1. yüz (Toplam 1 yüz)

En Büyük Düşman

İletiGönderilme zamanı: Pzt Kas 17, 2008 22:52
gönderen Türk-Kan
En Büyük Düşman

En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan millettir; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hakim olan 'kapitalizm' afeti ve onun
çocuğu olan emperyalizmdir.


Artık bütün dünyanın anlamış olduğu bu hakikat bizde de tamamen idrak ediliyor. Bugünlerde başımıza musallat edilen Yunan, bütün düşman aleminin parçasından başka birşey değildir. Daha doğrusu, kapitalizm saltanatının mazlum milletlere karşı gönderebileceği son kuvvet, son ordudur! Nitekim bundan evvel üzerimize ordular saldırmış olan düşmanlar yine böyle kapitalizm saltanatının ordularından başka birşey değildi. Moskof orduları, İtalya orduları, Bulgar ve Yunan orduları, kısacası bütün düşmanlarımız tamamen "kapitalizm" tarafından ayaklandırılırlardı. Bir zamanlar, tarihin eski devirlerinde dünya birtakım despot hükümdarların istibdatları altında ezilirdi. Sonraları milletler bu istibdatı yıktılar. Fakat bu defa da onun yerine paranın, sermayenin zulmü geçti. Sermaye, bugüne kadar dünyada yapılmış olan bütün fenalıkların yegane etkeni, yegane mesulü idi; bugün de odur; eğer bütün dünyayı süratle istila eden kapitalizm aleyhtarlığı olmasaydı, bu zulüm yarın da devam edecekti. Çok şükür, zulüm devrinin son günlerindeyiz. Kapitalizm sade falan ve filan milletin düşmanı değildir. Bilakis bütün dünyanın, bütün milletlerin müşterek düşmanıdır: Milletleri birbirine düşüren kuvvet o, kardeş kanları döktüren fesatlardan ondan, dünyayı kaplayan sefaletin müsebbibi, özetle bütün insanlığı inleten zulmün yegane zalimi odur. Bu zulümde başarılı olmak için arada sırada müracaat ettiği muharebeler, yegane kuvvetleri, yegane silahlarıdır. Ve bütün milletleri bilhassa bu silahla mağlup eder. Memleketimize bakınız: Rejiler, Duyunu Umumiye'ler, kapitülasyonlar, şimendiferler, limanlar, gemiler, bankalar, ticaret evleri, bütün bu müesseseler, Avrupa kapitalizminin bizi mahvetmek için senelerden beri kullandığı iblisane bir makinenin parçalarıdır. Sade bizim memleketimizde değil, bütün dünya zulüm altında ezilecek, sefalet arşa çıkacak, insan felaketten felakete yuvarlanacaktır. Bize bugün sınır itibariyle dünyanın en güzel, en hayale sığmaz barış şartlarını verseler, kapitalizm dolabı memlekette bugünkü şeklinde kaldığı takdirde mahvımız muhakkaktır. Hatta değil böyle, bu şeytan makinesinin dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için hayat imkanı yine tasavvur edilemez. Zenginlerimizi dolandıran o, fukaramızı soyan o, mal ve mülkümüzü çalan, haysiyet ve namusumuzu mahveden, bizdeki faziletleri şeytan gibi birer birer iknaya çalışan, bizi birbirimize düşüren hep odur. Şu halde kendimizi kurtarmak için, evvela bizim, sonra da bütün dünyanın şu melun kapitalizm afetinden kurtulması lazım gelir. Bunda sade biz saf menfaattar değiliz, kapitalizm sade bizim gibi zayıf milletler arasında değil, bilakis bizzat kapitalist memleketlerde de aynı derecede tahripkar, insanlık düşmanıdır. Hatta İngiltere'de, hatta Fransa'da ve Amerika'da da böyledir. Ve oralarda da kapitalizm usulünden istifade edenlere nispetle bunun zulmü altında inleyenlerin miktarları yüzbinlerce kere ziyadedir. Şu halde kapitalizmin düşmanı yalnız biz değil, bütün dünya onun düşmanıdır. Bütün dünya bizimle beraber demektir.

Dünyayı tanıyanlar, dünya işlerini bilenler, bütün açıklık ve katiyetiyle görüyorlar ki, bu hakikat bütün dünyada artık anlaşılmıştır. Kapitalizm halihazırda Lehistan'da ve Anadolu'da son kurşununu atmakla meşguldür, bundan sonra kullanılacak silah kalmıyor, iş bu kuvvetleri yenmektedir. Türkler, bu hakikati anlayınız, anlamayanlar varsa onlara da anlayanlar öğretsinler. Bolşevikler Lehleri kati surette mağlup ederlerken, bizim vazifemiz de Yunanistan'ı Anadolu'dan süratle, şiddetle derhal kovmaktır! Ondan sonra ebedi kurtuluş!



Mustafa Kemâl Atatürk, Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 20 Temmuz 1920

İletiGönderilme zamanı: Pzt Kas 17, 2008 23:19
gönderen lozan 2005
ABD denetimindeki Bati ve irtice.

