Tepenin Üstündeki Ateş

Tepenin Üstündeki Ateş

İletigönderen Feza Tiryaki » Prş Şub 24, 2011 21:04

Tepenin Üstündeki Ateş, Sakarya Savaşı

Tarihimizi Bilmiyoruz

Günah aramak, suçu başkasına atmak çok kolaymış...
Suçluları, yanlışları bulsak ne değişecek? „Geç olsun da güç olmasın" atalar sözüne uyarak geçmişin hatalarını şimdilik bir yana koyup günümüze dönmeliyiz.

Gazetelerimiz - Bilgiağı Gazetelerimiz

Bizim şu anda en büyük gücümüz bilgiağı (internet) ile iletişim kurabilmemiz.
Açıp bakıyoruz kaç gazetemiz var? Yirmi yedi- yirmi sekiz civarında. Gazete satış yerlerinde satılan, yerel değil, ulusal gazete. Ulusal dediğimize bakmayın adı öyle işte. Yoksa bunların bir kaçı hariç neredeyse hepsi ulusal kimliğimize, bütünlüğümüze, ulusal çıkarımıza aykırı yayın yapan gazete.
Hani çoğu kez sorardık eskiden: Ya Atatürk olmayaydı diye?
Şimdi de çok soran var:“Ya bu günlerde bilgiağı olmayaydı? Doğrular nasıl ulaştırılacaktı?
Biliyor musunuz bir zamanlar Hürriyet gazetesi Avrupa için tehlikeli sayılıyordu. Milliyetçi yayın yapıyor diye...Türk milliyetçiliğini canlı tutuyor, Avrupa’daki Türklerin yaşadıkları toplumda erimesine, kimliksizleşmesine mani oluyor diye..Kaç kütüphanede yasaklandığını hatırlıyorum.
Şimdi ise tertipten tutuklanan komutanımız kederinden ölen annesinin cenaze törenine yasal hakkını yani kanunların bu durumdaki bir kişiye verdiği hakkı kullanarak katılınca Hürriyet şöyle bir manşet attı:
„İzin Başbakandan“
Artık her fırsatta yalakalık yapmak olağan sayılır hâle geldi. Haberlerin, yazılanların çoğu ise hayali kahramanlar üzerine...Dizi kahramanları...Eskiden artist - şarkıcı haberleri bitmezdi. Onlar yine var...Var da bu dizi işini çok iyi kullanıyorlar. Bu işi çok iyi kıvırttılar. Dışardan hibe de geliyormuş. Bol para akışı varmış bu sektöre. Dizilerle ne algılatılmak isteniyorsa o algı veriliyormuş kafalara. Yalan deği, bu dizilerin şöhretinden bazen bizde faydalanıyoruz. Yazımın birine öyle dizilerden birinin adını verdim, en çok okunan yazım oldu. En içerikli, en değerlisi, en çok emek verileni mi? Değil.
Suçlu aramaktan başlayarak söze girmiştim. Şunu diyecektim:

Biz Tarihimizi Bilmiyoruz, Bize Tarihimiz Öğretilmedi

Biz tarihimizi bilmiyoruz. Bize tarihimiz öğretilmedi.
Suçlu biziz. Hepimiz. Biz öğretmenler, basın yayınımız, vekillerimiz, bilim insanlarımız, yazarlarımız, halkımız…Yani hepimiz…
Kaç anne baba çocuğunu dizinin dibine oturtmuştur da, çocuğuna tarihini anlatmıştır. Kaç öğretmen tarih dersini yaşayarak, yaşatarak, bir oyun oynanıyor gibi, çocuğu tarihine çekerek, tarihini yaşatarak anlatmıştır…
Çocuğunuzu deneyin bakalım. Bir iki soru sorun: İstiklâl Harbimiz(Kurtuluş Savaşımız) üzerine… Milli Mücadele yılları üzerine…
Geçen gün yine bu tertipten tutuklanan komutanımız Sakarya savaşı üzerine neler demişti? Hatırladınız mı?
Jandarma Kurmay Albay Mustafa Önsel’in geldiği mahkemede tutuklama kararının verilmesinin ardından dışarıda söylediği sözler:

Sakarya Savaşını İyi İncelemeliyiz


“Bu gerçekte Türk Milletine açılmış bir savaştır. Sakarya Savaşı’nı iyi incelemeliyiz. Sakarya Savaşı’nda bu ordunun yüzde kırkı kaçmış, ilginçtir ki yüzde altmışı da savaşmıştır. Biz, bu savaşanların torunlarıyız. O savaşta kaçanların torunlarıyla savaş şimdi başlıyor.”

