1. yüz (Toplam 1 yüz)

İstiklâl Yoksa, Ölüm Vardır!

İletiGönderilme zamanı: Çrş Mar 11, 2009 22:39
gönderen zfrtxt
İstiklâl Yoksa, Ölüm Vardır!
    Mustafa Kemâl, bir «Osmanlı paşası» mıydı? Sanırım bu soruya kurumsal ilişkiler çerçevesinde «evet» diyerek yanıt vermek hatalı olmaz.

Çünkü ATATÜRK'ün bütün askeri eğitimi ve kariyeri Osmanlı ordusunun bir subayı olarak gerçekleşmiştir. Selanik Askeri Rüştiyesi, Manastır Askeri İdadisi, Mektebi Harbiye ve Erkan-ı Harbiye… Mezun olduktan sonra da önce Suriye, sonra Makedonya ve Harekât Ordusu, daha sonra da Trablus… Birinci Dünya Savaşı'nda, önce Çanakkale, sonra Doğu cephesi, Filistin ve Suriye cephesi… İstiklâl Harbi'nde Büyük Millet Meclisi ordularının başkomutanıdır Mustafa Kemâl Paşa… Sonuçta koca bir yaşam, savaşlar içinde akıp gitmiştir. Çünkü zaferden sonra da Ortaçağ gericiliğe karşı savaştı büyük ATATÜRK!

Osmanlı devletinin son yıllarında ordu hemen hemen Alman denetimi altındadır. Birinci Dünya Savaşı'nda ise Alman generallerinin doğrudan yönetiminde… Mustafa Kemâl buna karşıdır. Bana, «Mustafa Kemâl Paşa'yı tek kelime ile tanımla» deseler, hiç tereddütsüz «bağımsızlık» derim, «tam bağımsızlık» … ATATÜRK demek, aslında bağımsızlık demektir. Diğer bütün özellikler bunun türevidir, doğal sonucudur!

Ahmet İzzet Paşa da bir Osmanlı paşasıydı! Mondros'u imzalayan Osmanlı hükümetinin sadrazamı idi Ahmet İzzet Paşa… Ama ordu içinde sevilen, sayılan, değerli bir paşaydı. Meşrutiyet döneminde Erkan-ı Harbiye Reisliği de yaptı. Örneğin Yemen'de İsmet Bey'in (İnönü) komutanıydı, Birinci Dünya Savaşı'nda Doğu cephesinde Mustafa Kemâl'in de komutanı oldu bir ara… Ne var ki Mütareke döneminde İstanbul'da kurulan hükümetlerde de nazırlık yaptı. Ordu içinde itibarı yüksekti, sayılır, sevilirdi. Kısacası, Damat Ferit gibi biri değildi Ahmet İzzet Paşa… Hain değildi!

Ahmet İzzet Paşa bir hain olmamasına rağmen (örneğin zaferden sonra Damat Feritler, Vahdettinler gibi yurtdışına kaçmamış, yaşamını Türkiye'de sürdürmüş ve 1937 yılında da İstanbul'da ölmüştür), Anadolu'ya geçmedi, millî hareketi gerektiği gibi değerlendiremedi. Bir kez Mustafa Kemâl ile görüşmek üzere İstanbul hükümeti adına Bilecik'e geldi, o sefer de ATATÜRK tarafından alıkonularak Ankara'ya götürüldü, bir süre orada tutuldu. Ama daha sonra yine İstanbul'a döndü! Hatta Saray hükümetlerinde de görev almaya devam etti. Ahmet İzzet Paşa, İstiklâl Harbine yürekten inanmadı, başarılı olabileceğine kanaat getirmedi, Mustafa Kemâl gibi sadece ve sadece halkın öz gücüne güvenmedi. Hep orta yolu, uzlaşmayı tercih etti, düzen içi düşündü ve davrandı. Mustafa Kemâl gibi kararlı bir bağımsızlıkçıyı da hep uzak tuttu kendinden. Örneğin Mondros gelip kapıya dayandığında Suriye cephesinde olan Mustafa Kemâl Paşa, Ahmet İzzet Paşa'dan kendisinin kurulan hükümete alınmasını ve Harbiye Nazırı yapılmasını istemesine rağmen, özellikle yetkili konumlardan uzak tutulmuştur. Osmanlı'ya büyük devletlerle uzlaşacak bir adam lazımdı çünkü. Mustafa Kemâl uzlaşmazdı, uzlaşmadı da! Ne var ki o «uzlaşırlık» (bu aslında teslimiyet idi!) ne Osmanlı'yı kurtarabildi, ne de işbirlikçileri… O yıllarda Ahmet İzzet Paşa'nın mandacı çözüme yatkın olduğunu da görüyoruz. «Mandacı-bağımsızlıkçı» ayrışmasında birincilerin safındaydı.

