SALDIRI
(Hayvan öyküsü demeyin, bir hayvan öyküsü bazen bize görmediklerimizi gösterebilir, yapmamız gerekenleri hatırlatır...)
Bayramın ilk günü. Bayram namazı öncesi. Hava daha alaca iken, gün tam ağarmadan tavuklar çığrışıyor, alışılmadık bir zamanda kıyamet koparıyorlar. Gün içinde buna benzer sesleri ne çok çıkarıyorlar, alışkınız, bir köpek yanlarından geçerse, kediler yakınlarına gelirse, yabancı biri yaşadıkları dereden geçmeye kalkarsa… Tavuklar haberci gibiler. Her türlü tehlikeyi bildiren telsizciler…
Önce, yoksa sabahın köründe şaşırıp kurban mı kesmeye kalktılar, bayram namazından önce mi başladı köyde kesim diye düşünüyoruz. Tavukların kümesinin biraz öte yanında, dağ yamacının kıyısında kesim yapılacak çünkü. Kaç yıldır köyün bütün hayvanları orada kesiliyor. Bir de vinç gibi bir araçları var bu iş için. Çocuklardan, kadınlardan, özellikle gezgincilerden (turist) uzak, dağın eteğinde toprakta açtıkları çukurun başında ikindiye kadar sürer hayvan kesimi. Kümeste değil de ağaçların üstünde, dallarda barınan tavuklar da var burada. Onlar mı bağırdılar acaba diyoruz.
O gün tedirgindik zaten, içimiz daralıyordu, bayram yapacak durumda değildi ki ülkemiz, kuşatılmış, sarılmış, boğazı sıkılan, soluğu her geçen gün kesilen Cumhuriyetimiz… Arap bataklığına çekilen askerimiz, bölücülerle al gülüm ver gülüm muhabbeti yapanları ballandırarak anlatan, gericiliğe göz kırpan, iktidara yaltaklanan, ülkemizin Cumhuriyetle kazandığı aydınlık ilkelerini karartan, yozlaşan basın yayınımız…
Kutlanacak bayram mı vardı? Bağımsızlığı tehlikede, gizli işgal altındaki bir vatanda…
O gün, bu yüzden yalnızca bayramın çocuklara verdiği sevinci görmekle avunacaktık… Sabahın köründeki tavuk, horoz sesleri, alaca karanlık açılmadan bu kopan kıyamet bizi şaşırtmıştı. Erkenden onların kümeslerini neden açtılar ki, yoksa bir köpek mi geldi yanlarına diye de meraklandık.
Derenin içinde önce Kınalı Horoz’u gördük. Yere çökmüş, yürüyemiyor. Oraya kadar nasıl gelmiş? Yanına gittiğimiz de topallayarak birkaç adım attı, yine çöktü. Kanadı yoluk, başı, ibiği bereli, ayağı yaralı, derisi yüzülmüş karnına kadar.
Burada dere dedimse, burası kuru dere, kışın sel getiren, defalarca taşan, çok değil yirmi yıl öncesinde de içinde balıkları olan, çağıl çağıl aktığı söylenen bir dere yatağı. Şimdi yağmurlarda dere oluyor, dağlardan gelen suları toplayıp denize akıtıyor…
Ama o ne, az sonra gördüğümüz görüntü inanılacak gibi değildi. Derenin üst başında, komşumuzun bahçesinde duran, duvara dayalı, üstü tahta kaplı, iki kişinin yerinden kaldıramadığı koca kümes, hortuma yakalanmış Amerikan evleri gibi yerinden oynatılmış, iki metre öteye fırlatılmıştı. Tabanı açık olan kümesin bir ucu taşlara dayanmış alttan on santimlik bir yeri açıktaydı. Telleri yer yer avuç içi büyüklüğünde delinmiş, tavanındaki koca taşlar yere düşürülmüş… İçindeki üç tavuğumuzun yerinde ise yeller esiyordu. Ne olduysa tek horozumuz kurtulmuş…
Çevrede ne tavuk tüyü, ne tavuk parçaları, ne bir dövüşün izleri var. Burada demin ne olmuş? Nerede tavuklar?
Biz böyle tavuklara seslenir, şaşkınlık çığlıkları atarken komşu hanım yanımıza geldi. O bizden de şaşkın:
“Hınzır," dedi, "Hınzır gelmiş olmalı. Kümesi kaldırıp atmış, tavukları kapmış…”
Sonra bir dedektif gibi toprak tabanı incelemeye başladı:
“Bak, bu yuvarlak taban izi, ayak izi hınzırın. Gelmiş, kümesi açamamış, tellerini kıramamış, bu yüzden kümesi yerinden kaldırmış. Hayvanların dördünü birden yiyemez. Birini kapsa, diğerleri kaçmıştır. Kaptığı hayvanı hemen halleder, tüylerinin yerlerde kalması lazım, yerde hiç böyle bir iz yok, tuhaf, çok tuhaf…”
Sonra horozu inceledi, kucakladı, bir güzel muayene etti gövdesini. “Kümesin altındaki boşluktan o saldırıda can korkusuyla kaçarken derisi yüzülmüş, ayağında kırık çıkık yok!” dedi.