Siz önce kendinizi bir yoklayın, sonra çocuğunuza sorun: Sakarya Savaşı nedir?Doğru deyişiyle, “Sakarya Meydan savaşı.” Nasıl, ne zaman olmuştur? Bu savaşı anlat!..Yakın tarihimizi anlat!..

Yakın Tarihimizi Bilmiyoruz

Çocuğunuz öyle susacaktır. Belki de böyle yakın tarihini, “Kurtuluş Savaşı Tarihini” bilmeyen, bölgemizdeki tek ülkeyiz. Bir Yunan çocuğu, Ermeni çocuğu, Bulgar çocuğu, Rus çocuğu…acaba nasıldır?
Ben Yunan çocuklarının tarih kitaplarını gördüm. Okuma kitaplarını gördüm. Ders yaptıkları sınıfların döt duvarını nasıl Anadolu’nun Yunan tarihini gösteren(!) haritalarıyla doldurduklarını da gördüm. En az yedi sekiz Anadolu haritası süslüyordu duvarı. Yunanistan haritası hariç. Hangi yıllar arasında Yunan Anadolu’nun neresindeymiş? Sonra nereye çekilmiş? Sonra Yunan nerede kalmış? Çocuklara Anadolu, İstanbul bizden alındı, bizim, geri alacağız...eğitimi veriliyor. Biz ne yapıyoruz? Tarih ders kitaplarındaki „düşman“ sözünü sakıncalı bulup kaldırıyoruz.
Ermeniler kuşaklar boyu bize karşı aynı kini nasıl diri tutuyor? Bizdeki liboşları nasıl yanına çekiyor, dansa kalkıyorlar birlikte?
Biz çocuğumuza sorsak, ne olmuş, ne bitmiş ağzı açık öyle bakar. Nitekim bakıyorda...İngilizlerin tarihimizdeki yerini bilmez. Fransızları bilmez! İtalyanları bilmez! Kürt, Ermeni isyanlarını, Ermenilerin yaptığı kıyımları bilmez! İrtica (dini kullanan gerici, yobaz ayaklanmaları)ayaklanmalarını bilmez!

Cumhuriyetin Kıymetini Bilsinler

Yok yanlış anlaşılmasın, bizde onlar gibi kuşaklar boyu kin tutalım, intikam peşinde olalım demek istemiyorum. Demek istediğim en azından tarihimizi bilelim. Neler olmuş geçmişte gelecek kuşaklara öğretelim. Bilinçli fertler yetiştirelim ki aldatılmasınlar, faka basmasınlar, tuzakları görsünler...Ve en önemlisi Cumhuriyetimizin kıymetini bilsinler! Nasıl kurulduğunu, milletimizin çektikleri güçlükleri öğrensinler, şehitlerimize ihanet etmesinler!

Kahraman Askerlerimiz


Eğer askerlerimiz öyle vakur duruşluysalar, öyle kendine güvenli ve fedakârsalar, öyle devletine, milletine, cumhuriyetine, Atatürk devrimlerine bağlıysalar, bunu, „Harp Okullarında“ okurken iyi bir tarih bilinciyle yetiştirilmelerine borçlular...
Tarihi bilmezsek tarihten ders alınmaz, tekrar yaşanır.
İstiklâl Marşı’nın büyük şairi Mehmet Akif diyor ki:

Geçmişten adam hisse kaparmış, ne masal şey,
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi.
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