İletiGönderilme zamanı: Prş Kas 20, 2008 1:34
gönderen Türk-Kan
Liberaller Kemalizme Neden Düşman?

Emperyalist devletler, Kemalizmi neden "barutun icadından sonra en tehlikeli silah" olarak nitelendiriliyorlar; AB, yöneticilerimizden niçin "Kemalizmin tasfiyesini" istiyor ve Liberal Düşünce Topluluğu Başkanı Prof. Dr. Atilla Yayla "Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder (karşılar, onun yerine geçer)" demek gereğini niçin duydu?... Bu soruların cevabını bulmak, ülkemiz için yaşamsal önem taşıyor.

Herşeyden önce şu hususu belirteyim: Kemalizme karşı bu düşmanca tavır alışların gerçek nedeni, iddia edildiği gibi "Düşünce özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak" değildir.

DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ PARAVANI

İşte gerçek nedenler:


Çağımızın en önemli düşünürlerinden Prof. Dr. Maurice Duverger şu değerlendirmeyi yapmıştır:

"Mustafa Kemal'in eseri İkinci Dünya Savaşı'na kadar Türkiye çapında değerlendirildi. Eski bir ülkenin modern bir ulusa dönüştürülebilmesini tüm dünya takdirle karşılamıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Kemalizm uluslararası bir boyut kazanmış ve Moskova ile Pekin'in güdümüne girmeyen üçüncü dünya uluslarına örneklik yapmaya başlamıştır... Siyasal demokrasi ancak ekonomik alanda belirli bir gelişme düzeyinden sonra ciddi anlamda işlemeye başlar. Geri kalmış ülkeler, Batı'nın gelişmiş ülkeleri gibi liberalizmin ya da kapitalizmin yollarından giderek aynı düzeye gelemezler... Aşırı derecede planlı ve merkezi ekonominin yol açacağı zararlar aşırı derecede liberal ekonominin yaratacağı zarar ve hatalar kadar büyük olacaktır. Bu durumun farkına varan gelişmekte olan ülkeler, Kemalizmin karma ekonomi sistemine yönelmektedirler." (Le Monde/27 Mayıs 1961).

"Biz, hakkımızı savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundurabilmek için, bizi yok etmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı bütün ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız" diyen Mustafa Kemal; Kurtuluş Savaşı yıllarında Hakimiyeti Milliye gazetesine yazdığı bir başyazıda "En büyük düşman, düşmanların düşmanı, ne falan ne de filan Miletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hakim olan 'kapitalizm' afeti ve onun çocuğu olan emperyalizmdir" demiştir.

Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere'nin baskılarına dayanamayarak imzaladığı Baltalimanı Antlaşması ile, Liberal Ekonomi (Serbest Ticaret) uygulamalarına başlayınca, Avusturya Başbakanı "İşte Osmanlı şimdi bitti!" demiş; öngörüsü kısa bir süre sonra gerçekleşmiştir (Kurtul Altuğ, Gözcü Gazetesi/26.10.2006).

Lozan Antlaşması'na bağlı 'Ticaret Sözleşmesi'nin 18inci maddesi dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti beş yıl liberal ekonomik politikalar uygulamak zorunda kalmış; bu yüzden cari açık dayanılmaz boyutlara ulaştığı gibi, ülkemizde hiçbir ciddi yatırım yapılamamıştır.

Bu nedenle Mustafa Kemal, "Liberalizm, sömürgelerde uygulanmış bir sistemdir! Oysa biz sömürge değiliz ve olmayacağız. Liberalizmi düşünmek, devrimi inkâr etmektir" demiştir (Ahmet Hamdi Başar'dan aktaran, Hüsnü Merdanoğlu, Kemalizm ve Avrupa Birliği'nin Çelişkisi, s.49).

KUVVETLİYE HİZMETÇİ OLMAK

Mustafa Kemal ve çalışma arkadaşlarındaki bilinç sonraki yöneticilerimizde hiçbir zaman olmamıştır.

Mahmut Esat Bozkurt, "Liberalizmin Ölümü" başlıklı makalesinde şöyle diyordu: "Liberallik; sanayii, tarımı, ticareti çok kuvvetlenmiş ülkeler için hayırlı sonuçlar verebilir. Fakat gelişme ve yetkinleşme halindeki milletlerin ekonomisinde çok kötülüklere yol açar. O kadar ki, doğum halindeki yerleri kuvvetlilerin esiri haline getirir... Milletler birbiriyle eşit olmadıkça birleşmeden yarar görmezler. Şayet birleşecek olurlarsa, bu birlikten yalnız birisi yararlanır. Diğerleri kuvvetliye hizmetçi olur!"

