Ömer Seyfettin’i Anarken

Ömer Seyfettin’i Anarken

İletigönderen Feza Tiryaki » Cmt Mar 09, 2019 12:13

Ömer Seyfettin’i Anarken


Türkçülük akımının öncülerinden Ömer Seyfettin, 11 Mart’ta (1884) doğdu, 6 Mart’ta (1920) otuz altı yaşındayken yaşamını yitirdi.

Kısacık bir yaşama sığan, onca kitap, onlarca öykü...

Yaşamı da öyküleri gibi düşündürücü, acılıdır.


İlkokula Balıkesir - Gönen’de gitti. Babası da subay olan Ömer Seyfettin, Askeri eğitimine Kuleli Askeri Lisesinde başlayıp, liseyi, Edirne Askeri Lisesi’nde bitirdi, bu yıllarda yazmaya başladı, sonra İstanbul’da Harbiye’ye girdi... Piyade asteğmen olarak da orduya katıldı (1903). Önce, İzmir Jandarma Okulu’nda öğretmenlik yaptı, 1909’da Üçüncü Ordu’da görevlendirildi. 1910’da kendi isteğiyle askerlikten ayrıldı, “Yeni Lisan” akımını başlatarak kendini yazı yazmaya verdi. Yazarlıkla geçinmeye çalıştı. Balkan Savaşı’nda yeniden orduya girdi, Yunan’a (Yanya Kuşatması’nda) tutsak düştü. On ay sonra kurtularak İstanbul’a döndü (1913). Ardından yine askerlikten ayrılış, yazarlık yaşamına dönme.

1915’te evlendi, senesinde bir kızı oldu, Fahire Güner. 1918’de eşinden ayrıldı, bu arada pek çok öykü yazdı, ünlendi, yazdıkları gazete ve dergilerde yayınlandı, 1920 yılında da Haydarpaşa Hastanesi’nde öldü. Öldüğünde tanınmayıp, sahipsiz bir ceset sanılarak bedeninin tıp öğrencilerince kadavra olarak kullanılmak istenmesi ayrı bir acıdır.

Boşandıktan sonra kızını ona hiç göstermemişler. Kızı da, on bir yaşına gelinceye kadar Ömer Seyfettin’in babası olduğunu bilmemiş. Derler ki, ölürken küçük kızının adını sayıklarmış... Güner adını, Ömer Seyfettin koymuş kızına, süzülen gün ışığı, güneşin doğuşu, tanyerinin ağarma anı, bir de, güçlü, dinç anlamına geliyor. Güner, Türkçe kökenli bir ad, kıza da erkeğe de konabilen.

Yazarın cenazesi önce Kadıköy’de (Kuşdili mezarlığı) toprağa veriliyor, çok sonra, oradan yol geçeceği ortaya çıkınca 1939’da Zincirlikuyu’ya aldırılıyor.

Ömer Seyfettin öyküleri yaşanmış, gözleme dayanan öykülerdir. Romanları, şiirleri, yüzü aşkın öyküsü, bir de oyunu vardır.

Ulusal (milli) yazının (edebiyatın) öncülerinden olan Ömer Seyfettin, dönemindeki Türkçülerle birlikte çalışmış, Türkçeyi sadeleştirerek yazılarında arı, duru bir dil kullanmak istemiştir. Türk kahramanlığı, Türk ülküsü, ulusal birlik... eserlerinin ana konularıdır.

Ömer Seyfettin, dili, ulus olmanın ana unsuru sayar. Bunun için dilimizi yabancı sözlerden temizlemeye çalışmış, dilimizi yüceltmiştir.

Ömer Seyfettin’i bizlere iki öyküsüyle tanıttılar ders kitaplarımızda. Bunlar, ilkokul kitaplarımızın olmazsa olmaz okuma parçalarıydılar. Bildiniz; biri “And (Ant),” diğeri, “Kaşağı.”

“Diyet” öyküsü de kitaplara alınmıştır. Okurken iç paralayan, başa kakma, “diyet ödeme” denildi mi, akla gelen ilk örnek.

“Forsa” da, bazı ders kitaplarımızda yayınlanmıştır. Üstte kısa bir özet verilir. Esir düşmüş bir Türk kaptanının bağırışıyla başlar öykü:

“Bizimkiler ! Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı.”

“Bizimkiler” sözü, burada öğretilen ana kavramdır. Bizden olanlar... Dili, vatanı, dini, töresi, geçmişi, ülküsü bir olanlar... Bu öykü, bir kahramanlık – tutsaklık öyküsü.