1919 Yılı Mayısı’nın 19. Günü


Bu günlerde herkes 1919 yılındaki, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı günkü durumdayız demeye başladılar...Atatürk’ün Nutuk’a başlarken anlattığı günler gibi.
„1919 yılı Mayısı’nın ondokuzuncu Günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyleydi:“

Atatürk o günleri bu sözlerle anlatmaya başlar. İçte ve dıştaki görünüşü, ülkemizin ve milletimizin halini gözler önüne serer...
Şimdiki durumumuzu hatta daha da önceki tarihe getiren siyasetçilerimiz var. Akşam, milletvekilimiz Özcan Pehlivanoğlu şöyle dedi:

Türkiye Cumhuriyetini Kuranlar


Türkiye psikolojik operasyonlara çok açık bir ülke. Bu yaşadığımız süreç 1911-1912 Balkan savaşlarından, Cumhuriyetimizin kuruluşuna kadar olan süreye benziyor....Bir örnek vereyim: Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey Ermeni istekleri üzerine idama mahkum olup hem de bir öğle vakti asılarak idam edilmiştir. Atatürk’ün başkanlığında, 23 Nisan 1920’de kurulan meclis daha sonra çıkarılan bir yasa ile onu şehit ilân eder. (Ekim 1922)
Türkiye Cumhuriyetini Türk milliyetçileri kurmuştur. Atatürk Türk milliyetçisidir. Bunlar Türk Milleti’ni efendilerinin arzuladıkları bir şekilde değiştirebileceklerini düşünüyorlar...“

Bu sözleri ve benzerlerini bilinçli yurtseverlerimiz söylüyor.
Karşımızdaki vatansız milletsiz, besleme koro ise her gün ama her gün bir değerimize saldırıyor.

Tarih Okumak

Bu günlerde tarih okumaya vakit ayırmalı, zararın neresinden dönülse yeridir diyerek tarih bilincimizdeki eksikliğimizi tamamlamalıyız...

Madem 1919’lu yıllardan başlayarak tarihimizi konuşuyoruz ; Sakarya Savaşını
ve Sakarya Savaşının tarihimizdeki önemini bir kez daha hatırlamaya ne dersiniz?

Biz Haddimizi Biliriz


Biliyorum yine yazım çok uzun olacak..Çoğu okuyan yarısında okumayı bırakacak...Kısa, üç cümlelik deyim yerindeyse „gaz alan“ yazılarla yetinecek, onları birbirlerine yönlendirecekler....Bak bak iktidara nasıl da bindirdi? O...korkmadan neler de yazdı neler diyecekler...Ohalı, çüşlü bindirmelere binip gidecekler...Muhalefet eden bazı yazarlarımızın derdinin sadece çağdaşlık olduğunu, milli bilincin üzerinde hiç mi hiç durmadıklarını gözardı edecekler...

Biz haddimizi biliriz. Ben ve benim gibi hasbelkader yazıları Bilgiağı(internet) sayesinde yayınlanabilenler…Biz çapımızı, enimizi de biliriz…Okyanusta miniminnacık bir damla olduğumuzu da…Damlaların birleşerek bardakları doldurduğunu da…Nehirlere dönüştüğünü de…

Sakarya Savaşı


Atatürk Nutuk’ta Sakarya Savaşını anlatırken söze şöyle başlamıştır. Bu sözü özellikle seçim günlerimizde baştacı yapmamız gerekirken tarih kitaplarımıa bile almadık. Üzerinde konuşmadık. Bakın ne diyor?

Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!

Atatürk bu sözlerinden sonra Sakarya Meydan Savaşını anlatmaya başlar:

Atatürk Sakarya Meydan Savaşını Anlatıyor


"Saygıdeğer Efendiler, olayları Sakarya Meydan Savaşına getirmek istiyorum. Fakat, bunun için müsaade buyurursanız, ufak bir giriş yapacağım.
İkinci İnönü Savaşından sonra, üç ay kadar bir zaman geçti. Ondan sonra 10 Temmuz 1921 tarihinde, Yunan ordusu yeniden cephemize genel saldırıya girişti. Bu tarihten önceki günlerde tarafların durumu şöyleydi :
Bîzim ordumuz, başlıca Eskişehir ve Eskişehir'in kuzeybatısındaki İnönü mevzileri ile Kütahya - Altıntaş dolaylarında yığınak yapmıştı. Afyonkarahisar dolaylarında iki tümenimiz vardı. Geyve ve Menderes dolaylarında da birer tümenimiz bulunuyordu.

