MADONNA

MADONNA

İletigönderen Feza Tiryaki » Cum Kas 04, 2016 21:27

MADONNA


Madonna adı, bizdeki “Meryem Ana”nın Batı’daki karşılığıdır. Meryem de Maria’nın Türkçeleştirilmişi.

Son günlerde bir Madonna tartışması sürüp gidiyor. Bu adı duymayan bilmeyen kalmadı. Türk yazınıyla, pop şarkıcılarıyla hiç ilgisi olmayan birine bile sorun, nasıl anlatacak size Madonna kimmiş aslında da, televizyonda bir süslü kadın bunu nasıl karıştırmış da... Ne bilgisizmiş...

Bana sorarsanız, bu ABD’li Madonna’yı hiç bilmem, ne bir şarkısını dinlemişliğim vardır ne bir kez sesli görüntüsünü (video), filmini izlemişliğim.

Hani bazı kişileri, olguları yok sayarsınız, vardırlar ama sizin dünyanıza girmeleri olanaksızdır o tiplerin, o kişilerin; önünüze servet dökseler onları size kabul ettiremezler, sevdiremezler, benimsetemezler... Öyle.

Meryem Ana’nın adını (Madonna) taşıyan, ABD’li bu şarkıcı kadın, aradım baktım, ansiklopedilere (büyük sözlük) bile geçmiş, 1980 – 1990 yılları arasında, dünya gençliğinin cinsellik simgesiymiş. Sahne skandalları, toplum kurallarına aykırı davranışları ile tanınıyormuş...

Gelelim yazınımızdaki (Türk edebiyatı) Madonna’ya. Bu bir roman:

“Kürk Mantolu Madonna.”

1940 yılının sonunda, “Hakikat” gazetesinde tefrika (arkası yarın şeklinde) edilmeye başlanmış, üç aya yakın sürmüş yayını. Pek beğenilmemiş. 1943 yılında da basılmış bu aşk romanı.
İki bölümlü romanın ikinci bölümünü 1933 yılında, Ankara’da, on yıl önceki Berlin anılarını yazan bir küçük memurun ağzından anlatmış Sabahattin Ali. Kendi yaşamından kesitler kattığı söylenir bu romana, yazar, Almanya’daki öğrenim yıllarından etkilenmiştir derler. Bu aşk romanındaki aşık, Cumhuriyetin ilk yıllarında Avrupa’ya (Berlin) çift çubuk sahibi varlıklı babasının, oğlum kendini geliştirsin, işi öğrensin, dönüp fabrikasının başına geçsin diye yolladığı, 24 yaşlarındaki haylaz, serseri oğlu. Aşık olduğu kadın ise yine aynı yaşlardaki (26) Alman Yahudisi Maria.

Peki, Madonna adı neden birdenbire ortaya düştü, o kadar sorunumuz varken, bu roman niçin tartışıldı günlerce derseniz, işte bunu anlamak istediğim için kitabı yeniden (üçüncü kez) okudum.

Bilmeyen yok konuyu ama kısaca dersek: Geçen günlerde, bir televizyon yayınının çok bilmiş, laf ebesi bir kadın sunucusu, yayında bu kitaptan söz edildiğinde, her şeyi biliyor, her konuya maydanoz oluyor ya, kitaba adını veren Madonna’yı, dünyaca ünlü bir resme benzeyen romandaki Maria’yı, şarkıcı Madonna sanmış. Böyle olunca, bin dokuz yüz kırkta yazılan, yazarının1948’de öldüğü, daha doğrusu öldürüldüğü, Kürk Mantolu Madonna kitabı ile, bir zamanlar dünya gençlerinin cinsellik simgesi 1958 doğumlu Madonna birbirine karıştırılınca ortaya pek gülünç bir tablo çıkmış. Sunucu kadıncağız, bu roman, şarkıcı Madonna’nın yaşamını anlatan bir kitapmış gibi başlamış bilgiçlik taslamaya, lafın başını gözünü yarmaya... Bilerek de sahnelenmiş olabilir bu sanal patırtı, bir kaşık suda koparılan fırtına düzmece de olabilir, orasını bilemeyiz. Kitap daha çok satılsın diye, çevrileceği söylenen filminin tanıtımı bedavaya gelsin, yabancılaşmaya yardım etsin, kadınlarımızın yerine Marialar geçsin, yabancı kadınlar övülsün, onlarla evlilik özendirilsin diye de olabilir, niye olmasın... Tam günümüzün havasına uyuyor. Hani önceki başbakan (Davutoğlu), Ortodoks Rus kadınlarıyla, dili - dini başka kadınlarla evliliği gençlerimize ısrarla öneriyor, Ruslarla evlenin, Rus gelinler bize çok uygun diyordu ya, unuttunuz mu? Her yanımız devşirilirken, yozlaştırılırken, hazır bu işe hizmet edebilecek, yazarının güzel Türkçesi, akıcı dili nedeniyle sular seller gibi okunabilecek bir kitap var, neden yararlanılmasın?

