1. yüz (Toplam 2 yüz)

Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Cmt Şub 06, 2010 5:28
gönderen Deli Haydar
Bu gece kısmen izlediğim Beyaz Show'da ilginç bir ayrıntı dikkatimi çekti. Dünya'nın en uzun adamıyla, en kısasını çıkardığı izlencedeki hazır esprilerinin soğukluğuyla bezediği hal ve tavırlarından sonra, ailelerin sevgilisi Beyazıt Öztürk'ten çok da hazzetmemeye başladım. Aynı ecnebice fog the system deyip, sistem eleştirisinin kıyısından geçmeden nefsini şişirmek için entel dantellik yaptığını düşündüğüm Okan Bayülgen'e karşı olan düşüncelerim gibi...

Kısaca izlencede takıldığım nokta şu: Programda eline mikrofon alan ilgisiz iki kişinin kolundaki K. Atatürk imzasının dövmesi ve Veda filminin Londra bağlantılı reklamı...

İlk konuklar Barış Manço'nun eşi ve oğullarıydı. Küçük oğlu 2023 parçası üzerinden gerçekleştirecekleri bir etkinlikten sözetti, askerden izne gelen büyük oğlu ise -özellikle bu dönemde- yalnız Ata'nın torunu olmak yetmezmiş gibi araya Fatih'i de ekleyip, birliğindeki silah arkadaşlarına selam gönderdi.

Sohbetin ardından sahneye Barış Manço kılığında bir hanımefendi ve ekibi çıktı. Barış Manço'nun şarkısı eşliğinde taklit-gösterilerini sundular. Barış Manço kılığındaki hanımefendinin sağ kolunun yanında ve Zülfü Livaneli'nin izlenceye telefonla bağlanmasının ardından şarkısını söyleyen şarkıcı Gülşen'in sol kolunun içindeki K. Atatürk dövmesi bir arkadaşımın dikkatini çekti. (Araya aşkı stratejiye bağlayan batı özentisi filmi hiç katmıyorum bile)

Şarkıcı Gülşen'in Atatürk aşkının kaynağını internetten bulmaya çalışırken, biraz önce, kendisinin 2006 yılında Yurtta Aşk, Cihanda Aşk adlı bir albüm çıkardığını öğrendim. Albüme adını veren şarkının sözleri şöyle:

Kıymete binmek ne hoş
Ayrıldıktan sonra varmı önemi
Devir tersine döndü
Bende az ölüp bitmedim mi?

Şimdi gelde gör beni
Duruyormuyum yerimde hala
Yurtta aşk cihanda aşk
Heryerde aşk bundan sonra

Elimide kolumuda bağla hadi
Bir odaya bir ömür haps et hadi
Becerebilirsen zaptet hadi yangınım çok büyük ooooffff


Şarkısıyla ilgili Gülşen'in yorumu da şöyle:

Biz o kadar iyi niyetli çıktık ki yola, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk`ün `Yurtta sulh cihanda sulh` sözünün değiştirilmiş hali ve şarkıya uyarlanmış hali. Ben Atatürk`ün izinde bir Türk genci olarak bu şarkının geldiği an hissettiğim şu oldu: Bu şarkı diğer şarkılardan daha farklı ve albümün ismi bu olmalı dedim. Tamamıyla iyi niyetle yapılmış bir durum söz konusu zaten. İyi niyetli olan insanlar da böyle şeylerden tartışma yaratmaz. http://www.tumgazeteler.com/?a=1373955

Tüm kötü niyetimizle bu kez oklarımızı Zülfü Livaneli'ye çeviriyoruz. Zülfü Bey'in AK'laşması ya da özgürlüğü'nü alenen sattığı ve Beyaz Show'un da sponsoru olan Vodafone'nun reklam arası tanıtıcı reklamları hakkında birşey söylemek istemiyorum. Benim değinmek istediğim, "72 yıl sonra Atatürk İstanbul'da" afişli kocatahtalarla "gerçek Atatürk işte bu!" diyen Veda'nın Beyaz Show'daki dövmelerle süslenmiş tanıtıcı reklamı...

İzlencede Zülfü Bey'le Londra'dan yapılan telefon bağlantısının arasına sıkıştırılan uzun fragman buydu:
www.youtube.com Video from : www.youtube.com


Filmin kısa fragmanında gözüme çarpan ölüm döşeğinde gözleri fır dönen çaresiz Mustafa idi. Bu uzun fragmanda ise 43. saniyede başlayıp savaş görüntüleriyle bezenen kin ve nefret temalı gulu gulu dansı yapan, Ağrı Dağı yüksekliğindeki şerefine kadehler kaldırılan Dünya'nın en büyük diktatörü; silahlar, selamlar, kanlar; çaresizlik içinde ağlayıp bağırıp intihar eden insanlar; gerilim dolu bir müzik ve insana rahatsızlık veren bir kurgu...

Atatürk'ün Türkiyesi ile son tangoda belli ki yoğunluk artık kitle iletişim araçlarının sinema ayağında. O yüzden bilnçaltına gönderildiğini düşündüğüm bu tür iletileri iyi niyetle açıklayamayıp art niyetli buluyorum. İzlencede Atatürk ile ilgili tek olumlu söz duymuyoruz. Görüp duyduğumuz bütçesi yerlere göklere sığdırılamayan kan, kin ve çaresizlik dolu, ezber bozan bir Atatürk filmi daha ve filmi çekilen diktatörün imzası. Yarım kalan aklımı da mı yitiriyorum bilemiyorum ve izlenceyi izleyen ya da konuyla ilgisi olanlardan tüm içtenliğimle yardım istiyorum...

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Cmt Şub 06, 2010 14:34
gönderen Deli Haydar
Herhalde izlenceyi izleyen olmamış. O zaman ben derdimi daha açık anlatmaya çalışıp başlığa veda edeyim. İsmet İnönü ile başlayan duraklama ve uzun zamana yayılan gerileme dönemlerinin sonrasında Türkiye Cumhuriyeti yakın zamanda hızlı bir çöküş sürecine sokulmuş ve bugün yıkılış noktasına gelmiştir. Bana göre yıkılışın en yürek burkan kısmı, attığı her adımda yalnızca ulusunun ve -üzerine hiç de vazife değilken- insanlığın kurtuluşunu düşleyip, ölesiye bitesiye bu uğurda ömrünü tüketen Gazi Kemal Atatürk'ün, torunlarının gönlünden alçakça silinme harekatıdır.

Kendisi ve en büyük eserimdir dediği Devleti'ni karalamak adına uydurulan ithal hurafeler, günümüzde yerli sanat pazarlamacılarının yüksek bütçeli ve art niyetli çalışmaları ile, tümüyle kuşatma altında olan yurdun sinema salonlarında yurttaşların zihinlerini profesyonelce kirletmektedir.

Kendisinin düşüncelerini eleştiremeye akılları ve vicdanları yetmeyen işbirlikçiler, tüm Hollywood tekniklerini kullanarak yarattıkları sanal Bozkurt kişiliği üzerinden Gazi'ye saldırmaktadır. Hala daha William Wallace'a Braveheart'taki haliyle inanan biri olarak, bugün genç beyinlere izlettirilen Mustafaların, Vedaların çekiliş amaçlarını çok daha iyi anlıyorum.

Bu bağlamda bugün, bu şaşaalı filmlerle kendilerine gerçek Atatürk'ün ve Cumhuriyet tarihinin anlatıldığını düşünen Türk Gençliği'ne yönelik uyarıcı nitelikte çalışmalar yapılması gerekmektedir. Aksi halde dedelerine ölmeyi emreden bu savaşsever diktatörün izinden canları pahasına yürümek gibi bir düşünceleri doğal olarak kalmayacak, tek hedefleri tüketim düşüncesinin tutsağı kalıp tüm değerlerini tükerek yollarını bulmak olacaktır.

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Cmt Şub 06, 2010 15:16
gönderen Ram
Bizim askerlerin -hele ki erlerin- askerî giysileri tam; özürsüz-kusursuz, düzgün ve ütülü... Esasen Mustafa Kemâl Paşa da, saldırı tasarılarını Çalı Kuşu okurken, Cumhuriyeti zeybek oynarken, devrimleri de rakı sofrasında yapmamış mıydı¿?

SODEV'in bahçesinde öten bir kuş, Zülfü'dür ön adı
Mikis'in az önünde gözde bir puşt, bülbüldür soy adı
Düşecek yükseklerden ağır bir taş, üç de dâr-ı fülfül
Kükürtle har alevi satan kurşun, sülfürdür gaz adı


Aydınlardan barış çağrısı

Türk yazar ve sanatçılarının girişimi ile dünyanın çeşitli ülkelerinden 46 yazar ve sanatçının imzaladığı ortak bildiride, “Yeni yüzyılda Türkiye’yi, insan hakları ve demokrasi konusunda örnek alınması gereken bir ülke olarak görmek istiyoruz” denildi.

Yazar Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk, Ahmet Altan ve Mehmet Uzun’un girişimleri ile tüm dünyadan 46 yazar ve sanatçının imzasını taşıyan ortak bildiri, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Salonu’nda düzenlenen basın toplantısıyla açıklandı.

Yazar Yaşar Kemal tarafından okunan ortak bildiride, insanlık tarihinin en kanlı dönemlerinden biri olan 20. yüzyılın sona ermekte olduğu belirtilerek, yeni yüzyıl ve insanının her türlü ayrımı reddetmek, baskı ve zulme karşı çıkmak zorunda olduğu kaydedildi.

Bildiride özetle şu görüşlere yer verildi: “Biz aşağıda imzası bulunan yazar ve sanatçılar, yeni yüzyılda Türkiye’yi insan hakları ve demokrasi konusunda örnek alınması gereken bir ülke olarak görmek istiyoruz. Uygar dünyanın bir parçası olarak gördüğümüz Türkiye’nin insan hakları ve çağdaş demokrasi konusunda ciddi sorunları olduğunu herkes biliyor. Bu durumu devlet yöneticileri de ifade ediyor. Atılacak demokratik ve uygar bir adımın Türkiye’yi ekonomik, sosyal ve kültürel olarak çok güçlendireceğine, zenginleştireceğine inanıyoruz. Biz de Cumhurbaşkanı, Başbakan, parlamento ve hükümet başta olmak üzere bütün yetkililere sesleniyoruz; lütfen Türkiye’yi bu ayıptan kurtarın. Hepimizi derin üzüntüye boğan deprem felaketinin yaralarını sararken, 70 yıldan fazla bir süredir kanayan toplumsal yarayı da sarın. Türkiye, 21. yüzyılın ışık gibi parlayan, insan haklarına ve kültürel kimliklere saygılı, uygar ve demokratik ülkesi haline gelmelidir.’’

