OKUMA - YAZMA, SADİ ÜZERİNE

OKUMA - YAZMA, SADİ ÜZERİNE

İletigönderen Feza Tiryaki » Cum Ara 01, 2017 21:09

OKUMA - YAZMA, SADİ ÜZERİNE


Çok köşe yazarı, bilgiağı ortamında caydı yazmaktan, kitap yazmaya yöneldiler. Sanki suya yazı yazıyorum, yazdığımı kim okuyor, okuyan anlıyor mu, anlayan kılını kıpırtadıyor mu, yazmak devri geçti diyen diyene... Artık sıradan insanla değil, donanımlı, kitaplarını okuyanla iletişim kuracak kimi de.

Herkesin kendi bileceği şey, neyi yapıp yapmayacağı. Kaç kez, ben de caydım bilgiağında yazmaktan, yazdıklarımı bastırmakla, biriken yazı dosyalarımla, onları kitaplaştırmakla uğraşayım, buralarda yitip gidiyor, ele gelsin, gözle görülsün, boşa gitmesin emeklerim dedim. Dedim, dedim, yine buradayım, yıkılırken yeniden doğrulan, yazmaktan umudunu kesmeyen bir dövüşçü olarak. Bir kez daha deneyeyim, diyorum, bu son, bir kez daha...

Bazen gönlümden şu da geçmiyor değil: Özveriyle yazdığım, gündemi anlatan, yaşadığımız günleri ilerde tanıtacak, bilmeyene öğretecek, bilene anımsatacak, dilimizi sevdirerek - okurlarıma göre - bir solukta okunan günlük uzun yazılarımı bilgisayar kullanmayan da okusun diyecek bir yayınevi, onları kendiliğinden kitaplaştırmak isteyecek, bana ulaşacak... Olur a, niye olmasın?

Kişi hayal ettiği müddetçe yaşarmış... Ömrümüz kaldıysa daha, yaşayalım, görelim bakalım.

Okumayı sevdirmek için, çocuklara, gençlere her fırsatta kitap armağan ederim, çevrem bilir, evde mutlaka yeni alınmış yerli – yabancı gençlik kitapları bulunur bir tepe, dağıtılmak üzere...

Klasikleri, pek çok nedenle, yeniden okuduğum da olur ama yenileri, ilk kez gördüklerimi mutlaka gözden geçiririm, neymiş, ne anlatıyormuş bu kitaplar diye.

Kitapçılara uğrayanlar bilirler, oralar da değişti artık. Vitrine konanlar, öne çıkarılanlar dinci kitaplar; bizden, dinci, bölücü, Amerikancı “malum” yazarların yazdıkları. Bunların arasında Nasrettin Hoca kitaplarının bile İngilizce çevirisini bulabilirsiniz, onlarla “kolay İngilizce” öğrenilecekmiş. İngilizce kanımıza işlemiş, öğrenilmesi şart koşulmuş, öylesine öne itekleniyor İngilizce kitaplar. Türkçemiz öksüz... Bunun yanında, yarısı “eski Türkçe” yazılan kitaplara ne diyeceksiniz? Bir sayfa bizden, bir sayfası karşı devrimden... Bu tür dergiler de gördüm, hem de kitapçıdan önce, tanıdığım bir “öğretmen” evinde. Aylık çıkan bir yayınmış. Yarısı eski Türkçe (Arapça seslerle yazılı), parlak kağıda basılı lüks bir dergi. “Ne yapıyorsun bunu?” “Ha o mu? Abone oldum da dergiye. Böylece eski yazı öğreneceğim.”

Bu tür pek çok kitap var piyasada, kıyısından köşesinden kemiriliyor dilimiz, yavaş yavaş kanımıza girilecek, en büyük gücümüz, Atatürk’ün bize en büyük armağanı “Türk yazı dili” bozulacak. Okuma, okuduğunu anlama, yazma yetimiz körleşecek... Böyle böyle toplumu alıştıracaklar, gençlerimiz zaten az okuyordu, ilerde Türkçe okuduğunu da anlamayacak, “Türk Yazı Dili” yaralanacak, eloğlu diline sarılırken, bizimkiler anadilinden koparılacak, çocuğun boş kalan kafası tın tın ötecek...