Kitaptaki Maria ile, şarkıcı Madonna’yı karıştırma çok ilginç geldi herkese, çok... Günlerce basında bu konu yazıldı çizildi... Sonra, bu konuya dalmayan, yazısının kıyısında köşesinde bu konudan söz etmeyen kalmadı desek yeridir. Dalga geçenler, sunucunun savunmasını yerenler, roman hakkında ahkâm kesenler...

En son 21 Ekim’de, Korkusuz’da, Murat Muratoğlu’nun yazısında gördüm bu başlığı: “Kürk Mantolu Bakanlar.” Yazar, köşe yazısında, “ Kadıncağız taa 1943 yılında yazılmış “Kürk Mantolu Madonna” kitabını şarkıcı Madonna sanıp yorum yapılınca topa tutuldu. Ayıbı okumadığı kitap hakkında fikir sahibiymiş gibi davranmasıydı. İyi de bu Türkiye’de ayıp değil ki” demiş. Arkasından konuyu iktidarın bakanlarına, davranışlardaki, sözlerdeki tutarsızlıklara getirmiş...

Kitap 1943’te yazılmamış, o ayrı. 1943’te basılmış demek en doğrusudur.

Bu arada romanın da bir güzel reklamı yapıldı, kitaba ilgi çekildi.

Tuttum ben de, bu tartışma günlerinde, bir mağazada kapı girişinde gazetelerin arasında satılan üç beş kitabın önüne konmuş, hem de Yapı Kredi Yayınlarınca 81. (seksen bir) kez baskısı yapılmış, 2016 yılı basımı bu kitabı aldım. Kitap önceleri, yazarın sağlığında, sonra Cem yayınlarınca, Varlık yayınlarında kaç kez basılmış... İlk gençlik yıllarımda okuduğum, üç beş yıl önce, eski kitaplarımı karıştırırken bulup neden yine gündemde diyerek yeniden okuduğum bu kitabı geçen hafta yine okudum.

Yazınımızda öyküleriyle tanınan Sabahattin Ali’nin bu kitabını kimi roman türünün içine katar, kimi eleştirmen de buna roman demez, uzun hikaye der.

Kitap 160 sayfa. Roman diye tanıtılmış. İlk sayfada Sabahattin Ali’nin yaşam öyküsü veriliyor. Önsözü Füsun Akatlı 2002’de yazmış.

*
Bu yazıda, konumuz kitabın tanıtımı değil, yazarının trajik yaşam öyküsü de değil.

Konuya çok başka bir açıdan bakmak, hiç konuşulmayan bir yerinden, bir gurbetçinin gözüyle bu kitabı eleştirmek...

Yazar, 1907 doğumlu. 1928 yılında devletçe Berlin’e eğitim için gönderilmiş. Orada iki yıl kalmış. Döndükten epey sonra da bu romanı yazmış.

Roman Raif Efendi üzerine kurulu. Ankarada memurların yaşamı, patronlar, patronların emrinde çalışanlar, çıkarcılığa dayalı insan ilişkileri. Ne oldum delisi olmuş, süse, eğlenceye meraklı kişiliksiz kadınlar erkekler... Daha Cumhuriyet yeni kurulmuş, yozlaşma, adam kayırma, birbirine yabancılaşma, toplumsal yalnızlık ise çoktan başlamış... Anlatılan zaman dilimi, kanla irfanla kurulan Cumhuriyetin Atatürklü yılları ve hemen sonrası. Geri dönüşlü anlatılan Almanya’da geçen dönem de, Cumhuriyetin ilk yılları. Daha eski yazı kullanılırken, Türk yazı devrimi yapılmamışken.

