Tanzimat-ı Hayriye

Yazılar, www.mudafaai-hukuk.com.tr adlı genel ağ sitesinden alınmıştır.

Tanzimat-ı Hayriye

İletigönderen Ram » Sal Ağu 18, 2009 21:04

Tanzimat ve II. Cumhuriyet Üstüne Denemeler - 2

"Tanzimat-ı Hayriye" Himayesinde


Tanzimat'ın sonuçlarını Batı Avrupa kültürüne bağımlılık ve kendi insanına yabancılık boyutuyla ele almak sanırım, işin siyasal sonuçlarını gölgede bırakmaktadır. Tanzimat-ı Hayriye döneminin başlangıcına yol açan koşullarla, günümüzde Avrupa'nın yedeğine düşme koşulları ve gerekçeleri hemen hemen aynı görünüyor. 1839 yılında başlatılan Tanzimat-ı Hayriye dönemine şöyle üstünkörü bir bakış bile bu benzerliği, hatta aynılığı gösterecektir. Tanzimat-ı Hayriye kararlarının hemen öncesinde durum şudur:

  • Osmanlı Devleti, sanayileşmeyi ve düzenli ve planlı bir iktisadi programdan yoksundur. Ticareti dahi, Batı Avrupalının eline geçmiştir.
  • Adalet ve eğitim düzeni, silahlı kuvvetlerin yapılanması ve işleyişi de üçyüz yıllık bir değişmezlik, bilimsel ve siyasal gelişmelere uyumsuzluk, yani köhnemişlik içinde çürümüş durumdadır.
  • Devletin idari yapısı da, siyasal örgütlenmesi de, fetihler dönemindeki yapının içine hapsolmuş, iktidar, cemaatçilerin, sarayı merkez yapmış örgütlü çıkar gruplarının egemenliğindedir.
  • Avrupa sanayi devrimi sonrası güçlenmiş ve Balkanlar'a doğru yayılmaya, başlamıştır. Osmanlı Devleti'nin coğrafi olarak gerilemesi, salt uluslaşma süreciyle açıklanamaz. Güçlenen Batı Avrupa, sömürge alanını genişletmek üzere Balkanlar'da Türkler aleyhine bir durum yaratmaya başlamış ve yeni kimlikler oluşturmak üzere iktisadi girişimlerinin yanı sıra kültürel kimlik oluşturma yoluna gitmiş ve devletin iç düzenini bozmak üzere, kargaşa yaratmaya başlamıştır.

Avrupa'dan gelen bu saldırıyı göğüsleyebilmek için, yönetim düzeninde bir değişim süreci başlatılması düşüncesi sonucunda alınan bir dizi karardır "Tanzimat-ı Hattı Hümayun." Ne ki bu kararlar alınırken, içerde sultasını yerleştirmiş grupların gücüne karşı yeni bir güç oluşturmak için Hristiyan nüfusa ayrıcalıklar tanınmıştır. Zaten Hristiyan tebaaya daha çok özgürlük isteği Avrupa devletlerinin öteden beri dayattıkları isteklerdi. Bir yandan, bu isteklerin karşılanmasıyla devlet egemenliğinin de güçlendirileceği, hatta Batı'nın saldırı bahanelerinin ortadan kaldırılacağı hesap edilirken, öte yandan içerde halk arasında bir kaynaşma sağlanacağı da temel düşünce olarak benimsenmiştir. 1982'den sona geliştirilen "çok kültürlülük" ve "mozaik zenginlik" kampanyası ile 163 yıl öncesinin ana düşüncesi neredeyse tümden aynıdır.

Özetlediğimiz bu gelişmelerin sonunda olanlar biliniyor. Osmanlı Devleti siyasal anlamada Batı Avrupa devletlerinin bir yedek gücü olmuş, iç düzenini, iktisadi düzenini, eğitim düzenini azınlıkları destekleyen Batı devletlerinin güdümüne terke etmiş ve bir an önce defnedilmesi gereken "hasta adam" olmuş ve yıkılıp gitmiştir. Ne ki, bu yıkılış süreci öyle birdenbire gerçekleşmemiştir. 20. yüzyılın başında son bir atılımla, bir yandan ulusçuluk düşüncesine, bir yandan da devlet reformu bel bağlanmıştır. Ama bu kez de, destek alınacak güçlü bir ulus olmadığı, yakanın çoktan ele verildiği görülmüştür. Daha da önemlisi en önemli bölgelerde Türk nüfus yoğunluğunun bile Rum ve Yahudiler lehine döndüğü, buralarda yabancıların da desteğiyle iç kalkışma örgütleri kurulduğu gerçeğiyle yüz yüze kalınmıştır. Yeniden ayağa kalkalım derken, iç kargaşanın ve kendine güvensizliğin sonunda, Rus istilası korkusuyla da, dünya fethine yönelmiş Almanya'nın kollarına teslim olunmuştur.

