‘Oltadaki balık Türkiye’

Tartışma Alanı

‘Oltadaki balık Türkiye’

İletigönderen Başkomutan » Prş May 13, 2010 15:59

‘Oltadaki balık Türkiye’


Balyoz'a Füze, Füzeye Kalkan: Türkiye

Rockefeller’a göre Türkiye’ye yapılacak yardımlar özünde ‘herhangi bir komünist
saldırıyı ve ulusal hareketleri önlemeye’ yaramalıydı
‘Oltadaki balık Türkiye’
Anımsayalım, 11 Eylül’de (2001) New York’ta bulunan Dünya Ticaret Örgütü’ne /
İkizlere yönelik saldırıları, NATO, NATO’yu oluşturan devletlere ve NATO ile korunan
sisteme bir saldırı olarak nitelemiş, ABD dışındaki 18 NATO ülkesi, NATO statüsünün
5. maddesinin işleme konulması kararını almıştı.
Bu kararıyla NATO, ABD’ye yapılan saldırının terörist bir örgüt ya da örgütler
tarafından değil, devlet ya da devletler tarafından yapıldığı görüşünü benimsiyor ve
bu nedenle, NATO-dışı alanlara askeri müdahalenin NATO ile korunan sistemi savunmak
olduğu görüşünde birleşiliyordu. Bir başka deyişle saldıran devletlere saldırı,
özünde sistemin savunulmasıyla sınırlıydı. İşgal gibi, yayılmak gibi, herhangi bir
ülkenin yönetimine ve zenginliklerine el koymak gibi amaçlar taşımıyordu.
Şöyle de düşünülebilirdi: İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından, Stalin
döneminde, Sovyetler Birliği’nin, Boğazlar’ı iyi koruyamadığı, Montrö Antlaşması’na
yeterince uymadığı için, Çanakkale ve İstanbul boğazlarını Türkiye ile birlikte
korumak istemesi, Türkiye’yi ABD’den yardım istemeye yönlendirmiş, 1947’de, Truman
Doktrini çerçevesinde, Yunanistan’a ve Türkiye’ye “ulusal bütünlüklerini korumak ve
özgür ulus olarak varlıklarını sürdürmek için” yardım yapılması yasası
çıkartılmıştı.
Rockefeller’in 1956’da Eisenhower’a yazdığı gizli mektup, Türkiye’ye, “ulusal
bütünlüğünü korumak ve özgür ulus olarak varlığını sürdürmek için” yapılan yardımın
ardındaki amacını açıklıyordu. Yapılacak yardımlar, özünde, “herhangi bir komünist
saldırıyı ve ulusal hareketleri önlemeye” yaramalı, bağımsızlık hareketlerini
güçlendirecek nicelikte ve nitelikte olmamalıydı.
“Komünist saldırı” ile “ulusal hareketler”i, birbirinin tamamlayanı olarak koyan
Rockefeller grubunun mektubu, “gizli”ydi, amaç ise açık ifade edilmişti.
Türkiye’nin “ulusal bütünlüğünü korumak” için Türkiye’ye yapılacak yardımı,
“herhangi bir komünist saldırıyı önlemek” için yardım olarak; “özgür ulus olarak
varlığını sürdürmek için” yardımı da “ulusal hareketleri ve bağımsızlığı önlemek”
için yardım olarak okumak gerekiyordu.
Başkan Eisenhower’e mektubunda Rockefeller, düşüncelerinin en somut örneği olarak
İran’ı göstermişti:
“Ekonomik yardımı harekete geçirerek, diyordu, İran petrolüne el koymayı başardık ve
bu ülkenin ekonomisine yerleştik. İran’da ekonomik konumumuzun güçlenmesi bu ülkenin
dış politikasının kontrolümüz altına girmesini ve özellikle Bağdat Paktı’na üye
olmasını sağladı. Bugünkü İran Şahı, elçimize danışmadan hükümetinde herhangi bir
değişiklik yapmaya bile cesaret edememektedir.”
‘Balığın yeme ihtiyacı var’
“Bayrağın ticareti takip etmesi”nin bir Amerikan geleneği olduğu notunu düşen
Rockefeller, Amerikan ekonomik yardımının “bizimle dost olan ve bize uzun süreli,
sağlam askeri paktlarla bağlanmış bulunan anti-komünist hükümetlerin iktidarda
olduğu ülkelere yapılacak yardımların ve açılacak kredilerin öncelikle askeri
nitelikte olması” gerektiğini belirtiyor ve oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı
olmadığını ifade ediyordu.
Örnek olarak Türkiye’yi göstermişti. M. Emin Değer’in kitabına ad olacak “Oltadaki
Balık Türkiye”ye yapılacak genişletilmiş iktisadi yardımın, bazı durumlarda,
istenilenin tersi sonuçlar verebileceği, yani bağımsızlık eğilimini arttırıp varolan
askeri paktları zayıflatabileceği kaygısını dile getiriyordu. “Türkiye gibi ülkelere
doğrudan yardım da yapılabilir, ama bu, ancak bize uygun ve bağlı hükümetleri
iktidarda tutacak ve bize muhalif hükümetleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda
olmalıdır”
diyordu.
İran’da, “Musaddık” ile simgelenen ulusal başkaldırı, CIA’nın tertibiyle alt
edilmiş, İran Şahı sığındığı Avrupa’dan eşiyle yurduna ve tahtına kavuşmuştu. Ne var
ki, yurduna kavuşan “şah” değil, petrole ve yönetime el koyan ABD olmuştu.
“İslam”, burada, emperyalist egemenliğe karşı, bağımsızlığın silahı olacak, sürgünde
güçlenen Humeyni’nin önderliğinde, adı “devrim” olan emperyalist gericiliğe ve
krallığa (monarşiye) karşı ilerici, ama aklın ve bilimin kılavuzluğunda
çağdaşlaşmaya karşı ilkel, bağnaz ve gerici bir sürece kilitlenecekti İran.
Humeyni’yi destekleyen İran Komünist Partisi TUDEH, desteğinin ödülünü idam
sehpasında almıştı.
Türkiye’ye koşut bir süreçti İran’ın süreci. Bir farkla ki, okların hedefleri ters
yöndeydi. Komünizmden ülkeyi “ayıklama”nın aleti, din değil, siyasallaşan İslam oldu
ve Komünizmle Mücadele Derneği’nin yatağında, “dolaylı saldırı”ya karşı, özel
savaşın bağrında, Saidi Nursi’nin CIA’dan olma gayrimeşru çocuğunu doğurdu. Humeyni,
bağımsızlığı İslam zırhıyla sararak Gülen bağımsızlık zırhını İslam ile sararak biri
yurdunda ABD’yi tutsak aldı, öteki ABD’nin Truva atı, CIA’nın robotu olarak yurdu,
ABD’nin oda hizmetçisi yapmaya soyunduruldu.