Yazarın çok sarsıcı insan tanımlamaları var. Anlatımın güzelliği ise göz kamaştırıyor. Romanda, anlatıcının kendisi işsiz gezerken durumu iyi olan bir arkadaşıyla karşılaşması:

“Bana rast geldiğinden memnun görünüyordu. İhtimal eriştiği mertebeleri gösterebildiğine, yahut da, benim halimi düşünerek, benim gibi olmadığına seviniyordu. Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.”

Yine bir ruh halini anlatması:

“Dün akşamdan beri ne Hamdi, ne de ben hakikatte değişmiş değildik; neysek gene oyduk; buna rağmen onun bana dair, benim ona dair öğrendiğimiz bazı şeyler, bazı küçük ve teferruata ait şeyler bizi ayrı istikametlere alıp götürmüşlerdi... İşin asıl garip tarafı, ikimiz de bu değişikliği olduğu gibi kabul ediyor ve tabii buluyorduk.”

Bir davranış incelemesi:

“... Raif Efendi’yi bu kadar hırpalaması, birkaç saat geciken bir tercüme için kıpkırmızı kesilerek bütün binaya duyuracak şekilde bağırması gayet kolay anlaşılabilirdi: İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve selahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır?”

İnsanların yalnızlığı üzerine:

“ İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rasgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.”

O günlerin tanıklığı. Suriyeliler üzerine:

“ Otelin altındaki kahvede gramofon tam bu saatlerde sesini son haddine kadar yükseltiyor ve yanı başımızdaki odada yatan Suriyeli bar artisti, işine gitmek için tuvalet yaparken Arapça şarkılarının en cırlaklarını bu sıralarda söylüyordu.”

Anlatıcı gözüyle Raif Efendi’nin karısı:

“Hastanın halindeki ufak bir iyilik karısının bütün telaş ve heyecanlarını alıp götürmüştü. Şimdi kafası eskisi gibi ev dertleri, yemek ve çamaşır işleriyle doluydu. Bütün basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete geçiyor ve bütün kadınlar gibi her şeyi çabucak unutuyordu.”


Ölüm, ölen arkadaşı üzerine:

“ Kim olursa olsun, bir insanın yaşamakla ölmek arasındaki büyük köprüde çabalaması korkunç bir şeydi.”

“Ben de kendimi tutamamış, ağlamaya başlamıştım; bu ancak fevkalade büyük ve sahici kederlerde görülen, sessiz, hıçkırıksız ağlayışlardan biriydi. Ondan ayrılmanın bana güç geleceğini biliyordum. Fakat bunun bu kadar korkunç, bu kadar acı olacağını tasavvur edememiştim.”


Raif'in, Almanya’ya gönderilmesi üzerine düşündükleri:

“Bir ecnebi dil öğreneceğimi, bu dilde kitaplar okuyacağımı, ve asıl, şimdiye kadar sadece romanlarda rastladığım insanları işte bu “Avrupa”da bulacağımı tahmin ediyordum. Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?”

Sonra romanın kahramanı Raif’in Almanya yaşamı anlatılır. Burada dil konusu, Raif’in giderken hiç dil bilmediği, gittiği ülkenin dilini nasıl öğrendiği birkaç yerde belirtilir.

“... Bulgaristan üzerinden trenle hareket ettim. Hiç lisan bilmiyordum.”

“İlk haftalar, kendimi idare edecek kadar lisan öğrenmek ve hayran hayran etrafıma bakınarak şehri dolaşmakla geçti.”

“Lisan öğrenemeden bir işe başlanamayacağını düşünerek, Umumi Harp’te Türkiye’de bulunmuş ve biraz Türkçe öğrenmiş bir eski zabitten ders almaya başladım. Pansiyon sahibi madam da boş zamanlarını benimle gevezeliğe hasrediyor ve yardımda bulunuyordu.”

