OrduMillet... Yüce Sel'den "Konuşmalar"... 6

Tartışma Alanı

OrduMillet... Yüce Sel'den "Konuşmalar"... 6

İletigönderen okuyucu55 » Sal Şub 01, 2011 13:57

''KONUŞMA'' -6-

[img]http://www.ordumillet.com/images/konusma_06_02.jpg[/img]

28.01.2011


"Yiğit ölse adı kalır, korkak ölse nesi kalır?"

Kırgız Atasözü
...


"Eğer bir kavmin anlaşmaya hiyanet ederek bozmasından korkarsan, sen de onlara aynı şekilde davran. Doğrusu Allah hainleri sevmez"

Enfal Suresi 58.Ayet
...


"Allah inananları koruyup savunur. Hainleri ve nankörleri ise asla sevmez"

Hac Suresi 38.Ayet
...


Kavrayışı loş zihinler hakikatin saklanmış tarafıyla birden yüz yüze gelecek olurlarsa, güneşe bakmış gibi kamaşır, neyi nasıl göreceklerini bilemez olurlar. "Konuşma"ya başlamadan evvel çok şaşıran arkadaşlarınız bitişik salonu niye hafif-revir olarak düzenlettiğimi şimdi anlamışlardır sanırım. En çok şaşıran nerede peki, göremiyorum?

- O da revirde.

- Öyle mi? Orta sıralar kaçışırken göremedim, bir ara "canavar!" diye bağırıyordu. Durumu nasıl?

- Hemşire sakinleştirici verdi, şimdi uyuyor.

- Güzel. Aslında "Irak Devlet Başkanı Şehit Saddam Hüseyin" ifadesini ilk kullandığım zaman başlayan fısıldaşmalardan, fincan gibi açılan gözlerden anlamıştım. Çay arasından evvel, arka arkaya okuduğum o üç yazı ağır geldi, kaldıramadılar. Düşmanın, 80'lerin ortalarından itibaren her geçen gün daha da yoğunlaştırarak sürdürdüğü propaganda bombardımanına yıllarca maruz kalınmasından ötürü ağır bir zihin harabiyeti tablosuyla karşı karşıya olduğumu görüyorum. Tezahürleri zamanla ortaya çıkan bir bombardımanın zehirli metal etkisi.

- Zehirli metal etkisi mi?

- Nasıl ki seyreltilmiş uranyum ihtiva eden roket, bomba ve mermilerin canlılar üzerindeki olumsuz etkisi, radyasyonun açığa çıktığı, parçacıkların etrafa dağıldığı patlama anıyla sınırlı değilse; patlamayla açığa çıkıp havaya, toprağa, suya, dolayısıyla besin maddelerine karışan parçacıklar, bunlara yıllarca maruz kalan canlıların bedenlerinde birikerek zamanla kanser hastalıkları, sakat doğumlar gibi çoğu öldürücü tezahürlerle kendini dışa vuran zehirli metal etkisine yol açıyorsa; belli bir projeyi kabul ettirmek maksadıyla iradeleri kırıp ruhları ele geçirmek üzere planlanmış bir propaganda bombardımanının toplum üzerindeki yıkıcı etkisi de şekillenişi itibarıyla benzer bir karakter arz eder.

Kitlesel boyutta ruhi yıkım, planlanmış propaganda bombardımanının ilk salvolarına maruz kalınır kalınmaz gerçekleşmez. Propaganda bombardımanı kapsamında, sinemasından müziğine, karikatüründen tiyatrosuna, sesli-görüntülü-yazılı bütün sanat dalları ve medya imkanları vasıtasıyla, mesela köşe yazıları, haber bültenleri, dizi filmleri, yazı dizileri, hikayeler, romanlar, senaryolar, bunlara sıkıştırılmış belli cümleler, espriler, şarkı sözleri, alt yazılar, gazete başlıkları halinde kapsüllenip manevi çevreye atılan saptırılmış hakikatlerin de, tıpkı etrafa dağılan parçacıklar gibi, fakat bu sefer insanların fiziki bedenleri yerine, ruhi bedenlerinde birikerek zehirlemesi, tezahürlerine de yansıdığı üzere, sürecin başlarında nispeten yavaş bir seyir izler.

Fakat zamanla iradi direnişin kırılmasıyla birlikte, saptırılmış hakikat virüslerini taşıyan bozguncu kelime ve suretlerin saldırıları iyice pervasız bir hal alır; kişinin hem yaradılıştan sahip olduğu, hem sonradan edinip hafızasında muhafazaya almış olduğu müspet değerlere ve hakikatlere bulaşmaları, içlerini değiştirip, eksik, yarım biçimlere bölerek üremeleri adamakıllı hızlanır ve sonunda hissin/düşüncenin dolaştığı bütün kanalları, bağlantıları işgal etmiş, zihni dokuyu, his-mantık-hafıza gibi bütün önemli merkezleri ve fonksiyonlarıyla sarıp kaplamış bir nevi yaygın zihin kanseri tablosu ortaya çıkar.

Hasta, olaylar arasında doğru bağlantı kurma, adil hükme getirme kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiş olduğundan, zihin kanserinin bu aşamasında gerçeklikten tamamen kopar. O artık ister medya görevlisi, ister siyasetçi, ister sanatçı, hatta ister asker olsun, tabiri caizse propaganda makinesinden ne püskürtülse yutan, yuttuğunu da aynıyla tekrarlayan bir papağandır; apaçık tarihi hakikatleri inkar ettikçe, şeyler arasında haklı ve doğru bağlantı kurmayı beceremedikçe "özgür iradesini" kullandığını zanneden bir zihin zombisidir; zihni kukladır.

Şimdi müsaade buyurursanız, ne menem bir şey olduğunu, şurada çay arasında uzatılan yazıları karıştırırken gözüme çarpan rasgele bir gazete haberi üzerinde görelim. İçine yıllar önce sızıp çöreklendikleri Türk Milletine ait resmi kurumları vatanın güneydoğusunda artık açıkça işgale başlayan etnik bozguncuların ikinci resmi dil dayatması üzerine Genelkurmay Başkanlığının yaptığı açıklamayla ilgili bir değerlendirmenin yer aldığı gazete haberinin ilk bölümü şöyle;

"Genelkurmay'ın dün yaptığı 'İki dil ile ilgili gelişmelerden endişe duyuyoruz' açıklamasına AK Parti'den sert tepki geldi. AKP'li Hüseyin Çelik; 'Asker kendi görevini yapsın. Genelkurmay'ın siyaseti denetlemek gibi bir görevi yok' dedi.

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Vatan Gazetesi'ne yaptığı açıklamada, Genelkurmay Başkanlığı'nın uyarısı konusunda şunları söyledi:

'Genelkurmay'ın bu tür eskiden gelen bazı yanlış alışkanlarını artık bir tarafa bırakması gerekir. Askerin her meselede pozisyon belirtmesi çok yanlış. Her meselede illa da Genelkurmay olarak siz açıklama yapmak durumunda değilsiniz. Söylenmesi gerekeni siyaset kurumu söyler, yargı kurumu söyler. Bu askerin görevi değil. Asker kendi görevini yapsın. Askerin görevi ülke savunmasıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de böyle olur olmaz her meselede söyledikleri çok haklı ve doğru da olsa açıklama yapması yanlıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri kendisine anayasa ve yasalarla biçilmiş görev sınırları içinde kalmalıdır, böyle siyasi parti gibi her meselede illa da açıklama yapmak durumunda değildir'

Çelik, 'Ben kurumları vücudun organları gibi görürüm. Organlar uyum ve ahenk içinde çalışırsa vücut sağlamlığı ve sağlığı devam eder. Ama biri diğerinin işini yapmaya kalkarsa orada rahatsızlık başlar' görüşünü dile getirerek şöyle devam etti:

'Genelkurmay, Anayasa'nın 3. maddesini dile getiriyor. Bu onun görevi değildir. Siyasetin denetim mekanizması Anayasa Mahkemesi'dir. Siyasi partilerin Anayasa'ya aykırı bir faaliyeti varsa görev Anayasa Mahkemesi'nin ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının'dır, gerekeni onlar yapar. Burada Genelkurmay'ın görevi de yetkisi de yok'..."