Yunan Ordusu da, Bursa'da bir, Uşak doğusunda iki kolordusunu toplu olarak bulunduruyordu. Menderes'te de bir tümeni vardı.

Yunanlılann bu saldırısı ile başlayan ve Kütahya - Eskişehir Muharebeleri adıyla anılan bir sıra savaşlar vardır. Bunlar on beş gün sürmüştür. Ordumuz 25 Temmuz 1921 akşamı büyük kısmıyla Sakarya'nın doğusuna çekilmişti. Ordumuzun çekilmesini zarurî kılan sebeplerin başlıcasına işaret edeyim:

İkinci İnönü Savaşından sonra genel seferberlik yapmış olan Yunan Ordusu insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısı bakımından ordumuzdan önemli derecede üstündü. Temmuzda, Yunan ordusu taarruza geçtiği zaman millî hükûmetin durumu ve Millî Mücadele’nin gelişmesi, bizim genel seferberlik ilân ederek, milletin bütün kaynak ve imkânlarını, başka bir şey düşünmeden düşman karşısında toplamaya daha elverişli ve yeterli görülmemişti. İki ordu arasındaki kuvvet, vasıta ve şartlar bakımından kendini gösteren nispetsizliğin elle tutulur başlıca sebebi budur. Bunun sonucu olarak, biz, daha tümenlerimizin taşıt araçlarını bile tamamlayamadığımızdan, bunların hareket güçleri yoktu. Yunan milletinin bütün kuvvetiyle yaptığı bu saldırı karşısında, bizim askerlik bakımından asıl görevimiz, Millî Mücadele'nin başından beri yürütegeldiğimiz görev idi ki, o da, her Yunan saldırısı karşısında kaldıkça, bu saldırıyı direnerek ve uygun hareketler yaparak durdurup etkisiz bırakmak ve yeni orduyu kurmak için zaman kazanmak şeklinde özetlenebilir. Son düşman saldırısı karşısında da, bu aslî görevi gözden uzak tutmamak şarttı. Bu düşünceyle, 18 Temmuz 1921 tarihinde, İsmet Paşa'nın Eskişehir'in günebatısında, Karacahisar'da bulunan karargâhına giderek, durumu yakından inceledikten sonra, İsmet paşa'ya genel olarak şu direktifi vermiştim :"Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla aramızda büyük bir açıklık bırakmak gerekir ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir. Düşman hiç durmadan takip ederse, hareket üssünden uzaklaşacak ve yeniden ulaştırma hatları kurmaya mecbur olacak; herhalde bekleınediği birçok güçlüklerle karşılaşacak; buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha elverişli şartlara sahip olacaktır. Bu şekildeki çekilişimizin en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve birçok topraklarımızı düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek manevî sarsıntıdır. Fakat kısa zamanda elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla, bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulayalım. Başka türden sakıncalara karşı koyabiliriz. "

Atatürk’ün Sözleriyle Başkomutanlık


Atatürk bu savaşı kendi kalemi ve diliyle böyle anlatmaya başlamış, sonra ordunun başına nasıl geçtiğini bu süreçte meclisteki tartışmaları özetlemiştir. Tartışmalar üzerine ise, meclisteki gizli oturumda bir önerge vererek,” Başkomutanlığı kabul ediyorum.” demiştir. Atatürk, düşünce ve kararlarımı çabuk ve sert şekilde yürütmek ve uygulamak için bu zorunluydu diye yine Nutuk’ta “Başkomutanlığı” açıklamıştır. Bunun üzerine çeşitli tartışmalar olmuş, sonunda Mustafa Kemal şu yetkiyi almıştır:

“Başkomutan ordunun maddî ve manevî gücünü büyük ölçüde artırmak, sevk ve idaresini bir kat daha sağlamlaştırmak için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına fiilen kullanabilir.”

