
Konumuz tavuk. Nerden çıktı bu tavuk dediğinizi duyar gibiyim.
Tavukları anlatmadan önce sormak isterim:
Hiç tavuk yetiştirdiniz mi?
Tavukların dünyasını tanıyor musunuz? Siz hiç bir horoza elinizle yem yedirdiniz mi? Sırtını, ibiğini okşadınız mı onların? Onlarla konuştunuz mu? Gözlerine baktınız mı? Ne istediklerini bilmek istediniz mi?
Nasıl yaşadıklarını gözlemlediniz mi?
Tavukların, horozların dertlerini biliyor musunuz?
Onların sezişlerinden, akıllarını kullanmalarından, kendilerini koruma içgüdülerinden haberiniz var mı?
Her sabah, onlardan birini ölü görmek korkusuyla kalkmak, emanet aldığınız canları koruyamamak endişesi nasıl bir şeydir düşünebiliyor musunuz?
Bu yazıyı okuyunca artık beğenmediğiniz, tasasız, sırf yemeyi bilen akılsız insanlara, tavuk gibi diyerek tavukları küçümseyemeyeceksiniz buna eminim. Çok çok tavuk kadar olamadık, bir horoz kadar kümesimizi koruyamadık diyeceksinizdir belki…
*
İnsanoğlu topraktan gelir derler, toprakla birlikte toprakta yaşar, sonunda ölür, yine toprağa karışır…
Çoğumuzu yaşarken, bir iş tutarken zorla taş yapılara, yüksek yüksek beton yığınlarına soksalar da, ayağımız günlerce yere toprağa basamasa da, bir gün geldiğimiz toprağa dönmek, toprakla uğraşmak, toprakta çiçekler, sebzeler, bitkiler yetiştirmek hepimizin düşüdür. En azından emeklilik günlerinin değişmez hayalidir bunlar. Bir de şöyle bir derme çatma kümes yaptın mı bahçeciğine, sokak içine, yana avluya, duvar dibine, içine tavuklar, bir de horoz aldın mı iş tamamdır… Değmeyin keyfinize…
Bizim böyle bir hayalimiz yoktu. Varmış da bilmiyormuşuz aslını demek gerekirse.
Oğlumuz Eren yıllardır derdi:
“Burada herkesin tavuğu var. Bir bizim yok. Neden almıyorsunuz? Bir kümes yaptırın. Bir iki tavuk, bir de horoz alın. Günlük yumurta yeriz. Hem, yem serpmek, onların bunu kapışmasını seyretmek ne kadar zevkli bir şey.”
Uzatmayalım bu denilenlere kaç yıl kulak asmadık.
Kamyonla her hafta aynı gün gelip kamyon kasasından yem satan yemciden, ona denk gelmezsek hafta pazarındaki yemcilerden arada sırada yem alırdık. Yem dedikse, buğday. Eren komşunun tavuklarına bunları yedirir, onlar yerlerken başlarından ayrılmaz seyrederdi. Bazen bu yemleri komşuya getirir teslim eder arada ben de serpebilir miyim bunlardan tavuklarınıza derdi, izin isterdi.
Buralarda tavuklara pek yem vermezler. Tavuklar başlarının çaresine bir şekilde bakarlar. Börtü böcek yakalar, yılan çıyan tutar, olmadı köy meydanındaki çöp bidonlarının üstüne çıkar, çöpleri didikler bir güzel karınlarını doyururlar.
Kıyıya köşeye atılan yemek artıkları, bayat ekmekler de imdatlarına koşar onların. Aç kalmazlar. Ağaçlardan düşen meyveleri, mevsiminde dutları, incirleri, güzün ormandan getirip kurusun diye dala astığın yaban çileklerinden yere dökülenleri bir saniye bile yerde bırakmazlar. Tarla bozumunda dalıyla köküyle alıp getirdiğin domatesleri, salçalık biberleri yemezler sanki yutarlar... Yavru yılanları yakalayıp yediklerini, akrepleri gagaladıklarını kaç kez gözümle gördüm.