Türkiye için bir zul
Rockefeller’in İran ile ilgili sözleri, bize savaş sırasında ve savaş sonrasında,
ABD’den askeri yardım isteyen Cumhurbaşkanı İnönü’yü anımsattı. 27 Mayıs 1960
sonrasında, 1963’te “Başbakan” olarak İnönü, “Daha bağımsız ve şahsiyetli bir dış
politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor” diyor, “Bir görev
veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington’ın haberi oluyor. Sonucu memurumdan
önce, Amerikan sefirinden öğreniyorum.”
“Bu sorunun üstüne, vakit geçirilmeden eğilmek gerekir” diyen İnönü “Yoksa bağımsız
dış politikadan bahsedilemez. Hatta iç politikada bile bağımsızlık düşünülemez”
diyecekti; diyecek, ama Kıbrıs’a müdahale kararını uygulayamayacaktı.
İsmet İnönü’nün, Nisan 1964’te, Time’da yayımlanan demeci, Türkiye’nin girdiği
labirentten çıkmak istese de çıkamayacağını görmeye yeterdi.
Bakanlar Kurulu, Kıbrıs’ta, EOKA’nın, Türkler üzerinde sürdürdüğü vahşeti durdurmak
için müdahale kararı aldığızaman, Başbakan İsmet İnönü, bunu, ABD Başkanı’nın
bilgisine iletmiş, Başkan Johnson, İnönü’ye yanıt vermiş ve 12 Temmuz 1947 günlü
“Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında Antlaşma”nın 4. maddesine gönderme yaparak,
ABD’nin bağış, borç ve benzeri biçimde verdiği herhangi bir materyali, Birleşik
Devletler hükümetinin oluru olmadan Türk hükümetinin kullanamayacağını yazmıştı. O
zaman İnönü, “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye kendisine düşen yeri alır” diyecek,
ne var ki, yeni dünyalar kurulsa da, Türkiye, ABD kapanından kendini
kurtaramayacaktı. İnönü o zaman, “Amerika’nın mesuliyetine inanıyordum, şimdi bunun
cezasını çekiyorum demektir” derken, ABD’nin, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve özgür
ulus olarak varlığını sürdürmek
için yardım yaptığını sanmakla yanıltıldığını dile getiriyordu, yanılmıştı, bunun
cezasını çekiyordu: “Başbakan” olarak Beyaz Saray’da Johnson’la tokalaşan İnönü,
Beyaz Saray’ın kapısından “vatandaş” İnönü olarak çıkıyordu. Türkiye için bu bir
zuldü.