Yazar Yaşar Kemal bildirinin ardından yaptığı konuşmada da tarih boyunca hiçbir uygarlığın ve kültürün diğer uygarlık ve kültürleri yok edemediğini ifade ederek, uygarlıkların ve kültürlerin birbirlerini beslediğini belirtti.

Sanatçı Zülfü Livaneli de Türkiye’de büyük acılar yaşandığını kaydederek, kendilerinin bir çözümün parçası olmak istediklerini, şu sırada da bunun için büyük bir fırsat olduğunu, barışa şans verilmesi gerektiğini söyledi.

Yazar Orhan Pamuk da sorunlarını konuşmayan ülkelerin sorunlarının başka yerlerde konuşulduğunu dile getirerek, ‘’Ancak sorunlarını bağıra çağıra söyleyen ve tartışan ülkelerin, Avrupa’nın bir parçası olması mümkündür’’ dedi.

Yazar Mehmet Uzun, bildiriye imza atan kişilerin Türkiye’nin dostları olduğunu belirterek, Türkiye’nin dostlarının yeni yüzyılda Türk insanının mutlu olmasını istediğini kaydetti.

Yazar Ahmet Altan da konuşmasında, Türkiye’nin uygarlık savaşını kaybetmemesi için, içinde bulunulan barış ve yeniden hayata dönüş için uygun süreci iyi değerlendirmesi gerektiğini söyledi.

Bildiriye imza atan yazar ve sanatçılar arasında Yazar Günter Grass, Günter Wallraff, Nadine Gordimer, Harold Pinter, Jose Saramago, Arthur Miller, Elie Wiesel, Jack Lang ve Yönetmen İngmar Bergman ile Costa Gavras da bulunuyor.

12 Ekim 1999

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Pzr Şub 07, 2010 2:31
gönderen Deli Haydar
Ortada Turgut Özakman'ın yazıp, Ziya Öztan'ın yönettiği Kurtuluş ve Cumhuriyet filmleri varken, Zülfü Livaneli'ye dediğiniz gibi ancak George Soros'un yaşamını çekmek düşer... Bakarsınız gün gelir, Livaneligillerin ortak yaşamlarını da çekmek bize nasip olur.

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Pzt Şub 08, 2010 21:02
gönderen perzuhal
"Veda, ölüme meydan okuyan bir kuşağın hikayesi. Filmde sadece Atatürk’ün hayatı anlatılmıyor, aynı zamanda bir döneme ışık tutuluyor, filmde dostluk, savaş, aşk, sevgi gibi konular ‘insan olmak’ çerçevesinde tekrar ele alınıyor. “Veda” Salih Bozok’un anlatımıyla, bu dostluğun, Atatürk’ün hayatının dönüm noktalarının, vatanı kurtarmak için ölüme meydan okuyan bir kuşağın komutanının hikayesi…"

İm (Kod): Tümünü seç
http://vedafilm.com/


Çok tartışılan "Mustafa" dan sonra, Atamız'ın gerçek değerlerini, üstün kişiliğini öne çıkaracak, gerçeğe daha yakın bir film olacağa benziyor.

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Sal Şub 09, 2010 0:50
gönderen perzuhal
Öncelikle önyargılı olduğunuzu düşünüyorum. Çünkü metnin başıyla sonu arasında pek bir alaka göremiyorum. Elimden geldiğince görüşlerimi toparlayıp size sunmaya çalışacağım.

Bakınız Beyazıt Öztürk ve Okan Bayülgen vs. nicelerinden ben de kesinlikle haz etmiyorum.
Ancak programa çıkan Gülşen'in ve Barış Manço kılığındaki hanımefendinin kolundaki dövmelerin programa bağlanan Zülfü Livaneli'yle ne alakası var anlayamadım. Programı izlemedim ancak bu yolla Atatürk üzerinden reklam yapılıyor diyorsanız evet ben de bunu doğru bulmam. Ancak söz konusu olan Atamızın filmi ve ayrıca zilli, hoppa bir insanında herkesin olduğu kadar Atatürk dövmesi yaptırma hakkı vardır. Bu doğrudur veya yanlıştır orası ayrı bir konu, ancak böyle bir hakka sahip. Barış Manço sevenlerde genelde Atatürkçü'dür ve dövmelerini yaptırmış olmaları bence çokta büyük bir ayıp değildir. Gene takrarlamak istiyorum Gülşen'in yaptırmış olması tartışmaya açıktır. Art niyet ve buradan bir reklam payı çıkarmak isteniyor olabilir. Böyle hoppa insanlar Atatürk'ü yanlış tanıtır mı gerçekten Atatürk'ü tanıyan ve anlayabilen( düşünebilmek yeterlidir bunun için) insanlar etkilenir mi orası bu başlığın konusu değil.

Zülfü Livaneli'yi çokta iyi tanıdığım söylenemez. Açıkcası ben de fragmanı izlediğimde ve bu başlığı açmaya karar verdiğimde tedirginlik yaşadım. Çünkü geçmişi ve düşünceleri bakımından çokta bilgi sahibi değilim. (Ram'ın ekleği dipnot bu konuda biraz fikir sahibi olmamı sağladı bunun için ona teşekkür ederim.) Bir insan Londra'da bulunabilir ve telefonla filminin reklamı için konuşabilir bu normal bişeydir. Sonuçta çekilen filmin ulaştırılmak istediği bir kitle vardır. Vodafone la yaptığı anlaşmalarla parçalarını satması bence de ne kadar etiktir ne kadar doğrudur tartışılır. Küresel sermayenin adamı olmak, para uğruna parçalarını pazarlamak... Evet parçalarını satmış olabilir, belki tamamiyle yanlış bir insandır. Vatan hainleri diyebilceğim insanlarla geçmişte bir bildiriye de imza koymuş olabilir. Onu savunmak da değil amacım.

Asıl anlatmak istediğim konuya geleyim:

Ben tüm bunlardan ve şimdi bahsedeceğim görüşlerimden yola çıkarak bir önyargı görüyorum. Öncelikle bolca kin,nefret,gözyaşı demişsiniz. Bakın bu bir savaş filmidir gerilim kin nefret veya daha farklı duygular hissedilebilir. Ama inanın ben bunları izlerken sizden daha farklı olarak bir yücelik ve kararlılık hissettim. Milletimiz Kurtuluş savaşını silahlarla, toplarla, tüfeklerle ve tüm bunları vatanın kurtuluşu uğruna milletimizi birleştiren Atamıza durulan selamlarla kazanılmıştır. Tabiki de filmde top, tüfek, gözyaşı, acı olacaktır. Ayrıca filmde diktatörlük nerde ben göremedim. Fragman yönetim şeklinin Cumhuriyet olacağını vurgulayan sözlerle başlıyor. Atatürk için diktatör değil devrimci deniyor. Ayrıca yüce bir insanda olması gereken tüm niteliklerde arka arkaya sıralanıyor: Dost, Evlat, Aşık, İdealist... Dehası bir ülke yarattı deniyor. Yaratmadı mı? O bizim için dünyanın en büyük kumandanı değil mi? Ona durulan selamlar diktatörülüğüne mi yoksa ATA - ÖNDER olmasına mı duruldu? Ben sonuna kadar Atatürkçü bir insan olarak kesinlikle bahsettiğiniz mesajları almadım.

Yüksek bütçeden bahsetmişsiniz. Bence sitede veya herhangi bir yerde filmin bütçesinin büyüklüğünden bahsedilmesi ATA yı anlatan bir filme gösterilen ihtimamı anlatır. Bizde bugün iktidarın tepesinde olanlar gibi film çekemedik,paramız yok vs. gibi madur pozlarına mı girmeliyiz. O zaman film daha mı anlamlı oluyor? Fakir gururu mu yapmalıyız ya da? Adamın elinde imkan varmış yapmış. Tamamen yerli sermaye olduğunu da belirtmiş. Burda gocunacak ne var? Atamızı en yakınındaki insan Salih Bozuk'un anılarından yola çıkarak anlatmaya çalışmış, ve ben kesinlikle bir artniyet, diktatörlük veya sizin gulu gulu dansı diye hitap ettiğiniz zeybekten bu manaları çıkarmadım. Ayrıca Zeybek yiğitlerin oyunudur. Guluda neyin nesi?

Tüm bunlar bize önyargının ne kadar da farklı hissettirebileceğini gösteriyor. Ben film kesinlikle doğrudur demiyorum. Ama fragmanda sizin bahsettiğiniz gibi bir resim görünmüyor. Filmin doğru veya yanlış olduğunu hep beraber 50 saniyesini değilde tümünü izlediğimizde tartışırız. Ama sırf önyargılardan ötürü Gülşen, Beyazıt, Londra , Vodafone diyerek fragmanı bu şekilde görmüş ve yorumlamışsınız. Ben filmin yapılan tanıtımı içersindeki bu öğelerin orada bulunmasından bi mana çıkaramadım ve yazdığınız yazıyı okurken bir bütünlük oluşturamadım.

Ayrıca burada ben olayın altmetnini yakaladım psikolojisi de görüyorum sizde. İzlemediğiniz bir film hakkında kesin yargılara varıyorsunuz. Peki biz böyle düşünürsek Atatürkçüler olarak, vatanını milletini seven sağduyulu insanlar olarak bugün iktidarda olanlardan ve onların yalaması olan insanlardan ne farkımız kalır. Bu da bir nevi komplo teorisi değil midir? Tıpkı bugün ortaya saçılan belgesiz darbe planları vs. gibi. En çok biz vatansever insanlar bu önyargıdan çekmiyor muyuz? İnsanların okumuş kısmı okuduklarıyla modamod düşünmeden yargılıyor önyargı ortaya çıkıyor. Okumamış cahil kalmış insanın zaten vay haline! Önyargıları hayatına mani. Bugün işte hep beraber görüyoruz yılların biriktirdiği bu önyargılar büyük bir iştahla kullanılıyor. "Bunlar dinsiz,darbeci,ahlaksız,kullanılıyorlar" "Aaa evet öyleymiş" Evet halkımız böyle işte. İki satır okumuyor, cebinde ki deliğe bakmıyor düşünemiyor sorgulamadan yıllarca vatanımızın bekçiliğini yapmış, PKK yla savaşmış ordumuzun ülkemizin camisine bomba atacağına inanabiliyor. Aydınlarımızda böyle yaftalanıyor işte. Bu eskiden şöyleydi şimdi şöyle döndü. Şimdi ne diyor ona bakalım diyen yok. Bundan en çok çekenlerden biri de Nihat Genç'tir heralde. Sağcısından solcusundan yemediği laf kalmamıştır. Eski solcuydu, sağcı oldu. Şimdi şöyle vs. vs. Konu dağıldığı için kusura bakmayın.
Sonuç olarak hep beraber filmi izler ve sonra tartışırız, doğru olan budur. Ayrıca bu film Mustafa gibi bir kurgu değil Salih Bozuk'un alıntılarından alınmıştır. En azından yazılan ve 50 snden anlayabildiğimiz bu. Filmi izledikten sonra burdaki yanlışları da tartışırız. Ben burda fragman üzerinden konuşuruyorum ve görüşlerinizin yanlış olduğunu düşünüyorum.