Buraların tavuklarının bir özelliği de ağaçlarda tünemeleridir. Akşam oldu mu hava kararırken sıçraya atlaya, gerektiğinde uçarak dallara konarlar. Kümes niyetine kondukları ağaçlar ya zeytindir, ya boynuz ağacıdır. Hayvan sahipleri bazı ağaçlara tırmanmaya kolaylık olsun diye üstüne basamak niyetine tahta çakılmış kuru ağaç dalları, tahtalar da dayarlar. Civcivleri olan tavuklar bile civcivleriyle kendi kendilerine yüksek ağaç dallarına tünerler, ana tavuk çıktığı dalda tüm yavrularını kanatları altına alır, birini bile yere düşürmez.
Kümesler ya kuluçka tavuklar, yumurtadan yeni çıkmış kör civcivler içindir, ya da besiye çekilmek istenen hayvanları bir süreliğine tutmak için.
Kümes tam bir korunak da değildir. Sansarlar, tilkiler hep kümesteki tavukları çalarlar. Telini bozarlar, bir yerini koparırlar, tavukları kaparlar. Ağaçtakilere de dadanırlar aç kaldıklarında. Onları korkutup dallardan düşürürlermiş… Bunların güpegündüzken bile ortalıkta dolaşan tavukları kaçırdıklarını, parçalayıp yediklerini söylüyorlar.
Her mevsim kuluçkaya yatırılır burada tavuklar. Yaz kış fark etmez. Zaten kışı yok ki bu yörenin. Akdeniz güneşi hep tepede. Kış aylarında güneş, yağmurdan sonra ne yapıp edip, bulutları dağıtarak bir anda öyle bir açar ki, güneş neymiş anlarsınız… Hava hep sıcaktır, çok çok birkaç ay geceleri biraz serinler…
Buranın tavukları da bu nedenle soğuk ayaz bilmeden yaşayıp giderler. Kümese tıkılmak nedir, üst üste karanlık barınaklarda kıpırdamadan, yürüyüp koşuşturamadan, tavuk çiftliklerinde olduğu gibi sadece yem yiyip su içerek etrafta dolaşmadan, yerde eşinmeden büyümek neyin nesidir bunlar bilmezler. Açgözlü çiftlik sahiplerinin zavallı tavukları gibi dar karanlık kapalı alanlara üst üste tıkılmak, hormonlu yemlerle beslenmek, 39 günlük olunca kesilmek buranın tavuklarının kaderi değildir. Buranın tavukları doğuştan şanslıdır. Doğanın kucağında, özgürce yaşarlar…
Ana tavuk, yumurtasının üstüne kuluçkaya yatar. Civcivlerini kendi büyütür. Neyin yenileceğini, neyin yenilmeyeceğini gıt gıt yavrularını yanına çağırarak gösterir. Binlerce yıldır neyseler öyle kalmıştır bu tavuklar, horozlar. İnsanlık tarihinin hayvan evcilleştirme dönemiyle (beş bin yıl önce) başlayan yaşamları aynı düzenle sürer… Belki verilen yemek artıkları çeşitlenmiştir, yemeklerine hazır gıdalara katılan bilmeden tükettiğimiz değişik kimyasallar istemeden de olsa bulaşmıştır o kadar…
Tavuk çiftliklerindeki tavuklar serada yetiştirilen sebze gibidir. Kısa sürede yetişsinler diye bitkilere doğal olmayan ısı, ışık verilerek, ilaçlar, hormonlar kullanılarak, kapalı havasız alanlarda cehennem sıcağında, nemde, kokuda sebzeler yetiştiriliyor oralarda. Tavuk çiftliklerini de en azından filmlerde belgesellerde görmüşsünüzdür. Canlının canlı olduğu unutularak, onlar bir eşya sayılarak üretim yapılır. Yalnızca daha çok para kazanmak amacıyla çağın her imkânı kullanılarak üretilirler. Çatlayıncaya kadar bin bir hileyle yumurtlatılır, işleri bitince icaplarına bakılır…
Yemleri kurtçuk biçimindedir. Bir sürü şey karıştırılarak, içine mutlaka hayvan kemik tozu katılarak hazırlanırmış bunlar. Genetiği değiştirilmiş mısırdan, soyadan yapılmadığını, içine kimyasal maddelerin, hormonların katılmadığını kimse çıkıp da söyleyemez. Kümes hayvanının pisliği bile kurutulup yeme dönüştürülüyormuş… Hayvan kemiği tozu hangi hayvandandır bunu da kimse bilemez. Bilseler de söylemezler… Geçen aylarda gümrükte yakalanan, tahlil edilen GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) pirinçleri hatırlarsınız, bu rezaleti kimi yetkili itiraf etmişti, kimi de ısrarla gözümüze baka baka yalanlamıştı… İnsanına bunu yapan alt tarafı bir tavuğu düşünür mü dersiniz?