"LİBERALİZM DIŞLANMALI, AKSİ DURUMDA CUMHURİYET DEĞERLERİ GİDER"

Mustafa Kemal'in İktisat Bakanı Mustafa Şeref, TBMM'nde şu açıklamalarda bulunmuştu:

"Ekonomide muayyen hâkim (belirli yüksek) noktalar vardır... O hâkim noktaları liberalizmin anarşik vaziyetine bırakacak olursak; on seneden beri elde edilmiş olan neticelerin hepsi de bir senede silinip süpürülmüş olacaktır... Ekonomide 'liberalizm'in dışlanması gerekmektedir... Dışlanmadığı takdirde, milli sermaye gelişmez. Gelişmediği gibi, elde etmiş olduklarını da yitirir. Cumhuriyet rejiminin aradığı ve oluşturmaya çalıştığı şeyler de elden gider (Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal döneminde Ekonomi, s.46 ve devamı)."

Liberal politikalar uygulayarak kalkınmış bir azgelişmiş veya gelişmekte olan ülke, tarih sahnesinde hiçbir zaman yerini almamıştır ve almayacaktır.

Samir Amin'in değişiyle "emperyalizmin karşıtı değil, hizmetçisi olan" siyasal İslamcılarla liberal aydınlar(!), el ele vererek ulus devletimizi çökertme ve parçalama operasyonunda faal görev yapmaktadırlar. Ulus devletimizi kurma ve yaşatma ideolojisi olan Kemalizm ve Kemalistler var oldukça amaçlarına hiçbir zaman erişemeyeceklerdir. Onların Kemalizme düşmanlıklarının gerçek nedeni de budur.



Vural SAVAŞ, 18 Aralık 2006

Dr. Erol Mütercimler ile bir röportaj

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 25, 2008 1:33
gönderen Türk-Kan
Gazi’nin stratejisi: Antiemperyalizm

Bu memleket nasıl kurtuldu?

Dr. Erol Mütercimler ile bir röportaj


SORU: Türkiye’nin içinden geçtiği süreci uzun bir süredir değerlendirmeye çalışmaktayız. Son yıllarda özellikle Türk ulusal güvenlik stratejisi açısından ciddi sorunlar yaşıyoruz. Kıbrıs’ta başlayan Türkiye’nin geri adım atması ile şekillenen süreç bugün güneydoğumuzda yoğunlaşıyor. Bu noktada şöyle bir soru da bizim karşımıza çıkmakta: Bugün, yani 2005 yıl Türkiye’sinde “Bu vatan nasıl kurtuldu?” sorusunu sormanın Atatürkçü güçler ve ulusal kurtuluş ve bağımsızlık anlayışı açısından önemi nedir? Yeni yayınlanan “Bu Vatan Böyle Kurtuldu” isimli kitabınızı da şekillendiren bu sorunun önemi sizce nedir?

EROL MÜTERCİMLER: 1980 ya da 1985 yılında birisi bana demiş olsaydı ki, 20 yıl sonra 2005’te “Bu vatan nasıl kurtuldu?” diye bir soru soracaksın, sorduğun bu soru üzerine de bir analiz yapmaya çalışacaksın ve sonra da bunu kitaplaştıracaksın deselerdi, bunu söyleyen insanın yüzüne karşı belki gülmezdim ama tuhaf şeyler söylediğini hatta saçmaladığını düşünürdüm. Ama 2005 yılına geldiğimizde inanılmaz bir biçimde şu iki gerçek soruyla karşı karşıya kaldık: Bir; “Bu vatan nasıl kurtuldu?” ve iki; “Bu memleket nasıl kuruldu?” Bu her iki soruyu sormak ve bu sorulara yanıt aramak, aradığımız bu yanıtı da bularak hızla toplumla paylaşmak durumunda kaldık.

Hani eskiden “Ne olacak bu memleketin hali?” denirdi. Geleceğe dönük olarak bakıldığında bu sorunun bir de geçmişine bakıldığını gördüm. Nasıl oldu da biz şu anda içinde bulunduğumuz tüm bu sıkıntılarla karşı karşıyayız.

Beni de harekete geçiren bu oldu. O zaman düşündüm ki “Bu memleket nasıl kurtuldu?” sorusunun cevabını “Ben bu kadar yıldır ders anlatan, bu kadar kitaplar yazan bir hoca olarak buluyorum, ama demek ki hem öğrencilere bunu aktarmakta hem de kamuoyuna bunu anlatmakta bir problem yaşıyormuşuz.” diye düşündüm. Bu noktadan yola çıkılarak, “Bu vatan böyle kurtuldu” anabaşlığı üstünde bir çalışma yapılmalı diye düşündüm. Bu düşünceyi de kendime bir görev bildim.

SORU: Bugün için Atatürkçüler açısından ulusal kurtuluş stratejisinin yeniden değerlendirilmesinin gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu noktadan yola çıkarak AB ve ABD gibi emperyalist güçlerle olan çelişkilerimizi, Kuzey Irak’ta yapılandırılan kukla Kürt devletiyle olan çelişkilerimizi de göz önünde bulundurarak nasıl bir ulusal kurtuluş stratejisi çizmemiz gerekmekte?