ABD’nin Bozkurtlara biçtiği rol
12 Mart (1971) yarı-askeri darbesine ve 12 Eylül (1980) askeri darbesine toplumsal
ortamın oluşturulmasında, Amerikalı uzmanların, Türkeş’in kurduğu 45 komando
kampında cinayet, suikast, sabotaj ve iç savaş yöntemlerini öğrettiği Bozkurtlar
büyük bir rol oynadı. Amerikalı uzmanlardan cinayet, suikast, sabotaj dersleri alan
bu komandolar, bir yerden bir başka yere taşınıyor, orada, gene CIA görevlilerinin
hazırladıkları plana göre, Türkiye, cinayet, sabotaj, suikastlar ile iç savaşın
eşiğine getiriliyordu. Siyasi partinin kılavuzluğunda, “ülkücü” adıyla kitle
oluşturan gençliğin desteğiyle, ulusal ve bağımsızlık
hareketleri, “ülkenin bütünlüğünü korumak ve özgür ulus olarak varlığını sürdürmek”
adına kanla kirletildi ve yok edildi. Siyasal amaçlı cinayetler işleyerek, suikast
ve sabotaj gerçekleştirerek, askeri müdahaleye ortam hazırlandı.
Ve bir kısım kumandan, bir gece kurtarıcı olarak geldiler, bu kez dökülen kanların
hesabını, kanları dökülenlerden sordular, “özgür ulus olarak varlığını sürdürmek
için” ulusallık kavgası verenleri, bağımsızlık kavgası verenleri darağaçlarına
bağladılar, ülkeyi, ulusallık, bağımsızlık ve özgürlük adına, ABD’nin ayakları
altına serdiler ve bütün bunları, “vatanı kurtarma” inancıyla yaptılar.


1978’de Ankara’da ülkücülerin büyük yürüyüşü.