“ Haftada üç defa akşamüzerleri eski zabitten Almanca ders alıyor, gündüzleri müzelerdeki...”

“Fakat ilk aylar geçince eskisi kadar canım sıkılmamaya başladı. Yavaş yavaş kitap okumaya çalışıyor ve bu işten zamanla daha çok zevk duyuyordum. Bir müddet sonra bu adeta bir iptila (düşkünlük) halini aldı.”

“ Çok kere lügat aramaya bile tahammül edemez, cümlelere karineyle (ipucu) mana vererek geçerdim.”

“ Üzerimde en çok tesir yapanlar Rus muharrirleriydi.”

“ Almanya’ya geleli bir sene olmak üzereydi. Günün birinde... bir sergi hakkındaki tenkit makalesi gözüme ilişti.”


Yabancı bir ülkeye hiç dil bilmeden gelen, üstelik de bir işe falan gitmeyen, gündüzleri kentte akşama kadar aylak aylak dolaşan, tembel biri, bir yıl içersinde edebi romanları okuyacak, makaleleri anlayacak bir duruma gelebilir mi? Gelir mi? Hem de o devirde, bizde dil devrimi henüz olmamış, yazımız Arap harfleriyle, eski Türkçe iken. Dil kurslarından falan söz edilmediğine göre, kursa da gidilmemiş. Günümüzdeki gurbetçilere sormalı: Böyle bir şey mümkün mü?

Kendi diline düşkün, okuyan, şiirler yazan biri, başka bir dile bu kadar kolay dönebilir, o dilde severek romanlar okumaya başlar mı? Dil gurbetinde kalmaz mı insan? Bir günden bir gün dil hasreti çekmez mi? Türkçe rüyalarına girmez mi? Kulağa gelişi en çirkin dillerden biri olan, Türkçe dilbilgisiyle, Türkçenin yapısıyla hiç benzeşmeyen Almanca bu kadar benimsenebilir mi birkaç ayda? Burada anlatılan kişi, gurbetçi çocukları gibi, bebeklikten başlamamış ki başka bir dili anadiliyle birlikte öğrenmeye. Aksanlı, dilbilgisi yanlışlarıyla dolu, basit, bozuk bir dille konuşulur çok uzun bir zaman yeni öğrenilen dil. Yeni dilin başını gözünü yararsın. Ağzını açarken daha, senin bir yabancı olduğunu anlarlar... Yeni öğrenilen bir dille, çok kısa bir sürede, uzun, anlamlı, güzel, içeriği zengin tümcelerle konuşulur, felsefe yapılabilir mi? Kişi, içinden ne geçiyorsa söyleyebilir, araya anılarını da katarak edebi değeri olan konuşmalar yapabilir mi çok kısa bir süre önce gittiği bir yabancı ülkede? Hiç yabancılık çekmeden herkesle ahbaplık edebilir mi? Başı ağrımaz mı başı? Uzun süre bir yabancı dilin tutsaklığında kalmak, yabancı dille düşünmek, konuşulanı anlamak, yanıt verebilmek ne zordur, bu nasıl bir yorgunluktur, bilmiyorsanız, bilenlere sorunuz...

Ruh tahlillerini bu kadar güzel yapabilen, insan karakterlerini bu kadar etkileyici anlatabilen bir yazar, dil devriminin ışığıyla aydınlanan Türkiye’nin öncü yazarlarından biri olarak neden Almancayı Türkçeyle bir tutmuştur bu kitabında? Neden Maria’nın farklı dilini görmezden getirtmiştir Türk okuruna.

Atatürk’ün öğrencilik yıllarındaki konuşmalarından bir söz okudum demin. Tam da bu yazıyı yazarken.

Bulgar, Yunan şairlerinden örnekler vererek Atatürk soruyor arkadaşlarına:

“Bütün milletlerin böylesine çırpınan, milletini uyandırmak isteyen milli şairleri, aydınları vardır.

Başka milletlerin şairleri, münevverleri (aydınları) böyle çalışıp, milletlerini uyandırırken, nerede bizim mütefekkirlerimiz?”