Görünüşe göre Anayasanın 3. maddesinde işaret olunan esaslarla bir alıp veremediği yok; Genelkurmay Başkanlığının 3. maddeyi vurgulayan açıklamasını haklı ve doğru bulduğunu da söylüyormuş gibi yapıyor ama bir yandan da böyle bir vurgulamayı sadece siyaset kurumuyla, yargının yapabileceğini; görevi "ülke savunması" olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin yapamayacağını iddia ediyor.

Acaba öyle mi?

1- Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün teşkil ettiğine, dolasıyla devletin resmi dilinin ve bayrağının tek olduğuna işaret eden Anayasanın 3. maddesi, mevcut haliyle korunması ülke savunması kapsamına giren esas hükmünde bir maddedir.

2- Bu maddeyi etnik maksatlarla değiştirmeye veya iptal etmeye yönelik silahlı-silahsız her türlü faaliyet "ülkeye saldırı"dır.

3- "Ülkeye saldırı" başlamışsa, durmuyorsa, giderek maksadına ulaşıyorsa, görevi "ülkeyi savunmak" olan Türk Silahlı Kuvvetleri; "görevim ülkeyi savunmak ama etnik saldırının faillerini bünyesinde barındırıp kollasa da nasıl olsa siyaset kurumu var. Beni göreve çağırması gerektiği halde çağırmıyor... olsun yine de beklerim" diyerek kenarda oturup seyretmez, düşmanı bertaraf edip, görevini yerine getirir.

Dolayısıyla, "söylenmesi gerekeni siyaset kurumu söyler, yargı kurumu söyler. Bu askerin görevi değil. Asker kendi görevini yapsın. Askerin görevi ülke savunmasıdır" diyen bir siyasetçi eğer bu sözlerinde samimiyse, etnikçi ajan değilse, Anayasanın 3. maddesini açıkça çiğneyerek ülkeyi işgale koyulan mevcut etnik saldırıya karşı hemen görevini yerine getirmek, Türk Silahlı Kuvvetlerine, "Ülkeyi savunma görevini bir an evvel yerine getirmediğin taktirde, etnik saldırganlığın siyaset kurumuyla medya içindeki ajanları gibi kanun önünde sorumlu olursun" diye tabiri caizse muhtıra vermektir. Aksi halde, en hafif tabirle, görevi ihmal suçu işlemiş olur.

Bu kadarı siyaseten kafi ama bahsettiğim propaganda bombardımanıyla şekillenmiş zihin dokusuyla neyin, nasıl düşünülemediğini daha iyi görmeniz için, haber üzerinde bir parça duralım.

Aktardığım bölüm, Mustafa Kemal Atatürk'ün katledilmesinden sonra "Atlantikçi-Amerikancı Vesayet Rejimi"nin adım adım kurulacağı "Demokratik Sömürgeleşme Dönemi"ne geçilmesiyle birlikte başlayan ve rejimin giderek mevcut diktatörlük biçimine büründüğü son 30 yılda iyice yoğunlaşan liberal çapulcu propaganda bombardımanının ezber-tekerlemelerinden ibaret. Zatın ezber edip yerli-yersiz tekrarladığı tekerlemeleri alt alta sıralıyorum;


"Genelkurmayın siyaseti denetlemek gibi bir görevi yok"

"Asker kendi görevini yapsın. Askerin görevi ülke savunmasıdır"

"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de böyle olur olmaz her meselede söyledikleri çok haklı ve doğru da olsa açıklama yapması yanlıştır"

"Söylenmesi gerekeni siyaset kurumu söyler, yargı kurumu söyler"

"Türk Silahlı Kuvvetleri kendisine anayasa ve yasalarla biçilmiş görev sınırları içinde kalmalıdır"

"Genelkurmay, Anayasa'nın 3. maddesini dile getiriyor. Bu onun görevi değildir"


Tek cümlede toparlarsak, zihin kanseriyle pençeleşen benzeri nice talihsiz gibi, söz konusu zata göre de, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini tehdit eden hayati ülke meseleleri de dahil, hiç bir mesele hakkında görüşlerini açıklayamaz. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri, hayati her hangi bir mesele hakkında görüşlerini Türk Milletine açıklayıp, sunacak olursa, siyaset kurumuna müdahale etmiş olur.

Adı geçen zat;

1- Görüş belirtmekle, yürütmenin işine müdahale etmenin, yönlendirmenin, "siyaseti denetlemenin" ille de aynı fiil olduğunu ya da görüş belirtmenin, görüşün belirtilme biçimi ve alakalı olduğu meselenin niteliği dikkate alınmaksızın, her durumda yürütmenin tasarruflarına müdahale etmek veya yönlendirmek veya denetlemek demek olacağını zannediyor.

2- Askerin görevinin ülkeyi savunmak olduğunu söylüyor fakat vatanı savunmakla görevli gücün yerine getirmekte olduğu hayati görevle ilgili temel meselelerde görüşlerini açıklamasının aynı görevin bir parçası olduğunu kavrayamıyor.

Oysa;

1- İşin ruhuna odaklanarak bakarsanız, her görüş belirtme, siyaset kurumuna müdahale etmek değildir; odaklandığınız şekilse, şekli kaygılarla bakıyorsanız, bu kaygıları esas alarak söylüyorum; evet, her görüş belirtme, bu anlamda "siyaset" alanına girer fakat şeklen "siyaset" olan her görüş belirtme, ille de "yürütme faaliyetine kanunların yasakladığı bir yolla müdahale etmek anlamında siyasete karışmak" demek değildir.

Mesela Genelkurmay Başkanlığının 17 Aralık 2010 tarihinde Türk Milletine yayınladığı bir basın açıklamasıyla Anayasanın 3. maddesini vurgulaması, "yürütme faaliyetine müdahale etmek anlamında siyasete karışmak" değil; aksine etnik bozguncuların ikinci resmi dil dayatması üzerine "zamanında benzeri bozguncu kalkışmaları tepeleyerek kurulmuş devlet kurumunun nerede olduğunu, yaltakçı siyaset kurumunun pısırık haline bakıp iyice gemi azıya alan şımarık iç düşman 'öz savunma örgütleri' kurmuş saldırırken, Türk Devlet Geleneğinin 'Öz Taarruz Birlikleri'yle niçin gözükmediğini; başta güneydoğu olmak üzere Türkiye'nin etnikçi işgal altındaki yerlerini, BEDELİ NE OLURSA OLSUN, niçin yeniden feth operasyonuyla kurtarmadığını" düşünmeye başlayan Türk Milletine ülke savunması görevi yerine getirilirken yapılmış "görevimin bilincindeyim" hatırlatmasıdır.

Öte yandan Akp üyesi bir grup milletvekilinin tam da Türkiye Cumhuriyeti topraklarının çok büyük bir bölümünü, tıpkı 91 İstila Teşebbüsü sonrasında Silopi'ye çöreklenen Bölücü Çekiç Güç uygulamasında olduğu gibi, süresi her 6 ayda bir mecliste oylanarak uzatılacak "takvimli yasal işgal"e açmayı teklif eden yüz kızartıcı "Tezkere"nin 1 Mart 2003 tarihinde oylanmasına bir kaç gün kala katıldıkları "kahvaltılı bilgilendirme toplantıları" ki yanılmıyorsam Amerikan Büyükelçiliğinde tertiplenmişlerdi, yasal işgal teklifinde bulunan aynı dış güç tarafından yürütme-yasama faaliyetine apaçık bir müdahaledir ama, Akp'li milletvekillerine oylamada nasıl davranmaları gerektiği hususunda bir fikrin de laf arasında veriliverildiği bu toplantılar, işin şekline bakılacak olursa, adı üzerinde alt tarafı kahvaltılı bilgilendirme toplantılarıdır ve elbette siyaset kurumuna şeklen dahi müdahale etmek güya değildir.