Değişen kimlik mi gömlek mi?
Eisenhover doktrini ile ABD, “Uluslararası komünizmin, silah kullanmadan, dolaylı
olarak da saldırıya geçebileceği” görüşünü savaş doktrini olarak benimsemişti. Açık,
silahlı saldırılardan daha tehlikeli olduğu savlanan “dolaylı saldırılar” vardı.
“Bunlar, bazen devrimci hareket biçiminde, bazen demokratik akımlar biçiminde ve
bazen reform biçiminde ‘maskelenmiş’, dolaylı komünist saldırılardı.”
“Gladyo”, dolaylı saldırıya karşı, iç savaş, suikast, sabotaj ve benzeri
yöntemlerle, “komünist”leri (ki, bunların “komünist” olması da gerekmiyordu) , yok
etme örgütü olarak kurulmuştu. Dolayısıyla, ulusal hareketler, bağımsızlık
girişimleri, uluslararası komünizmin dolaylı saldırısı olarak, cinayet, suikast,
sabotaj, iç savaş yöntemleriyle yok ediliyor ve bu, Türkiye’nin özgür ulus olarak
varlığını sürdürmek için yapılıyordu!
Amerikan Dışişleri Bakanı Dulles ile Türk Dışişleri Bakanı Zorlu arasında, 5 Mart
1959’da Ankara’da imzalanan ve o zaman Büyük Millet Meclisi’nin bilgisine sunulmamış
olan “Türk-Amerikan İşbirliği Antlaşması”, Truman doktrininden kök alan “Dolaylı
Saldırı” antlaşmasıydı. ABD’ye, “Sızma, yıkıcı faaliyetler, sivil saldırı ya da
dolaylı saldırı” durumunda, Türkiye’ye müdahale etme hakkı tanınmıştı. Neyin
“sızma”, “yıkıcı faaliyet”, “sivil saldırı” ya da “dolaylı saldırı” olduğunun
takdiri (Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Yassıada’da yargılanması sırasında,
mahkeme başkanının sorusuna verdiği yanıtta açıklığa kavuştuğu gibi) Amerika
Birleşik Devletleri’ne aitti.
Ganser, şu bilgileri aktarıyordu:
“Türkiye 4 Nisan 1952’de NATO’ya katıldığında, ülkede çoktan bir gizli ordu
kurulmuştu. Karargâhın adı Seferberlik Tetkik Kurulu’ydu (STK) ve Amerikan Askeri
Yardım Heyeti’nin (JUSMATT) Ankara’da Bahçelievler’deki binasında faaliyet
gösteriyordu. Seferberlik Tetkik Kurulu 1965’te yeniden yapılandırıldı ve adı Özel
Harp Dairesi (ÖHD) olarak değiştirildi. 1990 gladyo açıklamaları sırasında Türk
gizli askerlerin komuta merkezi bu adla anılıyordu. Özel Harp Dairesi, teşhir edilen
bu ismi bir kez daha değiştirmek zorunda kaldı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK)
adıyla faaliyet yürütmeye başladı.”
Paris’te bulunan Intelligence Newsletter 1990’da Türk gizli ordusu kontrgerillanı n
Özel Harp Dairesi tarafından idare edildiğini ve beş daldan oluştuğunu belirtiyordu:
“Sorgulama ve psikolojik savaş tekniklerini de kapsayan Eğitim Kurulu; 1984’ten bu
yana Kürtlere karşı yürütülen operasyonlarda uzmanlaşan Özel Birim; Kıbrıs’taki
operasyonları yürüten Özel Seksiyon, CIA’nın Türkiye’deki gizli orduyu oluştururken
kullandığı ve desteklediği hareket, Bozkurtlar olarak anılan bu milliyetçi faşist
hareketti. Batı Avrupa’da NATO gizli ordularının keşfedilmesinin ardından
Türkiye’de, CIA irtibat subayı Türkeş’in kontrgerilla adı altında faaliyet gösteren
gizli gölge orduyu ağırlıkla Bozkurtlar’dan oluşturduğu açığa çıkartılmıştı.” (s.
394-399.)

