NEYDİ BU?

NEYDİ BU?

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzt Eyl 11, 2017 7:33

NEYDİ BU?

Geçen hafta bayrama denk geldiği için ilçenin Cuma pazarı kurulmayacak denmişti, bu yüzden iki haftadır “pazar yüzü” görmemiştik.

Ulusal bayramlara denk geldiğinde pazarın kurulmadığını, dükkanların kapandığını son yıllarda ne gördüm ne duydum ama dini bayramlar söz konusu olunca akan sular duruyor demek ki... Bayram günü turiste hizmet, onları gezdirmek, eğlendirmek, bu yolla para kazanmak, tüm alışveriş yerlerinin açık olması bayrama engel değil de, köylünün pazara meyve sebze götürüp satması engel...

Daha önceleri de hafta pazarlarıyla ilgili yazılar yazmıştım, oralarda geçen pek çok öykü anlatmıştım. Şimdi anlatacağım ise bir başka. Akla hayale gelmez türden.

Hafta pazarları çok ilginç yerlerdir. En sevdiğin komşuna şöyle bir gitmekten, en sevdiğin işi yapmaktan daha oyalayıcı, dinlendirici, sahnede oynanan bir tiyatro oyununu izlemekten daha öğretici... Belki de daha eğlenceli... Köylümüzle buluşma, konuşma, hal hatır sorma, ayaküstü sohbet etme güzeldir.

Bu çıkarcı çağa direnen köylü kadınlarımız, atalarımızın gönül yüceleğini taşıyan köylümüz, işini sevgiyle saygıyla gören esnaf oradadır. Arada çıkan tek tük kötüyü sayma. İnsanoğlu bu, çiğ süt emmiş...

Alışveriş edenler sanki bizlerin kopyasıdır. Yanından öyle biri geçer ki ah yoksa bu ben miyim, ne kadar benziyoruz, aynı tarz giyinmişiz, tavırlarımız aynı dersin... Çocuklu genç bir kadını yıllar önceki senle karıştırırsın... Yaş yaşamış analar - atalar seni çocukluğuna götürür, bırakır, yoksa zamanda yolculuk mu yaptım, dersin... Sonra bir denk getirir tanışmadığın, bilmediğin bu kişilerle konuşmaya başlarsın, kırk yıllık ahbap gibi içini bile dökersin...

Orada dolaşanlar tanıdıktır, kimi, özünü korumuş bir Cumhuriyet kadınıdır. Memurları hemen ayırırsın, İngiliz turistler benek gibi bellidir, Suriyeli göçmenleri, garul gurul konuşmalarını duymadan çok önce, giyimlerinden, kara sakallarından bellersin...

Pazarlarda hep aynı kişilerden yaparsan alışverişini, satıcılarla ahbap olmaman imkansızdır. Köylü kadınlarla kaynaşmak için bir neden gerekmez. Kendiliğinden sorular sorarak birbirinizle yakınlaşırsınız. İki söz konuş sana yöresini, köyünü, eskileri, yenileri anlatsın... Sen onun bir derdine okumuş biri olarak derman olmaya çalışırsın, o sana toplumun çoktan unuttuğu eski gelenekleri yeniden anımsatır; temizlik, saflık, cömertlik, sabır, dayanma gücü ne demektir onlarla bunu yaşayarak anlarsın... Bir zaman sonra her görüştüğünüzde birbirinizin hatırını sorarsınız, uzun zaman görüşmediğinizde de, buluşunca, onunla, anan gibi, bacın gibi, kızın gibi sarılır kucaklaşırsınız... Yeri gelir birlikte ağlaşır, birlikte gülersiniz...

Bazen bir gülmece tadındadır onlarla yaşadıklarınız. Kayısı zamanı, önündeki kayısı sandığına kendi el yazısıyla büyük harflerle tanıtım yazısı yazar bir genç köylü kadınımız: “ÇEKER FARE”. Görünce gözlerin faltaşı gibi açılır. “Bu da ne?” dersin. Sorarsın. Zamane genci değil mi, kız, yanlışını kabul etmez, kendini savunur, yazdığını tekrar takrar okur: “Çeker fare”, neresi yanlış? der, çıkışır: “Sandıktaki tatlı kayısının adı, duymadın mı hiç?” Haydi, okulda öğretir gibi başlarsın: “Onun adı,”Şekerpare”, “şeker parçası” “çok tatlı” anlamında, fare ile ilgisi yok “pare”nin. Farsça bir söz bu. Hem, “şeker”, çe ile değil, ş ile yazılır, “çeker” nereden çıktı?” Kız doğru yazdığına emindir, yanlışı nerededir bir türlü anlamaz. Böyle tartışma uzar, sonunda kız, ben ilkokul dörde kadar okudum, der, zorsunarak, yazdığı kağıdı oradan kaldırır, suratı asılır...