“Hınzır (yaban domuzu) tavukların üçünü de yiyememiştir. Hayvancıklar korkudan bir çalı arasına sinmişlerdir. Dere boyu seslenerek her yeri ara!” dedi bana.
Dediğini yaptım. Yok, yok, tavuklardan bir iz yok. Kınalı biraz daha ötelere gitmiş defne dallarının altında yere çökmüş duruyor. Aradan yarım saat geçti geçmedi, iki tavuk dere yamacının üst kısmındaki kuru dalların, dikenlerin, taş toprak yığınının arasından çıktı. Şaşkın ve ürkekler. Yem verdik yemiyorlar, gölgelerinden korkar olmuşlar. Demek yalnızca bir tavuk kaçırmış hınzır dedik. Göremediğimiz, yendiğine inandığımız kırmızı tavuğa yandık. En söz dinleyen, tüyleri en güzel, yumurtlayan tavuk gitmiş.
Hınzırın onu nasıl korkuttuğunu, nasıl parçalamış olabileceğini hayal ettik, içimiz kabardı, üzüldük…
Artık her on dakikada kalan iki tavuğun ve yaralı horozun yanlarına gidiyor, onlarla konuşuyor, onları avutuyoruz. Aradan iki saat geçince bir baktık üçüncü tavuk da yanlarında. Meğer ölmemiş, korkudan bu zamana kadar bir yerde saklanmış.
Yaralı horoz o gün pek yerinden kımıldayamadı, ama ayağa kalkabiliyordu. Üstelik o durumuyla yaralandığı sabah kendine saldıran baş düşmanı Çilli’yle dövüştü . Bir anda eskisi gibi güçlü kuvvetli oluverdi sanki. Ayırmasak onları, komşunun Çilli Horoz’unu öldürecekti.
Bu hayvanlar âlemi bir tuhaf, onlara akıl sır ermiyor.
Bizim “Kınalı” çok gururlu bir horozdu. Dövüşken, korkusuz. Daha üç beş aylıkken mahallenin en korkulan ayağı koca mahmuzlu horozuyla yer kavgası yapmış, dövüşmüş, onu yenmişti. Dövüşü zor ayırmıştık. Yukarı komşumuzun üç horozuyla da kavgalıydı. Hiç birini kendi yaşadığı dereye sokmazdı. Öte yandaki komşumuzun iki horozuyla da öyle, kavgalı. Karşılaştıklarında her defasında onları yanından, yerinden kovar, arkalarından koştururdu.
Kümesi koyduğumuz yer komşumuzun bahçesinin dere kenarı. Kümes geçici olarak orada duruyor. Kınalı, kümesin yöneticisi olarak görevini iyi biliyordu. Yerini yurdunu sahipleniyordu. Kümesin önüne yakınına komşunun horozlarını yaklaştırmazdı. Kendine verilen yeri benimsiyor, aslanlar gibi koruyordu. Yabancıyı yaklaştırmıyordu oraya.
Onu sevmeye kalksak buna izin vermez, çevremizde yan yan dans eder gibi döner, bizi uyarırdı değişik bir ses çıkararak, beni elleme der gibi.
Horozumuzun böyle elden ayaktan düştüğü tavuklar dünyasında çabuk duyulmuş olmalı. Bütün düşmanları bir anda ortaya çıkıverdiler. Biri yanına indi, ona saldırıyor. Biri duvara çıkmış, kabara kabara ötüyor, biri gerine gerine çevresinde dönüyor… Bu da ben yaralıyım deyip pısıp kalsa ya, nerede? Tek ayağına dikilip ötüyor, onlara tüylerini kabartıyor…
O gün öyle geçti. Kümesi onardık, yerine koyduk. Çevresini geven dikenleriyle, palmiye dallarıyla sardık, sarmaladık.
İnanır mısınız hayvanların hafızaları var. Hava kararırken kümeslerine koşan tavuklar, bu kez kümeslerinden yana dönüp bakmıyorlar. Birbirlerine sokulmuş ötede bekleşiyorlar. Tek tek tutup bağırtarak kümese koyduk onları. Horozu da tedavi ettik, aspirin içirdik, akşam yeniden yaralarını ilaçladık…
İkinci gün diğer horozlar saldırılarını daha da artırdı. Kınalı dövüşmeye hazır, onları hâlâ bu perişan durumuyla bile korkutuyor. Korkusuzluğu diğer horozları kaçırtıyordu ama bir ciddi saldırıda öldürüleceği belliydi. Horozu mecburen dışarı salmadık, evin önüne aldık. Yanımızda tuttuk.
Üç gün geçti aradan...