Ne Mutlu Türküm Diyene

EROL MÜTERCİMLER: Gazi Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı yaparken onun stratejisi tekti: O da anti emperyalizmdi. Yani emperyalizme karşı savaş ve zafer. Kurtuluş Savaşı bittikten sonra bu devleti inşaası noktasına geldiğinde yani devrimler aşamasında oradaki stratejisi de çok yalındı ve o da tam bağımsızlıktı. Bunun ikisinin üzerine kurulmuş Kemalist strateji süreç içerisinde Mustafa Kemal’in eklemiş olduğu üç stratejik sütunla muhkemleştirildi. Birincisi; çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak, ikincisi; yurtta barış dünyada barış, üçüncüsü; ne mutlu Türküm diyene söylemleriydi. Gazi’nin hayatında iki şey yoktu. Bunlardan birincisi serüvene atılmak, yani maceracılık, diğeri de aritmetik akılla hareket etmekti. Çünkü o sayıların tek başına bir anlam ifade etmeyeceğini biliyordu.

Cumhuriyetin ve devletin inşası sürecinde Gazi Mustafa Kemal’in belirlemiş olduğu strateji ve vizyon hiç bir zaman tam bağımsızlıktan ödün vermeyi, kendisinin temel aktör olmayacağı birliklere üye olmayı, bölgede öteki devletlerle olan çıkar hesaplaşmalarında ve ilişkilerde yazılan senaryolarda yardımcı oyuncu olmayı içermiyordu.

Gazi Mustafa Kemal, Gençliğe Hitabe’sinde, bir gün ülkenin yöneticilerinin bugünkü niteliklere sahip olabileceğini anlatmıştır. Gençliğe Hitabe’de Gazi Mustafa Kemal’in nasıl bir öngörüye sahip olduğu da çıplak biçimde görülür. Ben, Türkiye’de tüm yöneticilerin Mustafa Kemal gibi olağanüstü, strateji dehası olacağını, önsezileri olması gerektiğini iddia etmiyorum. İnsanlık tarihine böyle insanlar bir kaç yüzyılda bir gelebilir. Ama en azından beklentim şudur: Gazi Mustafa Kemal’in inşaa ettiklerinin ve ortaya koyduklarının korunması, burada olan bitenin ayırdına varılması. “Bu Vatan Böyle Kurtuldu” kitabını yazarken de hep bunu düşündüm. Bu kadar yokluğun içerisinde, herkesin umudunu kaybettiği bir ortam içerisinde, İsmet İnönü ve Kazım Karabekir’in, Zeyrek’te Karabekir’in abisinin evinde oturduklarında, “Artık bu iş bitmiştir, 25’er lira koyalım, Eskişehir’de bir çiftlik alarak köşemize çekilelim.” dedikleri bir süreçte, bir tek adam kurtuluşa giden yolların var olduğunu ve bu yolları deneyeceğini söylüyor, yola çıkıyor. Ama bugün gelmiş olduğumuz noktada bütün bu kazanımların hepsini yitirmeye başladığımızı görüyorum.

İşte geldiğimiz noktada AB ile ilişkiler, aşağıda kurdurulan Kürt devleti, ki bir süre sonra ABD’nin bunu yıktıracağını, ortadan kaldıracağını düşünüyor öyle bir değerlendirme yapıyorum ama şu andaki mevcut duruma göre konuşuyoruz, Kıbrıs’ın mili bir dava olmaktan çıkartılmış olması, yani Kıbrıs’ın klasik deyimiyle söyleyeyim elden çıkartılmış olması, Ermeni sorunu adı verilen sorun konusunda Batının talep ettiği şekliyle çözümleri kabul etmeye yanaşmak, Türkiye’deki bir takım entelektüellerin bu ülkenin aleyhinde çabalarını siyasi mevkilerinin destekliyor olması veya en azından destekliyor görünümünde olması Gazi Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu Cumhuriyet’le, Gazi Mustafa Kemal’in belirlemiş olduğu stratejiyle ve bu ülkeye verilmiş olan vizyonla, bunlar ne yazık ki çelişmektedir.


SORU: Sizin vermiş olduğunuz tabloda aslında şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Türkiye aslında ateş çemberinin ortasında. Amerika’nın bölgeye askeri olarak da yerleşmesiyle beraber, Türkiye’nin müttefiki olarak görülen Amerika ve Avrupa’nın uzun zamandan beri aslında Türkiye’yi kuşatan esas emperyalist güçler olduğu, yani müttefik kuşatması olduğu ortaya çıkıyor. Çelişkili bir kavramdır müttefik kuşatması, bu şekilde değerlendirmiştik. Sanırım bakış, sizin çizmiş olduğunuz tabloyla az çok aynı yaklaşım. Siz bu kuşatmayı yarabilmek için Türkiye’ye ne önerebilirsiniz?

