1. yüz (Toplam 1 yüz)

Atatürk 30 Ağustos’u Anlatıyor / Kerrar Esat ATALAY

İletiGönderilme zamanı: Çrş Eyl 24, 2014 16:33
gönderen Balasagun
ATATÜRK 30 AĞUSTOS’U ANLATIYOR


“Sabah saat 5.30’da topçu ateşimizle taarruz başladı”


“... Gelen raporları tetkik edince kat’iyyetle hükmettik ki, Türk’ün hakikî halâs güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün şa’şaasiyle tulû edecekti(doğacaktı).”

Resim
M. Kemal Atatürk bu sözleri 30 Ağustos 1924’de, Dumlupınar’da Meçhul Asker Âbidesinin acılış merasiminde söylemiştir.

Yok edilmekte olan bir milletin başkaldırışına önderlik eden Büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk, mağrur milletine kahramanlık destanının öyküsünü 92 yıl önce Afyonkarahisar’ın Kocatepe sırtlarında yazdırdı. Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olan, Kurtuluş Savaşı’nı zafere götüren ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının çizilmesini sağlayan, Büyük Taarruz emrinin verildiği Afyonkarahisar Kocatepe, yeni bir Zafer Haftası kutlamalarına ev sahipliği yapıyor.

Kocatepe’de yazılan destan

26 Ağustos 1922 ’de Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk, Kocatepe’deki çadırlı ordugahta ordusuna taarruz emrini verdi ve Türkiye topraklarının düşman işgalinden kurtuluşunun son noktası, 4 günlük çetin bir savaşın ardından, şehitlerin kanıyla kondu. 26 Ağustos sabahı saat 05:30 ’da Türk topçusunun ateşiyle başlayan Büyük Taa rruz, Mehmetçiğin süngü savaşıyla devam etti. Ve 30 Ağustos 1922 ’de savaş, Türk ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı.

İşte Büyük komutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta anlattığı taarruz emri:

“20/21 Ağustos 1922 gecesi 1’inci ve 2’nci Ordu Komutanlarını da Cephe Karargâhına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanını da yanımda bulundurarak, taarruzun nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu şeklinde açıkladıktan sonra, Cephe Komutanı’na o gün vermiş olduğum emri tekrarladım.

Komutanlar harekete geçtiler. Taarruzumuz, strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın halinde yürütülecekti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de kuvvetlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu.

Bu sebeple bütün yürüyüşler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Taarruz bölgesinde, yolların düzeltilmesi vb. çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için diğer bazı bölgelerde de benzeri yanıltıcı hareketlerde bulunulacaktı.

24 Ağustos 1922’de karargâhımızı Akşehir’den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirttik, 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut’tan savaşı idare ettiğimiz Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha naklettik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de hazır bulunuyorduk. Sabah saat 5.30’da topçu ateşimizle taarruz başladı.”

26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe’deki yerini aldı. Büyük Taarruz burada başladı. Topçuların sabah saat 04.30’da taciz ateşiyle başlayan harekat, saat 05.00’da önemli noktalara yoğun topçu ateşiyle devam etti.


Yarım hazırlıkla, yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür


Sakarya Savaşı’nın kazanılmasının ardından, kamuoyunda ve BMM’de baş gösteren taarruz sabırsızlığı üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa, 4 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin gizli bir toplantısında, endişe ve huzursuzluk duyanlara açıklama yaparak kafalardaki soru işaretlerini ortadan kaldırdı.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, burada yaptığı konuşmada, şöyle diyordu:

“Ordumuzun kararı taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür.”

Mustafa Kemal Paşa bu konuşmayla bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken, diğer taraftan orduyu son zaferi sağlayacak taarruz için hazırlıyordu.

Haziran 1922 ortalarında Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını almıştı. Asıl amaç, yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktı.

Dikkati çekmemek için futbol maçı organizasyonu

Mustafa Kemal Paşa, bir taraftan 21 Ağustos 1922 günü Çankaya Köşkü’nde çay daveti vereceğini gazete ve ajanslara bildirirken, diğer taraftan ordu birlikleri arasında bir futbol maçı organize edilmesi bahanesiyle ordu komutanlarını Akşehir’e davet etti. Böylece Yunanların ve işgal devletlerinin dikkatleri çekilmeyecekti.

Paşa, futbol maçının olduğu gün, 28 Temmuz gecesini, komutanlarla genel taarruz hakkında konuşarak geçirdi ve gereken direktifleri verdi.

Büyük taarruz öncesi divan-ı harbe giden yol

Akşehir’de ordu komutanlarıyla gerekli görüşmeleri yaparak Büyük Taarruz için hazırlıkları sürdüren Gazi Mustafa Kemal Paşa, yersiz davranışlarından dolayı 1. Ordu Komutanlığına atanan Ali İhsan Paşa’yı Divan-ı Harb’e verdi.