(Gelecek olan bir mesaja çalışmalarımdan ötürü uzun süre cevap yazamayabilirim. Mazur görünüz.)

Sevgi ve saygılarımla...

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Çrş Şub 10, 2010 1:49
gönderen Deli Haydar
perzuhal yazdı:Öncelikle önyargılı olduğunuzu düşünüyorum.

perzuhal yazdı:Zülfü Livaneli'yi çokta iyi tanıdığım söylenemez. Açıkcası ben de fragmanı izlediğimde ve bu başlığı açmaya karar verdiğimde tedirginlik yaşadım. Çünkü geçmişi ve düşünceleri bakımından çokta bilgi sahibi değilim. (Ram'ın ekleği dipnot bu konuda biraz fikir sahibi olmamı sağladı bunun için ona teşekkür ederim.)


Evet önyargılıyım çünkü Zülfü Livaneli'yi çok da iyi tanırım. Ve filminin fragmanını gördüğüm andan itibaren de filmle ilgili düşüncelerimi paylaşmaktan hiç tedirgin olmadım. Çünkü kendisinin geçmişi ve düşünceleri bakımından bilgi sahibiyim. Uğur Mumcu'nun dediği gibi, bilgi sahibi olduğum için de düşünce sahibiyim.

Sizin bu konuda çok da bir bilginiz olmadığına göre, konuyla ilgili düşünce sahibi olmanız da beklenemez. Başlık açarken tedirginlik yaşamanız da bu yüzden oldukça doğaldır. Bilgi sahibi olduğunuz gün, tedirginliğinizi de üzerinizden atacaksınız inşallah.

perzuhal yazdı:Küresel sermayenin adamı olmak, para uğruna parçalarını pazarlamak... Evet parçalarını satmış olabilir, belki tamamiyle yanlış bir insandır. Vatan hainleri diyebilceğim insanlarla geçmişte bir bildiriye de imza koymuş olabilir. Onu savunmak da değil amacım.


Açıkçası yukarıdaki yorumunuzu okuduktan sonra Zülfü Livaneli bilgisi konusunda kendinize haksızlık ettiğinizi söyleyebilirim. Amacınız da ikna edici.

perzuhal yazdı:Programı izlemedim ancak bu yolla Atatürk üzerinden reklam yapılıyor diyorsanız evet ben de bunu doğru bulmam. Ancak söz konusu olan Atamızın filmi ve ayrıca zilli, hoppa bir insanında herkesin olduğu kadar Atatürk dövmesi yaptırma hakkı vardır.


Ben izlenceyi izleyenlerden ya da konuyla ilgili bilgi sahibi olanlardan yardım istemiştim halbuki.

1. Zilli, hoppa insanın Gazi Kemal Atatürk ile ilgili iyi niyetli açıklamasını kaynak belirterek paylaştım.
2. Ben bu yolla olumsuz ve anlamsız bir Atatürk reklamı yapıldığını söylüyorum. Ayrıca açıktır ki, önemli olan orasına burasına Atatürk dövmesi yaptırmak değil, sanatçı olma bilinciyle, gençlerin gönlüne Atatürk düşüncesini aşılamak, olanak bulduğu her an düşüncesini paylaşmaktır. Gülşen'i üç aşağı beş yukarı duruşunu biliyoruz. "Yurtta aşk, cihanda aşk" şarkısının güftesini okumanızı öneririm.
3. Söz konusu Atamızın filmi değil Zülfü'nün Veda'sıdır.

perzuhal yazdı:Öncelikle bolca kin,nefret,gözyaşı demişsiniz. Bakın bu bir savaş filmidir gerilim kin nefret veya daha farklı duygular hissedilebilir. Ama inanın ben bunları izlerken sizden daha farklı olarak bir yücelik ve kararlılık hissettim.


Bu bir savaş filmi midir? Gazi Kemal Atatürk demek savaş mı demektir? İçinde Atatürk'ün olduğu iddialı bir filmin fragmanında kin ve nefret üzeri kan ve gözyaşı olması sizce doğal mıdır? Aynı yücelik ve kararlılık hissini, Mustafa ya da Nefes filmlerinde de yaşadınız mı?

perzuhal yazdı:Fragman yönetim şeklinin Cumhuriyet olacağını vurgulayan sözlerle başlıyor. Atatürk için diktatör değil devrimci deniyor. Ayrıca yüce bir insanda olması gereken tüm niteliklerde arka arkaya sıralanıyor: Dost, Evlat, Aşık, İdealist...


Birkaç dakikalık fragman üzerinden konuştuğumuz için size birebir sahne sahne filmi anlatamayacağım, kusura bakmayın. Ben yalnızca fragmanın zihnimde bıraktığı tadı anlatmaya çalıştım. Cumhuriyet'in vurgulandığı sahnede, ben de Kazım Karabekir Paşa gibi rahatsız oldum gerçekten. Müziğin etkisindendi herhalde... Yüce bir insanda olması gereken tüm nitelikler: Dost, Evlat, Aşık, İdealist... İlginç tabii...

perzuhal yazdı:Yüksek bütçeden bahsetmişsiniz. Bence sitede veya herhangi bir yerde filmin bütçesinin büyüklüğünden bahsedilmesi ATA yı anlatan bir filme gösterilen ihtimamı anlatır. Bizde bugün iktidarın tepesinde olanlar gibi film çekemedik,paramız yok vs. gibi madur pozlarına mı girmeliyiz.


Ben değil izlencede Zülfü Bey'in kendisi söyledi. Allah razı olsun, elini korkak tutmamış belli. İktidarın tepesinde olanlara inat, arkadaşıyla birlikte Atatürk açılımı uğruna ceplerindeki son kuruşa kadar harcamış... İşte bize böyle Atatürk sevgisiyle yanıp kavrulan aydınlar gerek...

perzuhal yazdı:Atamızı en yakınındaki insan Salih Bozuk'un anılarından yola çıkarak anlatmaya çalışmış, ve ben kesinlikle bir artniyet, diktatörlük veya sizin gulu gulu dansı diye hitap ettiğiniz zeybekten bu manaları çıkarmadım. Ayrıca Zeybek yiğitlerin oyunudur. Guluda neyin nesi?


Aaaa! Atamızın yakınında insan da mı varmış? Hayır bizim Can Bey'den duyduğumuz Mustafa'nın tek tabanca takıldığı bilgisiydi. İlginç tabii... İyi bari yanında en azından birisi varmış, sıkılmamıştır garibim.

Zeybek'in nasıl bir dans olduğunu az çok biliyoruz. Savaş görüntülerinin arasında hoplayıp zıplayınca, ona bizim köyde gulu gulu dansı deniyor da oradan dedim.

perzuhal yazdı:Tüm bunlar bize önyargının ne kadar da farklı hissettirebileceğini gösteriyor. Ben film kesinlikle doğrudur demiyorum. Ama fragmanda sizin bahsettiğiniz gibi bir resim görünmüyor. Filmin doğru veya yanlış olduğunu hep beraber 50 saniyesini değilde tümünü izlediğimizde tartışırız.

perzuhal yazdı:Ayrıca burada ben olayın altmetnini yakaladım psikolojisi de görüyorum sizde. İzlemediğiniz bir film hakkında kesin yargılara varıyorsunuz. Peki biz böyle düşünürsek Atatürkçüler olarak, vatanını milletini seven sağduyulu insanlar olarak bugün iktidarda olanlardan ve onların yalaması olan insanlardan ne farkımız kalır.


Her gün bilincimin altına-üstüne gelen binbir türlü iletinin amacının ayırdına varınca, elden başka birşey gelmiyor sayın Perzuhal. Belli başlı konularda altmetin canavarı olmayıp, önyargılı davranmazsa, ılık ılık haşlanacağını düşünüyorum insanın. Refleks diyelim biz buna. Daha konuşmak için çok erken tabii. Ancak fragmanında dahi bu denli ipuçları barındıran, kendisini de iyi tanıdığımız Zülfü Livaneli'den zaten başka da birşey beklememeliyiz. İktidarın yalaması nitelemeniz aslında tam da bu noktada çok yerinde olmuş.

perzuhal yazdı:Aydınlarımızda böyle yaftalanıyor işte. Bu eskiden şöyleydi şimdi şöyle döndü. Şimdi ne diyor ona bakalım diyen yok.


Zaman Gazetesi gibisiniz gerçekten. Haklısınız Altanları, Çandarları, Cemalleri, Livanelileri ve daha nice değerli aydınımızı nasıl da işbirlikçi diye yaftaladık! Ah şu önyargılı statükocuların gözü kör olsun!

perzuhal yazdı:Ayrıca bu film Mustafa gibi bir kurgu değil Salih Bozuk'un alıntılarından alınmıştır. En azından yazılan ve 50 snden anlayabildiğimiz bu. Filmi izledikten sonra burdaki yanlışları da tartışırız. Ben burda fragman üzerinden konuşuruyorum ve görüşlerinizin yanlış olduğunu düşünüyorum.


Siz Mustafa gibi belgelere dayanan bir belgesele nasıl kurgu diyebiliyorsunuz! Yaşar Büyükanıt Paşamız bütün arşivleri açtı da, Can Dündar Hocamız tüm kaynakları taramadı mı! Lütfen biraz emeğe saygı gösterin.

Ben de burada fragman üzerinden konuşuyorum ve bu kadar konuşuyorum.
Ve umut ediyorum ki görüşlerim konusunda siz haklısınızdır.