EROL MÜTERCİMLER: Bir kere stratejilerin önerilebilmesi için öncelikle sorunun ne olduğunun değerlendirilmesi gerekir. O doğru değerlendirmelerden birisini sizin gazeteniz yaptı: “Müttefik Kuşatması”. İleri Yayınları’ndan da çeşitli kitaplar çıktı, çıkmaya devam ediyor. Bu anlatıldı, yeniden buraya dönmeyeceğim. Ama bir akademisyen olarak, Uluslararası İlişkiler Uzmanı olarak şunu söyleyeyim. Şunları görmemiz gerekiyor:

1- Uluslararası ilişkilerde hiçbir zaman ulusların duyguları yoktur. Yani dostluk, kardeşlik, ağabeylik bu tür ilişkiler yoktur.

2 - Müttefiklik meselesine gelince, müttefiklik bir kavramdır, müttefiklik uluslararası ilişkilerde bir kavramdır. Dedim ya hani uluslar arasındaki ilişkilerde duygu yoktur, bir tek şey vardır: Ulusların çıkarları. Onlar bir kere çıkarları açısından bakarlar.

Şimdi gelelim üçüncü temel maddeye. Üçüncü temel madde de şu: Bir gerçek var; Türkiye’nin coğrafi konumundan kaynaklanan bir gerçek. O gerçek de şu: Türkiye bulunduğu coğrafi konumu nedeniyle ittifaklar içerisinde yer almak zorundadır. Çünkü Türkiye ittifakların içerisinde yer almadan, ne yazık ki bu coğrafyada hem dış politika üretmekte zorlanır, hem de uygulamakta çok zorlanır. Bu coğrafya binlerce yılın bir dayatmasıdır. Evet Türkler buraya bilinçli olarak gelmediler ama geldiler burada kalmayı seçtiler. Bakınız şimdi söyleyeceğim konu bir jeopolitik analizdir. Türkler bir kez 1071’de, yani Malazgirt Muharebesi’nden sonra kesin olarak coğrafya değiştirmeye karar verdiler.

AB’ye üyelik meselesi coğrafya değiştirmektir

1000 yıl sonra, 1071’den 1000 yıl sonra işte 1963 diyorum buna, İsmet İnönü’nün imza attığı AB-Ankara Antlaşması ve ondan sonraki akıp gelen bu kırk yıllık süreçte bu sefer liderler değil, Türk halkı coğrafya değiştirmeye karar verir. Yani Türk halkının AB’ye gitme talebi bir coğrafya değişikliğidir. O halde buna çok doğru analizler yapıp, bu kararın doğru olup olmadığının çok ama çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. 1071’deki karar o doğru bir karardı. Çünkü artık oradan Horasan’a Türkistan’a dönmek çok doğru değildi. AB’ye üyelik meselesi bizim için coğrafya değiştirmek meselesidir. AB’nin göbeğindeki devletlerin, oradaki halkların AB ye üye olmak istemesiyle, Türkiye’nin üye olmak istemesi arasında çok ama çok fark var. Benim anladığım kadarıyla biz bu jeopolitik değerlendirmeyi yapmadık. Sanıyorum ki biz bu değerlendirmeyi yapsak Türk halkının önüne gitsek bir kamuoyu araştırması yapsak bu kamuoyu araştırmasında iki sorumuz olsa, birinci soru şu olsa AB’ye girmek istiyor musunuz ? Türk halkının yaklaşık %80’i girmek istiyoruz der. Ama ikinci soruyu da AB’ye girmen demek Ermeni sorununu kabul etmen, AB’nin söylediği şekliyle kabul etmen demektir, Kıbrıs’ı vermen demektir, Azerbaycan ile ilişkilerini kesmen demektir, Anadolu’nun en az ikiye bölünmesi demektir, bölünmese bile orada bir federasyon ya da konfederasyonun kabul edilmesi demektir, Kürt etnik kimliğinin kabulü demektir, Kürt etnik milliyetçiliğinin kabulü demektir, diye sorsak bakın bakalım o zaman sonuç yüzde kaç çıkacak. O nedenle şimdi tekrar dönüyorum jeopolitik değerlendirmeye buradaki analizin çok doğru yapılması lazım ama tabi buradaki analizin de koşulu tektir. O koşul da yurtsever yöneticilere sahip olmaktır.

SORU: Bir yandan baktığınızda da şöyle bir bakış açısı ortaya çıkıyor: “Vahdettin vatan haini değildi, Mustafa Kemal olmasa da Kurtuluş Savaşı verilebilirdi.” Sizin bu değerlendirmenizden yola çıktığımız zaman önemli noktanın Mustafa Kemal’in tam bağımsızlıkçı bakış açısı olduğunu görüyoruz. Bunun nasıl olduğunu, Atatürk’ün diğer ideolojilerden nasıl sıyrıldığını bize açıklayabilir misiniz?