Tanzimat-ı Hayriye kararlarıyla Batı'ya şirin görünmek uğruna Hristiyan tebaaya yaklaşmanın en acı sonucu nüfus değişimidir. Günümüzde şöyle bir düşünce egemen kılınmaktadır: Ülkede yüzyıllardır Rum nüfus yoğundur, Bağımsızlık Savaşı'ndan sonra bu Rum nüfus tehcire tabi tutulmuştur. Lozan mübadelesi yüzlerce yıldır özellikle Trakya ve Ege'de yerleşik yani yerel kültürün sahibi Rumların topraklarından koparılmasına yol açmıştır.

Bu kanı, bırakalım aydın ve düşünür çevrelerini teslim almasını, devletin her kurumuna ve hemen hemen tüm yöneticilerine de egemen olmuştur. Oysa durum böyle midir? Yoksa yüzyıllar içinde Türk nüfus çokluğu oluşan yerlerde durum tersine mi dönmüştür? Bu sorunun yanıtını iki açıklamada bulacağız. Birincisi çok bildik bir kişinin açıklamasıdır. Yunanistan Başbakanı Venizelos, Anadolu'yu, yani onların deyişiyle Küçük Asya'yı işgale hazırlanırken şöyle der:

    "Türklerin gittikçe azalmasına karşılık Yunan halkı nerede olursa olsun hızla artmıştır. Mesela şimdi Kıbrıs'ın nüfusu 300.000'dir. Hotha Almanağı'na göre 1897'de adada 135.000 kişi yaşıyordu. Kırk yılda, Türklerin pek artmamasına karşı, Rum nüfus bir misli çoğalmıştır. Girit'te 1830 sayımına göre 70.000 Müslüman ve 70.000 Rum vardı. (..) 50 yıl sonra 1881'de Rum nüfus üç defa artarak 207.000'e çıkarken, adanın hakimi olan ve diğer halkı kırıp geçiren Türklerin sayısı da 72.000'de kalmıştır. Daha sonra da göçler sebebiyle Türkler azalmış ama Rum nüfusu 1900'de 273.000'e, 1910'da 300.000'e yükselmiştir."

Balkanlar'da Türk nüfus yoğunluğunu azaltmak üzere göçe zorlamak üzere sürdürülmüş olan komitacılığın sonunda büyük saldırıyla kitlesel olarak öldürülen ve yurtlarından kaçmak zorunda kalan Türk ve Müslüman nüfus Venizelos'un deyişiyle bir "kırıp geçirme"nin sonucuydu. Batı Anadolu ve Trakya'da ki durum ise Tanzimat-ı Hayriye'nin hoşgörü döneminde değişmişti. O günlerden bir tanığa başvuralım. Çanakkale'nin Ezine kasabasından Hacı Arif Ağa o günleri, 1909 yılında Yb. M.Şefik'e şöyle anlatıyor:

    "Sivastopol muharebesine (1854) kadar Ezine'de tek bir Rum, bir Ermeni ve hatta Yahudi yoktu. (..)Evvela üç Rum geldi. Hükümet bunları himaye etti. Bunların arkasından Rumlar geldikçe yerleşti. Ben delikanlı idim.İhtiyarlar bu Rumların gelip yerleşmesini tehlikeli görüyorlardı. Fakat hükümet bu Hıristiyanları sıkı himaye ediyordu. (..) Nihayet bugün gördüğünüz hali buldu."