2- Mevcut kanunların izin vermediğini bir an için farz etsek dahi, siyaset kurumunun ve devletin etnikçi düşman tarafından gasp edilmesine beceriksiz siyasetçilerin göz yumduğu bu zillet ortamında, "siyaset kurumunun işine karışılıp karışılmadığı, yürütmeye müdahalede bulunulup bulunulmadığı" kaygısıyla değil, tıpkı vaktin Ankara hükümetinin yabancı işgalcilerle, onlara alet olan etnikçilerle işbirliği yapan İstanbul'daki kukla yürütme organının kararlarını tanımadığı 1920'lerde olduğu gibi, Türk Milletinin bütünlüğünün korunmasından gayrı her kaygıyı teferruat sayan "görev bilinciyle" hareket edilir.

Ölüm-kalım anı gelip çatmışsa, Ergenekondan çıkış için gereken ateş ve kararlılıktan başka hiç bir şey vazgeçilemez değildir.

3- Kaldı ki Anayasa emridir.

Neyi, nasıl emrettiğini hatırlatıyorum;


Anayasanın Genel Esas hükmündeki 5. maddesi;

"Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır"


Anayasanın, değiştirilmesi aynı Anayasanın 4. maddesiyle imkansız kılınmış Genel Esas hükmündeki 3. maddesi;

"Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır"


Bu da Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun "ülke savunması"yla ilgili 35. maddesi;

"Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır"


Kanunla emrolunan görevi "Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak" olan Türk Silahlı Kuvvetleri, 17 Aralık 2010 tarihinde Türk Milletine yayınladığı bir basın açıklamasıyla, yürürlükte olduğu müddetçe, siyasetçi, asker, medya mensubu, kim olursa olsun, herkesin uygun davranmakla yükümlü olduğu Anayasanın 3. maddesini vurgulayarak, görevinin bilincinde olduğunu nasıl vurgulamış, bir de onu görelim;

1. Büyük Önder Atatürk'ün Türk ulusuna armağan ettiği en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti; halk egemenliğine dayalı, kuruluş felsefesinin temelinde, "Üniter devlet" ve "Ulus devlet" olgusunun yer aldığı, demokratik bir yapı ve sağlam hukuki temeller üzerinde yükselerek bugünlere ulaşmıştır.

2. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın değiştirilmeyecek hükümleri arasında yer alan 3'üncü maddesi; "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir." hükmünü amirdir.

3. Dil, kültür ve ülkü birliği, bir millet olmanın başta gelen vazgeçilmezleridir. Dil birliğinin olmaması durumunda bunun sonuçlarının neler olacağı, tarihteki birçok acı örnekleriyle gözler önündedir.

4. Son günlerde "Dilimiz" üzerinde kamuoyunun gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı endişeyle izlenmektedir.

5. Türk Silahlı Kuvvetleri; Devletin, Anayasamızda yer alan, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi koruma görevi kapsamında; Ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.


17 Aralık tarihli bu basın açıklamasını, Anayasanın Genel Esas hükmündeki 5. ve 3. maddeleriyle, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun "ülke savunması"yla ilgili 35. maddesinde işaret olunan hususlarla birlikte değerlendirdikleri taktirde, zihin ölümünün henüz gerçekleşmemiş olması şartıyla, en ağır zihin dokusu kanseri vakaları dahi, "bir kurumun kanunla emrolunup yerine getirmediği taktirde kanun önünde sorumlu tutulacağı bir görevin sorumluluğunun bilincinde olduğunu kamuoyuna duyurmasını" tabii karşılar; Anayasa maddesi vurgulanarak yapılan bu hatırlatmanın, vurgulanan o maddeyle işaret olunan esasları, etnikçi siyasetin ortadan kaldırmasını engellemekle görevli olan kuruma düşen bir uyarma görevi olduğunu az-çok kavrar. Hatta hakikatle yüz yüze gelmenin hafif-darbe etkisiyle, şahsın zihin dokusundaki ana kanalları tıkayarak his-düşünce dolaşımını engelleyen saptırılmış hakikat tümörleri küçülme sürecine dahi girebilir. Ruhi bedenin böyle mucizevi iyileşip kurtulduğu vakalar nadir de olsa siyasi-tıp tarihinde görülmemiş değildir.

"Söylenmesi gerekeni siyaset kurumu söyler" diyor ya, "söylenmesi gerekeni, askere bırakmadan söylemekle görevli bir milletvekili siyasetçi olarak" içinde bulunduğumuz etnik işgal şartlarında, Türk Milletine bahsettiği en önemli mesele nedir peki? Neyi mesele edinmiş kendisine? Dilinin altındaki bakla ne?

Haberin "Kışla ismini değiştirsin" başlıklı ikinci bölümünde neyi mesele edindiği ortaya çıkıyor;

"...'Askerin kendi görevini yapması gerektiğini' tekrarlayan Çelik, 'Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yapması gereken, kendisini ilgilendiren çok önemli işler var. Örneğin ben daha önce de söyledim, şu Mustafa Muğlalı kışlası meselesi var. Bu kışlanın yerini ve adını hala niye değiştirmezler? Bunu yapsalar, bu bile Türk Silahlı Kuvvetleri'nin imajını güçlendirir. Genelkurmay bunu yapmıyor ama öte yandan her siyasi meselede bildiri yayınlamaya kalkıyor bu doğru değil.'

Bunu yaptıkları zaman dışarda da Türkiye'nin, Türk demokrasisinin imajı bozuluyor. İşte siyasi vesayet deniliyor, siyasete asker müdahalesi deniyor, imajımıza çok büyük zarar veriliyor'..."

Şehit subayların aziz hatıralarının, onların isimlerinin askeri mekanlara verilerek milletçe yaşatılmasına dahi tahammülü yok. Varın anlayın zavallının zihin dokusundaki etnik harabiyetin boyutlarını.

İçinizde bilmeyen arkadaşlar olabilir, Mustafa Muğlalı, kanun nizam hakimiyetini kabul etmeyen 33 kaçakçı eşkiyasını, sınır kapısında önlerine kırmızı halı sermediği, gül buketleriyle karşılayıp uğurlamadığı için, vaktin Demokrat Partisi’nde pusu kuran iç düşmanın 1948 yılında tertiplediği bir siyasi komployla, Ergenekon tezgahıyla zindana atıp, 3 yıl boyunca eziyet ederek katlettiği vatanperver bir Türk Subayıdır.

Aktardığım bu iki bölümden başka, muhtemelen şartlar olgunlaşıncaya kadar gizli tutulmak kaydıyla, silahsız ve sivil 33 erimizin, etnik eşkiya tarafından, 24 Mayıs 1993 tarihinde, sinsi bir şoförün ihanetiyle kalleşçe pusuya düşürülüp, işte o 33 kaçakçıya karşılık, canlarına kıyıldığı yerde; Şehit Muğlalı Paşayı, kadınlı-erkekli sefil-toplumcu kuklaların iki saf halinde diz çöküp alkış tuttuğu bir ayin havasında, Barzani-Talabani-Öcalan'ın ayakları altında aman dileyip ezilirken gösterecek "etnik zafer anıtı" açmayı planladıklarını anlattığı bir 3. bölüm mevcutsa, şahsen şaşırtıcı bulmam. Sanıyorum, geçtiğimiz yılın Kasım ayında, 33 erimizin şehadetine de dil uzatmış, tam bir etnikçi ağzıyla "devlet yaptı" demeye getirmişti. Siz bir şey mi diyecektiniz?

- Ergenekon.

- Efendim?

- "Ergenekon yapmış olabilir" demişti. Şunu diyecektim; hem "Biri diğerinin işini yapmaya kalkarsa orada rahatsızlık başlar" diyor, hem de kışlalarının yerine, taşıdıkları isimlere kadar Ordu kurumunun iç işlerine burnunu sokup, karışıyor. Hem 3. maddenin içeriğini haklı buluyor, hem de haklı bulduğu o içeriğin Türk Ordusunca vurgulanmasından rahatsız oluyor.