EROL MÜTERCİMLER: Atatürk sıradan bir subay değildi. Atatürk bir entelektüel. Kendi kişisel kütüphanesine baktığınız zaman, gidip gördüğünüzde orda okuduğu kitapları görüyorsunuz yanına aldığı notları görüyorsunuz. 1789 Fransız Devrimi’ni ve devrimden sonraki Avrupa tarihini ciddi biçimde iyi okumuş. Kendi ülkesinin tarihini de biliyor Gazi. Ve insanlık tarihinin aslında sömürgeler tarihi, sömürgeciler tarihi olduğunu çok çıplak biçimde öğrenmiş. Bunun ötesinde de Gazi, şehzadenin yanında yaver olarak Avrupa’ya gidiyor. Çok genç yaşta cephelerde bulunuyor ve çok genç yaşta Gelibolu Muharebeleri’nde yer alıyor. Komutanı olduğu tümen ihtiyat tümeniyse de, Mustafa Kemal çok az insanda, çok az komutanda, çok az siyasetçide varolan önsezisiyle ön plana çıkıyor. Orada verdiği bir emir var Gazi Mustafa Kemal’in: “Ben size taarruzu değil; ben size ölmeyi emrediyorum.” Bakın o genç yaşta bu emri verebilecek olan komutan sayısı bir, bilemediniz ikidir. Şimdi Gazi’yi ötekilerden ayıran en önemli yan bu. Ötekilerde vizyon yok. Bu konuda yine araştırmalar yapılıyor. Ama o sürede yine Gazi’nin strateji ve taktik uzmanı olduğu görülecektir. Ben bu kitapta anlattım.

Mustafa Kemal hain diyorlarsa açık söylesinler!

Ama yayınlanmış kaynaklara baktığımda İslamcısı, Atatürkçüsü, laik olanı olmayanı ne yazmış baktığımda gördüğüm nokta şu: Gazi, İstanbul’da yaşadığı süre boyunca bu kurtuluşa giden yolun planlarını yapıyor. öteki arkadaşlarında bu yok, öteki arkadaşlarını zorla dahil etmeye çalışıyor bu planın içersine. İsmet İnönü başta olmak üzere hepsi de direniş gösteriyor. İşte, Vahdettin hain miydi değil miydi tartışmaları burada gündeme geliyor. Çok uzun zaman, çok uzun zaman önce Vahdettin hain değildi diyenlerden değil de hain olamaz diyenlerdendim. Ama 12-13 yıl daha yoğun üzerinde çalışıp analizler yapmaya başladığım zaman bu gün geldiğim nokta itibariyle söyleyeyim: Vahdetin’in tıpkı Damat Ferit gibi hain olduğu konusunda hiç ama zerre kadar şüphem yok. Vahdettin bir tek şey yapabilirdi: Teslim olmayabilirdi. Onurlu bir direniş sergileyebilirdi.

Son zamanlarda yapılan röportajlarda da hep dedim ki eğer Mustafa Nemrut Paşa Mahkemesi bir gerçek değilse, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına padişah onaylı ölüm fermanı çıkarılması bir gerçek değilse, Mustafa Kemal’in yola çıkmış olduğu Bandırma Vapuru İngilizler tarafından batırılacak olduğu bir gerçek değilse, Vali Ali Galip meselesi bir gerçek değilse, Mustafa Kemal’in İçişleri Bakanı Ali Kemal’in emriyle yakalanıp idamı için İstanbul’a götürülmesi istenmesi meselesi bir gerçek değilse, İstanbul’un işgal edilmiş olması bir gerçek değilse o zaman gerçekten Vahdettin bir hain değil. O zaman geriye bir tek gerçek kalıyor: Gazi Mustafa Kemal bir haindir. O zaman tarih kitabını yeniden yazalım biz: O zaman hainlerin yeri de isimleri de değişir. Eğer kalkıp Gazi Mustafa Kemal bir hain diyorsa söyleyecek hiçbir söz yok. O zaman bu kitabın yazılması haklılık kazanıyor. Bu kitap kesinlikle bir gereksinmenin ürünüdür.

Kurtuluş Savaşı’na denizden gelen destek

SORU: Bu sorumuz da daha çok sizin kitabınızda öğrendiğimiz bir şey: Kurtuluş Savaşı’nda Türk denizciliğinin rolü. Aslında bu gözümüzden çok uzak kalmış bir şey. Hani Kuvayı Milliye dönemindeki çetecilik, gerillacılık deneyimlerini yakından biliriz, anlatılır düzenli ordu savaşları, muharebeleri. Sizin kitabınız da değindi bunlara ayrıntılı biçimde. Ama denizcilik meselesi çoğumuzun ilk defa karşılaştığı bir şey. Türk denizciliğinin o dönemdeki ve bugünkü yerini ulusal kurtuluşçuluk anlamında bir de diğer taraftan ulusal merkeziyetçilik açısından denizcilerde hakim olan anlamını sizlerden öğrenmek istiyoruz.