Aslında kim öyle değildi ki? İsmet İnönü öyle değil miydi mesela… Rauf Orbay, Halide Edip, Adnan Adıvar, Yunus Nadi, Refet Bele, İsmail Canbulat ve daha böyle birçok tanınmış isim, ilk başlarda Amerikan mandasını bir umut olarak görmüyorlar mıydı? Hatta İstanbul 1920'de işgal edilene kadar Fevzi Çakmak, Mustafa Kemâl'e ve mücadelesine karşı değil miydi?

Son dönem Osmanlı paşaları «Düveli Muazzama» nın perspektifinden bakardı dünyaya… O büyük devletlerden biri ile dayanışma içinde olmamız gerektiği Allah'ın emri gibi bir şeydi onlara göre. Bu durumda Enver için Almanya, Cemal için Fransa öne çıkardı. Rauf, İngiliz hayranı idi! İstiklâl Harbi'ne bu nedenle Mustafa Kemâl önderlik etmiştir. Ötekiler isteseler de yapamazlardı, düşünsel yapıları elverişsizdi çünkü. Ufukları yetersizdi. Rauf'un İngiliz hayranlığının yol açtığı güven duygusunun Mondros'ta ne tür sonuçlar yarattığını biraz tarih okuyan herkes bilir. Rauf Bey'in daha sonraki Lozan sürecinde neden bu kadar «uzlaşmaz» davrandığının ipuçları da aslında Mondros'un altında imzası olması ile alakalıdır bir bakıma.

Zaferden sonra da durum, üç aşağı beş yukarı yine aynıdır. Ali Fuat, Kazım Karabekir, Refet Bey, Cafer Tayyar, Rauf Orbay, kısacası hepsi, aslında Ahmet İzzet Paşa gibi Osmanlı paşası zihniyetindedir. Bunlar bir anlamda «Meşrutiyet modernleşmecisidir.» Ufukları budur! Mesele, İnönü'nün anılarında iddia ettiği gibi, hiç de kişisel değildir. «Tek adam» korkusundan ziyade, o tek adamın yapacaklarından duyulan bir korkudur söz konusu olan... Cumhuriyetçi ve devrimci olan Mustafa Kemâl'dir. Gerçekten de «Tek Adam» dır. O tekliğin özünü uzlaşmazlık, devrimcilik ve halka güven oluşturur. Hepsinin paydası da bağımsızlık tutkusudur!

Şimdilerde kimileri şapka devrimini alay konusu yapabiliyor örneğin. Oysa o devirde kafaya şapka giymek yürek isterdi! Harf devrimi, hukuk devrimi, kadını dört duvar arasından çıkartıp toplum içinde sokmak, eğitimi birleştirmek ve bilimsel bir içeriğe kavuşturmak… Bütün bunların öncesinde saltanatı ve hilafeti kaldırmak… Cumhuriyet'in ilanı… Ama hepsinin temelinde BAĞIMSIZLIK var, hep bağımsızlık! Bağımsızlık olmasaydı eğer, diğer hiçbiri olmazdı. Bu işi ancak Mustafa Kemâl gibi biri yapabilirdi ve sonuçta O yaptı!