Yine bir gün, en az altmış yaşında görünen bir köylüye yaşlı satıcı sorar: “Ne oldu emmi, evlendin mi, kız bulabildin mi?” “Yok ne gezer... Benim beğendiğim beni istemiyor, varacak olanları da ben beğenmiyo’m, kaldık evde...”

Sorunca durumu sana hemen açıklarlar. Karısı bir kaç ay önce ölmüş de, evli çocukları onunla ilgilenmiyormuş da, bakacak kimsesi yokmuş da... Yalnızlık zormuş da...

Köylüler arada çocuklarını da birlikte getirirler pazara. Babasının yanında, duvar dibine çökmüş bir kız çocuğu, ergen yaşlarda. Kaç yıldır tanırım, hep bir köşede cep telefonuyla oynar. Bir kez, hangi konuların ilgisini çektiğini sormuş, okuması için kitap getirmiştim. Harçlık verdiklerim de vardır pazarlarda, kendine bununla kitap al dediğim. Neyse geçen Cuma bu kızımız hiçbir şey yapmadan (babası cebi yasaklamış) köşede oturuyordu. Köyleri, Kaş’ın bir yaylasında. Yanımda yeni aldığım günlük gazetelerden bir tomar vardı. Boş oturacağına birini versem okur musun, dedim. Daha hiç gazete okumamış, gazete nedir bilmiyor. Eh Sözcü ile başlasın bakalım. Yeniçağ’ı versem içinde magazin haberleri yok, baştan sona okunacak gazete, eğlenceli gelmeyebilir. “Kaça gideceksin bu yıl?” “Lise bire.” “Hangi okula?” Bu soruma, suratı daha da asılıyor: “Bilmiyorum, babam biliyor. Ben oraya gitmek istemiyorum!”

Babası, gururla: ”Anadolu Lisesi” diyor. “Yoksa, imam hatipin lisesi mi?” dememe kalmıyor, kız başıyla onaylıyor, ağladı ağlayacak. Saçları at kuyruğu, diz altında pantolon, üste gömlek giymiş, öğrenmeye aç, zeki bakışlı, yaşına göre çelimsiz küçük bir kız bu.

İşte tam bu sırada pazarda başıma gelenler geliyor. Karşıdaki tezgahta epeydir aradağım beyaz lahana koçanlarına rastlıyorum, tam turşuluk. Tarlasından yeni toplanmış, dış yaprakları temizlenmiş, kökü kazınmış lahanalar. Taneyle satılıyor. Birini seçip bez torbama koyarken kulağımın dibinde bir kadın sesi:

“Bana da alıver bir tane, ablam... Allah rızası için. Çocuklara bir çorba kaynatayım.”

Dilencilerle başım hoş değildir eskiden beri. Onları anlayamam, hele genç ve güçlü görünenleri. Sonra hangisi muhtaç, hangisi dolandırıcı bilmek güçtür. Onların şirket gibi çalışanlarını da duyarız, yakalandıklarında üstlerinden çıkan servet değerindeki paralara şaşarız. Bir zamanlar, 90’lı yılların başlarında İstanbul’da yaşarken onları aklıma takmıştım. İçlerinden birini de belli etmeden uzaktan izlemiştim, hiç unutmam. Ataköy, beşinci kısım çarşısının girişini tutmuştu bir kara çarşaflı. Cuma namazı öncesi. Her geçenin yolunu kesiyor, geçenin tipine, yaşına başına göre de sözler söylüyordu: ‘Allah seni sevdiğine bağışlasın oğlum, Allah sağlık versin, kazalardan belalardan korusun, bahtını açık etsin güzel kızım, tuttuğun altın olsun beyamcam, işlerin rast gitsin... Bir sadaka ver kötülükleri defetsin...” Yolu kesilen herkes bu sözleri de duyunca elini cebine atıyor, ne bulduysa veriyordu.

“Bir lahanacık da bana alıver.”