Bir gizli tehlike daha var. Çok okunan, Türkçeye çevrilen yabancı romanların hemen hepsi açık - gizli misyonerlik eden kitaplar. İnceleyin göreceksiniz. Tüm dünyada tek dini, hristiyanlığı hakim kılacaklar, belli oluyor. Küresel çete iyi çalışıyor, yazarları buyruğuna almış, alan razı satan razı...

Biz de, bunlara karşı önlemler alacağımıza; dinci yönetim kurmaya, Araplaşmaya, Cumhuriyet öncesine dönmeye sanki yeminliyiz. İçimizi misyoner kurtlar kemiriyor, dışımız şeriata koşuyor. Kitaplar, günlük uygulamalar o yönde. Kitapçılarda bile “Laik Cumhuriyetimizi” ara ki bulasın...

Neyse, kitap seçerken ilçenin tek kitapçısında, aylardır hep karşıma bu kitap (Gülistan) çıkıyordu, baskıyı şöyle bir inceleyip, klasik “Türk – Dünya” eserlerinin yanında ondan da üç beş tane satın aldım, fiyatı da uygun (7,5 lira), 206 sayfa; kusuru, ilk bakışta yazı büyüklüğünün normalden küçük olması, deneyince gördüm, okurken zor okunması. Bu kitap, ülkemizin yeni modası, dayatması, dinci yayınlardan sayılıyor demek, çeşit çeşit baskıları değişik yayınevlerinde yapıldığına göre.

Kitapta ilk sayfada, “Antik Dünya Klasikleri” yazıyor. Kitap, 2012 basımlı. Bir adı da “Antik Şark Klasikleri”. Eskiye dönüş, Osmanlıya hayranlık, yayıncıya, Türkçemizde Şark’a “Doğu” dendiğini unutturmuş. Gülistan'ın yazarı “Şirazlı Sadi”, İranlı. Önsözü, kitabı yayına hazırlayan Sadık Yalsızuçanlar yazmış. 1200’lü yılların ortalarında çıkan kitap, 1300’lü yılların sonunda ilk kez Türkçeye çevrilmiş. Bu baskıyı hazırlayanlar da Türkçe çevirileri karşılaştırarak yeniden düzenlemişler.

İlk bölümünde, yazar,“Toprak ve rüzgar durdukça Fars’ı fitne yelinden koru Allahım”, diye dua ediyor. Doğal olarak, öncelik kendi soyuna. Kitapta Fars ve Arap var, onların sultanları, dervişleri... “Celaleddin Melikşah’ın tarihine göre”, ilkbaharın ikinci ayı nisanın başlarıydı.” diye geçiyor da bir öyküde Selçuklu sultanının adı, aynı sayfada, Türk’e gönderme yok. Türkçenin zaten adı yok! Bu dönemde Selçuklu’da edebiyat dilinin Farsça olması, Sadi’ye, “sultanın takvimi”ni andırmış da olabilir. Öykülerin birinde her nasılsa “Türk” adı geçiyor, Mahmut Harzemşah’tan söz edilirken. Şah, onu elçilerle birlikte Kaşgar’a göndermiş “Hıtay”la barış için.

“Orada her yönüyle bir Türk güzeli sayılabilecek birini gördüm.” diyor.” Zemahşeri’nin (Arap edebiyatçı) kitabını eline almış, “Zeyd Amr’ı dövdü.”cümlesini okuyordu.” “Harzem’le Hıtay barıştılar. Zeyd’le Amr’ın düşmanlığı hâlâ sürüyor” dedim.”

Karşılıklı Şirazlı Sadi üzerine konuşuyorlar:

“Dinle dedim ve şu dizeyi okudum: Bir güzele tutuldum, Zeyd’in Amr’a saldırışı gibi hücum ediyor bana.”
“Burada onun Farsça şiirleri ünlüdür. Eğer Farsça okursan daha iyi anlaşılır, dedi.”