Biz de aynı böyle, çiftliklerdeki gibi işe yapay üretimle başladık. Pazarlarda mal gibi, oyuncak gibi satılan makine civcivi aldık. Yedi civciv.
Balıkçı sepetinde bir süre baktık. Biraz palazlanınca bunlar, bunlara kapalı, dışarının düşmanlarına karşı koyacak bir kafes gerekti. Bahçe duvarına asma kümes yapıldı. Yerden iki metre yükseğe asıldı. Altına tahta çakılı, önü, yanları telli, arkası kapalı bir kümes. Civcivler gece gündüz orada bırakıldı. Bir sabah kalkıldı ki kümeste tek civciv yok, tahtanın biri yerinden kalkmış, aralıktan yere dökülmüşler. Bunu tilki, sansar yapamaz, buraya hayvan çıkamaz, dendi. Kediye pek ihtimal verilmedi. Yılan olsa boğar yutar kalıntıları kalırmış… Geride hiçbir iz yok.
En son alt tahtalardan birinin iyi çakılmadığı için açıldığına, oradan düşen civcivleri de kedinin, tilkinin yediğine karar verildi…
Bir süre üzüldük, kendimizi suçladık. Civcivler gözümüzün önünden gitmedi.
Haydi sil baştan yenisini aldık. Yine makine civcivi. Bu kez asmalı kümesin tabanına tel geçirildi. Tahtalar kayıp açılsa bile civcivler yere düşmeden kalacaklar.
Derken bu civcivler de palazlandılar, kuluçka tavukların yavrularını saldığı, tek başlarına kalabilecekleri büyüklüğe eriştiler. Kaç haftadır hep kapalılar, dışarıya salmanın zamanı geldi deyip bir gün saldık onları. Akşama tek tek yakalayıp asmalı kümeslerine koyacağız. İlk akşam yakalandılar. Bir arada dolaşmışlar, pek uzağa da gitmemişler. İkinci akşam da yakalandılar. Üçüncü akşam birini yakalayamadık. Komşulardan yardım istendi. Yok!.. Bulamadık… Kaçtı gitti derenin kuytusuna, çalılıklarına. Gözden kayboldu. Bir hayvana mı yem oldu göremedik. Sabah, ararsan bul… Kimbilir ne kaptı yedi zavallıyı. Ertesi gün dolaşırlarken iki kayıp daha. Nereye gittiler, ne oldu bilinmiyor. Böyle böyle ikinci grup civcivler de ziyan olup gitmesin mi?..
Hevesimiz kursağımızda kaldı.
Anlaşıldı biz bu işi kıvıramayacağız…
Bir kere bu işe giriştik, yarı yoldan dönmek olmaz diyerek, hayvancıkları koruyamamanın ezikliğiyle, suçluluğuyla üçüncü kez yeniden civciv aldık. Kaybolanlarla aynı büyüklükte beş civciv. Üçü yaşıyor öncekilerin. Hepsi sekiz tane. Alırken kuşçu bir de et tavuğu tavsiye etmiş. Beyaz, irice, kaba yapılı bir civcivi de araya sıkıştırmış.
Beşi kiremit kırmızısıyla, açık kavuniçi tüylü. Biri daha koyu kırmızılı. Koyu kahverengine çalıyor sırtı. Aynı renk bir çil horoz, bir de beyaz, et tavuğu dedikleri hantal yavru var.
Bu kez altı haftalık olana kadar hiçbirini kümesten çıkarmadık. Duvara asılı kümeslerinde iki ay geçirdiler. Havalar ısındı. Civcivler piliçlikten bile çıktılar, neredeyse tavuk oldular.