- Haklı bulduğunu mu düşünüyorsunuz?

- Ağzından çıkan söze bakılırsa, öyle.

- Haklı bulduğunu zannetmiyorum. Bence haklı bulmadığı halde haklı buluyormuş gibi yaptığını bazan farkında, bazan değil; ya da bir hakikati dilinin bu kenarıyla kabul ederken, öbür kenarıyla da inkar ettiğini, aynı saniyede hem farkında, hem değil; ancak o "özgür irade"sini kullandığını sanıyor ki, yok öyle bir şey.

- ?

- Böyle işte... Zihin böyle... Ülke meseleleri hakkında düşünüp görüş sahibi olmayı, bu görüşleri topluma açıklamayı, bazı meslek gruplarıyla, bazı kurumlara, imtiyaz olarak verilmiş bir özel hak olarak görüyor. Oysa her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, mesleği ne olursa olsun, ülke meseleleri hakkında ne düşündüğünü açıklama hürriyetine sahiptir. Şekli değil, hakiki demokrasi budur, böyle de olmalıdır. Siz? Parmak kaldıran. Evet?

- Ama görüş belirten kişi ordu mensubu olunca, bu gerçekten tehlikeli olmaz mı?

- Ordu kurumunu bir yana bırakalım, görüş belirten kişi, mesela medya mensubu olunca, "görüş belirtme"nin tehlikesi daha mı azalıyor?

- ?

- Başka her şeyden üstün tutacak kadar şahsi menfaatlerine düşkün olan mensuplarını kastederek söylüyorum; kendisini, yasama-yürütme-yargı kuvvetlerinin üzerinde adeta babadan oğula devrolunan "seçimsiz" bir "dördüncü kuvvet" saltanatı olarak dayatan medya kurumu mensuplarının "görüş belirtme" gücünün tehlikesi, ateşli silahtan daha az değildir. Türk Ordusuna Ergenekon Tezgahıyla saldırırken, her türlü teknik imkanı kullanarak masa başında imal ettikleri aslı faslı olmayan güya bilgilerle, bavul dolusu iftiralarla zihinleri bombardıman eden "gazeteci, köşe yazarı" sıfatlı saldırganlar, bu operasyonu, "görüş belirtme...ifade hürriyeti...toplumu bilgilendirme...gerçekleri açıklama" adı altında yürütmüyorlar mı? Operasyonu yürütürken kullandıkları silah, medya değil mi?

Cephanesi, ses-yazı-görüntü olan "medya gücü"nü başlı başına bir silah olarak düşünürsek, hitap ettiği zihin olduğundan, çok daha kısa bir sürede, bir anda, bir gecede sonuç alabilen ateşli silahla donanmış güce kıyasla, hem etkisinin yol açtığı sonuçlar daha kalıcıdır, hem de zamana yayılarak ortaya çıktığı için, anı anına hissedilmesi zordur; siyasi kuruma müdahalesi, sadece ateşli silah gücüyle yapılan bir müdahaleye kıyasla, daha azmış gibi algılanır. Bu "daha az" algılamasını "Ne de olsa demokrasinin savunulması"ymış, "Bir adım bile olsa ilerletilmesi"ymiş zannedip helak olanlar çoktur.

Az evvel değerli arkadaşım, "Hem 'Biri diğerinin işini yapmaya kalkarsa orada rahatsızlık başlar' diyor, hem de kışlalarının kuruldukları yere, taşıdıkları isimlere kadar Ordu kurumunun iç işlerine burnunu sokup, karışıyor" dedi ya, iki kurum düşünün; A kurumu olarak benim, B kurumu olarak senin işlerine burnumu sokmamla; B kurumu olarak senin, A kurumu olarak benim iç işlerime karışman arasında, kurumların iç işlerine karışmak bakımından ne fark var? İster görüş belirtme, ister fiziki müdahale şeklinde olsun, iki kurum arasındaki iç işlerine karışma halini, iki kurumun sadece birinden diğerine doğru ortaya çıkabilecek bir menfi durum olarak düşünmek mantığa aykırı, sefil toplumcu bir şartlanmadır.

Menfi manada iç işlerine karışma hali, bir Ordu kurumu mensubu görüş belirtince ortaya çıkıyor da, etnik siyaseti kollayıp koruyan bir siyaset kurumu mensubu, "O kışlayı yıkın, adını da değiştirin" şeklinde, "etnik siyaset"e uygun bir "siyasi talep"le Orduya görüş dikte etmeye kalkışınca ortaya çıkmıyor mu?

Yani, Ordu kurumu, Anayasa maddesini vurgulayınca siyaset kurumunun iç işlerine müdahale etmiş oluyorsa, siyaset kurumu, daha doğrusu yürütmeyi elinde tutan güç, geçtiğimiz yılın "Yüksek Askeri Şura" toplantısında görüldüğü üzere, Ordu kurumunun teamüllerini hiçe sayarak, kendi siyasi görüşlerine daha uygun gördüğü isimlerin önünü açıp, uygun görmediklerinin terfilerini engelleyince, orduya siyaset bulaşmış olmuyor mu?

Muğlalı ve YAŞ misallerinde olduğu üzere, siyaset kurumundan Orduya siyaset bulaşması, ordunun siyasete karış(tırıl)ması değil de nedir?

Ordunun siyasete karışmasıyla, siyasetin Orduya karışması aynıdır arkadaşlar.

Ordu kurumu;

- Anayasanın 3. maddesinin değiştirilemez bir genel esas olduğunu hatırlatırım.

Siyaset kurumu;

- Sus! Konuşupta işime tecavüz etme! Kendi işine bak! Hemen o kışlayı yık, başka yere kur. Adı, Muğlalı olmasın! Senin temayüllerini tanımıyorum; siyasi görüşüme uygun gördüğümü terfi ettirir, uygun görmediğimi ettirmem!

Görmeyi bilmek şartıyla, hakikat, bu diyalogda olduğu üzere basittir.


Şimdi tahtaya at nalı kadar harflerle SİYASET yazıyorum. Herkes görebiliyor mu?... Sonra, biraz daha daha aşağıya, aralarında aynı hat üzerinde iki kutup teşkil edecek şekilde "mesafe" bırakarak, SÖZ/DİPLOMASİ ve SİLAH/SICAK SAVAŞ yazıyorum. Son olarak her iki kutbu, yukarıya ters "V" harfi şeklinde iki çizgi çekip, SİYASET kelimesinde topluyorum.

[img]http://www.ordumillet.com/images/siyaset_diplomasi_savas.jpg[/img]

Kafa karışıklığı arkadaşlar, "siyaset"i sadece söz/diplomasi zannetmekten kaynaklanıyor, halbuki "siyaset", kullandığı iki yol olarak, bir kutbunda söz/diplomasi, diğer kutbunda silah/sıcak savaş bulunan iki kutbun teşkil ettiği bir bütünlüktür ki, Prusyalı General, askeri stratejist Carl Von Clausewitz'in bütünlükle iki kutup arasında mevcut dinamik ilişkiyi, siyaset kurumuyla savaş kutbu arasında kurarak ifade eden "savaş, siyasetin başka vasıtalarla devamıdır" meşhur cümlesi, aynı zamanda, "diplomasi, siyasetin tek yolu değil, kullandığı iki yoldan biridir" anlamını da içerir. Stratejistin "savaş"tan kastının sıcak savaş olduğu apaçık. Dolayısıyla, bütünlüğün iki kutbunu birbirine göre tarif edecek olursak; diplomasi, kelimelerin mermi olarak kullanıldığı sıcak savaşken; sıcak savaş, silahların konuştuğu, daha doğrusu, silahlarla konuşulan ateşli diplomasi dilidir.