Önce kadının sözlerine aldırmayayım, nasılsa bir başkasına gider, satıcıdan ister, dedim ama olmadı. Kadın ısrarcı, dönüp yüzüne baktım. Siyah uzun kollu dar bir gömlek giymiş, altında çiçekli şalvarı, başı arkadan boğumlu tülbentle bağlı gencecik, ela gözlü bir kadın. Küçük bir oğlan çocuğunun elinden tutmuş. Oğlan bir armutu kemirip duruyor. Kadının elindeki torbalarda sebzeler var. Huyumu biliyorum, isteyene vermezsem, aldığım lahanayı çöpe atacağım, boğazımdan geçmeyecek. “Tamam, al” dedim, parasını satıcıya uzattım. Oğlancığa da dondurma alsın diye küçük bir kağıt para verdim.

İş, asıl bu andan sonra başladı. Kadın benim peşimi bırakmaz. Arkama takıldı. Birden aklıma geldi, bu kişi Suriyeli bir göçmen olmasın. Ülkemize sokulan dinamitlerden... Dili, aksansız bir Türkçe ama yine de sordum: “Suriyeli misin?” “Değilim.”

“Ben dilenci değilim. Erzağa ihtiyacım var, et, peynir, yoğurt... Bana erzak alıver, açız.” Sonra modaya uyup dinden vuruyor: “ Zekat verdin mi, bunu zekatın say, zekat yerine bana erzak alıver.”

O arada köyden bir komşumuzla, tanıdıklarla karşılaşıyorum, şaşkın bize bakıyorlar.

Durumu açıklamama gerek kalmıyor, çocuklu kadın, hep aynı sözlerle neden arkamdan geldiğini, peşimi bırakmadığını ortaya anlatıyor.

“ Gelin size evimi göstereyim, şuracıkta, halimi görün. Yardıma ihtiyacım olmasa ister miyim?” diyor, ısrarla, ben dilenci değilim, para istemem, erzak yardımı yapın, diye yineliyor.

“İyi, gelin, Migros şurada, gidelim.”

“Buyur, acil ihtiyaçlarını al.” Derdim, onurunu kırmayayım, yanlış yapmayayım: “Şuradan süt al çocuğa, yoğurt şurada.”Yanıt, kırk yıl düşünsem bilemeyeceğim türden: “Süt istemem, çocuğum yokluktan süt içmedi ki hiç, alışık değil.”

Tokat yemişten beter oluyorum. Bu kadar mı acımasız bir toplum olmuşuz, sosyal devlet yapımız hiç mi kalmamış... Süt içmeden büyüyen çocuk... Olabilir mi?

Çocuk, meyveli, küçük kutucuklardaki yoğurtlardan birine uzanıyor. Annesi: “Bırak onu oğlum!” Çocuk yemeyecekse kim yiyecek meyveli kutu yoğurtlarını? Dünya adaletsiz: “Niye? Seviyorsa, yiyecekse, alsın.”

Anne, sonra, paketli yiyeceklerin küçüklerini bırakıp hep büyüklerine uzanıyor. Koliyle yumurta, beş kiloluk şeker, bir kiloluk topak tereyağ... Büyük boy pakette çay. Ne fiyatlarına bakıyor, ne indirimde olup olmadıklarına. Bazılarını engelliyorum, markaları yüzünden, onu değil şunu al. Anlamıyor: “O zaman margarin alayım. “Teremyağ” türleri. Kendi yemediğimi niye layık göreyim başkasına? “Yok, margarinler sağlıksız, olmaz.” Pınar ürünlerinden alacak oluyor, bende de takıntı bir değil ki, “Pınar” ürünlerine aylar önce başlatılan boykotum sürüyor, olmaz; Sütaş, o markanın işvereni grev yapan işçilerinin üstüne bok attırmıştı geçen yıl, olmaz.

Sonra biz kendi yağımızla kavrulan kişileriz, nasıl demeli, ortadan git, diye?

Gönül, isteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü, kadıncağızın istemediğini de al diyor ama olmuyor işte. Kötü bir günümde yakalandım, yanımdaki param kısıtlı, alışverişte de nakit kullanırım. Keşke pazarda eline acil gereksinimlerini alabilecek miktarda bir para sıkıştırsaydım, bunları hiç yaşamasaydım.