EROL MÜTERCİMLER: İsterseniz sondan başlayayım. Denizlere hakimiyet bir jeopolitik kuraldır. Bu jeopolitik kuramı ortaya ilk atan 16. yy.da Barbaros Hayrettin’dir. Söylediği de şudur: Denizlere egemen olan dünyaya hakim olur. Ama Barbaros Hayrettin’in söylemiş olduğu bu kuramın ne yazık ki farkına varılamamış. Nedeni de şu: Osmanlı Devleti bir denizci devlet değildi. Yani bir denizcilik imparatorluğu değildi. Zaten deniz imparatorluğu olabilmiş olsaydı Osmanlı İmparatorluğu, bir sömürge imparatorluğu olacaktı ve bu gün İngiltere’nin Amerika’nın oynadığı rolü Türkiye Cumhuriyeti devleti oynuyor olacaktı. İngilizlerin üzerinde güneş batmayan imparatorluk yaratmasının sebebi 1. Elizabet’in yine Barbaros’un ortaya atmış olduğu kurama benzeyen bir kuram ortaya atmış olmasıdır. O kuram şudur: Dünya ticaretine egemen olan dünyaya egemen olur. Onun anlamı şudur: Denizlere egemen olan dünyaya egemendir. Böyle baktığımız zaman Osmanlının nerededir, nerede değildir sorusunun yanıtı kendiliğinden geliyor, hayat buluyor.

1. Dünya Savaşı bittiğinde bu mütareke koşullarına göre Osmanlı donanmasının Haliç’e çekilmesi gerekiyordu. Bu ilk bakışta çok aleyhte bir unsurmuş gibi görünür, ama Kurtuluş Savaşı’na baktığımız zaman bunun ne kadar lehimize olduğunu, lehimize kullanıldığına da tanık olmaktayız.

Kurtuluş Savaşı yapılacak. Şimdi savaş demek lojistik demektir, savaş demek silah demektir, cephane demektir. Peki bu silah ve cephane nasıl sağlanacak? Yine mütareke koşullarına göre biliyorsunuz topların kamaları sökülecek, tüfekler toplanacak cephanelere el konulacak. Ama kala kala bize Güney Cephesi ve Doğu Cephesi kaldı. Doğudan yardım alamıyorsun, Kazım Karabekir’in ordusu doğuda Ermenilere karşı konuşlanmış; silah, cephane ona lazım. Peki İstanbul’dan silah cephane nasıl karşılanabilir. Tren yolu ve kara yolu yok, hava taşımacılığı da yok. Kala kala geriye deniz yolu kalıyor. Anadolu Kurtuluş Savaşı’nın bir mucizesi burada gerçekleşmiştir. Kahraman denizciler siviliyle, askeriyle İstanbul’daki silah deposunu soyarak elde ettikleri silah ve cephaneyi Yalova’ya, Karamürsel’e ya da İstanbul Boğazı’na çıkmayı başaranlarla İnebolu’ya getirmiştir. Şimdi bu birinci taşımacılıktır. İkinci taşımacılık Sovyetler Birliğinin Ankara’ya yardımı sağlanınca bu teknelerle ve gemilerle yapılmıştır. Peki Anadolu hükümetinin elinde tekneler var mıydı? Hayır yoktu. Bu tekneler nasıl sağlanmıştır? Bu tekneler üç türlü sağlanmıştır:

1- O dönemde taşımacılık yapan Karadenizli Türkler. Tekneleri parası mukabilinde Anadolu hükümetine kiralamışlardır.

2- İstanbul dışında bulunan yabancı bandıralı gemiler. Özellikle İtalyan gemileri yine parası karşılığında ama çeşitli isimler adı altında. Deri denmiştir, tuz ya da sabun denmiştir. Büyük paralar ödenmiştir bunlara.

3- Üçüncüsü en önemlisidir. Bu da çeşitli çatışmalarla ele geçirilmiş Yunan bandıralı gemilerdir. Ama sivil ve asker bahriyelilerin Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasındaki gösterdikleri kahramanlıkları bizim tarihimizde ya hemen hemen hiç yer almaz; ya da küçücük yer alır. İlk defa bu kitapta anlatıldı. Bahriyeliler benim gözümde çok kahraman kişiler. Israrla söylüyorum onlar bizim için öldüler ve bu vatan böyle kurtuldu. Bu arada şunu da unutmamak gerekiyor, bence Kurtuluş Savaşı’nın askerlerden daha önemli bir aktörü var; onlar da kadınlar. Özellikle İnebolu ve Kastamonu kadınları. O kadınların hepsinin heykelinin dikilmesi gerekiyor. O kadınların yüzlercesi, binlercesi soğukta donarak öldüler. Ama o cephaneleri cepheye taşıdılar. Biz o muhteşem kadınlarla Kurtuluş Savaşı’nı kazandık. Ve onlar içersinde bir anıt kadın vardır: Kara Fatma. Ve kadının kimliğinde ve adında bütün Türk kadınlarının önünde saygıyla eğiliyorum.




http://www.guncelmeydan.com/pano/gazi-nin-stratejisi-antiemperyalizm-t8721.html

Re: En Büyük Düşman

İletiGönderilme zamanı: Prş Ara 10, 2009 0:36
gönderen bezgin
ABD ATATÜRK'E NİÇİN KARŞI?