Kitaptaki tanımla, “Türk güzeli sayılabilecek biri” denilen kişi, yani Türk ülkesinde bir Türk, tanımadığı kişiden Sadi’nin şiirini Farsça okumasını istiyor, Farsça okursan daha iyi anlaşılır, diyor. Türk bile Türkçe konuşmuyor. Türkçenin adı yok bu kitapta. İlginç.

“Yunanistan’da haramiler bir kervanı soydular” diye başlayan öyküsüne de şaşırıyorsun. Türkiye yok ama aynı dönemde Yunanistan var kitabında, Yunanistan’da kervanlar bile var... Yoksa Türk vatanıyla Yunanistan’ı karıştırmış mı? Kitap, öğütler, ders alınacak öykülerle dolu. Bazı öğütler kulağa hoş gelen dizelerle yazılı.

Suriyeli, Horasanlı, Bağdatlı, Rumelili (Makedonya), Moğol, Halep, Mısır, Yemen, Şiraz (İran), Serendip adası (Hindistan), Basra - Sincar (Irak), Şam, Trablusşam (Lübnan), Mekke, Bağlebek (Lübnan), Nuşirevan, Elvend Dağı (İran), Calinoz (Yunan)... gibi sözler, yer adları geçiyor öykülerde. Bir öykü de Diyarbakır’dan, Diyarbekir diye yazılmış, Türk adı burada bile yok. Öykünün adı “Ölüm Dileği”. Çirkin bir oğul, zavallı bir baba:

Diyarbakır’da yaşlı ve zengin bir adama misafir olmuşmuş.

Adamın, tek, yetişkin bir oğlu varmış. Ev sahibi oğlundan şikayet ediyor. Şehrin aşağısında bir ziyaret yeri varmış, adam, oraya defalarca gitmiş, dilek dilemiş, yakarmış bir oğlum olsun diye. Yıllar sonra bir gün, biricik oğlunun, arkadaşlarına:”Ben de gidip o ağacın altında babamın ölümü için dilekte bulunmak istiyorum!” dediğini duymaz mı?

Bu öykünün altında da Sadi’nin dizeleri, ikinci dize, “uğramayan” sözünden sonra virgül istiyor:

“Babası, oğlum akıllı diye seviniyor, oğlu babam bunaktır diye yeriniyor, / Babasının kabrine yıllar boyu uğramayan çocuğundan hayır ummasın.”

Dervişlerle, şahlar, sultanlar arasında geçiyor öyküler. Daha başlangıcında, Sadi, zamanının sultanını öyle övüyor ki, ancak bu kadar yağ çekilebilir bir yöneticiye diyorsun:

“ Padişahımdan önce karışıklık, kıtlık ve zulüm bulutları dolaşıyordu ülkemin göğünde. O’nunla birlikte güven, bolluk ve adalet rüzgarları esti. Başında O’nun gibi bir gölge olduktan sonra Fars ülkesine çağın belaları uğrayamaz.”

Sonra, anı öyküleri, dinledikleri, özlü sözleri başlıyor:

“İki şey akıl kıtlığına işaret eder: Konuşacak yerde susmak, susacak yerde konuşmak.” sözü epey düşündürücü.

Padişaha söylenen, “Elindeyken değerini bil gücünün, birgün uçup gidecektir çünkü.” öğüdü bir dervişin ağzından. Devamı:

“Devlet yönetimini yürütenler para ve silah gücünü ellerinde bulundururlar. /Fakat bunu yoksulları gözetmek için yaparlar / Koyun çobana değil, çoban koyuna hizmet eder.”

“Korktuğun veya muhtaç olduğun kimseyle kavga etme.” özlü sözü, çıkarcılığı kollayan (!) güzel bir akıl.