Batı’da cinayet dükkânları kapandı
Sovyetler Birliği dağılmaya başladığı zaman, Batı’da, NATO ülkeleri gladyoyu/kendi
cinayet dükkânını kapattıklarını açıkladılar. Türkiye hariç.
11 Eylül’de, 2001’de, NATO ülkelerini ve NATO ile korunan sistemi korumakla görevli
NATO, “terör”ü ve “terörist”i, örgüt ve örgütlerden yalıttı, devlet ya da
devletlerin üstüne sıvadı. Afganistan bunların başında geliyordu. Ama ABD, Irak’a
aynı şekilde müdahale etmek için NATO’yu kandıramadı. Kendisi müdahale etmeye karar
verdi. Türkiye’de Çankaya’da Ahmet Necdet Sezer, Başbakanlık’ta Bülent Ecevit,
Genelkurmay’da Hüseyin Kıvrıkoğlu vardı.
Mart 2003’te Irak’a müdahale etmeyi kararlaştırmıştı. Birleşmiş Millletleri ikna
edecek veriler elde edememişti. NATO ülkeleri müdahale için yeterli kanıt
bulunmadığı için ABD’nin kendi çıkarına alet olmamışlardı.
Saldırı süreci hızlandırıldı. ABD, halkın isyan halinde bulunduğunu savladığı
Güneydoğu Anadolu’ya askerini konuşlandırmak için, daha önce Öcalan’ı Suriye’den
çıkarttırmış İmralı’ya kapattırmış; Hizbullah İlim Grubu etkin olduğu Batman-Mardin-
Diyarbakır üçgeninden Batı’ya, göçe zorlanmış, Başkanı Hüseyin Velioğlu aynı amaçla
İstanbul’da öldürülmüş, Güneydoğu sıcak çatışma alanı olmaktan çıkartılmıştı.
Ecevit’in hastalığı, partisinin ikiye bölünmesi, Kıvrıkoğlu’nun süresinin
uzatılmayarak Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığına getirilmesi ve Tayyip Erdoğan’ın
neredeyse anayasayı değiştirecek sayıda milletvekiliyle iktidara oturması üç ayda
tamamlanmş, ama 1 Mart tezkeresi, üç oyla, kaplumbağa olmuştu. Ne olduysa burada
oldu.
Dışardan doğrudan gelecek komünist saldırıya karşı ve içerde oluşan dolaylı komünist
saldırıya karşı ülkenin bütünlüğünü ve özgür ulus olarak varlığını koruduğunu sanan
asker, özel olarak bu amaçlarla ABD’de ve NATO’da eğitilmiş ve eğitmiş askerden
farklı olarak, ülkenin bölünmesi ve ulusun prangalanması için kol kestiğinin, kan
döktüğünün, dahası kendi kolunu kestiğinin, kendi canını aldığının bilincine ve
bilgisine varmaya başladı.
Asker askerdi, ama iki asker olduğu da göz ardı edilemezdi. Ulusal kurtuluş
savaşından kök alan, ulusal bağımsızlık karakteriyle doğrulan asker ile cemaat ve
tarikatların çerçevelediği, Said Nursi’nin yolunda secdeye varan, Birleşik
Devletler’in, ülkeyi, komünizmden, ateizmden kurtaracağına inanan asker. Orada
burada “Biz artık Mustafa Kemal’in askeri değiliz!” diyen asker. Ulusal Kurtuluş
Savaşı’yla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğiyle bütünleşmiş ulusalcı ve bağımsızlıkçı
kimliğin, yeni Osmanlı halifesi kimlik tarafından tutsak alınmasını amaçlayan, ona
egemen olan ve ABD’nin kölesi yapmayı hedefleyen bir balyoz darbesidir yaşanan. Bu
1950’li yıllardan bu yana imam hatip okullarıyla eğitimde olduğu kadar toplumsal
yaşamda, siyasette, yargıda, orduda, dıştan içe, içten içe büyüyen, ülkenin
bütünlüğünü, ulusun özgürlüğünü tehdit eden teokratik faşizmden kök
alan, küresel faşizme kan ve can verenler dönemidir, bu dönem.
Şaşılacak bir şey yoktu doğal ki!.. Çünkü “küresel egemenlik” mantığı, “ulusal
egemenlik” mantığını kalın bir zırhla örtmüş, gerici olan ilerici olanla yer
değiştirmişti. ABD’nin küresel egemenliği ve çıkarları için, o, kendisi, kardeşini
Filistin askısına asmıştı; şimdi, astığı kardeşi gibi ulus olarak özgür olmak,
yurdunu (siyasal, ekonomik ve askeri) işgalden kurtarmak istediği için, bu kez
kendisi filistin askısına geriliyordu. Gerekçe aynıydı: “Vatan hainliği!” Ne zaman
biri vatanı kurtarmaya doğrulsa, idam gömleğinde bu yafta okunurdu.
Bizim burada sorguladığımız, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendi öz kimliği değil,
Silahlı Kuvvetler’in özüne yabancılaşmış, kendini kendine düşmanlaştırmış, halkını
halkına kırdıranlarla elleştiği ve dilleştiği kimliktir. ABD’nin, NATO zırhlı,
Türkiye üzerinden kimlik değiştirme, Türkiye’nin kimliğini değiştirerek kendi
kimliğini geliştirme, Türkiye’yi bölerek küresel bütünleşme oyunudur bu oyun.


internetajans
13.05.10
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: ‘Oltadaki balık Türkiye’

İletigönderen kush » Cum May 14, 2010 11:53

güzel özetlemis durumumuzu. Paylasim icin tesekkürler
kalbinizdeki vatan ve bayrak sevgisine selamım olsun!

ya istiklal ya ölüm!

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!
K. ATATÜRK 20 Ekim 1927
Kullanıcı küçük betizi
kush
Üye
Üye
 
İletiler: 905
Kayıt: Çrş Ara 12, 2007 1:49


Şu dizine dön: Devlet ve Siyaset

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x