Atatürk’ün Önemli Sözleri


Atatürk der ki:

„Bu maddeye göre, benim vereceğim emirler kanun olacaktı.“

Ardından Atatürk meclisten bazı ricalarda bulunur ve hepsi kabul edilir.

„Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimize güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Şu dakikada, bu kesin inancımı yüksek topluluğumuza karşı, bütün millete karşı bütün dünyaya karşı ilân ederim.“

Başkomutanlığı fiilî olarak üzerine alan Atatürk hemen Ankara’da çalışmalarına başladı. İki gün içinde Millî Vergiler Emri(Tekâlif-i Millîye Emri) adı altında bildiriler yayınladı. Her ilçede Millî Vergiler Komisyonu kurdurdu. Bu komisyonlarca toplanan malzemenin ordunun çeşitli birimlerine dağıtımını sağladı. Halk bütün olarak ordunun ihtiyaçları için görev başına çağrıldı. Ordunun ihtiyaçları için bedeli sonra ödenmek üzere bir çok mala, araca, yiyecek içeceğe el kondu.

Atatürk der ki:


„..sayılı emrimle, halkın elinde bulunan savaşta işe yarar bütün silâh ve cephanenin üç gün içinde teslimini istedim.“
...sayılı emirle, halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba, dört tekerlekli at ve öküz arabalarıyla, kâğnı arabalarını bütün takım ve hayvanlarıyla birlikte binek ve topçeker hayvanlarının katır ve yük hayvanlarının deve ve eşek sayısının yüzde yirmisine el koydurdum.“

Bu emirler böyle süregelip gider.

Atatürk Sakarya Savaşını Anlatmaya Devam Ediyor


Sonrasını Atatürk şöyle anlatır:

.“..Düşman ordusu 23 Ağustos 1921’de, ciddî olarak cephemize temas ve taarruza başladı. Bir çok kanlı ve buhranlı safhalar ve dalgalar oldu.

Düşman ordusunun üstün grupları, savunma hattımızın bir çok parçalarını kırdılar. Bu ilerleyen düşman birliklerinin karşısına, kuvvetlerimizi yerleştirdik. Meydan savaşı yüz kilometrelik cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız, Ankara’nın elli kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun yönü batıya iken güneye döndü. Arkası Ankara’ya doğru iken kuzeye verildi. Cephenin yönü değiştirilmiş oldu. Bunda hiç mahzur görmedik. Savunma hatlarımız, kısım kısım kırılıyordu.

Fakat kırılan her kısmın yerine en yakın bir mesafede derhal yeni bir savunma hattı kuruluyordu. Savunma hattına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek nazariyesini kırmak için, memleket savunmasını başka bir tarzda ifade etmeyi ve bu ifademde ısrar ve şiddet göstermeyi faydalı ve tesirli buldum. Dedim ki:

(Burada Atatürk o tarihî sözlerini söyler. Bu sözleri mutlaka hepiniz duymuşsunuzdur. Bu söz savaşın seyrini değiştiren sözdür!)

Atatürk’ün En Büyük Sözlerinden Biri


"Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır.O satıh, bütün vatandır. “


Bu sözleri günümüz Türkçesiyle yazarsak, o konuşma şöyledir:

“Savunma hattı yoktur, savunma cephesi vardır. O cephe bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur.”
Savaşın Sonu

Yine Atatürk’ün Nutuk’taki Anlatımıyla

”İşte, ordumuzun her ferdi bu sistem dahilinde her adımda en büyük fedakârlığı göstermek suretiyle, düşmanın üstün kuvvetlerini yok ederek, yıpratarak nihayet onu taarruza devam kabiliyet ve kudretinden mahrum bir hale getirdi. Savaş durumunun bu safhasını sezinler sezinlemez derhal bilhassa sağ kanadımızla Sakarya nehri doğusunda, düşman ordusunun sol kanadına ve daha sonra cephenin önemli yerlerinde karşı taarruza geçtik.Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmeye mecbur oldu. 13 eylül 1921 günü, Sakarya nehrinin doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı.