Önceki yazımda bazı somut bilgiler vardı.

ABD'li bazı "servis"lerin, Türkiye'ye yönelik çabaları ile ilgili bilgilerdi bunlar. Atatürk'ü ve Kemalizm'i yıkmak için gösterilen çabalar yanyana geldiğinde, ortaya yadsınamayacak bir tablo çıkıyordu. Ama bu tabloya eklenecek, birkaç fırça darbesi daha kalmıştı.

Varan bir:

"CIA İstasyon Şefi" Paul Henze, 1993 yılında bir rapor hazırlıyor; ama "yeni dünya düzeni" ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. "Klasik Atatürkçülük" ölmüştür... Aydınların imam hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir...

Atatürk'e "deccal" diyen Said - i Nursi ve Nurcular ilericidir... Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler...

Varan iki:

Samuel Huntington gibi "bazı" ABD'li yazarlar, Kemalizme karşı "ılımlı İslam"a sahip çıkıyorlar. Türkiye'nin batı ile bütünleşmesini istemiyorlar. Türkiye'nin "yeni dünya düzeni" içindeki yerinin "ılımlı İslam" olması gerektiğini düşünüyorlar. Batının çıkarının bunu gerektirdiğini savunuyorlar...

Varan üç:

CIA Türkiye ve Ortadoğu masa şeflerinden Graham Fuller de, üç yıl önce bir Türkiye raporu hazırlıyor... Ve özellikle "Kürt sorunu"na elatıyor:

Irak'ın "üniter" yapısını koruması ABD çıkarlarına uygun değildir. Türkiye Kürtlere özerklik verirse, Kuzey Irak'taki Kürtlerle bir bütünleşme gerçekleşebilir. En kötü şey, Türkiye'nin Irak'a yakınlaşmasıdır.

Şimdi gelelim sorunun yanıtına: ABD "servis"leri Atatürk'e niçin düşman?

Bunun dört temel nedeni var.

Birincisi...

Laik - demokratik Kemalist model, "ihraç" etmeye elverişli değildir. Türkiye'nin toplumsal kültürel altyapısına sahip bulunmayan İslam ülkeleri bu modeli uygulayamazlar. "Ilımlı İslam" ile bütünleşmiş, yarı çağdaş bir Türkiye, ABD çıkarlarına daha uygundur!

Üstelik, petrol zengini Ortadoğu ülkelerindeki çağdışı rejimlerin varlığını koruması açısından, Kemalist model tehlikeli bir örnektir. Bu rejimlerin varlığı, Amerikan çıkarlarının güvencesindedir!

İkincisi...

Kemalizmin temelinde ulusal birlik ve tam bağımsızlık ilkeleri vardır. Bu ise, ABD'nin ve genel olarak batının çıkarlarına terstir. Türkiye ne yıkılmalı, ama ne de bağımsız hareket edebilecek kadar güçlenmelidir. Türkiye Ortadoğuda büyük bir güç olmamalıdır!

Üçüncüsü...

Türkiye'nin Kürtlere özerklik vermesi giderek federasyonu peşinden getirir. Bir adım sonrası ise, komşu devletlerin de parçalanması ile, "bağımsız" bir Kürt devletinin oluşturulmasıdır. Her zaman ABD'ye muhtaç böyle bir devlet... Amerikan çıkarları için en iyi çözümdür. Ama bu formülün uygulanabilmesi için ilk koşul, Türkiye'de Atatürk'ün ve ilkelerinin yıkılmasıdır!

Dördüncüsü...

Yeni dünya düzeninde, uluslararası sermayenin karşısında kalan tek engel "ulusal devlet"tir. Türkiye'de Atatürk yıkılmadan ulusal devletin yıkılamayacağı ise bir gerçektir!

1994 Arallığında, Yeni Demokrasi Hareketi kurulurken çıkan bir yazım şöyle noktalanıyordu:

"Özal - 12 Eylül sayesinde - boşaltılmış bir meydanda işe başlamıştı... 'Dört eğilimi' birleştirip, ABD'nin çizdiği yolda kararlılıkla yürüdü. Ama bugün artık ne dünya o günün dünyası, ne de Türkiye o günün Türkiyesi... Özal öldü, yaşasın Boyner!.. Doğru isim, yanlış zaman... Ve tarihi, isimler değil 'zaman'lar belirler!.."

Suç, bir buçuk yılda tükenen Boyner'de değil, "zaman"da!

Ve zamanlar hep Atatürk'ü haklı çıkarıyor!

Kaynak : A.Taner KIŞLALI - Bir Türkün Ölümü, s.54-56., Ümit Yayıncılık, 1997.
(Cumhuriyet, Haziran 1996)

http://www.diyarbakiradd.org/abd-ataturke-nicin-karsi/