Kınalı iyice çaptan düştü. Akhoroz’un başına gelenlerin aynısını yaşıyor. Hani daha önce uzun uzun anlattığım, doğuştan sakar, biraz da aptalca olan, kendini bir kedi gibi sevdiren, insana sokulan sevimli Akhoroz’un son günlerine benzedi durumu. Makine civcivi oldukları için dayanıksız olurmuş bu tavuklar, horozlar. Aynı zamanda genleriyle de oynanan bu hayvanların ayakları çabuk kırılıyor, bir daha da düzelmiyormuş. Makine civcivlerinin horozlarına eti için bakılırmış. Diğer horozlar gibi fazla uçamıyor, yükseklere atlayamıyorlarmış. Yine de Kınalı yarım metre yükseğe bile çıkamayan o zavallı Akhoroz gibi değildi, normal köy horozları kadar hareketliydi, çünkü korkusuzdu. Kendine güveni sonsuzdu. Başka horoz ona saldıramazdı, çünkü ilk saldıran hep kendisi olurdu. Bu yüzden de yenen, diğerlerini kaçırtan hep Kınalı’ydı.
Durumuna bakıp tanıdıklar şöyle dediler:
“Bu horoz bu duruma düşmemeliydi. Yakışmadı. Yazık oldu.”
Kınalı yenik değil yine de.
Karşıdan düşmanı Çilli Horoz’un sesi geliyor. Duvara çıkmış ötüyor. Bu sesi duyan Kınalı zorlukla başını uzatıyor, gövdesini kaldırmak istiyor, kaldıramıyor, yine de ötüşe ötüşle yanıt veriyor.
Ertesi günü hiç ayağa kalkamadı, bir yanına devrildi gövdesi. Kanadının bir tarafına yatıyor. Ayağına hiç basamıyor. Bacağının gövdeye bağlandığı yukarı but kısmının yarası ağır.
Kaç günden beri sabah akşam yaralarına yara merhemi sürdük, sargı bezleriyle sardık, hep bahçede tutuyoruz onu. Üç tavuk da yanında. Bahçenin dere kapısı açık olduğu halde bir yere gitmiyor, onu bekliyorlar. Hele bir tanesi tüylerini temizledi bir ana gibi. Horoz kaşınıyor, yanındaki tavuk kaşındığı yerden bitini temizliyor…
Akşam yerine koyacağız horozu, elimize aldık, sargılarını değiştiriyoruz, bir koku...
Bu kokuyu artık öğrendim. Kanadının üstüne de küçük kara sinekler konmaya başladı nereden çıktığını anlamadığımız…
İşte bu kötü.
Yem yemeyi de bırakırsa umut bitecek.
Horozumuz ölecek…
Saldırının dördüncü gecesi bu gece.
Hem yeni bir hınzır saldırısından, hem de horozumuzun gece ölüvereceğinden korkuyoruz. Bir yavrusundan ayrılan ana gibi yüreğimiz…
Hayvanlara böyle alışmamalı. Yoksa çok zor…
Hayvanlar da bizler gibiler. Canları var. Acı çekiyorlar. Yaşam hakları var, onların yaşam haklarının, yaşam şartlarının yasalarla korunması gerekiyor.
Çağdaşlık bunu gerektiriyor.
Bizim hayvanı böyle tedavi ettiğimizi gören mahalleli bir genç hanım bizi aklınca uyardı dün:
“ Bu artık iyi olmaz. Makine tavukları dayanıksız olur, mundar olmadan verin birine de kessin, eti yensin bari.”
“Bizim korumamızda bu hayvanlar. Onları bakmak için aldık. Eceliyle ölene kadar da bakacağız…” oldu yanıtım, et yemeyen biri olarak. Bunda kararlıyım bu kesin de, Kınalı ölürse üzüleceğimiz de kesin…
Hayvanlarla ilişki kurunca, onların dünyalarına girince onlara nasıl kıyılır şaşırıyorsun…
Bu durumda, insana kıyanlara söyleyecek söz bulmakta zorlanılıyor.
Hele, benim teröristim iyidir diyenlere, kırk binin üzerinde can alan terör örgütü PKK’ya bir kez bile ses çıkarmayan ama PKK ile dövüşür gibi yapıp Türkiye’yi batağa çekmekte, böldürmede kullanılacak olan yeni türetilen maşaya, IŞİD adlı örgüte hep birlikte sözüm ona saldıran kurulmuş robotlara, sözde aydın dediğimiz karanlık suratlara, sokaklara dökülen, bir işaretle koşturan aldatılmışlara, bunu bilerek yaptıran taşlaşmış, vatansız yüreklere, iki yüzlü vatan hainlerine, bölücülere, vatanına milletine acımayan, kıyan canilere söyleyin, ne demeli?
Seven sevdiğini korur.
Saldırı altındayız.
Saldırıyı savuşturmak yetmez, savunmayla, karşı saldırıya geçmeden hangi savaş kazanılmış söyleyin?
Feza Tiryaki, 8 Ekim 2014