Bu suretle 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bugünler de dahil olmak üzere 22 gün 22 gece aralıksız devam eden büyük ve kanlı Sakarya Meydan Savaşı” yeni Türk devletinin tarihine, dünya tarihinde çok az rastlanan büyük bir meydan savaşı örneği kaydetti.”

Atatürk’ün İlk Manevî Görevi


“Saygıdeğer Efendiler, Başkomutanlık görevini fiilen üzerime aldığım zaman, Meclis'e ve millete mutlaka başaracağımız yolundaki kesin inancımı arz ve ilân etmekle ve bu inancımı, varlığımın bütün haysiyetini ortaya atarak gerçekleştirmekle ilk manevî görevimi yapmış olduğumu sanırım. Ondan sonra, önemli maddî görevlerim de vardı. Onlardan biri, savaş ve muharebe karşısında millete aldırmaya mecbur olduğum durum idi.“
Burada Atatürk şunu söyler:
Bütün Türk Milleti’yle Vatan Savunması
„Bütün Türk Milleti’ni cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket bakımından savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, milletin her ferdi silâhla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti.“
Atatürk gelecekteki savaşların başarı şartını da bu ilkeye, yani milletin bütün maddi, manevi varlığını vatan savunmasına vermesine bağlamıştır.
Yine bu konuda demiştir ki:

Vatana Saldırıyı İmkânsız Kılmak

„Biz Başkomutan olduğumuz zaman, Meclis’ten bir „vatanı savunma kanunu „istemedik. Fakat Meclis’ten aldığımız yetkiye dayanarak, bu amacı kanun niteliğindeki belirli emirlerle sağlamaya çalıştık.
Sözünün burasında sanki bu günleri görmüş gibi milletine şunu tavsiye etmiştir:
„Millet, bundan sonra, bugüne kadar olan tecrübeleri de dikkatle gözden geçirerek aziz vatana saldırıyı imkânsız kılan sebep ve şartları daha açık ve daha kesin olarak tesbit eder.“

Mareşal Rütbesi, Gazi Ünvanı


Türk Ordusu’nun zaferiyle son bulan Sakarya Meydan Savaşından sonra Mustafa Kemal’e Meclis tarafından Mareşal rütbesi ve Gazi ünvanı verildi.
Bu rütbenin ve ünvanın verilmesini Atatürk şöyle anlatıyor:
„ Sakarya Savaşı’nın sonuna kadar askerî bir rütbem yoktu. Ondan sonra Büyük Millet Meclisi’nce bana ‚Mareşal rütbesiyle, „Gazi“ ünvanı verildi. Osmanlı Devleti’nin rütbesinin yine o devlet tarafından nasıl geri alındığını biliyorsunuz.“
Mareşal askerî rütbelerin en üstünüdür. Tarihimizde yine Meclisimiz Fevzi Çakmak’a Başkomutanlık Meydan Savaşı’ndan sonra Mareşal rütbesi vermiştir.
Bu savaşta Atatürk’e neden „Gazi“ ünvanı verildiğine gelince...Bu konuyu bilmeyen yoktur ama yine de kısaca hatırlayalım.
Niyazi Ahmet Banoğlu’nun „Yayınlanmamış Belgelerle Atatürk“adlı kitabından özetliyeyim:

Sakarya Savaşını Savaşın Tanıkları Anlatıyor

Afyonkarahisar’da Yunan bayrağı dalgalanıyor. Demiryolları da elden gitti.
Düşman gittikçe şiddetlenen kuvvetle mevzileri yakmakta... Demiryollarını elde tutmak gerekiyor. İsmet Bey paşalarla konuşuyor. Mustafa Kemal Hükümet Reisi olarak Ankara’dan bizzat gelmiş. Sivil giyimli gelmiş.
Durum hakkında bilgi alıyor. Sonra ata binerek öne doğru siperlere gidiyor. Savaş meydanının durumunu anlamak istiyor. Yarı ölü, bitkin, yarı aç, yaralı askerler...
Düşman cephenin arka kısmına tehlikeli bir şekilde yaklaşmakta...
Beklemek, duraksamak, düşünmek ölmek demektir.
Karargahta korkunç bir sessizlik...Sonra Mustafa Kemal emrediyor:
„Savaş malzemesini Ankara’ya sevkedip ordu Sakarya’nın arkasına çekilecek. Askerler bir gün istirahat ettikten sonra cephelere girsinler!