İki metreye altmış santimi bulmayan kümeste sıkışıp kaldılar. Acımasız çiftlik sahiplerine döndük. Yem ver suyu tazele, yem ver, su ver. Onlar da kapalı asmalı kümeslerinde yesinler içsinler. Ne toprağı eşelesin, ne bir kurtçuk yakalasınlar. Ne de üstünde tünesinler, ne atlasın sıçrasınlar, kanat çırpsınlar… Doğaya aykırı böyle bir yaşam olur mu?
Eren yanımıza tatile gelinceye kadar bari yaşasınlar, bunları ölmeden görsün dedik ne yalan diyeyim…
Eren geldiği gün hemen asmalı kümesin altına dere içine telle genişçe bir bahçe çevrildi tavuklara yaşam alanı olarak. Kekikler bitmiş toprağında. Zakkum ağacı gölgelik ediyor. Palmiyenin dalları da koruyor. Genç bir incir fidanı kıyıda. Dalları oynamaları için… Üstlerinde yukarda kara incir ağacı. Koyu gölge veriyor. Bir kuru kütük de bulduk köprü gibi kıvrık, üstüne çıkıp insinler diye, oldu bitti… Sabah onları buraya salacağız, akşam asmalı kümeslerine tel içinden kaçamadan yakalayıp onları tek tek koyacağız…
Bu arada o beyaz et tavuğunun horoz olduğunu anladık. Kızım bağırdı: “Aaa… iki horozumuz var. Bak bak ibiklerine bak, bu beyaz da horoz!”
Beyaz horoza İbrahim adını taktık. Gösterişli, iri olduğu için. Sonra gözümüzde ünlü, bet sesli, açılımcı, sevmediğimiz birileri canlandı, beğenmedik bu adı. Akhoroz dedik ona. Ak, Ecevit döneminin en sevilen sıfatıydı, ak günler, ak güvercin o günlerin dillerden düşmeyen sözleriydi. Bakmayın günümüzde Cumhuriyet düşmanlarının bu sözü kafa karıştırmak için, Adalet ve parti sözü yerine, bu sözlerin baş harflerini birleştirip “AK” diye söylemelerine. Onların dediği ak, a ile ke sesinin bitişmesi başka, bu ak başka. Bu sözü kimseye vermeyiz.
“Ak saçlı” olur analarımız, atalarımız… “Ak koyun kara koyun” belli olur günü geldiğinde. Saçlarımıza “ak düşer.” “Akı karayı, perçemimiz kesilip önümüze düşünce anlarız.” “ Aksakallı” dedelerimiz, “ak pak,” nur yüzlü ninelerimiz vardır… “ Ak koyunun kara kuzusu da olurmuş,” bir de, “Ak don kara don geçitte belli olurmuş…” “Akkavak” nice şairin şiirine girmiştir. Çoğunlukla esmer olduğumuz için midir bu atasözümüz: “Akın adı, karanın tadı…” derler güzelleri anlatırken. “Akı ak, karası kara” diye de birini överler.
Bazen bir işi bitirirken “akla karayı seçeriz, ” çok yorulur yıpranırız. “Alnı açık yüzü ak olmak” ne güzeldir. “Anasının ak sütü gibi helal” sözünü duymayanınız var mı? Kataraktın, göze perde inmesinin halk ağzındaki adıdır “aksu.” “Akbaş” bir kazın adı. “Akağaç” kayın ağacı, “akasma” bahçelerin süs çiçeği…
Neyse sözü çok uzattım. Güzel Türkçemizin bu güzel sözünü, bembeyaz yağan karın rengini, ikincil anlamı temiz, namuslu demek olan bu sözü gerçek anlamında kullandık. Beyaz horoza Akhoroz adını koyduk hiç çekinmeden, içimiz rahat olarak… Diğer kırmızılı horoz çok hareketli olduğu için de ona “Fırtına “ dedik. Beşi bir yerde gibi, beşi de birbirine benzeyen beş tavuğumuz, bir de sırtı kızıl kahverengi olan tavuğumuz … Onlarla bir başka dünyaya girdik.