Yb. M. Şefik, 1909 yılında Ezine'de "380 hane Rum, 70 hane Ermeni, 30 hane Musevi mevcuttu" diyor ve işin seksen yıl sonra varacağı noktayı önceden kestirmişçesine "Rum mahallesinde yıkılmış cami mevcuttu" diyor. M. Şefik Bey, Çanakkale yolu üzerindeki Erenköy'deki gelişmeyi de şöyle anlatıyor:

    "Erenköy nihayet 70-80 haneydi. Kumkale civarındaki Yenişar (Yeniköy), Klafat köyleri 40 haneden ibaretti. Halbuki Hacı Arif Ağa'dan bu sualleri sorduğum tarihte Çanakkale beldesinin takriben 15 km güney batısında bulunan Rum Erenköy bin küsur haneden ve (..) Yenişar Rum köyü 800 haneden, Yeniköy, 480 haneden.. mürekkepti."

M. Şefik Bey, Edremit köylerinde de hızlı değişimi şöyle belirtiyor:

    "Kemali merak ile icra ettiğim tahkikat neticesinde köylerinde vaktiyle bir tek rum yok iken Tanzimat-ı Hayriye idare-i meş'umesi sayesinde Rumlar Türklere nazaran Edremit sahil köylerinde ekseriyeti teşkil etmişler. Kiliseler, mektepler inşa etmişler. Türklerin nüfuzlu kimselerini birer birer siyasi şekavetlerle (eşkıyalıkla) kaçırmışlar, hicrete mecbur etmişler. Kalan Türklerimiz de Rumların amelesi makamına kaim olmuşlardır."

M. Şefik Bey, ilginç bir saptamada daha bulunuyor. Sonradan göçüp gelen ve nüfus yoğunluğunu lehlerine çevirmeye çalışanlar Yunan dilinde konuşurken, eski yerleşikler Türkçe konuşmaktadır. Türkçe konuşan nüfus daha sonra Ortodoks dinlerinin aynılığı ve siyasi kimlik etkinlikleri ve kışkırtmalar sonucunda Yunan dilinde konuşanlarla aynı saflarda yer almaya başlamışlardır.

Venizelos'un açıkça belirttiği gibi, planlı bir nüfus kaymasıdır söz konusu olan. M. Şefik Bey, Rumların özellikle şimendifer (tren) hattı boyunca yerleşmeye başladıklarını belirttikten sonra Girit'ten - günümüz 'mubadil' vakıfçısı bir takımın belirttiği gibi Lozan sonucunda değil de, Lozan'dan yıllarca önce göç etmek zorunda kalan Türkler'in Söke ve çevresine yerleştirilmesine karşı Yunan tepkisini bir Yunan gazetesinden aktarıyor: "Türklerin Söke'ye Girit muhacirlerini iskan etmekteki maksatlarını biliyoruz. Türkler ne yaparlarsa yapsınlar, elli sene sonra İyonya hükümeti Anadolu'da ihya edilecektir."

Gerçekten, gazetenin yazdığı gibi de olmuş ve Trikupis, 22 Nisan 1921'de, Atina'da yayınlanan Embros Gazetesi'ne verdiği demeçte; "Bu savaş Yunan ırkının Türk milletine karşı açtığı bir savaştır" dedikten sonra Batı Avrupa'nın desteğinde, işgal genişletilmiş, Türkiye'den Türklerin sürülmesi için baskı ve cinayetler yoğunlaştırılmıştır. M. Şefik Bey'i bu derece duyarlı yapan da işte bu işgaldir. Çünkü o, 56. Tümen bölgesinde bulunan yerleşim yerlerinde, bu arada, "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" kitabının yazarı Dido Soturiu'nun Çirkince Köyü'nde de- kurulan Rum Çeteleri'nin ve İzci Gruplarının, saldırılarına, Aydın'dan Nazilli'ye, Ödemiş'ten Söke'ye uzanan yerlerde Yunan askerlerinin ve çetelerin halka karşı işlediği cinayeti görmüştür.

Şimdi denilebilir ki, Tanzimat-ı Hayriye ile bugünün ne ilişkisi var? Bugün ile Tanzimat-ı Hayriye arasındaki en temel ve en ölümcül benzerlikten de öteye tıpa tıplık, 'Batı'nın hoş tutulması ' düşüncesinin atılacak her adıma öncülük etmiş olmasıdır. Her iki durumda da ülke iktisadı yabancının eline geçmiş ve halk ezilmiş, devlet ipin ucunu kaçırmış durumdadır. Her iki durumda da, çıkar yol olarak azınlık hukuku öne çıkarılıp taviz verme yoluna gidilmiştir.