Geri Çekilmek

Sakarya’nın arkasına gerilemek... Demiryolları, şehirler, büyük topraklar düşmana mı bırakılacak diye bu durumu kimse anlamıyor. Büyük Millet Meclisi’nde huzursuzluk, panik havası var. „Ordu nereye kadar çekilecek? Milletin hali ne olacak? Sorularıyla çalkalanan Meclise Mustafa Kemal girip diyor ki: „Dört hafta sonra düşmanı mağlup edeceğim. Birliklerimizin geri çekilmesini ben emrettim“ İstek üzerine de Meclis kararıyla bütün sorumluluğu alıyor. Başkomutan oluyor.

Mustafa Kemal Cephede


Sonra yaptırdığı hazırlıklardan sonra savaşın içindedir... Atına sıçrayarak mevzileri incelemeye çıkıyor...Her tarafta ateşli bir çalışma... Başkumandanı aralarında gören askerler sevinçli... Kadınlar cepheye mermi taşıyor...
Bütün millet savaşta. Fırtınalı bir gün. Mustafa Kemal Türk cephesinin esas mevzii olan Karadağ’a doğru atıyla hızla gitmekte.Atın nalları toprağı un ufak ediyor. Birdenbire dağ yolunda at tökezliyor. Taşlar etrafa fırlıyor. At dengesini kaybederek kayıyor. Düştüğü yerden kalktığı zaman Atatürk sapsarı kesilmiştir. Göğsünde şiddetli bir acı var. Yerinden kıpırdayamıyor. Bir kaburgası kırılmış.
Tam da saldırının ilk günü olan bu olay moralleri bozuyor. Hemen sargı tahtası bulunuyor. İlkel yöntemlerle kırık kısım sarılıyor.
Anadolu çocukları ağır ağır geriliyor, düşman ilerliyor...

Tanrının Mucizesi: Mustafa Kemal Tekrar Cephede


Bir gün, Karadağ’da siperlerde askerler birbirine sesleniyor: „Başkumandan gene buradaymış. Alagöz’deki karargâhda görmüşler. „Ve Mustafa Kemal cephede...Askerler gözlerine inanamıyorlar.Ulu Tanrının mucizesi diyorlar. Yine atının üstünde. Eğere tutunarak yaverinin yardımıyla ön hatlara doğru geliyor. Arkasında basit bir asker üniforması, delik deşik olmuş bir ceket. Emirler veriyor, etrafındakileri cesaretlendiriyor.
Burada yazarın sözlerini olduğu gibi alıyorum:

Mucize, Hatta Mucizeden Öte

Bozkurt Cephede


„Mucize. Hattâ mucizeden daha başka bir şey! Demir gibi sağlam vazife hissi, Bozkurt’u çarpışanların sırasına kadar getirmişti. Elden geldiğince tedavi edilmiş bir durumda tekrar cepheye dönmüş, savaşı idare etmek kararındaydı. Fakat acısı dayanılacak gibi değil. Kırılan kaburga akciğerini sıkıştırıyor.“
Bu şartlarda Mustafa Kemal cepheden savaşı idare ediyor. Bir kaç sandalye, masa, haritalar ve asetilen lâmbasından oluşan bir karargâhı var. Haritalarının başında. Mustafa Kemal zorlukla geziniyor. Her hareketinde canı acıyor. Mühimmat diye cephelerden sesler yükseliyor. Yedek mermi kalmamış…Cephe gerisinde yedek askerlerin safları incelmekte…