Tarifleri, gerek bütünlükle iki kutup arasındaki, gerekse kutupların kendi aralarındaki bağlantıları doğru kurarak yapamazsanız, siyaset disiplinini, kendini gerçekleştirirken kullandığı iki yoldan "diplomasi"ye indirgerseniz, hakikati eksik kavramış olur, sonunda da Atlantik İttifakının ülkemizde dahil bölgemize, hatta bütün dünyaya etnik kalkışma üzerinden kurduğu şekli demokrasi, "demokratikleşme" tuzağına düşersiniz. Tıpkı adı geçen zat gibi, ordu ve siyaset kurumlarının, mutlak duvarlarla ayrılmış iki düşman kurum olduğunu zannetmeniz; ordu kurumunu, etrafına ses geçirmez, aşılmaz duvarlar çekilerek hapsolunması gereken mutlak siyaset dışı canavar olarak algılamanız artık zaman meselesidir.

Böylece son 30 yılda iyice yoğunlaşan liberal çapulcu propaganda bombardımanının tekerlemelerinden "Askeri çözüm, çözüm değildir; çözüm siyasidir" lafını sayıklaya sayıklaya, zihnen parçalanır gidersiniz. Ülkenizle birlikte...

Dikkat ederseniz, ülkemizde olduğu gibi, bu tekerleme tam da bir ülke dış düşmanla işbirlikçilerine karşı "ülke savunması" verirken, aynı dış düşman ve işbirlikçilerince, o ülkelerin Ordusuna, samimi vatanseverlerine karşı kullanılıyor. Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan milli devletler nasıl dağıtılıyor zannediyorsunuz?

Siyaset kurumunun, iç içe iki kutbun teşkil ettiği parçalanamaz bir bütünlük olduğunu bir de ekran üzerinde görelim. Ekranı şöyle çevirirsek, arkadaşlar oturdukları yerden az-çok görebilir sanırım. Biraz daha... Tamam, kafi... İlgili bölüme tıklıyorum. Açılan sayfanın sağ köşesinde, doğmakta olan Akdeniz Güneşi veya yarım dolunay şeklinde beyazımsı-morumsu bir fon üzerinde, biri kız, diğeri erkek, iki figür görülüyor. Kız ya da kadın olanı, bacaklarını dizlerinden bükmüş vaziyette, sırt üstü uzanmış yatıyor. Arkasında, sapı yaprağı kırmızı, ortası belli belirsiz göz kırpıp seğiren bir çiçek bulunan erkek, bir elini başının altına destek yaparak, sağ yanı üzerinde kıza doğru hafif doğrulmuş, sıcak savaşacakmış gibi bakıyor ama kız buz gibi diplomasi... Elindeki "Açık Toplum ve Düşmanları" başlıklı bir tez çalışması mı, yoksa magazin mi olduğunu bilemediğimiz bir takım kağıtlara dalmış, hiç oralı değil.

Hemen başlarının üzerinde, şeklen DSP güvercinine benzeyen, muhtemelen "sıfır problem" cinsi beyaz bir güvercin, kanatlarını "Hadi barışın, siz bütünleştiniz, ayrılamazsınız, hem şu üç günlük dünyada ne varmış küsecek?" gibisinden çırparak, erkekle kadın arasında, bir ona, bir öbürüne uçuşup, pır pır çöp çatıyor. Pek duyulmuyor ama bir yandan da "kazan-kazan!... kazan-kazan!" diye ötüyor sanki.

Sol üst köşedeyse, eğer Los Angeles Lakers son saniye üçlüğüyle maçı kazandığı için değilse, Bush'un 2003 Nisanında gemi güvertesi üzerinde yaptığı "Savaşı kazandık, bitti!" açıklamasını dinler dinlemez olmalı; görüntüleri sevinçten sıçradıkları anda dondurulmuş, havada asılı üç Amerikan genci figürü.

Kadınla-erkeğin içinde bulunduğu yarım dolunayın hemen üzerinde, altında kısa bir açıklama yer alan şu ana-cümle;

"Politik ve Askeri Bir İttifak".

Beyazımsı-morumsu fonun dışında, erkeğe yakın bir noktada kahverengi bir dairenin içinde, "Politik?"; kıza yakın, gri bir daire içindeyse, "Askeri?" kelimeleri.

"Politik?" kelimesine tıklayınca, şu cümleler; "NATO, demokratik değerleri destekler, güven inşa etmek ve uzun vadede çatışmayı önlemek için, savunma ve güvenlik konularında işbirliğini ve danışmalarda bulunmayı teşvik eder"

"Askeri?" kelimesine tıklayınca da şunlar; "NATO anlaşmazlıkların barışçı çözümünden yanadır. Eğer diplomatik çabalar başarısızlığa uğrarsa, kriz yönetimi operasyonlarını üstlenmek için gereken askeri kapasiteye sahiptir. Bu operasyonlar Washington Anlaşmasının 5. maddesine dayanılarak ve/veya Birleşmiş Milletler emriyle, yalnız veya diğer ülkelerin ve uluslararası örgütlerin işbirliğiyle yapılır"

Temel askeri güç olarak Amerikan Ordusuna dayanan NATO'nun, siyasetin şu ekranda gördüğünüz kadınla-erkek gibi, birbirlerinden ayrılmaları imkansız olan diplomasiyle askeri gücün iç içe teşkil ettiği bir bütünlük olduğunu bildiğine şüphe yok. Onlar bu bütünlük bilgisinden, mesela Irak işgalinde görüldüğü üzere, başka ülkeleri, güya "demokratik değerleri savunmak" bahanesiyle, aslında "İmparatorluğun" kurduğu statükoyu korumak maksadıyla istila ederlerken faydalanıyorlar. Türk Ordusunun "ülke savunması" gereği, "görevimin bilincindeyim" vurgulamasını "demokrasi dışı bir davranış" sayarken, bizim gibi ülkelerin Amerikan ordusunca istila olunmalarını "demokrasiye doğru bir adım" olarak alkışlayan zavallılarsa alet oluyorlar.

"Asker, soyu tükenmiş bir dinazordur, demokrasilerde yeri yoktur. Türk Silahlı Kuvvetlerinin kökü kurutulmalı! Yeter söz açık toplumun! Söz, değişimin!" diye yazıp-çizenlerin de katılıp, "Sayın General, Irak'ta demokratik değerleri egemen kılmak, açık-sivil topluma dayanan 'Yeni Irak'ı ortaya çıkarmak için çok çalıştığınıza, yüzyıllardır donmuş Irak toplumunda büyük bir değişim hareketi başlattığınıza, Yeşil Zon'da habercilik yapan biz yabancı gazeteciler de tanığız. Diktatörlük sonrası dönemde, seçimleri ne zaman düzenlemeyi düşünüyorsunuz? Değişime karşı çıkanlara karşı, önderlik ettiğiniz Demokratik Kurtuluş Savaşı devam ediyor, askeri açıdan mahzuru yoksa, bir seçim tarihi lütfededin de, 'demokrasi şöleni' için şampanyalarımızı şimdiden, hazırlayalım!"... diye sorular yönelttikleri basın toplantıları hatırlanmalı.

Hazır bahis açılmışken, açık toplum edebiyatı yapanların adeta kutsallık izafe ettikleri şu "değişim" lafına bir iki cümleyle değinmeden geçmeyeyim. Öyle çok büyük tahsil sahibi olmaya gerek yok, gördükleri üzerinde az-çok düşünmeyi bilen her insan basitçe farkına varır ki, bütün canlıları ve kültürüyle hayat, iki ihtimalin birbiriyle durmaksızın mücadele ettiği iç içe tek bir süreç boyunca, iki türlü değişir; ya müspet manada gelişip, tekamül eder ya da menfi manada çürür, bozulur, yozlaşır. Tabii ikisi de "değişim"dir.

Değişim olgusu, bir topluma, önünde mutlak olarak sadece müspet, tek bir "değişim" ihtimali varmış gibi, "değişimden yana olanlar"la "değişime karşı çıkanlar" ayrımıyla sunulursa, yozlaşma yönündeki siyasi-iktisadi-kültürel ve idari değişmelerin o topluma "sihirli değişim...kaçınılmaz değişim...önünde durulamaz değişim" diye algılatılarak hakim kılınmasının yolu açılmış olur.