*
Genç Cumhuriyet, Sabahattin Ali’yi öğretmen olarak yetiştirmiş. Eğitimini üstlenip Almanya’ya göndermiş. Oradaki eğitiminin karşılığını, dil ustalığını, üstün dil yeteneğini toplumumuza bir Maria aşkı, tutkusu anlatarak mı vermeliydi? Neden Maria? Neden böyle bir konu? Kaç dil bilirsen bil Türkçe hepsinden üstün değil midir? Yazarın dilini, Türk yazınındaki yerini övelim ama, yabancılaşmayı anlatan, içinde pek çok çelişki barındıran bu eserini göklere çıkarmayalım...

Aradan bunca yıl geçiyor, Maria tutkusu, toplumumuza zamanında aşılanan yabancı hayranlığı, yabancıya karşı duyulan aşağılık duygusu hiç değişmiyor. Gurbetçiler Almanya’da çocuklarını yitirdiler. Erkek çocuklarımız Mariaların kurbanı oldu, özünden alındı, tutsak edildiler...

Yurdumuzda da adım başı böyle örneklere rastlanıyor. Hollandalı, İngiliz, vb. kadınlarla evlenenler çocuklarının boynuna haç geçirilmesine bile ses çıkaramıyorlar, görüyoruz. Çocuk arada kalıyor, ne Türk oluyor, ne yabancı. Nerede yaşıyorsa oranın baskısı, etkisi, dili yolunu çiziyor...

Bir barda açık saçık giysilerle sarhoşlara şarkı okuyan, sarhoşların aşka gelip çıplak sırtını öptüğü, neden buralarda çalıştığını ise, “Küçük iradımız enflasyon yüzünden gitti. Para kazanmaya mecbur oldum. Bundan şikayetçi değilim. Çalışmak hiç de fena bir şey değil.” diyen, Raif’i emrinde tutan, her dilediğini yaptıran, kendine baktıran Maria, sevilecek, üstün kadın. Raif’in ruh ikizi. Peki yıllar sonra aynı Raif’in kendi isteğiyle evlendiği, iki çocuğunun annesi, ayağından terliği çıkmayan, evde başına üşüşen akrabalarına yemek yaparak , çamaşır yıkayarak didinip duran çilekeş kadın ne? Yazar yukardaki alıntılarda demişti:” Kafası ev dertleri ile dolu, basit...”

Maria neymiş:

“ O benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir imtizacıydı (karışımı).”

“Artık Maria Puder, yaşamak için kendisine kayıtsız ve şartsız muhtaç olduğum bir insandı.”

“Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı... Bunların, bütün ömrümce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum.”


Hangi dille söyleyecek bunları Raif? Üç günlük Almancasıyla mı? Ömrünce Almanca konuşmayı mı hayal ediyor? Anadili, öğretim dili, ülkesinin dili Türkçe nerede?

Ziya Gökalp’in başlattığı Türkçülük’ten neden bir iz yok? Türkçeye söylenen şu dizeler yeni kurulan çağdaş Cumhuriyetimize yol göstermedi mi?

“Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.”


Yine Raif sesli düşünüyor:

“Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: “Bu beni anlamaz!” demişsem, bu sefer bu kadın için, gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak: “İşte bu beni anlar!” diyordum.”

Raif’in bir kökü, bir geldiği yer, ailesine, yeni kurulan devletine, yurduna ulusuna görevleri yok mu? Maria, bencil Batı kültürüyle yetişen, senin yurduna hiçbir katkısı olmayan, olmamış bir yabancı kadın, o seni ne kadar anlayacaktır?

Kendine bu yaşına kadar bakan, koruyup kollayan, geçim parasını yollayan babasının ölüm haberini aldığında genç Raif:

“Herhangi bir yerde doğmuş ve herhangi bir adamın oğlu bulunmuş olmak bu kadar mühim değildi. Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte tarafı hep teferruattı.” diyor romanda.

Kurtuluş Savaşı ile kurulan Cumhuriyetin ilkeleriyle ne büyük bir çelişki!