Dil adlarından kitapta yalnızca Arapça, Farsça adları geçiyor, örneğin biri şöyle:

“Arapçayı Bağdatlı nasıl iyi bilirse, / aşk bilgisini de en iyi Sadi bilir.” Bir yerde şunu diyor:

“Bir Arap’ın çocuğuna şöyle dediğini duydum: Hesap gününde ne kazandığın sorulacak, hangi kavimden ve hangi babadan olduğun değil.”

O zaman neden baştan sona Fars ve Arap diye tutturmuş gidiyorsun? Büyük devlet kuran Türk sultanlarının adını geçiriyorsun da, yanılıp bir kez bile Türk demiyorsun?

“Arap sultanlarından birinin...” “ Yaşlı ve hastaydı Arap sultanı...”

"Hind seferimiz, Hindistan’ın sınır şehirlerinden... "
gibi söze girişleri var, bazı ülkelerin, yerlerin adı doğrudan yazılmış.

“Arap atasözü şöyle der: Cömertlik yapana yarar sağlar, bu yüzden verince minnet altında bırakma yoksulu.”

Nuşirevan (İran - Sasani sultanı) üzerinden anlatılan öyküde, devlet adamı örneği, sultanın sözüyle desteklenerek verilir:

“Halkın bağından sultan bir elma yiyince, adamları ağacın kökünü söker.”

Şair ve Hırsız adlı öyküsü bir Nasrettin Hoca öyküsü. Sadi, Nasrettin Hoca ile aynı dönemde yaşamış. Bu, “Taşları bağlayıp köpekleri salmışlar” sözü bizde pek ünlü değil mi? Burada olay, haramibaşı ile şair arasında geçiyor. Haramibaşını şair kasideler söyleyerek övmüş, buna karşı haramibaşı şairi soydurmuş, çırılçıplak dışarı attırmış. Dağdan inerken aç köpekler çıkmış şairin karşısına, şair onları kovmak için taş almak istemiş yerden, buz tutmuş taşı yerden koparamamış: “Bunlar nasıl insanlar, köpekleri salmış, taşları bağlamışlar.” demiş. Gerisi biraz garip:

“Haramibaşı duydu şairi ve gülerek, “Dile benden ne dilersen?”dedi. “Giysilerimi istiyorum.” dedi şair.”

Şaire giysilerini vermişler, biraz da para vermişler. Bizim hocamızın öyküsündeki tat yok. Kötüye (haramibaşı) yaltaklanan şair, acımasız haramibaşı. Nasıl duyuyorsa, görüyorsa haramibaşı, dağdan inerken taş atmaya çalışan çıplak adamı, ona gülerek, dile benden ne dilersen, diyor. Çirkin bir öykü. Şairle hırsızın arkadaşlığı. Sonuç, şair aşağılanıyor, bir de sadaka veriyorlar, alıyor. Sadi bu öyküsüne yorum katmamış.

Bizdeki Nasrettin Hoca öyküsünü, öykü, ülkemizdeki bazı güncel durumlara çok benzediği için olacak, bu son yıllarda onu anlatmayan, yeri geldikçe anımsatmayan kalmadı:

Yolu bir köye düşen hocanın, etrafını köpeklerin sarması, köpeklere buz tutan yerden taş alıp atamayınca, söylenmesi: “Ne biçim memleket, taşları bağlamışlar, köpekleri salmışlar!”

Kitapta geçen yer adlarının, sultan, şair, ülke adlarının, yabancı sözlerin altına açıklamalar konmalı, okur bilgilendirilmeliydi. Emekten kaçınılmış.

“Halep’teki bezzazlar (manifatura) çarşısında" diye başlayan bir kısa öyküdeki öğüt:

“Bulduğuyla yetinme en büyük zenginliktir. / Ondan daha büyük bir hazine yoktur.”

Öykülerde şeriatın izleri de var:

“Hırsız dilenciye, “Utanmıyor musun?” dedi, “bir lokma için alçaklara el açıyorsun?” Dilenci, “Bir tane gümüş için el açmak, bir denk için el kestirmekten iyidir.” diye cevap verdi.”