Bu bölük pörçük tarih bilgilerinin bugün için anlamı nedir peki? Ahmet İzzet Paşa'nın «Osmanlı paşalığı» bize ne ders veriyor ki?

Bugün Türkiye'ye gerekli olan Mustafa Kemâl gibi paşalardır! Bağımlı kafa yapısına sahip olmayan, Mustafa Kemâl'in bağımsızlık aşkından beslenen ve güç alanlar… Dünyaya ATATÜRK gibi bağımsızlık tutkusuyla, onu sağlama isteğiyle bakan, egemenliğe kıskançlıkla sahip çıkan, «özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir» diyebilen paşalar ve devlet adamları gerekli Türkiye'ye... Oysa bugün ABD'nin ve AB'nin gözüyle, «stratejik müttefiklik» aşkıyla, küreselleşme masalı ve NATO üyeliği perspektifinden bakılıyor dünyaya ve ülkemize… Sonuç, işte ortada…

* * *

Somut, güncel bir örnekle bu noktayı biraz açalım. TRT'nin Kürtçe televizyon yayını yapması açık bir anayasa ihlalidir. TRT bir devlet kurumudur ve anayasanın 3. maddesi de açıktır: «Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.» Dolayısıyla bir kurumu aracılığıyla devletin, günün 24 saati Türkçe dışında bir dilde ulusal boyutta yayın yapması her şeyden önce bir anayasa ihlalidir. Daha önemlisi ise yine anayasanın 3. maddesinde belirtilen «üniter devlet» ilkesine, yani «ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük» tanımlamasına da aykırıdır bu uygulama, «üniter devlet» niteliğinin açıkça yok sayılmasıdır. Örneğin Meclis TV, Ahmet Türk'ün Meclis çatısı altında Kürtçe konuşma yapmasını anayasaya aykırı olduğu gerekçesi ile yayınlamadı. Ahmet Türk'ün yaptığı Kürtçe konuşma anayasaya ve üniter devlet ilkesine aykırıdır da TRT'nin günün 24 saati, haftanın 7 günü Kürtçe televizyon yayını yapması anayasaya aykırı değil midir peki?

Oysa Türk Silahlı Kuvvetleri adına açıklama yapan Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, bu uygulamayı bir anayasa ihlali, ulusal ve üniter devlete bir saldırı olarak değil, «kültürel açılım» olarak değerlendirmiştir! Bu, tuğgeneral Gürak'ın şahsi görüşü değildir, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin resmi görüşüdür ve ordunun AKP iktidarına verdiği desteğin açık bir ifadesidir. Bu açıklamada «üniter ve ulusal devlet yapısının korunması koşuluyla» gibi bir sözde sınırlamadan bahsedilmesi ise zerre kadar anlam ifade etmez. Çünkü uygulamanın bizzat kendisi üniter ve ulusal devlet yapısına karşıdır, onu yıkmayı amaçlamaktadır.

Ne ilginçtir ki, bu gelişmeler ve Genelkurmayı'nın bu politikalara verdiği destek, kendini Kemalist, ulusalcı, yurtsever olarak tanımlayan kesimlerde hiçbir tepki yaratmadı. Bütün bunlar sanki gayet doğal bir gelişmeymiş gibi karşılandı.

Hatta kimileri de «içinde yaşadığımız diktatörlük, ordunun kullanılmadığı bir diktatörlüktür» türünden değerlendirmeler bile yaptılar. Şu yaşadığımız dönem bir diktatörlük olarak adlandırılabilir mi, bunun tartışması ayrıdır. Ama açıktır ki bir iktidar, sadece silahlı kuvvete dayanmaz, dayanamaz. Asıl iktidar, ideolojik ikna mekanizmalarını ve araçlarını yetkin bir şekilde kullanarak kurulur. Başbakan ya da Cumhurbaşkanı, çıkıp saatlerce konuşsa ve Kürtçe televizyon yayınının anayasa ihlali değil, «kültürel açılım» olduğunu savunsaydı, kimseyi ikna edemezdi. Ama bunu Türk halkının gözünde saygınlığı en yüksek kurum olan ordu adına konuşmaya yetkili bir kişi söylediğinde, en azından siyasal bilinç sahibi olmayan kararsız kitleyi suskun kılar, tarafsız bir konuma itersiniz ki, bugünkü koşullarda o bile yeterlidir. Bugün «kültürel açılım» denilen bütün bu girişimler, ayrılıkçı Kürtçü hareketin en nihayetinde bağımsızlığı amaçlayan stratejisinin, bugün için gerçekleştirmeyi amaçladığı evresinin somut içeriğini oluşturmaktadır.