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Sal Şub 23, 2010 14:02
gönderen Deli Haydar
Resim

Atatürk Romantik Ruhlu Bir Şövalyeymiş
Vatan Gazetesi / 21 Şubat 2010


Zülfü Livaneli’nin merakla beklenen filmi “Veda” haftaya vizyona giriyor... Film, Atatürk ve yaveri Salih Bozok’un arkadaşlıklarından hareketle Kurtuluş Savaşı mücadelesini veren, Cumhuriyet’i kuran kuşağın hikâyesini anlatıyor. Ya da filmin sloganı ile söylersek; “Ölüme meydan okuyan bir kuşağın hikâyesi”ni!

Film vizyona girdikten sonra eminim tartışmalar yaşanacak. Kimi “Benim Atatürk’üm öyle değil, böyle” diyecek, kimi de “Şu olayda neden şu görüşe de yer vermemiş...” Muhakkak bir şeyler söylenecek.

Ancak eleştiri okları hazırlanmadan önce şunları bilmekte fayda var. Ekip gerçekten çok çalışmış. Oyuncular heyecan içinde. Hayatlarının en büyük projesinde oynadıklarını düşünüyorlar. Bıraksanız günlerce filmi, filmin içindeki karakterleri, verilen mücadeleyi, Cumhuriyet ruhunu konuşabilirler...

Filmin senaryosunu yazan ve yöneten Zülfü Livaneli’ye gelince... Kendisiyle romanlarından sonra defalarca röportaj yapmış ve her seferinde onda yeni bir ürün ortaya koymanın heyecanını görmüşümdür. Ancak ondan hiçbir zaman “Sanki bu romanı yazmak için dünyaya gelmişim” gibi iddialı bir söz duymamışımdır. Evet, romanından keyifle ve gururla bahsederdi ama her an, yeni yazacağı bir kitapla “başyapıtı” tanımını değiştirebileceğini hissettirirdi. Ancak bu kez Livaneli daha farklı konuşuyor, hatta açık açık “Sanki bu filmi yapmak için dünyaya gelmişim hissini yaşıyorum” diyor...

Filmle ilgili tartışmaların düzeyli olmasını umut ediyorum

“Veda” için “Sadece Atatürk’ün hayat hikâyesi değil, ölüme meydan okuyan bir kuşağın hikâyesi” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Bu bir sinema filmi. Yani Atatürk’ün hayatını anlatan bir belgesel değil. Dramatik bir kurgu. Atatürk ve Salih Bozok üzerinden anlatılan bir dostluk hikâyesi bu. Ama bu insanların elbette geçmişlerini de inceliyoruz ve bunu yaptığımızda Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Salih Bozok’un, yani o kuşağın hayatı sadece kendi hayatları ile sınırlı kalmıyor. Çünkü onların ömür dilimlerinde bir imparatorluk çöküyor. Doğdukları bölgeleri, ülkelerini kaybediyorlar ve daha sonra bir kurtuluş mücadelesi vererek yeni bir ülke kuruyorlar. O yüzden Balkan Harbi, I. Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı’nda, diğer tüm kıtalarda çarpışan ve hayatlarını hiçe sayan insanların hikâyesi. Bu nedenle “Ölüme meydan okuyan bir kuşak” dedik.

Tarihi bir film “Veda” ve Atatürk’ün hikâyesini de içeriyor. Ancak ne zaman Atatürk’le ilgili bir film çekilse hemen tartışmalar başlar. Bu sizi tedirgin etti mi? Ne tür tedbirler aldınız?

Özel bir tedbir almadım, kafamdaki hikâyeyi anlattım. Aslında Atatürk ile ilgili bir film çekmekten çok amacım Salih Bozok ve Atatürk’ün dostluğunu anlatan bir film çekmekti. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim: Atatürk ile ilgili bir film çekme projesi elbette herkesin kafasında vardır, benim de vardı. Çocukluğumdan beri gazetelerde okurum; “Atatürk filmi yapılacak ama yapılamadı” diye. Çünkü neresinden tutulacağı bir türlü bulunamazdı. Çok büyük bir hikâye, imparatorlukların çöküp yeni devletlerin kurulduğu bir dönemden bahsediyoruz. Neresinden anlatacaksınız... Her şeyi anlatıp didaktik olmasını da istemezdim. Salih Bozok’un sevgili dostunun ardından tabancayı göğsüne dayayıp tetiği çekmesi de beni derinden etkilemişti. İşte bu yüzden hikâyemin çıkış noktası bu oldu. Tartışmalar elbette olabilir ama Türkiye yargı dahil her şeyi tartışıyor. O bakımdan filmle ilgili de tartışmalar olabilir ama tüm umudum bunun iyi bir düzeyde geçmesi. Yani düzeyli bir tartışma olması!

Atatürk çok güçlü bir insan, bu filmde de onun insani yönleri var

İnsan Atatürk’ü bilmiyoruz, bize anlatılmıyor denir. Bu filmde Atatürk’ün insani yönlerini görecek miyiz?

Bu filmde Atatürk’ün insani yönleri var, çünkü Atatürk bir insan! Hem de çok güçlü bir insan! Hem yaşadığı dönem, hem de ailesi itibariyle büyük acılar çekmiş bir insan! Bu yüzden filmde onun acıları da var ama iradesi de var. Yani “Atatürk’ün insan yönünü anlatacağız” diye illa bir kusur bulup, ona birtakım zaaflar yamamak zorunda değiliz. Şunu unutmayalım: Bahsettiğimiz kişi, tüm dünyanın hatta düşmanlarının bile saygısını kazanmış, saygıyla anılan biri. Böyle bir insanı anlatırken de olağanüstü özelliklerinin ortaya konması zorunluludur. Yoksa dürüst olmazsınız. Nitekim Atatürk’ün ordusunu yendiği Venizelos (Yunanistan eski Başbakanı) bile 1934’te onu Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir. Nazım Hikmet, en övücü şiirini onun için yazmıştır.

“Veda” Balkan Göçü’nü de içeriyor. Göçe ilişkin pek çok film izlemiş, kitaplar okumuş olsak da Balkan Göçü pek bilinmez. Filmde yer verilmesi nasıl bir etki yaratacak?

Balkan göçü çok önemliydi benim için. Filme mutlaka koymak istedim, hatta daha geniş koymak istedim. Ne yazık ki bu bir sinema filmi. Aslında filmin ilk montajı 150 dakikaydı, sonra 120 dakikaya indirdim. O zaman Balkan Göçü’ne ilişkin çok etkileyici bazı sahneler filmin dışında kaldı. Ancak bunları daha sonra DVD’de yayımlayabiliriz. Bence bu göç çok önemli ama dediğiniz gibi bunu romanlarda, filmlerde görmediğimiz için pek çok kişi farkında değil. Oysa Osmanlı’daki tramvayı yaratan “Yok oluyoruz, bölünüyoruz” travmasını yaratan ve kuşakları bugüne kadar etkileyen Balkan Göçü’dür. Ya da o dönemdeki deyimiyle “Balkan Faciası”dır. Bu okullarda anlatılıp bütün sınıfların gözyaşı döktüğü bir faciadır. Milyonlarca kişi yollara düşüp yakın dostum romancı Louis de Bernier’in (Fransız yazar) dediği gibi “Hesap sorulmamış bir soykırımdır.”

Atatürk’le, Zübeyde Hanım’ın ilişkisi film boyunca ilginç bir şekilde devam ediyor

“Veda” için Osmanlı’nın dağılma sürecinde yaşanan acıların da filmi diyebilir miyiz?

Evet. Acılar, evini barkını kaybetmeler... Ama filmi yazan ve yapan kişi olarak şunu söylemek isterim: Ben buna şoven bir açıdan bakamam. Bu benim için insan hikâyesidir. Türkler o dönemde çok acı çekti ama Osmanlı halklarının hepsi acı çekti. Emperyalizm Osmanlı’yı bölmeye karar vermişti ve halkları birbirine düşürdü. Türkler de, Rumlar da, Ermeniler de, Araplar da acı çekti. Biz bu acıları yaratanları, bizi birbirimize düşürenleri unuttuk, bunu hâlâ sorgulamıyor ve yaratılmış düşmanlıkları kovalıyoruz.

Balkan Göçü’nde Atatürk annesini kaybeder ve tesadüfen bulur. Filmde bu da var?

Atatürk’le, Zübeyde Hanım’ın ilişkisi film boyunca devam ediyor. İzleyiciyi şaşırtacak ve sarsacak. Montaj yapılırken çalışanları ağlatan sahnelerdi bunlar. İngiltere’deki ses stüdyosunda ya da Berlin’de müzik yaparken müzisyenler bile kollarını gösterip “Tüylerimiz diken diken oldu” dedi. Bunlar çok sarsıcı sahneler olacak.

Türkiye’yle ilgili bir şey bilmeyen insanlar bile izlerken ağlayacak

Zülfü Bey filmi izleyenler çok ağlayacak mı?

Vallahi filmi çekerken ben de ağladım, oyuncularımız da... Kim ağlar, kim ağlamaz bilemem ama ağlatma amaçlı bir film yapmadık. Ama filmi çekerken gördük ki yoğun duygular yaşanıyor. Bu filmi Japonya’da hatta Guatemala’da gösterdiğiniz zaman Türkiye ile ilgili hiçbir şey bilmeyen insanlar bile bence ağlayacak. Bunu da bana yabancılar söyledi. “Türkiye’yle ilgili bir şey bilmeye gerek yok, film herkesi etkiliyor” diye.

Film Atatürk’le ilgili tartışmaları nasıl etkiler? Mesela Atatürk’ün tabulaştırıldığına ilişkin yorumları...

Onun tabulaştırılmasını yanlış buluyorum. Özellikle 12 Eylül’ün yaptığı Atatürk 100 yaşında kampanyaları, gençliğe Atatürk’ü yanlış anlatmaları korkunç sonuçlara yol açtı. Okul yıllarımızdan hatırlarız; tunçtan bir büst, çatık kaşlı bir adam ve tam bir devlet görünümü! Ki o devlet darbe yapar, aydınları içeri alır, benim gibi insanların evini barkını yıkar, hapseder... Bunların gerekçesi olarak da bir Atatürk maskesi asar. Ama Atatürk’ün hayatını okuyup inceledikçe gördüm ki Atatürk’e en büyük haksızlığı bunlar yapıyor. O böyle biri değil; merhametli, uygar, romantik biri. Bir Fransız dostum diyor ki; “Atatürk Avrupa’nın son romantik lideriydi.” Gerçekten de o “subay ve centilmen” diye bildiğimiz biri. Hatta romantik ruhlu bir şövalye! Fransızca bilen, şiir yazan, şairlerin cenaze törenine katılan, musikiden anlayan, dil ve edebiyata meraklı bir aydın. Sık sık aşık olan ve sık sık ağlayan biri de. Dönemin liderleri arasından da bu yüzden sivrilir. Obama Türkiye’ye geldiği zaman “Onun idealleri, onun fikirleri hâlâ önümüzde” dedi.Obama Hitler’i, Stalin’i övebilir mi? Ama bugünün bile ilerisinde bir lidere sahip olduğumuzun bazı kesimler ne yazık ki hâlâ farkında değil.