Bu ayrımın içini, "değişime karşı çıkan totaliterizm yanlısı statükocu millicilerle, değişimden yana olan özgürlükçüler arasında demokrasi mücadelesi" diye, yalan-yanlış sıfatlarla dolduran liberal çapulculuğun çılgınca desteklediği Amerikan saldırısına uğrayan Irak'ta, turuncu devrim, lale, gül, nergis vesaire gibi adlar takılan operasyonlarla liberal çapulculuğun pençesine düşen benzeri ülkelerde kanser tümörü gibi bünyeye musallat edilen açık/laçka toplumların şu çivisi çıkmış haline bakın. Açıklık adı altında hemen her şey, hemen her kurum, her değer laçka, hemen her şey yol geçen hanı... Uyuşturucu, fuhuş, yolsuzluk, çürüme, bozulma, yozlaşma kol geziyor...

Vatansever yazarlarımız, bu toplumların turuncu dönemleriyle, bir önceki dönemlerini rakamlara dökerek bir kıyaslasınlar bakalım, ortaya ne çıkıyor? Cep telefonu, araba, alış-veriş merkezi sayılarını sıralamayı değil, insanların halini, mesela sağlık-eğitim hizmetlerinin durumunu, gelir dağılımını, sokaklara düşen insan sayısını, alış-veriş merkezlerinin duvarları dibinde can çekişenleri soruyorum.

"Milletin malını yağmalıyorsam, 'özgür irademle' yağmalıyorum, kimi ne ilgilendirir? Burası özgür bir ülke, Saddam'ın Irak'ı değil, bu ne terbiyesizlik? Bu ne köhne devletçi Kemalist Türk kafası?" diye konuşabilmek, hangi dönemde, "Bravo! Cesur konuştu! Adam gibi adam! Yüreğine diline sağlık!" sözleriyle el üstünde tutulup, örnek alınacak kadar ahlaki ölçüler ters dönmüş, ya da hangisinde yağmacı takımı böyle açıkça övünemiyormuş ve hele yakalandıklarında devlet kurumu onlara neler neler yapıyormuş, gövdeye indirdikleri milletin malını fitil fitil ve fazlasıyla nerelerinden çıkarıyormuş bir bilelim. Şimdi çoğu "Anti-demokrat Jakoben derler... Baskıcı, statükocu, Kürt düşmanı derler" diye korkuyor. 90'larda değiliz, liberal çapulcu statükonun ne mal olduğu ortaya çıktı, hakikat artık örtülemiyor, neyin ne olduğu şimdi söylenmeyecekte ne zaman söylenecek?

Aklınıza, laçka toplumculuk belasının, bu bela henüz iktidarı gasp etmemişken, propaganda savaşında niçin mağlup edilemediği sorusu gelebilir. Daha çok Türkiye örneğine ağırlık vererek, konuşursak;

Özelleştirme kod adlı yağmacılığa evin/vatanın kapısını açmadıkları için Turuncukuaz Operasyonlara uğrayan milli devletlerin, bu operasyonlara karşı koyarken, insan hakları, ifade hürriyeti başlığı altında eleştiri konusu yapılabilecek bazı yanlış uygulamaları;

Operasyonları tezgahlayan dış düşmanın milli devletlere karşı iç cepheyi dağıtmakta, kapıyı içerden açtırmakta kullandığı etnik bozguncuların, bu uygulamaları, hem ülke içinde, hem dışarda, mesela abartılı bir "canavar devlet kurumu-ezilen masum azınlık" edebiyatıyla, sırasında din kardeşliği hissini alet etmekte dahil, sömürüp propaganda ederek başları üzerinde oluşturdukları mağduriyet halesi;

Ve karşı psikolojik taarruza geçmek yerine tam tersi bir tutumla pısıp kalan okumuş-yazmış takımının önemli bir bölümünün bu bombardımanın salvolarıyla 80'ler 90'lar boyunca tohumlanması; her geçen gün "değişime" uğrayarak soysuzlaşması ve sonunda tamamen boyun eğerek, zihnini etnikçi ihanetin emrine verip zombileşmesi...

Gözleri batı fonlarında, ödüllerinde, "Ordu ve devlet kurumlarına hiç korkmadan horozlanan ne cesur entellektüel adam" rolü oynatılan, hissinden yoksun oldukları ev/vatan kavramlarıyla akıllarınca dalga geçen, tohumu içlerine basılmış suçluluk kompleksiyle, kendilerini "Türk" hissetmediklerine inandırmak uğruna, her fırsatta onun bunun önünde diz çöküp, yemin billah çırpınan yalvargan tipler, işte bu çarpık ilişki sürecinin mamülleridirler.

Bu noktalar önemli olmakla birlikte, etnik-çapulcu propagandanın geçmiş on yıllar boyunca zihinleri bu kadar avlayıcı olabilmesinin sebebini, propaganda stratejisinin üzerine kurgulandığı "değişim" kelimesinin sihri etrafında aramak lazımdır. Bu sihir; tezahürü, ister müspet manada gelişme, olgunlaşma; ister menfi manada bozulma, yozlaşma biçiminde olsun, hayati bir olgu olarak "değişim"in kaçınılmazlığıyla, liberal çapulcu siyasi-iktisadi-kültürel ve idari projeleri özdeşleştirme kurnazlığıdır; şöyleki;

1- İnsanlığın önünde, mutlak olarak müspet tek bir "değişim" ihtimalinin bulunduğunu ve müspet değişimin, sadece liberal çapulcu siyasi-iktisadi-kültürel-idari projelerin gösterdiği şekil ve istikamette mümkün olabileceğini söyler.

2- Milliciliği, bütün kurumları ve projeleriyle menfi ilan eder.

3- Kurnazlık içinde kurnazlık; milliciliği, "Biz liberaller her ne kadar mümkün olmadığını iddia ediyorsakta, insanlığın geleceği pekala millici tezin iddia ettiği istikamette de gerçekleşebilir; değişim olgusunun menfi kutbu belki de bizim projelendirdiğimiz anlamda liberalizmdir; ortada iki değişim önerisi var, hangisinin müspet, hangisinin menfi olduğunu yaşayarak göreceğiz" gibi, hakiki demokrat bir bakış açısıyla değil; turuncukuaz laçka toplum denemelerinde ortaya çıktığı üzere, aslında kendisinin, çürüme, bozulma, yozlaşma yönündeki menfi değişimi temsil ettiğini bildiğinden, bu hakikati örtmek maksadıyla; "Milliciliği, değişimin şimdiden kesinlik kazanmış yolu ve yönü üzerinde çoktan aşılmış bulunan bir engelin çırpınan son kalıntıları" olarak peşinen tarihin dışına mahkum ederek menfiler. İki Almanya'nın birleştiği, Sovyetler Birliği'nin dağıldığı yıllarda, her iki tarihi hadiseyi liberalizmin mutlak zaferine bağlayarak ayyuka çıkan, "İdeolojiler aşıldı, dinazorlar çağı kapandı!... Bağımsızlık kavramı öldü!... Milli devlet kurumu kaybetti!... Liberalizm kazandı, tarih bitti!" yaygaraları hatırlanmalı.

Yani propaganda makinesine göre, "liberal" değişim, menfiliği pekala ortaya konabilecek ideolojik bir iddia olarak değil, kaçınılmazlığını tarihin mühürlediği, tartışılması gereksiz, ideolojiler-üstü bir mutlak-ihtimal olarak müspettir.