Diyelim ki, Kürtçe televizyon yayınını kabul ettiniz! Arkasından ana dilde eğitim talebi gelecektir. Zaten bugün bile söylenmektedir bu… Onu da kabul ederseniz idari ve mali özerklik ve onunla aynı paralelde Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınması talebi gelecektir. «Aman terör olmasın» diyerek, bunları da kabul ettiğinizde bu sefer konfederasyon ya da federasyon talebi ile karşılaşacaksınız. Bir önceki aşamalarda tanınan haklar, bu son çıkışın desteklenmesi için gerekli olan kitle gücünü de yaratmış olacaktır. Federasyonu kabul ettiğinizde ise, bu işin artık bağımsızlıkla sonuçlanması sadece zaman meselesidir. Ayrılıkçı Kürtçü hareket, 1984'den 2000 yılına kadar silahla yapamadığını, şimdi demokratik ve barışçı metotlarla, yasal yollardan yapmayı amaçlamaktadır. Oysa hedef geçmişte de aynıydı, bugün de aynıdır: bağımsız Kürdistan…

Şimdi «kültürel açılım» diyerek bu yolun açılması, aslında ayrılıkçılığa ödün verilmesi demektir. Ama emin olun ki, bu açılımla girilen yol «Kürt sorununu» değil, Türkiye'yi çözecektir. Bölücü hareketin bu taktiğine «salam diplomasisi» derler. Bir «dilim» keser ve bekler, sonra bir «dilim» daha kesersiniz. Hitler, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte Versailles sistemini böyle ortadan kaldırmıştır!

Ne acıdır ki, askeri kanat AKP'nin açılımlarına sadece resmî düzeyde destek vermekle kalmamaktadır. Bir de, bir grup emekli general ve büyükelçinin yaptığı sözde «radikal çözüm önerileri» var! Kürt kimliğinin tanınmasını isteyen bu önerilerde, TRT'nin tam gün Kürtçe yayın başlatması memnuniyetle karşılanıp, özel kanallara da bu hakkın verilmesi talep ediliyor. Ayrıca, Kürtçenin seçmeli ders olarak öğretilmesinin ve bazı üniversitelerde Kürdoloji Enstitüleri ve Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin kurulmasının faydalı olacağını vurgulanıyor. (Vatan, 6.3.2009)

Şaka gibi!!!

Artık Türkiye hızla PKK'nın hedeflediği strateji doğrultusunda gidiyor. «Kültürel açılım» , «demokratik siyaset» , «farklı kimliklerin ifadesi» gibi cilalar bunu gözlerden saklayamaz. Bu gidiş birkaç yıl içinde özerklik getirir, 2015'e kalmaz federasyon… Ondan sonra da fiilen bir bölünme yaşanır. Ama daha kötüsü şudur ki, bunun kanlı bir bölünme olma ihtimali yüksektir. Çünkü ayrılıkçı hareket zaten bir «Kürt-Türk çatışması» yaratıp, henüz kendisine destek vermeyen Kürtlerin yüzde 80'lik kesimi içinde de kitleselleşmek, etkinlik kazanmak istemektedir. Bugün hâlâ bir Kürt-Türk çatışması yoktur, Türk halkı soğukkanlı ve sağduyulu bir şekilde olan biteni izlemektedir, ama «tencere» dipten yavaş yavaş da kaynamaktadır. İnsanlar, geçtiğimiz 15-20 yılda oğullarını, eşlerini, kardeşlerini, babalarını, yakınlarını, arkadaşlarını terör nedeniyle şehit verdiler, binlerce insan fiziksel ve ruhî manada gazidir bugün! Bu insanlar halkımızdır, Türkiye'nin dört bir yanında yaşıyor. Yarın, şimdi suskun duran Türk milletinin tepkisi artık dizginlenemez bir hal alırsa, örneğin Türkiye'nin en kalabalık kenti olan İstanbul'un hali nice olur dersiniz? Ya Ankara, İzmir, Mersin, Adana… Geçtiğimiz yıl Ayvalık'ta yaşananlar düşündürücüdür!