Dünyaca ünlü bir çocuk romanı vardır: “Küçük Prens.” Orada, anlatıda tilki geçer. Bir hayvanın evcilleştirilmesi, yani onu yakından tanıman, onunla ilgilenmen… Böylece o hayvan gözünde başkalaşıyor, diğerlerinden ayrı bir önem kazanıyor.
Bizim öykümüzde de öyle oldu.
Akranları ana ilgisiyle büyüdü bu tavukların. Ana kucağında, ana tavuğun kanatları altında uyudular.
Bunlar makine tavuğu. Ana ısısında değil yapay ısıda ısınarak can buldu yumurtaları. Yeryüzüne çıkarlarken yumurta kabuğunu çatlatan, aralayan, yardım eden bir ana gagası olmadı. Tıpkı doğumda anaları ölen veya analarının doğar doğmaz terk ettiği çocuklar gibi.
Çocuk büyürken en yakınındaki insanı model olarak alır. Annesi onu sabırla eğitir, onun ilk öğretmenidir.
Okullar bunun için önemli değil midir? Bizim şekillenmemiz, beynimizin ruhumuzun, gönlümüzün oya gibi işlenmesi önce ailemizde, sonra gittiğimiz okullarda olmaz mı?
Pek çok hayvanı da böyle anaları eğitir. Büyüyene kadar ana yavrusunu bırakmaz. Evcil hayvanlarda bunu gözlemlemişsinizdir. İnsana ders verecek örneklerini görmüşsünüzdür.
Bu, tavuklarda da aynı. İçgüdüsel olarak yavrularını koruyorlar. Her bildiklerini öğretiyorlar.
Bizimkilerin öğretmeni olmadı. İki ay sonra ilk kez yere, toprağa indiklerinde şaşkındılar. Hele Akhoroz kocaman bacaklı bu horoz, en hantallarıydı. Hastalıklı görünüyordu. Gövdesine oranla kocaman ayakları vardı, iri ayak parmakları, pençeleri. Ayakta duramıyor deve gibi çökü çöküveriyordu yere. Arkası pislik içindeydi, pisliğini tutamıyordu.
Tavuklar yürümeyi bile bilmez gibiydiler. Yalpalayarak yürüdüler, birbirlerine sokulmuş öyle kaldılar…
Her geçen gün değiştiler. Daha bir tavuğa benzediler.
Yem yemeleri de sorunluydu.
Civcivken yemcinin tavsiyesiyle alınan, alıştıkları hazır kurtçuk şeklindeki suni yemlerden başkasını yemiyorlardı. Buğdayı beğenmiyor, mısırı gagalamıyorlardı bile.
Uçar gibi atlamayı bilmiyordu önce hiç biri. Yer eşelemeye başladılar kendiliğinden. Kendiliğinden bildiler çoğu şeyi. Suyu ibadet eder, Tanrıya dua eder gibi hep aynı duruşla, öğrenmişçesine içtiler… Bir yudum su alıp başlarını göğe kaldırıp öyle yutarak…
Her sabah asmalı kümesten tek tek elle tutup alıyor sonra yere bırakıyordu oğlum onları. Akşam oldu muydu da tek tek tel içindeki yaşam alanlarında yakalanıyorlar, asmalı kümeslerine konuluyorlar.
Bu arada bir merdiven yapıldı onlara. Tahtaya basamaklar çakıldı, kümese dayandı. Tavuklara çıkma inme eğitimi verilmeye başlandı.
Eren saatlerini onlarla geçirmeye başladı. Basamaklara yem koyuyor çıkmayı öğretiyor. Basamakların üstüne koyuyor onları, aşağı basamağa da yem, inme denemeleri…
Öğrenemediler ilk iki hafta. Aç bıraktık, merdiveni dayayıp bekledik saatlerce insinler diye. Çıt yok, öyle bekleşiyorlar. Yere bıraktık yukarı kovaladık, çıksınlar yuvaya diye, korkuttuk, yine aynı.
Acaba kümes çok yüksekte diye mi yapamıyorlar, merdivenlerini daha yatay yapalım, dolambaçlı olsun bakalım ne olur dedik. Dönen merdiven, keskin dönemeçli merdiven çaktık. Yine olmadı.
Sonra bir ağaç kütüğüne dayadık merdivenin altını, böylece daha yatay inişi oldu. Tavukların biri yarısına kadar çıkmaz mı bir gün. Çığlık kıyamet kopardık, çocuklar gibi sevindik.