Düşte gibiyim, başım ağrıyor. Eğer yoksulsa bu kadın, bu çene, bu çok bilmişlik nereden geliyor? Yoksul değilse, yalnızca dilenciyse, kendimi, zamanımı niye kullandırıyorum. Sıkılması, çekinmesi de yok. Tek yapabildiği insana kendini kötü hissettirmek... Yoksa, bir yerde şaka kamerası kurulmuş da bize el mi sallayacaklar? Bu yörede yoksul az. Geçim, turizmden ve seralardan. İsteyene, seralarda her zaman iş var.

Bu arada temizlik malzemelerine de ihtiyacım var, çamaşır tozu da alayım mı deniyor. O ünlü, “Bohçacı Kadın” öyküsünü yaşar gibiyim. Hani eskiden bohçacı kadınlar varmış, evlerdeki saf kızları, gelinleri kandırır, hipnoz eder, onu da getir, bunu da getir diyerek evlerini bir güzel soyarlarmış. Kafam iyice karışıyor. “Ne bu şimdi?” Erzak derken, bir eve bir yıl yetecek ölçüde çamaşır tozlarına kadar gittik...

Neyse, kasada, onu al, yerine bunu koy, hangisi önemli dengelemesinden sonra ödemeyi yaptırıp oradan kaçıyorum. Sonra duyduğuma göre, bizi gözlemleyen bir müşteri, durumla ilgilenmiş, kadın, “Ben dilenci değilim, belediye bu öğleden sonra bana yardım kampanyası başlatacak, muhtacım.” deyince de, adam, bir yüz liralık erzak da benden olsun, demiş.

Akıllar tutulmuş. Madem öyle, şimdi neden dileniyorsun diye sormak akla gelmemiş.

Aldıklarını, dışarda, yol kıyısındaki arabalı bir pazarcının naylon meyve sandıklarına bırakan kadını, uzaktan, çocuğunun elini tutmuş yeniden pazara girerken görüyorum. İçim buruk, pazar alışverişimi bitirmeden oradan ayrılıyorum.

Başım dönüyor.

Yediğimden yiyeceğimden, yemekten içmekten, yaşamaktan bir tiksinti geliyor içime.

İnsan, yiyen içen bir canlı. Yemezse ölür. Diriler yer, ölülere artık bunlardan hiçbiri gerekmez...

Kimi ne isterse yer bu dünyada, kimi bulduğunu. Kimi, en sağlıklı, özenle yetiştirilmiş besinleri tüketir, kimi bilinçsizce, doymak için yer, kimi, ne ucuzsa, neyi alabiliyorsa, kesesi neye yetiyorsa onu.

Kimi Yunan adalarında (?) keyif çatarken, kadınlara kızlara, lükse, şatafata para saçarken, kimi pazarlardan artık toplar. Kimi bilmem kaç milyon avroluk yatında, torunu yaşındaki kızlarla gününü gün ederken, kimi ay sonunu nasıl getiririm, çocuğumun okul masrafını nasıl karşılarım derdindedir. Üste para veren (burslu), bana dayatılan “malum” okullara vereyim bari çocuğu, hiç uğraşmayayım diyenler, battıkça batarlar... Okul harçlığı için inşaatlarda çalışırken ölen gençler, ailesine yardım ederken işyeri kazalarında ölen ergen çocuklar...

Parayla algısı satın alınan, dincilere paçayı kaptıran her yaştan birtakım zavallılar...

Bol paralı ama aklı kıt, düşünme yetisini yitirmiş sosyetikler... Her devrin açıkgözleri, çıkarcılar, yalakalar, omurgasızlar...

Bir de, neyin nesi olduğunu çıkaramadığım, çözemediğim insanlar... Yeni tür dilenciler...

Onlara kansan bir türlü, kanmasan bir türlü. Umut dünyası boşuna mı deniyor? Bir ağzı dualıya denk gelmek, sırf masallarda mı? Dönüşte, pazarda, anneyle bizi gören tanıdıklardan biri, inceden dalgasını geçti aynı gün. Şakadan boyun büküp el açarken şöyle diyor:

“Hocam, çocuk okutuyorum, beni Migros’a bir getiriver...”

İnsana kayıtsız kalamamak alay konusu oluyor günümüzde, kim doğru söylüyor, kim yalancı, bilinmiyor. Belki de dilenciliğe, sadakaya iyice alıştırıldı toplum...
*
Dilencilik nedir, ne değildir? Toplum bu durumlara nereden nasıl geldi?

Neredeyiz, nereye gidiyoruz?

Söyleyin, “Neydi bu?”

Feza Tiryaki, 10 Eylül 2017
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 987
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

cron

x