Kısacası, terör örgütü ve destekçilerine taviz vererek bu gidişat önlenemez. Bu ödüncü politika, aksine karşı tepkiyi yaratacak ve bu da bugüne kadar yaşanan «PKK/asker-polis» çatışmasını bir «Kürt/Türk» çatışmasına döndürebilecektir. Böyle bir tehlike ciddi olarak mevcuttur. Bugünkü koşullarda hükümetten ve Meclis'teki siyasi partilerden bir şey beklemek hayalciliktir. Ama Türk ordusu sorumluluk dâhilinde davranmalıdır. Bu riski göz ardı etmemeli, bu tür bir ödüncü bir yaklaşıma destek vermemelidir. ATATÜRK'ün ordusu gibi bağımsızlıkçı ve ödünsüz bir tavır almalıdır.

Oysa Bugün PKK terörünü bitirmek için ne yapılıyor? Bir yandan Barzani vasıtasıyla Kuzey Irak'taki silahlı güçler etkisiz kılınmaya çalışılıyor. Bunun karşılığında AKP kanalıyla Barzani'nin güneydoğu ve doğuda etkinlik kazanmasına bir anlamda göz yumuluyor. DTP'nin AKP karşıtlığının temelinde bir bakıma bu da vardır. Örneğin bir grup emekli generalin de içinde bulunduğu bir kesim tarafından açıklanan sözde radikal önerilerde Barzani ile ilişkilerin geliştirilmesinin önerilmesi ve Kuzey Irak'taki ekonomik yaptırımların güneydoğu ile entegre bir şekilde yürütülmesinin tavsiye edilmesi tesadüf müdür? Ama daha acısı şudur ki, böyle bir yaklaşım güneydoğuyu PKK'dan alır, daha beteri olan Barzani'ye verir. Fiilen böyle olur! Ne var ki her ikisinin de arkasında aslında ABD yok mu?

Oysa şu andaki devlet yetkililerinin tavrı Mondros sonrasındaki Ahmet İzzet Paşa hükümetinin ruh halini andırıyor. O yıllarda da İngilizlere güven, İngiliz centilmenliğine itimat egemen anlayıştı. Türklerin Ortadoğu'da ve Doğu Akdeniz'de İngiltere'nin iyi bir dostu olabileceğinin kanıtlanmasının, Birinci Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyetin yarattığı olumsuzlukları ortadan kaldırabileceği sanılmaktaydı. Aslında bu anlayış, bütün İstanbul hükümetlerinde, hatta bir kısım Millicilerde de vardı:
    «Düveli Muazzama'yı karşımıza almayalım, onların istediği çerçevede davranalım, o zaman varlığımıza zarar gelmez.»
Bugün de aynı düşünce bir başka şekilde etkilidir:
    «Küresel düşünelim, küresel eğilimleri dikkate alalım, ABD'yi karşımıza almayalım, onunla işbirliği içinde, ABD'nin bölgedeki en iyi ortağının Türkiye olabileceğini gösterelim. Bunun için gerekiyorsa İran ya da Rusya ile de kapışalım. Ama ABD hep yanımızda olsun»
İşte Obama da bunun için geliyor Türkiye'ye ve öyle görünüyor ki askeri ve siviliyle Türkiye, bu mesajı bir kez daha verecektir ABD'ye…