Her gün bir adım ilerlediler. Öğrendiklerini unutmadan üstüne yeni beceriler eklediler.
Böyle böyle bir gün baktık ki, iki horoz dışında hepsi tıkır tıkır inip çıkıyorlar.
Akhoroz’un et tavuğu yapılırken genleriyle oynanmış. Yeme dürtüsünü önleyemiyor. Doymuyor, hep yiyor. Yedikçe irileşiyor, gövdesini o koca bacakları bile taşıyamıyor. Diğer horoz öyle değil. Onun sorunu biraz geç öğrenmesi, korkak olması.
Şiştikçe şişen Akhoroz durmadan oturuyor, gövdesi üstünde dik duramıyor bile.
Biz almasaymışız o çoktan et olarak raflara girecekmiş.
Her gören, bunu kesin, bu çatlar ölür diyor. Bunları ayakları taşıyamaz, ayakları kırılır, kendi de çatlar diye bizi korkutuyorlar.
Kırmızılı horoz, Fırtına, akşam oldu mu tıkır tıkır yukarı çıkıyor, hepsinden önce atlayarak hem de. Akhoroz o koca gövdesiyle inmesini beceriyor da çıkmasını bilmiyor. İnerken ona elimizle yemler verdik, üst basamaklara bıraktık alıştırırken. İnip yanımıza geldiğinde en sevdiği yemle ödüllendirdik.
Yukardan, önceleri bir iki basamak kayarak koca ayaklarını koyacak yer bulamaz durumda bir iki adım atıyordu, sonra kendini tekerleği çıkmayan uçaklar gibi gövdesi üstüne yere bırakıyordu. Pat diye düşüyordu yukardan.
Her gün biraz daha düzeltti bu inişini. Artık son üç basamağa kadar kanatlarını ipte gezen bir cambazın sopası gibi uzatarak, kartalın kanatları gibi açıp kapayarak iniyor. Son üç basamaktan kolayca yere sıçrıyor.
“Fırtına” çıkıyor ama henüz inmeye çare bulamadı. Bu soruna biz çare bulduk.
Bir sabah baktım hepsi inmişler. Bir bu yukarıda, öyle duruyor, kümeste dönüp dolaşıyor. Basınçlı su sıktım hortumla üstüne. Anında uçarak metrelerce öteye kondu. Telin dışına uçtu. Bıraksak karşı yamaçlara konacak…
Ertesi gün yine aynı şey oldu. Bir farkla: Daha hortumu ona doğru doğrulturken uçtu gitti yere… Bir gün sonra kendiliğinden inmez mi?
Tavukların bu öğrenme gücüne, öğrendiklerini unutmamalarına, öğrenmede, kazanılan beceride geriye dönüş gibi bir yanlış yapmamalarına şaşırdık kaldık.
*
Cumhuriyetle inanılmaz, dünyaya parmak ısırtan bir aydınlanma dönemi yaşamış olan bizler her öğretileni, her bildiğimizi unuttuk neredeyse. Tavuklar unutmuyor. Öğrendiğini aklında tutuyor. Kendine kötülük edeni, seveni şıp diye ayırıyor.
Tilkinin kokusunu ta ne zaman alıyor, kaçmaya başlıyor yükseklere. Kasabını da gözünden tanıyor. Kendini et olarak göreni, sevmeyeni yanına yaklaştırmıyor, kendine uzanan yaban elleri gagalıyor.
Biz öğrendiklerimizi bir yana attık. Akılla ne çarpışıyorsa, bizi ne geriye götürüyorsa, yüce önderimiz kimlerle, hangi zihniyetle savaşmışsa onlara yeniden geri döndük. Düşmanlarımızla işbirliği edenleri en üste oturttuk. Şeyhler, şıhlar, bölücü hainler, isyancı, Cumhuriyet düşmanı Kürtçüler, katil başları, uyuşturucu parasıyla, askerimizin kanıyla beslenen itler köpekler, yayılmacı yandaşları, maşaları bizi yönetir oldular.