Kutuplarından birinde, "ev" hissinden yoksun yolgeçen hanı kukla idarecikler, diğerinde "ev"i savunan bağımsız milli devlet kurumları bulunan esas ayrım, bu kurnazlığın şartladığı bir ortamda, "ideolojik saplantılarla tarihin kaçınılmaz gelişim çizgisinin dışında kaldığı için değişime boşu boşuna karşı çıkan totaliterizm yanlısı statükocu millicilerle; tarihin kaçınılmaz gelişim çizgisini temsil eden değişimden yana olan özgürlükçüler, yenilikçiler" ayrımına bırakır; mücadeleyse, doğru kutbunda "liberal değişimcilerin" bulunduğu bir "demokrasi mücadelesi" olarak tarif edilir ve "Demokrat mısın, anti-demokrat mı? Hangi saftasın?" sorusu, bu ayrım esas alınarak sorulur. Böyle bir ayrımın kuvvetle benimsendiği bir yerde, sorunun cevabı, cevabı verenin niyeti ne olursa olsun, "liberal değişimden yanayım" anlamına gelen "elbette demokratım, demokrasi safındayım"dır olur, ki kurnazlığı farkına varan için bile, baskıyı göğüslemeyi göze alamadığı taktirde, "ben o safta değilim" cevabını vermek, kolay değildir; zira liberal çapulcu siyasi-iktisadi-kültürel ve idari projeler, "değişim"in kaçınılmazlığıyla özdeşleştiğinden; "değişime boşu boşuna karşı çıkan millici misin, değişimden yana olan özgürlükçü müsün?" sorusunu, sanki "Değişim olgusundan yana mısın, karşı mısın?" diye algılar ve "Ben milliciyim, liberal çapulcu demokrat değilim, tarih bitmedi" cevabını verirse, "Yok hayır, değişime karşı çıkıyorum; ben böyle donmaktan, kala kalmaktan yanayım" demiş olacakmış gibi gelir.

Otoritenin kötü kullanılmasından hareketle "Açık Toplum Ve Düşmanları"nı yazan Karl Popper'in görüşleri, insanlığın başına bela kesilen "sihirli çözüm" laçka toplum musibetinin ortaya çıkmasında önemli rol oynamıştır. Siz?... Hayır, çiçekli gömlek giyen değil, pencere kenarında oturan arkadaş, buyrun.

- "Vatansever yazarlarımız, bu toplumların turuncu dönemleriyle, bir önceki dönemlerini rakamlara dökerek bir kıyaslasınlar" dediniz. Aynı kıyaslama, 1923-38 dönemiyle, bugünkü Türkiye arasında yine rakamlara dökerek yapılsa iyi olmaz mı? Hala o dönemin statükosu varmış gibi, "90 yıldır devam eden statüko" diyorlar, bağımsızlık yanlısı samimi vatanseverlere, "statükocular" diye saldırıyorlar.

- Statüko on yıllar evvel değişti. Mevcut statüko, 38'den itibaren Amerikan Vesayeti altında adım adım kurulan liberal çapulcu statükodur. Kıyaslamalar yapılıyor ama parça parça. Mevcut statükoyu kapsamlı bir kıyaslamayla rakamlara döküp, gözlerine sokarak "işte fark" demek iyi olurdu. Demin konuşan arkadaş?

- Menfi manada diye başlayan kısmı bir daha tekrarlasanız? Demin kaçırdım orasını. İki insan arasında geçiyor hani?

- Anlayamadım.

- Biri A, biri B, iki şey arasında, iki kurum arasında... biri diğerinin iç işine karışınca, sanki karışmamış oluyor...Soru formundaydı?

- Haa, tekrarlayayım: Menfi manada iç işlerine müdahale etme hali, Ordu, siyasi kurumun işlerine "askerice" karışınca ortaya çıkıyor da, siyaset kurumu Ordu'ya "siyasice" müdahale edince ortaya çıkmıyor mu?

- Teşekkür ederim.

- Bir şey değil. Bir milletin bütünlüğünü koruma mücadelesi arkadaşlar, takdir etmelisiniz ki sadece "Görevimin bilincindeyim" demekle yetinerek kazanılamaz; bilincinde olunan görev neyse yerine getirmek gerekir. Liberal çapulcu köşe borazanlarının "radio evini çeviren tanklar... evine kapanmış insanlar...in cin top oynayan zavallı sokaklar... ekmek dağıtan karanlık cemseler... despot despot bakan askerler..." benzeri sahnelerle, bir yandan komikleştirip, bir yandan korkunçlaştırarak zihinlere işlediği darbe karikatüründen değil, askeri, siviliyle tam bir ordumillet ruhuyla hareket etmekten bahsediyorum.

Sandığa karşı değilim, fakat sistem kördüğüm olduğu zaman, kördüğümün başında böyle bütün millet oturup karalar bağlamaz, gözünü kördüğüme dikip ağlamaz; "kılıç ilkesi" söz alır, bir kılıç darbesiyle mesele çözülür. Hangi sebeble söylemiş olursa olsun, Mustafa Kemal Atatürk'ün 30'larda Bursa'da söylediği şu anlamdaki sözler, kılıç ilkesine dikkat çekiyor.

"Cumhuriyetin sahibi ve bekçisi sizsiniz, baktınız ki ülke paramparça oluyor; fakat idare edenler vur patlasın çal oynasın, aldırdıkları yok; o zaman 'O kurum varmış, bu kurum şöyleymiş, onlar nasıl olsa halleder, ben oturup seyredeyim' demeyeceksiniz; aksine 'İş başa düştü, karalar bağlamakla, yalvarmakla, göz atarak bu kördüğüm çözülmez' deyip, elle, taşla, sopayla, silahla, işte Allah ne verdiyse, göreve girişeceksiniz; bütün eğrileri, yamukları düzeltip, hizaya getireceksiniz. Türk genciyseniz, yaparsınız"

Keza, Hz. Ömer, cümle cümle aklımda değil tabii, "Yamuk bir iş yaparsam, n'aparsınız, orada öyle dikilip seyir mi edersiniz?" diye sorduğunda, "Hele bir dene! Seni şu eğri kılıçlarımızla öyle bir düzeltiriz ki" manasında cevabı yapıştıranlar da aynı ilkeyi esas alıyor. Demek ki evrensel bir ilke... Bu bağlantıyı görememenizi, propaganda bombardımanının tahribatına yoruyorum.

- Hz Ali'de aynı ilkeyi esas alırdı.

- Elbette. Aslına bakarsanız, Peygamber Efendimiz, ilkenin hakkını verenlerin başında gelir. Fazla zaman da kalmadı. Propaganda bombardımanın tahribatına, kısa tutmak kaydıyla, bir-iki örnek daha vermek isterim. Mesela şurada gözüme çarpan, bir elektronik posta;

"Atatürk ilke ve devrimlerine, Cumhuriyetin apaydınlık yoluna sımsıkı bağlı, Baba İshakların, Pir Sultanların, Celalilerin başkaldırı geleneğinin temsilcisi Alevi Türk toplumunun Muharrem ayını kutluyoruz"

Bir dava güden isimleri anladık; fakat ülkemizin içinde bulunduğu etnik bozgunculuk döneminde "Celalilerin başkaldırı geleneğinin temsilciyiz" demek doğru değildir. Safevi Devletinin desteğinde, mezhep davası güden hareketler olarak ortaya çıkan, ancak Osmanlı Devlet yapısının bozulduğu daha sonraki yüz yıllarda, haksız uygulamalara isyana dönüşen Celali ayaklanmalarının, temsilcisi olmaya heves edilecek saflıkta bir devrimci başkaldırı geleneği olmadığı; çevresine kan kusturup, soyup soğana çeviren bir çok kötü niyetli fırsatçı bozgunculuk hareketinin, haksız uygulamalara isyan eden Celali görüntüsü altında boy gösterdiği bir vakıa. "Merkezi otoriteye isyan etmişse, haydut da olsa bir devrimci değeri vardır" diye düşünmek olmaz; "Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz" diye biliyorum.

Ve bir haber;

"Kocaeli İnanç Özgürlüğü Platformu üyesi bir grup, Sabri Yalım Parkı'ndaki İnsan Hakları Anıtı önünde pankart açarak, füze kalkanı projesini protesto ettiler.

