” diyor. Önce çok uzaklardan gelen ses, yaklaşıyor, kedi bir anda ortaya çıkıveriyor. Zayıflamış, çökmüş... Buralara nasıl gelmiş, gören yok. Çağıra çağıra gidiyoruz eve, ters geri, arkamızdan bizi takip ediyor, korkup çalılara saklanıyor, çıkıyor, yine saklanıyor, böyle böyle kediyi dağdan tepeden geri getiriyoruz.

Külke, o günden sonra daha da korkak oldu. Bu arada kedi savaşları iyice büyüdü.

Külke, bir gelir bahçeye, acıkınca, miyavlayarak, gözü çevrede, korkar. Başında dururuz doyana kadar, yoksa kedilerden biri gelir ağzından lokmasını alır, onu da bir güzel döver.

Bu yiyecek savaşları akıl durduracak cinsten. Diyelim ki, yemeğini yerken kovaladılar Külke’yi. Yiyeceği kabında kaldı. Külke de kaçtı gitti kimbilir bir daha ne zaman gelir. Bu yüzden, artıkları bir torbaya koyup yerden kaldırıyoruz. İçeri alsak, hava sıcak kokocak ortalık. Önce, duvar dibindeki portakalın dalına, limonun dalına astık torbayı, incecik dala nasıl çıkacak kedi, orda kalır, dedik. Olmadı, torbayı kaç kez oradan düşürdü kediler. Nasıl yaptılar ettiler bunu, incecik dal ucuna nasıl ulaşırlar, torbayı yere nasıl indirirler, göremedik. Sonra böyle artan yiyeceği kabında bıraktık, kap da kap yani, topraktan güveç kabı. Üstüne kocaman kütük örttük. Oh oh saniyede devirmişler, baktık ki yemek kabı bomboş, kütük yanda.

Durun bakalım, biz insanız, akıllıyız, siz kedisiniz dedik, yeniden plan yaptık. Bu kez yemek kabının üstüne yerinden oynamayan değirmen taşı gibi ağır bir taşı getirip koyduk. Hadi bakalım? Kime demişiz, sabah baktığımızda taş yerinde duruyor ama biraz iteklenmiş kabın bir kedi patisi girecek kadar yeri görünüyor, kap boşaltılmış, içinde bir damla yiyecek kırıntısı yok.

Çok düşündük, ne yapabiliriz? Bir kedimiz oldu, aslında olmadı. Diğer kediler rahat bırakmıyor, bizim kedi bakmamıza izin vermiyorlar. Külke’nin gece yattığı saksıda, bakıyoruz şimdi komşu kedileri yatıyor. Kovuyoruz, boşuna... İlk fırsatta yeniden bahçedeler. Dördü sırayla bahçemizi parsellemiş, bir, biri, bir diğeri mutlaka bahçede, Külke’yi kovalamaya gelmiş. Bildiğiniz savaş, onlarla yaşananlar.

Yemeğini koyuyoruz Külke’nin, kedinin biri uzaktan görünüyor, onu gören kedimiz anında duvarda, bir panikle kaçıyor. Bu yüzden, Külke’yi ev içinde, kapı açıkken doyurmaya başladık. Bir yiyecek köşesi hazırladık, kapı dibinde. İnsana yardım etmek varken kediye para harcanır mı, mecbur kaldık, hazır mama bile aldık bir kez, sonra kasaptan tavuk artıkları istedik kedimizi beslemeye.

Havalar geceleri biraz soğudu, yağışlar da başladı o aralar. Geceleri ısı on on beş dereceye iniyor, Kasım geçti, Aralık’a girdik. Bahçeye bir kedi kulübesi yaptık, üstünü naylonlarla örttük, kocaman da bir şemsiye tepesinde, içine yün artıkları döşedik. İlk gece girdi yattı kedimiz, o kadar. Ertesi gece yine diğer kedilerle çekişme. Bahçemizde barınması olanaksız. Ne yapsak nafile...

Öyle de zeki ki Külke, ev kapısının telini açmayı kendisi öğrendi. Tel kapının köşesine, tahta aksama pençe atıyor, kapıyı kendine doğru çekerken diğer pençesini içe sokuyor, kapıyı dışa doğru çekiyor, hemen içerde.

Pek de huylu: Al ye demezsen hiçbir yiyeceğe uzanmıyor, verilmesini bekliyor.

Sonra geceleri bir kaç saat kadar Külke’yi eve almaya başladık. İhtiyacı için çıkmak isteyince, salıyoruz, gidiyor. Yağmurda soğukta içerde. Yine de korkak. Bir koşu en yakın koltuğun altına giriyor, saklanıyor, ortada dolaşma, ocak önündeki posta gidip yatma, keyfine bakma yok... Kapalı kapı sevmiyor, tahta kapı gece gündüz, sıcak soğuk açık bırakılacak. Gözü dışarda her an, tel kapının önüne de geliyorlar komşunun kedileri, bir bakıyorlar içeri, daha onları görmeden Külke, kokularını alıyor olmalı, kendini camlara atıyor, delik bulsa girecek, evden kaçacak, korkuyor. Haydi bize de huzur yok. Kapıya koş, yerden küçük çakılları al, gelen kedinin arkasından at, kovalarken bağır çığır, “Başımızın belası mısınız, sizden bize hiç mi rahat yok!” diye söylen...
*
Şimdi kısa bir süreliğine oralardan uzağız. Külke ne yapar ne eder, haberimiz yok.

Sağa sola tembihlemiştik, göz kulak olun, doyurun, ölmesin, biraz yabandır kedimiz, demiştik.

Biz gidince ona bakan çıktı mı? Sokak kedileriyle birlikte çöp bidonlarından mı besleniyor? Asaletine uygun, avlanarak mı geçiniyor? Yoksa Külke de ortama uydu, sokak kedilerinin tüm huylarını aldı mı? Arsızlaştı mı? Korkmamayı, gücüne güvenmeyi sonunda öğrendi mi? Bilmiyoruz.

Bildiğimiz, biz kedilere yenildik. Ne yapıp ettiler, bir kedimiz olmasına izin vermediler.

Kedilerden öğrenilecek çok şey var.


Feza Tiryaki, 20 Şubat 2018
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 987
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x