Tavuklar bir arada yaşıyor, yaşadıkları yeri yurt yapıyorlar. Başka bir kümesin tavuğu yanlarına sokulamıyor, kendi yaşam alanlarına giremiyor. Kaç kez gördüm, kara kuru bir küçük tavuk bunların yemlerine yemek için atladı, telin bir yerinden içeri girdi. Hepsi birden koşuştular, bu kara tüylü yabancı tavuğun başını didiklediler, geldiğine geleceğine pişman ettiler.
Yurtlarını korumayı, utanmalı mıyız bilmem tavuklar bizden iyi biliyor. Ne olursan ol, gel çağrısı, Mevlâna gibi olmak, dünyanın çağımızdaki durumuna ters. Devletlerine isyan eden, askerine başkaldıran Suriyeliler geldi, güvenliğimiz, sınırımız kalmadı. Reyhanlı’da canlarımızı havaya uçurdular, kanımızı döktüler…
Kıyılarımızı, en güzel yerleşim yerlerimizi, tarım toprağımızı, sularımızı yabancılara çıkarımız için satıyoruz. Atalarımızın can vererek, büyük bedeller ödeyerek koruduğu vatan topraklarını orta malı etmede bir sakınca görmüyoruz…
Azılı bir katile liderimiz diyenler, bu katilden başka, bu azılı, eli kanlı uyuşturucu satıcısından başka liderimiz diyecekleri kimse bulamayan zavallı birileri, dört yerde Kürdistan adlı bir şey kuracağız, sonra bunu Ermenistan’la, Lübnan’la paylaşacağız, ortaklık kuracağız diyebiliyorlar ülkemizin Meclisi’nde. Yurdumuzun üçte ikisine nerdeyse göz koyuyorlar. Olmayan dillerine özgürlük istiyorlar. Olmayan bir dille anadilde eğitim diye çığırıyorlar. Bunu demek suç sayılmıyor. Yayılmacılar istiyor diye, olmayan bir halk yaratılmasına, olmayan bir dil oluşturulmasına yıllardır iktidar yardımcı oluyor. Muhalefet destek veriyor, sıkıştıklarında can simidi atıyor Cumhuriyeti yıkmaya yemin etmişlere!
Tavuk ise yabancıyı, kendini sömürmek isteyeni, kendine, yiyeceğine, yurduna ortak çıkanı sorgusuz sualsiz kovalamayı biliyor!
Birlikte hareket ediyor tavuklar. Biri önderlik ediyor, diğerleri de beraber.
Sıcak bastırdığı zamanlar, öğlenleri bir gün baktık tavuklar tel içinde değil. Hepsi kayıp! Meğer gölge yetmezmiş belli saatlerde onlara. Bu yüzden telin bir yerinden gedik açmışlar. Oradan daha koyu gölgeliklere geçmişler dere içinde. Sıcaklar biraz geçer gibi olunca da yerlerine geri dönüyorlar.
Bir gün komşunun tavuğunu sıcak çekilmeden güpegündüz tilki kaptı. Ortalık yıkıldı. Tavuk çığlıkları, bağırışlar…
Ertesi günü tavuklar öğlen olsa da, sıcak bastırsa da tellerinden çıkmadılar. Tedbirlerini aldılar canlarını korumak için. Tilkiye yem olmamak için. Kimse öğretmeden yaşayarak öğreniyorlar tehlikeyi. Öğrendiklerinden de ders alıyorlar.
Saldırgan Yunan’ı denize dökmüş olan bizler, bundan ders almamışız. Neden ders aldık ki? Bu saldırganların saldırganlıklarını hepten unuttuk.
Sabah, denizde bir yerli yapım gemi. Arkasında Türk bayrağı asılı. Adı: “İdea.” Fikir demek. Yunanca bir söz. “Megali İdea” Yunan’ın büyük ülküsü. Anadolu’yu alma ülküsü. Yunan’ın Anadolu’daki hedefinin eski adı. Kurtuluş Savaşı’yla, yediği bu büyük tokatla sona eren emellerinin adı. Adam hem memleketin ekmeğini yiyor, memleketi sayesinde adam olmuş, birey olmuş, insan sayılmış, hem de Yunan’ın ideallerini istiyor sanki yurduna. Yunanca İdea demiş gemisine. Yunan’a nağme düzüyor. Rastlantı desek, değil. Direğine Yunan bayrağının renkleriyle yelken takmış çünkü. Görüntü tamamlanmış. Bir diğer gemi daha da ileri gitmiş. Bu zengin işi, küçük bir yat. Kıçına İngiliz bayrağı takılı. Üstte küçücük bir Türk bayrağı, girdiği ülkenin bayrağı yani, mecbur asılacağı için asılmıştır, altında bunun yirmi katı büyüklüğünde Yunan bayrağı. Yunan ve İngiliz bayraklarını, çarşaf kadar büyüğünü hem de takmış orasına burasına gemisinin, sularımızda dolaşıyor.