“Ant”, dostluğu, sevgiyi, arkadaş bağlılığını anlatan bir anı öyküdür. “Kaşağı,” bir çocuğun, yalanı sorgulaması, suçu başkasına atmanın verdiği acıyı, kendi kendini yargılamasını anlatan bir öykü... Her iki öykünün de sonu hüzünlüdür, okuyanın, dinleyenin gözlerini yaşartır. Bu öyküler çok güzeldir ama niye Türk’e, Türklüğe dair öyküleri öne çıkarılmamış, büyük sınıfların kitaplarına konmamış, bilinmez.

Ömer Seyfettin’in “Ant” öyküsü; “Ben Gönen’de doğdum.” diye başlar. Üç sözcük:

“Ben Gönen’de doğdum.”

Doğulan yerin önemini, memleket sevgisini bu alışıldık, bildik sözden daha iyi hangi söz anlatabilir?

Araştırırken gördüm, seksenli yıllarda basılan Türkçe ders kitaplarında bu giriş bölümünü çıkarmışlar kitaplardan. Öykünün de sanki tüm büyüsü bozulmuş...

Burada (Türkçe, İlkokul 4, 1989 basımı) öykünün başı, üstte üç satırlık özetle sunulmuş, öykü şöyle başlatılmış:

”Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay... Belki bir yıl. Mıstık’la kan kardeşi olduğumuzu adeta unutmuştum.”

Oysa öykünün başlangıcı en güzel yeridir, hepimizin de ezberindedir. O sözler, bizi alıp nerelere nerelere götürürdü... Çocuk ruhumuza ne duygular yüklerdi:

"Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu."

Aynı öyküyü bu şekilde yayınlayanlar da var:

“Ben Gönen’de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu şehir hayalimde artık silinmeğe başladı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu."
"
(Her kitap yayınlayan kafasına göre sözleri değiştirmiş. O ünlü, "Ben Gönen'de doğdum." sözüne ise ilişememişler.")

Şimdi soralım:

Bu sözleri okurken doğduğu yeri anımsamayan, içi titremeyen var mıdır? Doğduğumuz yerde yaşasak bile bu sözlerle bir an duygulanırız. Doğduğu yerlerin, yıllar içinde, biraz zamanın etkisi, en çok da kötü yönetimlerce değiştirilmesini, eski yapılarının yıkılmasını, geçmişin izlerinin acımasızca silinmesini, yitirdiklerini nasıl unutabilir insan?

Okulunu anlatışı:

“Nasıl sokaklardan ve kiminle giderdim? Bilmiyorum… Mektep bir katlı ve duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük ve ağaçsız bir bahçe…”

Haydi elinizden gelirse, ilkokulunuzu canlandırmayın gözünüzün önünde... Şöyle bir kıvranmayın...

Öykünün buraları ders kitaplarımızda yoktu. Bakın o yıllarda nasılmış ülkemizin bazı yerleri; şimdi okulları, kız - erkek isteğe bağlı ayıralım diyen çatlak sesler duyulurken... o devirde çocuklar nasıl okurlarmış:

“Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı.”

Ömer Seyfettin’i dinciler bir de bu nedenle sevmiyorlar demek. Nasıl apaçık, olduğu gibi anlatıyor mahalle mektebinin hocasını:

“Büyük Hoca” dediğimiz kınalı ve az saçlı, kambur, uzun boylu ihtiyar ve bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi eğri ve sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain ve hasta bir çaylağa benzerdi. Küçük Hoca erkekti. Ve Büyük Hoca’nın oğlu idi. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi.”

Bu ders kitabında yazar bakınız nasıl tanıtılmış çocuklara:

“Ömer Seyfettin çok ünlü bir yazarımızdır. Hikayelerinde, güzel Türkçemizi çok iyi kullanmıştır. Anlattıklarını kolayca anlayabiliyoruz.Türkçemizin canlı, tabii ve zengin olma özelliğini, onun yazılarında görebiliyor, geçmişimizi bugün de öğrenebiliyoruz. Ömer Seyfettin hikayelerini bulup okuyunuz. Çok seveceksiniz.”

Ömer Seyfettin’in çocuklar için olduğu kadar yetişkinler için de yazdığı pek çok öyküsü var. Bunlardan “Fon Sadriştayn'ın Karısı” öyküsünü, üste “yarım mizah” (?) diyerek tanıtmışlar. “Yalnız Efe” adlı Erdem yayınlarından çıkan kitapta. Yazarın, önemli öykülerinin adları, öykü kitaplarına verilmiş: Topuz, Bomba, Beyaz Lale, Efruzbey... “Piç” adlı öyküsü de güzeldir. Elif Şafak’ın “Piç”i gibi ülkesinin değerlerine dil uzatmak yoktur orada, tam tersine...

Yazar, “Türklükten” nefret edenleri hatırlar, onları bir bir hayalinden geçirirken, sorduğu şu soruyla ”Piç” öyküsünü bitirir:

”Acaba bunların da hepsi piç mi? Hepsinin anneleri Beyoğlu’nda mı gebe kaldı?”