İyidir, kötüdür bilmem ama bu Atatürk’ün ilk sinema filmi

Söz konusu Atatürk ise herkesi tatmin eden bir ürün ortaya koymak çok zor olur. Bu film insanları ne kadar tatmin eder?

Türkiye’de 72 milyon insan yaşıyorsa 72 milyon da Atatürk vardır. “Veda” benim yorumum, hikâyem. Burada tek ricam var; peş peşe Atatürk filmleri yapılıyor gibi bir hava oluştu. Hayır Türkiye’de peş peşe Atatürk filmleri yapılmıyor. Daha önce Atatürk belgeselleri yapıldı. Son olarak da Can Dündar belgesel yaptı.

Dünyanın hiçbir yerinde sinema filmi ile belgesel karıştırılmaz. Deniyor ki: “Can Dündar’ın filmi.” Doğrusu “Can Dündar belgeseli” olmalı. Cumhuriyet dizisi gibi televizyon dizileri de yapıldı ama ilk defa sinema filmi çekildi. İyidir, kötüdür bilmem ama bu ilk Atatürk sinema filmi. Bu yüzden filmin ideolojik tartışmalar yerine sinema eseri olarak ele alınmasından yanayım. (Cumhuriyet filmi salonlarda gösterilmiş bir sinema filmidir! Bölüm bölüm TRT'de yayınlanan Kurtuluş'a dizi demek nasıl bir akılla açıklanabilir! HB)

“Veda” sizce dünyada nasıl etki yaratacak?

Bizi yüreklendiren bazı gelişmeler var. Filmin ses çalışmaları Londra’da oldu ve dünyadaki büyük filmlerin seslerini yapan Graham Daniel tarafından yapıldı. Kendisi Harry Potter’ı da yaptı. O da filme büyük bir hayranlıkla yaklaştı. Hatta “Bu sinemada en üst seviyesidir, üstü yok” dediler. Bunu utanmadan söylüyorum çünkü şahitlerim var. Ayrıca film bir ekip işidir, biz de çok değerli bir ekiple çalıştık. Yani bu övgüyü sadece kendime değil tüm ekibe ait gördüğüm için rahatlıkla söylüyorum.

Veda hayatımı değiştiren mutluluk duyduğum bir iş

Film Zülfü Livaneli’nin Atatürk’e bakışını nasıl etkiledi? Değiştirdi mi, güçlendirdi mi, şaşırttı mı?

Atatürk’le ilgili zaten çok eser okumuştum. Bu film için de 3 yıldır çok yoğun bir Atatürk okuma dönemi yaptım. Yunan, İngiliz kaynakları gibi birçok değişik kaynaklardan okudum. Karşıt kitapları da okudum ve yanılmadığımı gördüm. Gerçekten de dünya tarihinin en ilginç, karizmatik, büyük liderlerinden biriyle karşı karşıyayız. Öğrendiğim her şey ona olan hayranlığımı biraz daha artırdı.

Tanınmış bir yönetmen, yazar ve müzisyensiniz. Bu film sizin hayatınızın neresinde duracak?

Bu film benim için çok önemli. Senaryosunu yazarken ve filmi çekerken sanki bu filmi yapmak için dünyaya geldim gibi bir hisse kapıldım. Ve bunu koruyorum. Hayatımı değiştiren ve yapmış olmaktan büyük mutluluk duyduğum bir iş bu. Çok yorulduk ama iyi ki yaptık!

Mustafa Kemal, Salih Bozok, Latife Hanım... Hepsi birer azizdir

Filmde Atatürk’ün Fikriye ve Latife Hanım’la olan ilişkisi de var. Bu ilişkileri yorumlarken hangi bakış açısını ele aldınız? Mesela Fikriye Hanım’ın intihar etmediği, öldürüldüğü bile iddia edilir.

Fikriye Hanım ve Latife Hanım meselesi en çok tartışılan konu olacak tahmin ederim. Şunu söyleyeyim; Latife Hanım’ı birçok yerde gösterildiği gibi kötü göstermedik. Tam tersine o güzel bir kadın, piyano çalan, 5 dil bilen, Atatürk’ün gerçekten gönlünü çalan bir kadın. Atatürk’ün de onun da haklı sebepleri olduğunu koymaya çalıştık. Eğer sadece Latife Hanım ve Mustafa Kemal ilişkisi üzerine bir film yapsaydık bunu daha ilginç işleyebilirdik. Fikriye Hanım’sa çok talihsiz bir olay. Herkesin yüreğini burkan bir hikâye. Yıllardır duyarız “öldü mü, öldürüldü mü” tartışmasını... Ama öldürüldü diyenler de ortaya bir delil koyamıyor, her şey söylentiden ibaret. Atatürk’ten habersiz kimse o köşkün ilk hanımefendisini öldüremez. Atatürk’ün haberinin olmayışı da bence kesindir. Çünkü o savaşta düşmana bile merhamet gösteren, bir hayvan kesilirken bakamayan, “Durun durun kesmeyin, dayanamam” diyen biri. Aksi söz konusuysa neden Refik Saydam’ı onu kurtarması için memur etsin? Bu tip güçlü ilişkilerde kabul etmek gerekir ki, herkes acı çeker. Bu olayda Mustafa Kemal de acı çekmiştir, Latife Hanım da, Fikriye Hanım da... Sonra unutmayalım ki, bu insanların hepsi azizdir ve bu yüzden biz de hatıralarına saygı göstermeye çalıştık. Mustafa Kemal Paşa, Salih Bozok, Latife Hanım, Fikriye Hanım, Zübeyde Hanım, Ali Rıza Bey... Bizim aziz büyüklerimizdir.

Özge Özpirinçci (Fikriye Hanım): Fikriye Hanım Atatürk’e âşık, hem de koşulsuzca...

İlk sinema filmim. Ve daha ilk filmimde böyle bir rolü canlandırmak, böyle bir kadro ile çalışmak benim için inanılmaz bir duygu. Bunu anlatacak sıfat bile bulamıyorum. Yönetmen olsam, kendime Fikriye rolünü vermekte düşünürdüm. O yüzden Zülfü Bey’e çok şey borçluyum. Çünkü Fikriye Hanım, keskin hatları olan biri değil, aksine tarihte saklı kalmış biri. O yüzden onun kişiliği yazarın ve oyuncunun yorumuna kalıyor. Mesela Cumhuriyet filmindeki Fikriye Hanım’la benim canlandırdığım Fikriye çok farklı.

Fikriye Hanım, âşık bir kadın. Ama koşulsuz bir aşk bu. Tıpkı Salih Bozok’un arkadaşlığı gibi o da Atatürk’ü koşulsuz seviyor. O, bu koşulsuz sevgisini aşkla hissediyor. Atatürk ne derse yapmaya hazır. (Ulus farklı mı! HB) Ona olan duyguları için sınırları yok. Atatürk’ü o kadar koşulsuz seven bir başka kadın var mıdır? Sanmıyorum. (Ulus'un kadınları? Hani şu kağnıları sürenler, battaniyeliler! HB)

Ama Atatürk için de Fikriye’nin özel bir yeri var. Çünkü geçmişinden, Selanik’ten gelen biri o. Bu yüzden Fikriye Hanım’ın ölümü Atatürk’ün hayatını da çok derinden etkiliyor.

Sinan Tuzcu (Atatürk): Zeybek için 30 gün çalıştım, dizlerim su topladı

Teklif geldiğinde zorlandım. Filmin çok iyi bir senaryosu, Zülfü Abi gibi bir yönetmeni vardı, işin içinde bir çapak olması mümkün değildi. Ama zorlandım, çünkü söz konusu Atatürk’tü. Bu yüzden ilk sözüm “Yapabilir miyim?” oldu. “Hayır” demem de çok zordu. Deseydim ki, hep aklımda kalırdı.

Birileri çıkıp “Atatürk’e benzememiş” diyebilir, elbette. Oyuncunun derisi kalın olmalı. İnce olursa hiçbir rolü oynayamaz. Bazı şeyleri içeri almamanız gerek. Picasso’nun elini hiç kaldırmadan çizdiği kuş resmi vardır. Kendisinden hoşlanmayan bir eleştirmen ona “Ben bunu kuşa benzetemedim” der. Picasso da bunun üzerine “O kuş değil, resim” der. Yani bu Atatürk değil, bir film ve ben de oyuncuyum!

Bir gazetede fragmandan hareketle “Böyle zeybek mi olur?” diye yazıldı. Efendim zeybek budur! Zeybek düğünlerde oynanan bir dans, çiftetelli değildir. Asker dansıdır. Biz büyük bir iş yaptık ve inanın her detayını düşündük ve çok iyi çalıştık. Mesela zeybek oynayabilmek için tam 30 gün çalıştım. O sahneyi çekip ayağa kalktığımda artık yürüyemiyordum. Dizlerim yere vurmaktan şişmişti. Dans ederken zemini kırdım. Yani oraya çıktım, üç hareket yaptım sanılmasın...

Beni en çok iki sahne etkiledi. Biri Fikriye’nin intiharı. Böyle bir sahne görmedim. Orada Özge’nin yüzü dehşetti. Diğeri de Atatürk’ün Balkan Göçü’nden sonra annesini cami avlusunda yüzüğünden tanıyarak bulduğu sahneydi.

Atatürk rolüne kendimi biraz kaptırmış olabilirim. Zaten Suat ile aynı karavanda kalıyorduk. Arada “Salih bir çay getir” demiş olabilirim. Ama bu sadece benim için değil, herkes için geçerliydi.

Mesela Özge de gelip önümdeki tepsiyi alıp gitti. Sanki Fikriye gibi... Sonra fark ettik ne yaptığını ve gülüştük. Bu aslında konsantrasyonla ilgili. Mesela öne eğilerek konuşan biriyim. Ama kostümleri giyince birden dik durup ileri bakar oldum.