Oysa bugüne kadar yaşananlar ortadayken, ABD'nin teröre karşı desteğini beklemek artık hayalciliktir. Öyle olsaydı, kukla devlet için bu kadar sıkıntıya neden katlansın «big brother» ! Kaldı ki son 60 yıldır ABD ile işbirliğinin Türkiye'yi nerelere getirdiği de zaten ortadadır. O bölünmüş Türkiye haritaları, tarihin çöp sepetine atılacaksa eğer, İran ve Rusya ile değil, ABD ile çatışmak kaçınılmazdır. Ya da artık Sivas'tan öteye gitmeye gerçekten ne gerek, ne de imkân kalacaktır!

Türkiye, eğer «Kemâl» ini yeniden bulamazsa, sonu Osmanlı gibi olacaktır. Ama şurası açıktır ki,
    «Osmanlı paşası» kafasıyla Mustafa Kemâl olunmaz! «NATO paşası» olarak hiç olunmaz!
Tarih disiplininde «eğer böyle olsaydı…» türünden varsayımlarla hareket edip sonuç çıkarmanın bilimsel bir tutum olmadığı ortadadır. Ne var ki, Mustafa Kemâl ATATÜRK gibi bir büyük askerin, bir büyük devlet adamının, bir büyük devrimcinin yaptıkları da ortadadır. Bu nedenle «eğer Mustafa Kemâl bugün yaşıyor olsaydı…» diye düşünerek, birçok konuda nasıl bir tutum alabileceği rahatlıkla tahmin edilebilir. Çünkü yaşamı, düşünceleri ve yapıtları bellidir.

İşte bu nedenle Mustafa Kemâl eğer bugün yaşıyor olsaydı, örneğin ABD'nin «Üstün Hizmet Nişanı» nı takar mıydı? Bütün ömrü o cepheden bu cepheye savaşlar içinde geçen Mustafa Kemâl'in İstiklâl Madalyası vardı, onu takan da TBMM idi, emperyalistler değil! Açıktır ki sorun madalyanın adı değil, temsil ettikleridir! Ya da Mustafa Kemâl yaşasaydı, Muavenet'in batırılması veya Eşref Bitlis'in öl(dürül)mesi konusunda nasıl bir tavır alırdı acaba? Mustafa Kemâl yaşasaydı Anadolu'nun göbeğinde İncirlik gibi bir yabancı askeri üs olur muydu? Mustafa Kemâl yaşasaydı, Türk askeri Afganistan'da, Lübnan'da jandarmalık yapar mıydı? Mustafa Kemâl yaşasaydı, birileri Türk askerinden «our boys» diye bahsedebilir miydi? Mustafa Kemâl yaşasaydı, Türk askerinin kafasına çuval geçirmeye kim cesaret edebilirdi? Mustafa Kemâl yaşasaydı, Türk askerinin kafasına çuval geçiren o ABD'li generali Genelkurmay karargâhında kabul edip görüşür müydü? Mustafa Kemâl yaşasaydı, halkın arasında zırhlı araca binerek mi gezerdi? Mustafa Kemâl yaşıyor olsaydı, «kültürel açılım» ya da «küresel düşün» gibi bahanelerle ulusal ve üniter devletin baltalanmasına seyirci kalır mıydı?

Mustafa Kemâl Paşa, 1930 yılında şunları söylüyordu:
    «Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlâtlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir.»
Eğer ATATÜRK bugün yaşıyor olsaydı, Türk ordusu NATO ittifakında olur muydu peki?

Ne yazık ki büyük ATATÜRK artık hayatta değil… Ama devlet adamlarımızın yaşam pratiğinde ATATÜRK'ün düşüncesi yaşıyor olsaydı, açıktır ki bunların hiçbiri olmazdı. Bu yargı, bir tahmin değil tarihin gösterdiği bir gerçektir!