Beş parasız kaldığında bir yabancı kadın sana bakar mı, Türk kadınının çektiği çileleri çeker mi, oralarda ana baba bile 18 yaşından sonra çocuğuna bakmazken... bunu hiç düşündürmemiş okuruna yazar. Günümüzde Almanya’da okumuş, bir meslek sahibi olmuş Türk erkeklerinin bir araştırın çoğunun eşi Alman’dır. İşsizlerin, çok para kazanmayanın yüzüne bakılmaz. Yabancı kadınlar, okumuş, yüksek meslek edinmiş tipleri hiç kaçırmazlar. Türk erkekleri de böylelerine kolayca kanıverirler... Yabancı kadınla (dili – dini – ülküsü- gelmişi geçmişi ayrı) birliktelik, sanki yüzyılların biriktirdiği aşağılık duygusunu, kendine güvensizliği örtebilmek içindir... Türk erkeğinin pazarlanışıdır... Bunun sayısız örneklerini gördük biz.

Romanda Raif Efendi, eşine, kızları Necla ve Nurten’e çok uzaktır.

“ Raif Efendi’nin karısına karşı garip bir rikkati (merhamet) vardı. Aylardan beri sırtına bir kere bile mutfak elbisesinden başka bir şey giymeye vakit bulamayan bu kadına hakikaten acır gibiydi.”

“... Raif Efendi büyük kızından, Necla’dan bir şeyler bekler gibiydi. Yüzünün hareketlerinde, ağzını, ellerini oynatmakta boyalı teyzesini taklit eden ve bütün manevi kuvvetini de eniştesinin ukalalığından alan bu kızın...”

“ Babasına karşı arsızlığını hakaret derecesine getirmeye çalışan kardeşi Nurten’i azarlayışında bazen hakiki bir infial seziliyor...”


Raif Efendi’nin, on yıl sonra, Maria’dan bir kızı olduğunu öğrendiğinde, Maria’nın akrabası olan, kızını yanında tutan, yetiştiren, nişanlıyken ona buna sarkan, erkek delisi, yazarın tanıtımıyla “ihtiyar ve şişman” kökeni Hollandalı, kocası Prusyalı Alman kadına ise bir sözü yoktur. Yalnızca şunu sorar kendine: “Niçin bana o kadar hain bakmıştı?”

Maria’dan olan bu çocuk için:

“ Yatakta arkaüstü yatarak hep trendeki çocuğu düşündüm. Vagonun sarsıntılarıyla kımıldayan başını görür gibi oluyordum. Bol saçlı bir çocuk başı.”

“Hiçbir şey, aman yarabbi, kendi kızıma dair hiçbir şey bilmiyordum.”


Kitabın son sayfalarında, Raif Efendi’nin, hastalanıp eceliyle ölen Maria’ya karşı yakınmaları, af dilemesi:

“Asıl büyük ve affedilmez haksızlığı sana karşı yaptıktan sonra, hiçbir şeyi düzeltmek istemiyorum.”

Yaşamın, romanın sonunda sorgulanması:

“ Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam.”

Varlığını yeni öğrendiği Maria’dan olan kızı için Raif Efendi’nin dedikleri tam bir çifte standarttır. Türk eşinden olan, genç Cumhuriyet’in, yoktan var edilmiş başkenti Ankara’da büyüttüğü kızlarıyla hiç ilgilenmeyen adam, Almanya’da büyüyen, büyüyecek olan bu Alman kızına karşı içinden şunları geçirir:

“ Onun nasıl büyüdüğünü, nasıl mektebe gittiğini, nasıl güldüğünü ve nasıl düşündüğünü tasavvur ederek bundan sonraki senelerimin yalnızlığını doldurmaya çalışacağım.”

*
Benden bu kadar...

Kendini Raif Efendi’nin ve Maria’nın yerine koyarak “Bu büyük aşka” duygulananlara kolay gelsin...

Diyorlar ki, Türkiye’de bugün, Kürk Mantolu Madonna kitabındaki Madonna'nın, şarkıcı Madonna olmadığını bu tartışmayla öğrenen on binlerce insan var.

Okumadığı bu roman üzerine konuşan sunucu soruyordu: “ Kitabın nasıl konusu var? Ağlak mı?”

Ağlak! Hem de nasıl!..

Herkese iyi okumalar...

Feza Tiryaki, 3 Kasım 2016
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 986
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 2 konuk

x