Atatürk’ü canlandırdığımı öğrenince ailem çok mutlu oldu. Özellikle anneannem. Çünkü o bir Cumhuriyet kadını, duyunca gözyaşlarını tutamadı.

Fikret Kağan Okay (Çocuk Atatürk, Mustafa): Ailem okul olduğu için oynamamı istemiyordu

Zülfü Livaneli, Kağan için “Çok güzel bir çocuk. Hatta dünya sinemasındaki en güzel çocuk” diyor ve ekliyor: “Üstelik çok duyarlı ve karakterli. Mesela sette yaşadığımız bazı olaylarda gördük, inatçı biri. Bir süre sonra bu yüzden onu çocuk Atatürk gibi görmeye başladık.” Zülfü Bey, Kağan’ın rolüne de çok hakim olduğunu söylüyor.

Mesela babasının cenaze töreninde gökyüzüne bakarak durmasını istiyor. Kağan Atatürk’ün benzer bir duruşunu internetten buluyor, çıkışını alıyor ve ertesi gün “motor” dendiğinde o pozu veriyor.

İşte o zaman sadece yönetmeninin, rol arkadaşlarının değil setteki yabancı meslektaşlarının da övgülerini topluyor. Peki Kağan film boyunca neler yaşamış? Şöyle anlatıyor oyunu ile herkesi avcunun içine alacak genç yetenek:

Zülfü Livaneli beni bağlı olduğum ajanstan buldu. Aslında annem ve babam okul başladığı için beni hiçbir rolde oynatmak istemiyordu. Atatürk olduğunu duyunca kabul ettiler. Okula söylediğimizde onlar da çok mutlu oldu ve özel izinle filmde rol aldım.

Ben en çok Karagöz sahnesi etkilendim. Karagöz oynatan adamı tutukluyorlardı. Bu sahne ile ben aynı zamanda ilk kez Karagöz oyunu da gördüm, daha önce seyretmemiştim. Bu rolü oynadığım için tabii ki çok mutluyum.

Serhat Mustafa Kılıç (Salih Bozok): Bu filmle Atatürk’e bakışım daha da kuvvetlendi

Salih Bozok’u canlandırmak büyük onur. Hele bu benim ikinci sinema filmimken. O yüzden sanki rüyadayım.

Bozok’u çok sevdim. Fotoğraflara baktığımda şu dikkatimi çekti: Hep bir adım geride. Hatta ondan daha önemsiz insanların bile bir adım gerisindeydi. Yüzünde de bir tebessüm var. Çünkü inandığı bir dava var onun ve bunu çözebilecek kişinin de Atatürk olduğunun farkında. O yüzden hep sağ kolu olmayı tercih etmiş. Bir insanın egolarından bu kadar sıyrılması bence çok zor. (Kolu olduğu kişi kimmiş, öğrenin! HB) Zaten filmin bir yerinde ona sorarlar; “Hiç mi kıskanmadınız Atatürk’ü?” diye. O da “Belki ilk zamanlar niye o kadar önemli değilim demişimdir, ama sonrasında mesafe o kadar açıldı ki. Hiç Ağrı Dağı’nı ya da gökten geçen bulutu kıskanabilir mi insan” der.

Atatürk’e bakışım daha kuvvetlendi diyebilirim. Yeni gelen kuşak sadece ezber anlatımlardan tanıyor onları. Vatansız kalmak, bayraksız kalmak, kişiliksiz kalmak sizin için ne ifade ediyorsa Atatürk’ün hikâyesi de bu ölçüde size, abartılı gelecek ya da gelmeyecektir.

Telefonum çaldı ve karşımdaki ses; “Zülfü Livaneli sizinle görüşmek istiyor, müsait misiniz” diye sordu, yanıtım şuydu; “Ne zaman, nerede olmamı isterler, hemen orada olabilirim.”

Salih Bozok’u canlandırdığımı öğrenince arkadaşlarım çok kıskandı. Annem ağladı. Dayım subaydı. Ne yazık ki filmin çekimlerine başladığımızda vefat etti. O yüzden rolümü ona ithaf ettim.


Buket Aşçı

Resim
Resim

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Çrş Şub 24, 2010 18:38
gönderen Deli Haydar

Zübeyde-Latife-Fikriye Hanımlar Birleşse Ortaya Mucize Kadın Çıkarmış
Milliyet Gazetesi / 21 Şubat 2010


Dört kadın bir araya gelip bir masaya oturunca ne konuşurlar? Birisi detoksa gidip müthiş kilo vermişti, acaba şimdi bir profiterolü bölüşmenin zamanı mıydı? Kahve fincanını kapatsak biri bakıp “İki yalan söyleyiverir miydi?” Peki öteki saçını fönletse miydi, doğal mı bıraksaydı?

Birden bu eğlenceli gidişe bir dur demem gerektiğini fark ettim, ekibin soru sorucusu olarak. Büyükten küçüğe Dolunay Soysert, Ezgi Mola, Özge Özpirinçci, Zülfü Livaneli’nin 26 Şubat’ta gösterime girecek “Veda” filminin üç oyuncusu, Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatının üç kadınıydılar. Dolayısıyla konumuz filmdi, Atatürk’tü ve tabii ki Zübeyde (Dolunay Soysert), Latife (Ezgi Mola), Fikriye (Özge Özpirinççi)... Üç oyuncu, kâh kendileri, kâh oynadıkları karakter oldular konuşurken. Galiba biz o gün orada dört de değil, yedi kadındık aslında.

Ekibin en küçüğüyle başlayalım, Fikriye ile ilgili bir düşünceniz var mıydı bu filme kadar?

Özge Özpirinçci: Fikriye Hanım açıkçası çok bildiğim bir karakter değildi tarihte. Oynayacağımı öğrendikten sonra daha çok üzerine gittim konunun. Beni en çok etkileyen kaynak, Melike İlgün’ün “Kemal’e Eren Kadınlar” kitabı oldu. Latife Hanım ile Fikriye Hanım’ın öldükten sonra hesaplaşmalarını anlatıyor. İnanılmaz güzel bir romandı, çok ağladım okurken. Ve yorum açısından çok şey kattı bana. Çok az bilgi var Fikriye’yle ilgili. Fikriye Hanım’ın Atatürk’ün akrabası olduğunu çok az kişi biliyor mesela. Zübeyde Hanım’ın ikinci eşinin yeğeni. Ve Fikriye Zübeyde Hanım’ların evinde Atatürk’ün fotoğrafını görüyor ve fotoğraftan âşık oluyor ona. Sonra karşısında görünce zaten el ayak gidiyor.

Zübeyde Hanım onu istemiyor ama...

Dolunay Soysert: Bence biraz aile ilişkilerinden dolayı da istemiyor. Üvey babanın akrabası olması, evin içinde büyümüş bir kız olması, o zamanlar “Yakışık almaz” durumu da daha hakim. Zaten tutucu bir kadın Zübeyde Hanım. Katı prensipleri var, o yüzden bu tip bir şeye çok kolay evet diyebileceğini zannetmiyorum.
Özge Ö.: Bildiğim kadarıyla ilk başta Fikriye’yi çok seviyor Zübeyde Hanım. Selanik’ten gelme o da, kendi kızı gibi seviyor ve bir ara “İyi bakar benim Mustafa’ma” diyor. Ama daha sonra Enver Paşa saraydan bir sultanla evleniyor. Zübeyde Hanım da tabii oğlunu çok yükseklerde görmek istediği için “Benim oğlum da sultanlara layık” diyor. Çünkü Fikriye’nin onun gözünde evindeki hizmetliden pek farkı yok aslında.

Daha önce Latife Hanım’ı oynayan Dolunay Soysert şimdi Zübeyde Hanım

Latife Hanım için sizin seçilmeniz nasıl oldu? Fizik olarak pek benzemiyorsunuz, hatta siz fazla güzelsiniz...

Ezgi Mola: Böyle şeyler olunca mutlu oluyorum çünkü o resimden ziyade oyuncu yapar mı yapamaz mı diye değerlendirilmiş oluyor. Bu benim için gerçekten çok önemli. Zülfü bey (Livaneli) çağırdı beni, fazla bir alternatif olmadığını, beni istediklerini söyledi. Ben çok heyecanlandım. Zaten bir dönem filminde oynamak istiyordum, Zülfü bey gibi Türk tarihine hakim, sağlam bir Atatürk sempatizanı yönetmenle çalışacağım için de heyecanlandım.

Nasıl bir kadın sizin Latife’niz?

Ezgi M.: Ben Latife Hanım’a çok hayran kaldım. Duruşuna, hayata bakışına... 4-5 yaşında bu kadın altı-yedi tane mürebbiyeden altı-yedi dilin dersini alıyormuş. Çok donanımlı, vizyonu geniş, çok iyi, varlıklı bir ailenin kızı olduğu için de gayet rahat koşullarda dönemine göre yaşamış ve hiçbir imkandan kaçınılmadan büyümüş bir hanımdan bahsediyoruz. Zaten Atatürk de sanıyorum bu duruşuna âşık olmuş.

Âşık olmuş mu sizce?

Ezgi M.: Aşk demek birazcık riskli olabilir, hayranlık daha ağır basıyor sanırım. Çünkü karşınızda çok dik duran, kendinden emin ve sorabileceğiniz her türlü soruya derinlemesine, sağlam cevaplar verebilecek bir kadın duruyor. Ve öyle bir dönemde, savaş sırasında tanışıyorlar, kadın o kadar cesur ki bir yerlerden sıyrılıp Atatürk’ün yanına gelerek “Buyurun, benim evim sizin karargahınız olsun” diyebiliyor.

Dolunay S.: O dönemde görülen kadın tiplemesinin dışında bir kadın. Hayran olması ve etkilenmesi çok normal. Ben eski Latife’yim bir yandan, “Cumhuriyet” filminde Latife’yi oynadım. Çok garip bir şekilde bu üç kadın birbirini çok tamamlar durumdalar. Üçünü bir kalıba dökseniz mucize bir kadın yaratabilirsiniz. Bir tarafta görenekçi, dini bütün bir kadın, anne, biri çılgın bir aşk, tutkulu bir kadın, öbür tarafta çağdaş, düşlediği, “Türkiye’nin bir gün bu kadınlarla dolmasını istiyorum” dediği bir kadın. Latife - Zübeyde ve Fikriye karması aslında bir erkek olarak ihtiyacı olan bütün kadınları karşılıyor.