Bu tıpa tıplık öylesine derinleşmiştir ki, içerde kurulan vakıflar, dernekler, Avrupa Birliği adına Türkiye Cumhuriyeti'nin uygulamalarının takipçisi olacaklarını ilan etmekte ve bu takip işi için özel komisyonlar kurmaktadırlar. Üstelik bu vakıf ve dernekler Batı'lı devletlerin kasasından beslenen örgütlerden "ortak proje" adı altında milyonlarca dolar ve euro almaktadırlar. Aynı çevreler, Avrupa Birliği'ne kayıtsız ve şartsız katılma gereğini açıklarken, "Tanzimat'tan bu yana süren Batılılaşma mücadelesi"ni sürdüklerini belirtmektedirler.

Tıpa tıplığın uymadığı bir nokta bulunmaktadır. M. Şefik Bey'in 1909'dan aktardığı gelişmeler, nüfus değişiminin hükümetin koruyuculuğu ve kollayıcılığında gerçekleşmiştir. Oysa şimdi, böyle yapılmıyor. Önce, yüzlerce yıldır kullanılmayan kilise yıkıntıları yenilenerek, hiç yerleşik olmayan Rumlar'ın ibadetine açılıyor; Rum nüfus alışsın diye "din turizmi"ni teşvik için Batı'dan para alınıyor, Lozan Mübadelesi kötülüğü üstüne makaleler, romanlar, raporlar yayınlanıyor; devletin televizyonunda Ege halkının Türkler öncesi kavimlerin torunları olduğu düşüncesi işleniyor, antiklik duyarlılığı adı altında Helen medeniyetine hayranlık pekiştirilirken, erimiş azınlık kültürleri yüceltiliyor ve Türk kültürü aşağılanarak yeni tür ırkçılık yaygınlaştırılıyor.

M. Şefik Bey'in örneğinde Türklerin göçertilerek camilerinin yıkıldığı görülüyor. Oysa günümüzde bunun tam tersi yapılıyor; Türkler'in ülkeye yerleşme tarihini birer kanıtı olan camiler ya yıkıma terk ediliyor, ya da bilinerek yıkılıyor. Bu yıkım yerlerinde iş adamlarının TABA (Turkish American Business Association) adı altında örgütlendikleri ve bin yıl öncesinin kilise onarımlarına öncülük ettikleri görülüyor. Tarihsel camiler yıkılırken sessiz kalan ve hatta yıkımı destekleyen dini cemiyetlerin de "Dinlerarası diyalog" ve "Hoşgörü" programı çerçevesinde, bilerek ya da bilmeyerek, bu girişimlere destek oldukları ve birçoğunun da bizzat Batı'da kurulmuş dinsel cemiyetlerle içlidışlı hareket ettikleri görülmektedir.

Tanzimat-ı Hayriye hoşgörü dönemindeki tutumun ve siyasetin yeni türünden ve Batı'ya teslimiyetten güç alan Ortodoks kilisesi başının 7 Mayıs 2000'de yaptığı çağrı, bu işin topak yanını ve vakıfların mülkiyet edinmesinin önüne açılmasının altında yatan gerçeği açıkça ortaya koyuyor:

    "Türkiye'nin AB'ye üyeliği Anadolu'da önceden var olmuş Hristiyan toplumların yaşadığı bölgelerde yeniden Hristiyanlarn yaşamasına izin vermelidir. Eğer AB üyeliği bunu müsait kılarsa ve Hıristiyanlar yaşadıkları bölgelere tekrar yerleşirlerse, o zaman Patrikhane de o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açılmalarını düşünebilir"

TBMM'den A.B'nin her dediğinin yapılacağının birer kanıtı olan yasaların çıkmasında sonra, bu sözlerin devamı olarak, İzmir'deki kilisenin açılma istemi, ne denli gerçekçi bir yol izlendiğini göstermektedir. Yalnız, Rum Patriği Bartelomeos değildir bu kanıda ve istekte olan. Örneğin,Türkler de bir turizm derneği kurduklarını ve Çeşme yakınlarındaki bir yöredeki caminin kiliseye dönüştürülmesini isterken, "Bu cami önceleri kiliseydi, şimdi gelen Rum turistlerin ayin yapacağı yer yok; onlara tahsis edilsin" dediklerini, işgal dönemini bilmenin bilinç duruluğuna sahip İzmirlilerden dinlemiştim.