Öykülerde geçen adların çoğu, İran’ın önemli kişileri, devlet kurucuları, böyle kişiler mutlaka bir Arap'la söyleşiyorlar. İki kültür, iki dil, tekmiş gibi iç içe anlatılıyor. Doğal olarak okurda hayranlık uyandırılıyor, içten içe benimsetiliyor bu kültür. İyi güzel de, şimdi anlatacağımız öyküdeki aşağılamaya ne diyeceğiz? Bunu okuyan çocuğumuz ne düşünecek?

“İki Yüzlü Derviş”, bu öykünün adı. Bir derviş padişaha konuk olmuş, hakkında iyi düşünmeleri için sofrada az yemiş, namaza durduklarında namazı fazla kılmış. ”Saatlerce dua etti, zikir yaptı. Sahte gözyaşları döktü.” diye anlatıyor Sadi ve hemen ardından şu dizeleri söylüyor:

“Ey Arap derviş!
Korkarım Kâbe’ye ulaşamayacaksın. / Katıldığın yol Türkistan’a gider.”


İkiyüzlü derviş evine dönmüş, eşinden yemek hazırlamasını isteyince oğlu şaşırmış, babasının davette az yedim demesi üzerine, öyleyse namazını da yenile makbul bir namaz kılmamışsın demiş.

Öykü, bu; Türk yurdu Türkistan, burada Kabe’nin karşıtı. Kötü yol.

Kufe Camisi öyküsü, eskiden camiye ayakkabıyla girildiğini düşündürüyor.

Bir keresinde beş parasız kalmış, ayakkabı alacak param olmadığından çıplak ayakla Kufe Camii’ne girmek zorunda kalmıştım, diyor Sadi.

Bu yüzden büyük üzüntü duymuş önce, sonra da ayaksız birini görmüş camide, durumuna şükretmiş. İçerik olarak da çok incitici, bedensel özürlüleri üzecek bir öykü. Ya kırkayak öyküsü?

Eli ayağı olmayan bir adam kırkayağı öldürmüş. Bir Allah dostu (?) görünce durumu, şaşmış, “Allahın işine bak” demiş. Neden mi? “Onlarca ayağı olan bir canlıyı elsiz ayaksız birine öldürtüyor.” Biri bedensel özürlü bir insan, onla kıyaslanan, zehirli, sokan bir öldürücü böcek. Ne alaka?

En düşündürücü sözler de, “siyahi köle”yi, yani bir zenciyi anlatan ırkçı sözler:

“Süleyman peygamberin mührünü çalan cinden daha çirkindi köle. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte denilenlerdendi. Yusuf’ta güzellik, kölede çirkinlik doruğa çıkmıştı. Anlatmak imkansızdı çirkinliğini. Koltuk altları temmuz güneşi altındaki leşten daha pis kokardı.”

“Ölüm Müjdesi” adlı öykü ilginizi çekecektir eminim. İran sultanına:

“Düşmanlarından biri öldü!” diye muştulamışlar. Sultan, bilge ya, şunu demiş:

“ Onu aldı da beni bırakacak mı? Bu nasıl bir müjdedir? Hiç ölüme sevinilir mi?” Sadi sözü bağlamış:

“Düşmanın ölümüne sevinilmez. Kimsenin hayatı sonsuz değildir.”

Bu da, “suskunluk” üzerine bir öyküsünden, İran’ın ünlü bir veziri (Büzürcmihr) demiş:

“Sözlerim etkisiz kalıyorsa konuşmamın gereği yoktur. / Bir körün yolu üzerinde kuyu varsa, bu durumda konuşmam gerekir.”

Günümüzde de yol üstündeki kuyuları görenler, görmeyene anlatmalı, öyle değil mi? Yazmak, okumak toplumu güçlendirir.

Sözü yerinde kesmeli:

“O anlatırken yorulmadı, ben dinlerken yoruldum.” Sadi, bu sözü, çok konuşan, hayalci bulduğu “Türkistan’lı tüccar” için söylüyor.

Şirazlı Sadi demiş bu sözü de:

“Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun!”

Feza Tiryaki, 1 Aralık 2017
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 986
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 2 konuk

x