“Son sahneden sonra bütün ekip alkışladı, tiyatronun tadını aldım”

Bir de bütün ekibin alkışladığı sahne varmış, Fikriye’nin son sahnesi. Onu anlatır mısınız?

Özge Ö.: Evet ya. Benim son sahnem, köşkten çıkıp faytona bineceğim. Ağlaya ağlaya çıktım ve etrafımdaki her şeyi unuttum o an, tam binmek üzereyken ayağım takıldı, düşme oyunu yaptım, içimden öyle geldi. Ağlayan bir kadın mesela tırnağı kırılır, daha çok ağlamaya başlar ya, ben de düştüm, daha fazla ağlamaya başladım. Kestik demediler bana, birden tek bir alkış duydum, sonra bütün set, 100 kişi alkışlamaya başladı. Nefes alamadım bir süre, çok güzeldi benim için. Çünkü ben hiç tiyatro yapmadım, yapmayı da şu an düşünemem. Ama o öyle bir his herhalde, tiyatro yapan arkadaşlarım söylüyor, “Alkış insana başka bir şey veriyor” diye. Ben onu ucundan da olsa tattım bu filmde.

Neden düşünmüyorsunuz tiyatroyu?

Özge Ö.: Tiyatronun elimi kolumu sallaya sallaya yapabileceğim bir şey olduğunu sanmıyorum. Kendime saygımdan ötürü ben öyle bir şey yapamam. Televizyon ve sinemada bile bazen eğitimsiz oyunculuk yapmak benim içimi burkarken, tiyatro sahnesine çıkmak imkansız. Ben eğitimci bir aileden geliyorum, babam şu anda benim eğitimsiz bu işi yapıyor olmama tahammül edemiyor. Sürekli “Git şunun eğitimini al, kursa git, okula git” diyor.

“Lütfen yüzünde Zübeyde Hanım makyajıyla pop kültürden bahsetme!”

Eşiniz Sinan Tuzcu hem Atatürk’ü, hem babası Ali Rıza Bey’i oynuyor filmde...

Dolunay S.: Evet, ben yurtdışındaydım, Sinan’a Ali Rıza Bey teklifi geldiğinde çok sevindim. Heyecanlı telefon konuşmalarımız oluyordu, bir seferinde dedi ki “Zübeyde Hanım için de seni düşünüyorlarmış.” İki-üç gün sonra döndüm, yapımcılarla görüşme yaptık, “Nereden nereye kadar götüreceğim bu kadını?” dedim. Atatürk için dört ayrı yaşta oyuncuyla çalışıyorlar çünkü. “Biz 20’sinden 68’ine kadar seninle çalışmak istiyoruz” dediklerinde ben bir korktum. Fakat çok rahatlattılar beni. Sonra da Sinan, Mustafa Kemal oldu işte. Karı-koca oynayacağız diye sevinirken birdenbire anne-oğul da olduk.

Özge Özpirinçci bu konuda Sinan Tuzcu’ya “Rahatlıkla anam avradım olsun” diye yemin edebilirsin diye espri yapmış...

Dolunay S.: Evet muhteşem, çok zekiceydi bence.

Zübeyde nasıl bir kadın sizin yorumunuzla?

Dolunay S.: Çokça Zülfü beyin kaleminden çıkmış bir Zübeyde var. Tabii ki anlatılanlara da dayandırılan şeyler var ama Zübeyde’nin 20’li 30’lu yaşlarındaki hali, duyguları, bunlar yazılmış şeyler değil. Bu bir anlamda bana diğer oyunculara göre bir esneklik sağladı, biraz bana ait kaldı Zübeyde. En yaşlı halimle Latife köşküne geldiğim, gelin adayı Ezgi ile tanıştığım sahnede bir anda geçmişe döndüm. Kendi 23 yaşıma. Ben “Cumhuriyet” filminde oynarken o köşke Latife olarak gelmiştim, bu merdivenlerden Ezgi gibi inmiştim ve eğilip Zübeyde Hanım’ın, yani Macide Tanır’ın elini öpmüştüm. Şimdi ben Zübeyde Hanım olarak oradayım. Tabii ki Macide hanımın eline su dökemem, muazzam bir Zübeyde Hanım’dı, ben hâlâ her lafını hatırlarım. Umarım kıyısından köşesinden yaklaşmışımdır role, o kadar söyleyebiliyorum.

“Kostümleri giydiğimiz andan itibaren Sinan’la aramıza tuhaf bir uzaklık giriyordu, yaklaşamıyorduk”

Karşınızdaki kocanız gibi geldi mi Sinan Tuzcu ile oynarken?

Dolunay S.: Hiç gelmedi. Sette eşofmanını çıkarıp da o kostümü giydiği anda tuhaf bir uzaklık giriyordu aramıza. Ben karavandan hep onu izliyordum, yaklaşamıyordum, insan kendi eşine yaklaşamaz mı? O da beni görmek istemiyordu, o makyajlı halime çok dayanamıyordu. Karavana girmiyordu resmen. Serhat (Kılıç) defalarca çağırdı çünkü ben de bozuluyorum bir süre sonra. Normal konuşuyorum mesela, “Lütfen o suratla hayat meselelerinden, pop kültürden filan bahsetme” diyor. O sırada televizyon açık, “Bu klibi seyrettiniz mi?” diyorum, Sinan çıkıyor dışarı.

Ezgi M.: Düşünsene, Zübeyde Hanım Lerzan Mutlu klibini eleştiriyor, olacak iş mi?

Ne kadar sürüyordu makyajınız?

Dolunay S.: 6,5 saat sürüyordu yaşlılık, 1,5 saatte de çıkıyordu. Gençliğim de 3,5 saat sürüyordu. O da çok ağır geldi, genç oynamak için makyaja ihtiyaç duyar hale geldim diye. Ama sonra bu durum kendimle de çok önemli bir barışın imzalanmasına sebep oldu. Yaşlı halimi de çok sevdim ve 30’lar sendromunu aşmamda yardımcı oldu bana Zübeyde.

“Bu büyük karakterleri oynamak Sinan’ı da beni de korkuttu”

Evde birlikte çalıştınız mı eşinizle?

Dolunay S.: Aslında hiç öyle bir huyumuz yoktu, ilk kez bu projede karşılıklı birbirimize okuduk ve “Acaba şunu nasıl yapmalıyım?” diye sorduk. Çünkü ikimiz de çok korkuyorduk ve endişeliydik. İş böyle büyük, kahraman karakterler olunca insan tedirgin oluyor. O zaman yanında, ötende berinde birilerinin seni “Haydi, yaparsın sen” diye kaldırmasına ihtiyaç duyuyorsun. Zaman zaman düşen ben oldum, zaman zaman o oldu, birbirimize destek verdik.

Size destek var mıydı erkek arkadaşınız Umut Kurt’tan?

Ezgi M.: Yok, ben o dönem birazcık daha içime kapandım sanırım. Kendi içimde konsantre olmaya çalıştım çünkü bu kadının farklı bir duruşu olduğunu düşünüyordum. Benimle hiç alakası olmayacak da bir şey, hem fiziki olarak hem düşünce olarak. Dolayısıyla ben elimden geldiğince yalnız kalmaya çalıştım. Umut’la da o süre zarfında çok fazla konuşmadık. Sadece o da Dolunay’ın dediği gibi motivasyon ve destek amaçlı hep yanımda olan biri zaten. Filmin her aşamasında da öyleydi.

Sizin de oyuncu bir erkek arkadaşınız var, Engin Altan Düzyatan...

Özge Ö.: Evet ben Altan’ın eğitiminden faydalanmak istedim. O çok yoğundu o ara, ben de bazen çok ısrarcı oluyorum, kendimden nefret ediyorum. Neyse o bakmadı, ben de “Ne hali varsa görsün” dedim. Bir gün evdeyim, o da bizde. Masanın üstünde senaryo duruyordu. Ben de kendime kıyafet beğenmeye çalışıyordum içeride. Bir geldim, Altan’ın senaryo elinde, gözünden yaşlar akıyor. Fragmanı ilk izlediğinde de bana “Senin o ‘Paşam!’ diye bağırışına gözüm doldu, çok yabancılaştım, aferin, çok güzel iş çıkarmışsın” dedi. O öyle deyince ben ödül kurabiyesi verilmiş köpek yavrusu gibi oluyorum, seviniyorum.

Bir adamın eski ve yeni sevgilisi ne zaman karşılaşsa gerginlik olur”

Fikriye ile Latife’nin ilişkisini nasıl anlattınız filmde?

Ezgi M.: En yakın temasları şöyle oluyor: Fikriye artık Latife ile evlendiğini öğreniyor Atatürk’ün ve Almanya’dan geliyor apar topar. Fakat köşkte her şey değişmiş ve Fikriye içeri girmek istediğinde “Özür dilerim, sizi alamam” diyor görevli. Latife de üst katta kendini kaybediyor nasıl gelir diye.

Özge Ö.: Biz ilk başta o sahneyi farklı çekmeyi düşünmüştük. Dönen merdivenler var, ben alt kattayım, Latife üstte, görmüyoruz birbirimizi. Bir ara Zülfü bey “Siz bir göz göze gelin” dedi. Sonra ben dedim ki “Benim çantamda silah var. Ben Latife ile göz göze gelirsem, köşkten çıkarılırken görürsem onu, çekip vururum.” Vurur çünkü kadın, âşık, artık sınırları yok. Dolayısıyla o mizanseni değiştirdiler. Çünkü o da vurur beni aslında, ikimiz de birbirimizin yaşamasını istemiyoruz.

Ezgi M.: Vururdan ziyade çok daha incitici, kırıcı bir durum olurdu mutlaka. Değil 1900’lerin başında, şu anda bile aynı adamın bir eski bir yeni sevgilisi karşı karşıya geldiğinde tahammül edilemez bir gerginlik söz konusu olabilir. Hatta istisnalar kaideyi bozmaz, genelde bu böyle olur, adı bile anıldığında.

“Fikriye’nin tek derdi Atatürk’ün yemeğini yapsın, söküğünü diksin”

Bir kadın olarak Fikriye’nin ve Latife’nin hikayelerine nasıl bakıyorsunuz? Hiç haksızlık ettiğini düşünüyor musunuz mesela Atatürk’ün onlara?