Sinsi sinsi beynimizi işleyenler var. Bizi kandıranlar var.
Akhoroz makarnayla, nohutla kandırılanlar gibi. Yoksul bırakılmış halkımız, eğitimsiz bırakılmış, kandırılmış…
Akhoroz’un genetiğiyle oynamışlar, yemeden duramıyor. Her an yıkıldı yıkılacak yere. Çatladı çatlayacak…
Bizi de böyle yıkmak istiyorlar işte. En büyük saldırı dilimize yapılıyor. Dilimizin yapısıyla oynadılar mı Akhoroz’dan beter olacağız!
Sabah dilimizde olmayan harflerle yazılmış bir yazı görmüştüm bilgiağında: “Tanrı Türk’ü Korusun” topluluğu adıyla bunu paylaşmışlar.
Ters çevrik e harfi, q (kû) harfi bol bol kullanılmış iki satırlık yazıda. Özbek General Raşit’in sözüymüş.
“Niye çevirmeden olduğu gibi aldınız bu yazıyı?” diye uyardım. “Türkiye Türkçesi, Atatürk Türkçesi, Türk harfleriyle yazınız lütfen! (Aynı harfleri bölücü eşkıyanın katil seven maşaları da olmayan dillerinde kullanıyor.)” dedim.
Demez olsaymışım, Azerbaycan Türkçesi bu, diye atladılar. Saldırıya geçtiler.
Aşağıdaki sözleri yazdıktan sonra da boşuna uğraştığımı anladım, tartışmadan çekildim.
“Bu Türkçe, dediğiniz gibi Azerbaycan Türkçesi. Türkiye Türkçesi Atatürk'ün harfleriyle yazılır. Bölücüler tam da bu harfleri istiyor olmayan uydurulan dillerine bizi bölmek için öyle değil mi? Madem başka dil bu, Türkçeye de çevirerek yazınız! O bizim (yazı) dilimiz değil. Bunlar, Rusya'nın boyunduruğunda kalan bir ülkenin bizden ayrı olmak için seçtiği ayrı harflerdir. Biz hiç esir yaşamadık. Esarete düşen ne yapar bilmeyiz! Suçu da günahı da onlara aittir böyle bir yazı dilinin!” dedim.
Şimdi kendilerine taraftar toplamak, Türk harflerine bölücü maşalarla birlikte aynı anda saldırmak için bu yorumumu eleştirerek paylaşmışlar.
Ne diyeyim ki!
Tavuklara bakıyorum camdan.
“Gu gu gu…” diye aşağıda geziniyorlar. Akhoroz yine gövdesi üstüne çökmüş…
Gün akşam oluyor. Tilkilerin görünme zamanı!
Cırcır böcekleri ötüyor. Piç horozlar ötüşmeye başladılar… Biri başladı, diğeri aldı, ötüş sürüp gidiyor… Sabah yerine ikindide ötüyorlar. Daha, akşam olunca da ötecekler. Gece de sürecek ötmeleri…
Tavuklara üzülmeyi bıraktım.
Tavuklar başlarının çaresine bakarlar, beş bin yıllık geçmişleri var çünkü… Günümüze dek kendilerini korumuşlar. Soylarını sürdürmüşler.
Bu kadar azgın düşmanla, bu kadar hainle, bu kadar aymazla, bu kadar kandırılmışla, bu kadar beyniyle, algısıyla oynanmışla asıl bizim sonumuz ne olacak?
Biz ne yapacağız?
Ne yapmalıyız?
Feza Tiryaki, 14 Ağustos 2013