Kocaeli Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Sezer Çorman, yaptığı açıklamada, 'Olası bir fırlatmada gerçekleşecek patlamanın oluşturacağı asit yağmurları, nükleer serpinti veya parça düşmesinin yağmur gibi Anadolu insanının üzerine yağacağı da aşikardır' diye konuştu.

Radyoaktif serpintinin yol açacağı ölümler ile yayacağı radyasyona ilişkin gösteri sunulan protestoya katılanlar daha sonra dağıldı."

Değerli arkadaşlarıma hatırlatayım; Irak'a yönelik saldırıların ilkinde, bu ülkeye 300-400 ton, ikincisinde 2000 ton seyreltilmiş uranyum yağdı, zamanla çoğu öldürücü kanser hastalıklarına, sakat doğumlara, organ tahribatına yol açmak üzere, havasına, toprağına, suyuna karıştı. İlk saldırının üzerinden 20, ikincisinin üzerindense 8 yıl geçti. Bu süre zarfında, bugün İran'a yönelik füze kalkanı projesine karşı çıkarken, haklı olarak "Olası bir fırlatmada gerçekleşecek patlamayla açığa çıkacak seyreltilmiş uranyumun Anadolu insanının üzerine yağacağını" dile getiren bu platform ve benzeri yapılanmaların "Irak'a yağan seyreltilmiş uranyumun Türkiye'nin güneydoğusunda yol açtığı muhtemel yıkım"la ilgili bir hassasiyet sergilediklerine veya bu derece bir hassasiyet sergilediklerine şahit olmadım.

Şimdi, İnanç Özgürlüğü Platformu ve benzeri yapılanmaların Irak'a yağan seyreltilmiş uranyumun, siyasi sınırın Türkiye tarafına geçmiş olamayacağına inanmalarının muhtemel iki sebebinden biri, gerçekleşmesine sessiz kaldıkları saldırıların hedefi olan vatansever, millici, tam bağımsızlık yanlısı BAAS Yönetimine duydukları derin nefret ise; diğer sebep, nefret ettikleri BAAS Yönetimini hedef alan saldırılarda, düşmana "Ev"in kapısını içerden açmaktan sorumlu Barzani ve Talabani'ye duydukları sempati olabilir mi?

Bir misal de Irak'ın kuzeyinden;

"Kuzey Irak'taki Erbil kentinde yapılan 13'üncü Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Kongresi'nde Mesut Barzani oy birliği ile yeniden 'Genel Başkan' seçildi. Barzani, Kürtler'i yaratan Allah'ın aynı zamanda ulusal haklarını da verdiğini belirtirken, ayrılma gibi düşünceleri olmadığını söyledi.

'Kürtler'i yaratan Allah ulusal haklarını da vermiştir. Bu nedenle hiç kimseden ulusal hak talebinde bulunmadık. Her zaman şu görüşte olmuşumdur; Ulusal hak Allah tarafından tüm uluslara verilmiştir. Fakat bazı çevreler veya devletler bu hakları gasp etmiştir. Ulusal hakları gasp edenler ya Allah tarafından verilen bu hakları tanırlar ya da gasp etmeyi sürdürürler. Bu devletler veya çevreler ulusal hakları verme gücünde ve yetkisinde değillerdir. Çünkü ulusal haklar zaten Allah tarafından verilmiştir. Kendi kaderini tayin hakkı ise bütün ulusların en doğal hakkıdır. Fakat burada önemli olan bu hakkı ne şekilde kullanacağımızdır' dedi"

Bunlar hep son 30 yıldır maruz kalınan propaganda bombardımanının yol açtığı zihin dokusu iflasına işaret söz sapkınlıkları...

1- İran'ın, Irak'a kara saldırısı düzenlemesiyle başlayan savaşta, İran hesabına bozgunculuk hareketlerine kalkışan;

2- Irak'ın ülke bütünlüğünü hedef alan her iki saldırıda, merkezi milli devlete karşı saldırganla işbirliği yapan;

3- 91 Saldırısından hemen sonra Başkan Bush'un radyo ve televizyon aracılığıyla verdiği, "Ayaklanıp, yönetimi devirin" emriyle ayaklanan;

4- Bozguna uğrama belirtileri ortaya çıkınca, vaktin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın, Talabani'yle birlikte Ankara'da düzenlediği gizli toplantıya bir adamı vasıtasıyla katılıp, Irak Devlet Başkanını devirme maksatlı görüşmelerde bulunan;

5- Bozgun kesinleşince, hem Türk Milletinde, "Her iki ülkedeki bozgunculuğa karşı, millici Irak Yönetimiyle ittifak kurmalıyız" düşüncesinin oluşmasını engellemek, hem de her iki ülkedeki bozgunculuk hareketlerini kaynaştırmak için, muhtemelen Özal'la yapılan gizli toplantıda karara bağlanan, "soykırımcı canavar Saddam geliyor!" tiyatrosunu sahneleyip, on binlerce insanı Türk sınırına yığarak, psikolojik operasyon düzenleyen;

6- Hemen akabinde, Bağdat'ta yönetimle anlaşıp, bunu kameralar önünde Irak Devlet Başkanıyla el sıkışarak ilan eden, ama bir hafta sonra anlaşmaya hıyanet ederek bozan bu şahıs hakkında, Allah'ın Kur'anda verdiği "Enfal" hükmünü hatırlatmakla iktifa ediyorum.

Hararetle parmak kaldıran çiçekli gömlek giymiş beyefendi, evet?

- Siz totaliter düzen öneriyorsunuz!!

- Total futbol öneriyorum... Total kelimesinden ürkmeyin. Aile, toplum, millette fertlerden oluşan bir takımdır ve tıpkı belli bir otoritenin yönetimi altında önceden planlanmış bir sistemi uygulayarak başarılı olan tuttuğunuz takım gibi, varlıklarını amaca yönelik olarak ancak bir takım oyunu oynayabildikleri ölçüde sürdürebilirler, yoksa bütünlüklerini muhafaza edemeyip, dağılırlar.

Az-buz bir rakam değil, total olarak 100 trilyon hücreden oluşuyor vücut bütünlüğümüz. Her saniyede 10 milyonu ölürken, aynı görevi devam ettirmek üzere planlanıp, bilgilendirilmiş 10 milyon yeni hücre doğuyor. Bunlardan "biri" bile, "Ben öyle planlamaya gelemem. Hiç bir otorite bana görev dikte edemez. Çekirdek benim çekirdeğim, sitoplazma benim sitoplazmam, Bana ne vücudun bütünlüğünden? Bu vücuda bir kere geliniyor. içinde istediğim gibi gezer, tozar, keşfe çıkarım, kendi özgür irademle istediğim kadar salınıp, bölünürüm. Kimseye de hesap vermem. Çünkü ben kendi sitoplazması üzerinde duran, özgür bir hücreyim" demiyor.

Diyen hiç mi çıkmıyor peki?

Çıkıyor. O kendisini "demokrat hücre" zannediyor fakat, kanser... Vücut sağlamsa, bünyesinde yaratılıştan mevcut bir çeşit iç hizmetler kanununca, koruyup, kollama operasyonları düzenleyerek o çıkıntı hücreleri yok ediyor. Demek ki resmi total görmek lazım.

O halde, evin kapılarını, pencerelerini yerine takacağız, çatısını kapatacağız, sonra içinde nasıl yaşayacağımızı tartışıp planlayacağız. Ayakları üzerinde durmak dediğin böyle olur, öne doğru doksan derece eğilmekle değil.

Oo! Uyandınız mı? Buyrun, oturun. İyi dinlendiniz mi bari? Nasıl hissediyorsunuz şimdi?

- İyiyim. N'oldu böyle bana?

- Önemli değil, geçti. Olanca çıplaklığıyla önünüze getirip sununca, hakikatin Dolunay etkisine uğradınız!



Yüce SEL

http://www.ordumillet.com
Kullanıcı küçük betizi
okuyucu55
Üye
Üye
 
İletiler: 9
Kayıt: Sal Kas 30, 2010 9:57

Şu dizine dön: Devlet ve Siyaset

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x