Özge Ö.: Ben onun o dönemde ne yapması gerekiyorsa onu yaptığını düşünüyorum. Doğruluğunu yanlışlığını yorumlamak bana düşmez çünkü bunlar gönül işleri. Kaldı ki bu Mustafa Kemal Atatürk. Bu insan bir ülke kurmak üzere. O kadar iyi biliyor ki ne yapmak istediğini, etrafında onu engelleyeceğini düşündüğü insanları kendisinden uzaklaştırmak istiyor. Fikriye’yi yurtdışına yolladı, iyileşip dönmesini istedi ama bu zaman zarfında Latife gibi bir kadınla tanıştı. Latife büyüleyici bir kadın. “Gelin köşkümde kalın, size kahvaltılar hazırlayayım” demiyor, “Köşkümü karargah olarak kullanın” diyor. Fikriye de aynı şeyi yapar mıydı bilmiyorum, belki yapardı ama onun tek derdi Paşa’nın söküklerini diksin, ona yemek yapsın, onu mutlu etsin ve Paşa hep onun yanında dursun. Hiç dert değil ne yaptığı, isterse 10 arkadaşıyla masada yemek yesin. Ama Latife yetinmiyor.

Ezgi M.: Yetinmemek bir yana, rahatsızlık duyuyor. Ben aslında haklı da buluyorum onun bu tavrını. İstiyor ki karı-koca karşılıklı oturup yemek yesinler birlikte. Aslında bir evliliğin gerektirdiği o klişeleri görmek istiyor belki de. Ben Latife ile Atatürk arasında ciddi benzerlik olduğunu düşünüyorum karakter olarak, güç olarak. Erdemli tavırları, ortak noktaları o kadar fazla ki, gururları, egoları. Çok sağlam çarpışmışlar ve tak diye boşanma noktasına gelmişler.


Asu Maro

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Çrş Şub 24, 2010 19:48
gönderen Sonturk
Haydar bey'in koydugu roportaj igrenc!

Bu insanlarin agizlarindan resmen pislik akiyor... bu pislikler,
Fikriye, Latife, Zubeyde Hanimlari, Ataturk'u, dunya vatandasi Zulfu'nun kiytirik filim senaryosundan mi ogreniyorlar?
Adami canindan bezdiriyorlar...

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Prş Şub 25, 2010 13:42
gönderen Deli Haydar
Ne yazık ki sayın Sontürk...

Tüm Türkiye soluğunu tuttu, Zülfü'nün kemaline ermeyi bekliyor...

Gasteci John gibi, Gazi'yi ölüm döşeği üzerinden anlatmaktan dayanılmaz bir doyum duyan Zülfücük ve çetesine, Gazi Kemal Atatürk'ün ölümsüzlüğünü anımsatması gerekiyor genç Türklerin. Görüyoruz işte pırıl pırıl hanım kızlarımızın halini...

"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacak" diyerek aciz faniliğinin altını çizen kusursuz bir önderi ölüm döşeğinde çaresizce yatarken göstermek hangi vicdana sığar, hangi akılla açıklanabilir! İnsanlıktan az da olsa nasibini alan birinin dahi yapacağı iş değildir bu! Bunlar belli ki unutmuş, Gazi'nin adının bayrak gibi kuşaktan kuşağa aktarılacağını; gezegen döndükçe ününün dört bucakta bilineceğini...

Bugün bu ulusun bilincine zincir vurmaya çabalayanlar öğrensin artık:

Naçiz vücutlar elbet bir gün toprak olacak ancak Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacak!
Son Türk ölene, yurdun üstünde tüten en son ocak sönene kadar...

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Pzt Mar 01, 2010 1:05
gönderen defender8050
Arkadaslar yurt disinda oldugum icin Veda filmini izleyip bir yorum yapmam mümkün degil dolayisiyla burda izleyenler varsa görüslerini sormak isterim:

1- Mustafayla kiyaslanacak olursa Atatürk'e yalniz mistigi yakistiracak bir ciddiyetsizlikte mi islenmisdir bu film ?

2- Yalnis anlasilabilecek durumlari göz ardi edersek, Mustafa filmindeki gibi tarihi carpitma amaci göze carpan bir filmmidir Veda filmi?

Mustafa filminden sonra, Atamiza hakarete tahammülüm kalmadi. Bu yüzden merak ediyorum, GüncelMeydan ailesinin görüslerine önem veriyorum, ona göre Livaneliyi defterden silecem, sildirecem etrafimdakilere.Simdiden tesekkür.

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Pzt Mar 01, 2010 14:03
gönderen İL-BARS
İnanın artık değil Sinemaya gitmek, Televizyonu dahi açmıyorum. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle rezillik, kendi kahramanlarına karşı, tarihine karşı alçaklık olmaz.

Her gün kutsalımıza, mukaddesatımıza(Başta Yüce Atatürk olmak üzere Şan ve Şeref dolu Tarihimiz, Kültürümüz, Dilimiz kısacası bizi Türk yapan her Değerimiz) sövüyorlar.

Ama son gülen iyi güler. Bu filmin sonunda da son gülen biz olacağız deyip umudumu korumaya, bir nebze olsun avunmaya gayret ediyorum.

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Pzt Mar 01, 2010 16:27
gönderen Yaprak
Son olanlardan sonra ne sinemaya giderim ne dvd ne de muzik cd'si alirim. Yeter artik dinleri imanlari para olmus bunlarin! Sanat yapiyoruz demiyorlar mi bir de :evil: Kazandiklari servetle kendilerine bir kaç kitap alip biraz cahilliklerinden kurtulsunlar! Bir gun elbet bu gunler geçecek iste bu cahiller kendilerine kaçacak delik arasinlar çunku halk affetmiyor !

Re: Bilinçaltına Veda?

İletiGönderilme zamanı: Sal Mar 02, 2010 5:54
gönderen sair
Tarihçilerden Veda filmine eleştiri

Gerek sinema eleştirmenleri, gerekse tarihçiler ‘Veda’ filmini de tartışmaya başladılar.

NTV Tarih’te Ahmet Kuyaş, Necdet Sakaoğlu ve Derya Tulga’nın filmde tespit ettikleri maddi hatalar, ‘Tarihi gerçeklere Veda’ başlığıyla yayımlandı. Yazıya göre, dindar bir kadın olan Zübeyde Hanım’ın sokaklarda başı açık dolaşması mümkün değil. Benzer bir şey Fikriye Hanım’ın örtüsü için de söz konusu ediliyor ve şöyle deniliyor: “Mustafa Kemal’in, bekâr arkadaşlarıyla birlikte evde yiyeceği yemekte Fikriye Hanım’dan örtüsünü çıkarmasını istemesi ve sonra rakı sofrasına davet edip karşılıklı rakı içmeleri, senaristin özgürlüğüne bağlanabilir ama o devirde böyle bir olay mümkün görünmüyor.”

Fikriye Hanım sahneleriyle ilgili bir diğer eleştiri ise 1923’te Almanya yolculuğuna çıkarken bindiği arabanın plakasının Latin harfleriyle yazılı olması. Bilindiği gibi, Latin harfleri 1928’de kabul edilmişti.

Süngü takıp savaşmadı

Tarihçilere göre, Mustafa Kemal’in idama mahkûm edilmesine ilişkin sahneler de gerçeğe aykırı. Çünkü Mustafa Kemal ile birlikte beş kişi idama mahkûm edilmesine rağmen, filmde bu karar sadece Mustafa Kemal için alınmış gibi gösteriliyor. Mustafa Kemal’in istifası sonrasında kendisini ziyaret eden Kâzım Karabekir’den ise ‘Kafkas Kolordusu Komutanı’ olarak söz ediliyor. Halbuki o sırada Kâzım Karabekir, 15. Kolordu Komutanı’dır.

Üç tarihçiye göre, en vahim hatalar Conkbayırı sahnelerinde yapılmış. Hele Mustafa Kemal’in süngü hücumuna en önde katılması ya da silahını çekip düşman askerini vurması mümkün değil.

Sebebi mi? Dergiden aktarıyoruz: “Grup komutanı Mustafa Kemal 10 Ağustos 1915 sabahı gerçekleşen taarruzda, Conkbayırı’nın hemen doğusunda, Boyun noktasının Kördere tarafındaki korunaklı siperdeydi. Kendisi, Arıburnu Raporu’nda belirttiği gibi, saldırının işaretini vermiştir. Koskoca Anafartalar Grup Komutanı’nın, baskın tarzında gerçekleşen bu saldırıda en öne konması da ayıp. Ayrıca meşhur “şarapnel hadisesi” de, kendisi aynı siperdeyken meydana gelmiştir. Mustafa Kemal’in göğsüne isabet eden parça saatine gelmiş ve kendisini korumuştur. Bu saat, olayı dramatize etmek isteyenlerce daha sonra sol tarafa, kalbinin üzerine alınmıştır.”

Livaneli’den hem özür hem teşekkür

Zülfü Livaneli, tarihçilerin yarım asrı kapsayan bir filmde bu kadar az hata bulmalarına çok sevindiğini belirterek teşekkür etti ve eleştirileri şöyle cevaplandırdı:

“Evet Zübeyde Hanıma, Zübeyde Molla denildiğini, son derece mutaassıp bir hanım olduğunu, sokağa başı açık çıkmadığını biz de biliyoruz. Ama evin içinde başı açık gezdiğini, sarı lepiska saçlı çok güzel bir hanım olduğunu da biliyoruz. Filmde Zübeyde Hanım evde başı açık, dışarıda ise kapalı gösterilmiştir. Falakanın öyle uygulanmadığını, iki kişinin yardım ettiğini elbette biliyorum ama sinema olarak perdenin arkasından göstermeyi tercih ettim.

Samsun-Erzurum yolu üstündeki köylü de yine sembolik olarak, Anadolu halkının savaş yorgunluğunu vurgulamak için konmuştur. Diyaloğun doğrusu ‘Düşman yakında tarlana kadar gelecek’ olmalıydı. Özür dilerim. Fikriye’nin örtüsünün çıkması meselesi de tamamen semboliktir. Sonunda Kemal Paşa kadınları başlarını açmaya teşvik etmedi mi, etti. Bu durumun sinemasal anlatımının böyle olmasını tercih ettik. Otomobilde Latin harfli plaka olmaması gerekirdi herhalde. Sanat grubumuz da bu konuya bir açıklık getiremedi. Özür dileriz. Kolorduya Kafkas Kolordusu da dendiğini birçok kaynaktan okudum. Gerekirse bunları bulup gönderirim.”


Haber: Sefa Kaplan/Hürriyet

--------------------------------------------------------------------------------

http://www.habercem.com.tr/Tarihcilerde ... 94187.html