Sıradan bir Türk vatandaşı olarak şuna inanıyorum ki, Türk ordusunun birçok subayı, Mustafa Kemâl'in yıllardan beri inatla milletimizden saklanan en önemli özelliğini bir gün fark edecek ve o yönde, O'na yakışır şekilde davranacaktır! Bu özellik «çağdaşlık» ya da «laiklik» ya da «milliyetçilik» değildir. Büyük ATATÜRK'ün «karakterimdir» diye tanımladığı «BAĞIMSIZLIK aşkıdır, TAM BAĞIMSIZLIK tutkusudur.» «Tam Bağımsız» olmadan ne çağdaş olunur, ne laik ne de milliyetçi… Bağımsızlık her şeyin temelidir. Onun için Kemâl Paşa, İstiklâl Harbi'nin parolasını şöyle koyar:
    «Ya istiklâl, ya ölüm… İşte halas-ı hakiki isteyenlerin parolası bu olacaktır.»

İşte bunu istiyorsak, önce bağımsız olmalıyız. Onun için 20. yüzyılın başında yaptığımız o destansı savaşın adı bile İstiklâl Savaşı'dır. Marşımızın adı bile İstiklâl Marşı'dır. Gençliğe,
    «Ey Türk Gençliği… Birinci vazifen TÜRK İSTİKLALİNİ ve Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir»
... şeklinde seslenir büyük ATATÜRK. «Türk Cumhuriyeti» nden ayrı olarak «Türk istiklâli» ne vurgu yapılmış olması rastlantı değildir. Çünkü istiklâlden yoksun bir Cumhuriyet anlamsızdır.

Bugün istiklal var mı peki?
    Ordun NATO denetiminde… Ekonomin IMF ve Dünya Bankası'nın, hukuk ve siyasetin AB'nin denetiminde… Gençlik emperyalist kültüre ipotek edilmiş! Gırtlağa kadar borç içindesin… Bilimi rafa kaldırmış, dogmatizm denizinde kulaç atıyorsun! «Küçük Amerika» olup çıkmışsın! «İstiklâl» denildiğinde milletin aklına Beyoğlu'ndaki o ünlü cadde geliyor! «Atatürkçülüğü» dillerinden düşürmeyen Genelkurmay Başkanları, Kuvvet Komutanları, ATATÜRK'ün «tam bağımsızlık» hedefini ağızlarına bile almıyorlar!

Manzara umut kırıcı!

Osmanlı ordusunda «Paşa» dan bol bir şey yoktu. Ama 1920'lerde Anadolu'ya geçip bağımsızlık meşalesini yakmayı kafasına koymuş kaç asker vardı? O zaman da ulusalcılar, bağımsızlıkçılar Malta'ya sürülüyordu, karalanmaya çalışılıyordu, bugün de aynı oyunlar oynanıyor, üstelik bir de utanmadan «hukuk» bu işe alet ediliyor! Ve emin olun ki, o gün geçerli olan karamsarlık, bugünkünden çok daha fazlaydı!

Ama sonunda Türk milleti kazandı! Bugün de yine bağımsızlıkçılar, müdafaa-i hukukçular, milliciler kazanacak! Sonunda bu vatan için göğsünü siper edenler yine Kemalistler, yurtseverler, «ya istiklâl ya ölüm» diyebilenler olacak! Yaklaşık yüzyıl önce emperyalizme bir sille atmıştık. Yüzyıl sonra aynı projelerle, benzer niyetlerle yine karşımızdalar… Bir sille daha atacağız, bu kaçınılmaz! Ne yapalım, Türk milletinin kaderi de bu: her yüzyıl dönümünde emperyalistlere ve işbirlikçilerine kötek atmak!

O «tek dişi kalmış canavar» , Irak gibi bir ülkeye bile boyun eğdiremedi, binlerce yıllık tarihi olan Türk milletine mi boyun eğdirecek! Türk ulusu teslim olmayacaktır! Zira biliyor ki,
    İSTİKLAL YOKSA ÖLÜM VARDIR!

Serdar ANT - 11 Mart 2009