Askerlerimiz


Askerler kan ve çamur içinde savaşıyorlar… Kurşunlardan tasarruf ederek savaşmak zorundalar. Savaşırken ağızlarına gıda diye bir kaç mısır tanesi atarak…
Aralarında şehitler…Yüz metre uzunluğundaki cephede hep aynı manzara…Düşmanın ağır bataryaları Türk mevzilerini mermi yağmuruna tutuyor…Mustafa Kemal Çal tepeleri düşmanın eline geçmediği müddetçe korkulacak bir şey yok demektir!” diyor cephedeki Genelkurmay subaylarına…
Telefonla Çal tepelerinin düşman eline geçtiği haber verildiğinde de Mustafa Kemal derhal karar veriyor

Mustafa Kemal Emrediyor

Güney kanadının 90 derece geri alınmasını emrediyor.
Ankara’da halk sokaklarda dua ediyor. Rüzgâr top seslerini Ankara’ya kadar getiriyor.
Ertesi gün Çaldağı’nın düşmandan geri alındığı haberi geliyor.

Bununla Savaşın Kaderi Değişiyor

Bundan sonra savaşın kaderi değişiyor. Mustafa Kemal açıklıyor:
“Güney kanadımızı geri almamız düşmanı başa çıkamayacağı bir vaziyete düşürmüştür. Karşı saldırıya geçiyoruz: İleriye!..”
Karadağ Türkler tarafından geri alındı haberi Yunan karagâhını bozguna uğratıyor. İmdat sesler geliyor. Hani Türkler geri çekilmişti diyorlar!..
Karadağ Türkler tarafından alındıktan sonra Mustafa Kemal dağın zirvesinde durup çarpışmayı idare ediyor.

Yunan Bozgunda


Yunanlılar Sakarya üzerinden kaçmaktalar...Sonra kuzey tarafından da haberler geliyor. Kuzeye doğru yürüyen Türk birlikleri Yunan cephesinin arkasından gedik açıyor. Bu ana kadar yarı mağlup bir millet kendisinden üç dört misli üstünlüğü olan düşmanı kuşatıp sımsıkı bağlıyor...“

Gazi Mustafa Kemal Atatürk


Sakarya Savaşını tanıklar yukarıdaki gibi anlatmışlar...Epeyce uzun olan bu anlatımı sizlere kısaltarak verdim.
Dinlediğiniz Savaş Öyküsü ve en önemlisi Atatürk’ün kendi sözleriyle Sakarya Savaşı’nı anlatması sizleri o günlere umarım götürmüştür...
Bambaşka bir dünyaya gidip gelmişsinizdir...
İşte bu savaştan sonra Millet Meclisi Mustafa Kemal’e „Gazi“ ismini veriyor.
Sonraki savaş: Büyük Taarruz.

Gazi Ünvanı

„Gazi Mustafa Kemal Atatürk „
Büyük kurtarıcımızın „Gazi“ adını kullandığı imzası vardır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün adının önünde kullanılan Gazi ünvanı ise niye korunmadı bilmiyorum. Bu ad, hep içimde yaradır, isyan ederim her duyuşta, korunacağına bir peynir firmasına ad oldu... Kimse itiraz etmedi, mahkemeye falan vermedi ki bu işi, hâlâ Gazi adını taşıyor bu firma. Gazi adıyla peynir alıyoruz, peynir!
Tarihe ve tarihî değerlere bundan daha büyük bir ihanet olabilir mi?
Diyeceksiniz ki biz nelere ihanet etmedik.

Atatürk Kocatepede

Özkök Paşa zamanına, yani yakın zamana kadar Genelkurmay ambleminde „Atatürk Kocatepede“ resmi vardı. O dönemde birdenbire karar aldılar ve Genel Kurmay’ın simgesi olan bu resim birdenbire kaldırıldı.
İşte ilk o zaman duymuştuk, Amerika ordumuza baskı yapıyor, Atatürk ordusu olmasını istemiyor...Mustafa Kemal’in askerleri kıskanılıyor...Kimsenin pek üzülmediği, çağdaşlık falan diye alkışladığı, üzerinde durmadığı bu değişiklik mi acaba „Ordumuz“ üzerindeki bu baskıların giderek artmasına sebep oldu? Bu günlere geldik...
Kimbilir?
Feza Tiryaki, 24 Şubat 2011
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 987
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x