Diyor; korkunç kabuslar arasında yırtılmış al ve harap hilaller içinde yükselen tunç ve ateş renginde büyük, siyah ve kanlı haçlar görüyordum.”

“Fon”lu öyküsüne gelirsek; öykü hem eğlenceli hem de acılı. Bir yabancıyla evlenen, böylece yurdunda gurbete çıkmış gibi yaşayan bir adamın iç burkan öyküsü. Yabancılaşma, soyun önemi, çocuk yetiştirmede annenin rolü anlatılmış burada.

Yazarın iç dökmelerinin, iç konuşmalarının birkaçını yazarsak:

“Madam Sadriştayn, işte otuz seneye yakın kocası Türk olduğu, Türkiye’de yaşadığı halde oturduğu memleketin hiçbir şeyini bilmiyordu.”

(...) “İşte yirmi sekiz sene bir çatı altında beraber ihtiyarladıkları halde ruhları birbirine yabancıydı. Aralarında ummanların (okyanus), karlı şahikaların (dağ doruğu) ayırdığı geçilmez bir hudut var gibiydi. İhtiyarladıkça, ihtiyarlayıp hastalandıkça, bu çorak buz çölü daha ziyade genişliyor, daha ziyade büyüyordu.”

Kendi çağdaşı Atatürk’ün ulusumuzun başına geçeceğini bilir gibi, gelecekte gelmesini beklediği bir kişiliği, kurtarıcıyı, öyküsündeki bir şair gence (Orhan) yakıştırmış; Kurtarıcı Türk dâhiyi şöyle övüyor:

“... Orhan, asrımızın en büyük dâhisidir. O devirlerden beri gaflet (aymazlık) kabusuyla uyuşmuş bir millete yüksek vicdanını duyurdu. Lisanını öğretti. Ondan evvel Türklerin umumi bir lisanı yoktu.

“... birtakım şair, birtakım edip (yazar) taslakları... Arapça, Acemce terkip düzmeyi bir marifet, bir sanat sayıyorlardı.”

“... Ey genç dâhi! Sen bizim halikimizsin (yaratan)! Senden evvel Türk milleti birbirini tanımazdı.”

“... Yüzlerce seneden beri kalbimizde uyuyan ilahi aşk, senin bir mirasınla tutuştu...”

Burada anneleri övüyor; sanki "Zübeyde Hanım" anlatılıyor:

“Orhan Bey... İşte her dâhi gibi onu da annesi yaratmıştı.

Acaba annesi nasıl ulvi (yüce), nasıl mükemmel bir kadındı? Oğlunu ilhamın (esin), hayatın, hakikatın tabii membalarına (kaynak) götüren, koca bir millete halaskâr (kurtarıcı) yapacak kadar milli bir terbiye veren bu kadın acaba nasıl bir vücuttu (varlık)?”

“Mehmâemken” öyküsünde, vatan görevinden kaçan bir askerin kendini yermesi:

“ Hele bu çocuklar... Bunlar büyüyüp bize:

“Ey tavşan sürüsü! Ey korkak ve alçak kaçkınlar! Daha utanmadan bizim karşımızda nasıl yaşıyorsunuz?”

Diye bağırmayacaklar mıydı?”


1919 tarihli, “Memlekete Mektup” yazısından şu anki durumumuza uyan sözler:

“Evet, nihayetsiz elemlerimiz, dayanılmaz sefaletlerimiz var. Fakat bizim bir ruhumuz var ki ölüm ona kanat geremez. Bizim bir ruhumuz var ki, “Öldü, öldü” sanılır da, yine ölmez. En umulmadık bir zamanda birdenbire dirilir.”
*
Bahar geliyor, Üç cemre ( havada- suda- toprakta sıcaklık artışı) de düştü. “Rütbe” öyküsünün başlangıç sözleriyle yazımızı bitirelim. Bahar yüzünü gösterirken, gençliğe bir umut olsun bu sözler, ülkülerine sarılsınlar:

“Ah gençlik!.. Tıpkı ezeli (öncesiz) bir baharın ilk çiçekli günlerine benzer. Yeşil kırlar, kelebek dolu bahçeler, güzel kokular içinde serçelerin şen efsanelerini doymadan dinleyerek dolaşırız. İdealimizin (ülkü) rüyası bize hayat kışının fırtınalarını, karlarını, tipilerini hatırlatmaz.”

Feza Tiryaki, 8 Mart 2019
Ek:https://www.youtube.com/watch?v=wBa3WHcu0HY (Ant)

Ant; yemin, kendine verilen söz demektir. Ant içmek. Günümüzde (ant, - dı) doğru yazımı "ant" şeklindedir. Bu sözcüğe sesliyle başlayan bir ek geldiğinde, sondaki t yumuşar, d olur. "Andımız."
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 987
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x