Attila İlhan'ın "Tanzimat Aydını" dediği aydınların yetiştiği ortamın altında yatan gerçek, toprakta başlayıp toprakta bitmektedir. Bu amaç, 1839'da ne idiyse, 1918 Mondros teslimiyet anlaşmasında da, adı 'ulusal' ama kendisi ulusallığı yıkıcı, Kopenhag Kriterleri'ne uyum programında da odur.

ABD'lilerin kendi adamlarının operasyonel kahramanlıklarını övmek için - yerli "sivil" hareketçilerin sevdiklerince 'original' olarak- dedikleri gibi, "They did it in silence!" Türkçesi ile "Sessizce yaptılar!"

Şimdilerdeyse yine sessizce yapmaktalar. Ve devlet, yurttaşların yaşam düzeylerini yükseltme, adalet ve yönetim anlayışını geliştirme gereğini ancak ve ancak Batı öyle istediği için gerçekleştirirken, durumu kurtaracağını sanmaktadır. Oysa bu tür girişimler, kimileri gerekli olsa bile, halkın yabancı devletlerin güdümüne girmesine yol açmakta ve manda zihniyetini pekiştirmekte, azınlık ırkçılığının elini güçlendirmektedir. Tıpkı, 163 yıl önce olduğu gibi! Zaten o zamanlarda adı, Tanzimat-ı Hayriye, yani "hayırlı düzenleme" idi. Şimdi de aynısı yapılıyor: "Hayırlı düzenleme!"

Ne ki, bu "hayırlı düzenleme"nin yurtta ve, bölgede ve dünyada barışa hizmet etmediği, "kimlik" yaratma politikasıyla, ayrılıkları derinleştireceği bir gerçek!

  • Bu konuda özet bilgi için bkz. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü III, Madde: Tanzimat-ı Hayriye, MEB, İst. 1993, s.398.
  • Başkalarından korkulup yine başkalarına teslim olunmayan tek dönem Atatürk dönemidir. Nitekim, benzeri şekilde Sovyet senaryosuyla ABD ve Avrupa'ya teslim olunmuştur. Şimdilerde ise, önce İrtica, sonra iktisadi çöküşle bölünme korkusuyla teslimiyet sürdürülmek isteniyor.
  • Emekli Alb. M. Şefik, "İstiklal Harbinde 57. Tümen ve Aydın Milli Cidali" 104 Sayılı Askeri Mecmua'nın Tarih Kısmı, 1 Mart 1937, Onbirinci Yıl, Sayı: 45, s. 66-68. Bu arada not etmeliyim ki, "Albay M. Şefik Aker" adı Gelibolu'da bir sokağa verilmişse de bu sokak Şubat 2002'de fotoyla saptadığıma göre, yıkıntılar altında kalmış ve tıkanmıştır. (MY)
  • M. Şefik Bey'e göre Türkçe konuşan bu nüfus Ortodoks Türklerdir. Oysa Türkçe konuşan Çirkkince Köyü'nden göçen Dido Sotiriu, tam tersine bir savdadır. Sotiriu, Alevi Türklerin bir bölümünün aslında Rum olduklarını ileri sürer.
  • Örneğin TESEV böyle bir komisyon [Başkan: TESEV Dış Politika Direktörü Mensur Gündüz, Aslan Gündüz, Süheyl Batum, Kezban Hatemi, Luis Bakar (Ermeni Ortadoks Kilisesi Avukatı), Can Baydarol (SODEV), Cengiz Aktar, Marmara Belediyeler Birliği Genel Sekreteri Fikret Toksöz] kurarak "Kopenhag kriterlerine uyum amacıyla yapılan Anayasa değişikliklerini, yasaların nasıl uygulandığını... Uygulamadaki aksaklıkları takip etmeyi amaçlayan" bir rapor hazırlayacak. TESEV'in ABD hazinesinde para alan örgütlerle yürüttüğü "proje" toplam bütçesi son 4 yılda 1,5 milyon doları geçmiştir. Hürriyet, 22 Ekim 2002.

Mustafa YILDIRIM - 18 Kasım 2002
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!

Şu dizine dön: Müdafaa-i Hukuk Yazıları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x