Gazi Paşa bu olayı şöyle anlatıyor:

“İhsan Paşa’nın kendisini Divan-ı Harb’e kadar götüren yersiz davranışlarından dolayı, ordu komutanlığından uzaklaştırılması gerekti. Gerçekten, Ali İhsan Paşa, ordunun disiplinini ve genel yönetimini bir çıkmaza sokacak şekilde hareket etti. Ast komutanları, üstlerine karşı itaatsizliğe ve görevlerini yapmamaya, kışkırtma ve bu davranışları destekleme gibi tutumları yanında, ordunun emirlere uyma ve görev duygusuyla oynayacak kadar entrikacı bir yaratılışta olduğu kanaatini de uyandırdı.”

Büyük Taarruz öncesi Divan-ı Harb’e verilen Ali İhsan Paşa’nın ardından 1. Ordu Komutanlığı görevine Nurettin Paşa atanarak, ordular arasındaki koordinasyon sağlamlaştırıldı.

Taarruz nereden yapılacak?

Büyük Taarruz öncesi ordular arasında sağlanan koordinasyonun ardından, asıl taarruzun yapılabileceği başlıca üç bölge seçildi.

Birinci Bölge: Sakarya kuzey kolu ile Sivrihisar-Seyitgazi arasındaki bölgeden Eskişehir genel istikametinde taarruz. (Porsuk Çayı vadisini takiben kuzey bölgesi.)


Türk piyadeleri, sabah saat 06.00’da tel örgüleri aşıp Tınaztepe’yi ele geçirdi


Buradan yapılacak bir taarruzun Yunan kuvvetlerinin tali kısmına yöneltilmiş olacak, ancak Yunan askerlerinin büyük kısmının imhasını mümkün kılmayacaktır.

İkinci Bölge: Seyitgazi-Afyonkarahisar arasındaki bölgeden taarruz (merkez bölge). Bu bölgeden taarruz iki istikamette olabilecek. Birincisi Seyitgazi-Eskişehir istikametinde, ikincisi de Döğer istikametinde, Afyonkarahisar bölgesinde bulunanları kuşatacak şekildeydi. Bu bölgeden taarruzun da cephe taarruzu şeklinde olmaya mahkum olduğu ve Türk ordusunun buna gücünün yetmeyeceği kararına varıldı.

Üçüncü Bölge: Afyonkarahisar bölgesiydi ama konumu itibariyle bu bölge de iki kısım halinde incelendi ve araştırıldı. 1. kısım Afyonkarahisar kuzeydoğusu bölgesi, 2. kısım ise Afyonkarahisar güneybatısı bölgesi. 1. kısım, arazi açık ve gizlemeye müsait olmadığı gibi, gözetleme, ateş ve topçu mevzileri bakımından da uygun değildi. Buradan yapılacak bir taarruz Yunanların kuvvetli yerine çarpıp onları Afyonkarahisar-Uşak ana mihverinde itecekti. 2. kısımdan, yani Afyonkarahisar güney ve güneybatısından yapılacak taarruzla ise Yunan ordusunun büyük kısmının batıya çekilmeden kuşatılması ve imhası mümkün olacaktı. Yunan ordusunun en hassas yeri olan, İzmir-Afyonkarahisar ana stratejik ve ikmal yolu, en kısa zamanda ve en kısa istikametten kesilebilecekti. Böylece bütün Yunan kuvvetleri bir noktadan vurulacak kuvvetli bir darbe ile sarsılabilecekti. Bu suretle derinlikte hazırladığı mevzilerde de tutunması güçleşebilecekti.

Taarruz için Afyonkarahisar’ın Kocatepe bölgesi seçildi.

Büyük gün: Düşman Türk topçularının sesleriyle uyanıyor

26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe’deki yerini aldı.

Büyük Taarruz burada başladı. Düşman, Türk topçularının sesleriyle uyanıyordu. Topçuların sabah saat 04.30’da taciz ateşiyle başlayan harekat, saat 05.00’de önemli noktalara yoğun topçu ateşiyle devam etti. Türk piyadeleri, sabah saat 06.00’da hücuma geçerek, tel örgüleri aşıp Tınaztepe’yi ele geçirdiler.

Bundan sonra, Belentepe daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, 1. Ordu birlikleri, Büyük Kaleciktepe’den Çiğiltepe’ye kadar 15 kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirdi.

5. Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulundu. 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü.


Taarruzlar çoğunlukla süngü hücumu ve insan üstü çabalarla gerçekleştirildi


26 Ağustos günü Türk Ordusu’nun Büyük Taarruz’u Genelkurmay Başkanlığı’nca TBMM’ye bildirildi. Bu haber, Mecliste ayakta alkışlanarak karşılandı.

27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken, Türk Ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insan üstü çabalarla gerçekleştirildi. 27 Ağustos saat 18.00’da Afyonkarahisar, 8. Tümen tarafından kurtarıldı. Afyonkarahisar, kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuştu. Başkomutanlık Karargahı ile Batı Cephesi Komutanlığı Karargahı Afyonkarahisar’a taşındı.

28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekatı düşmanın 5. tümeninin çevrilmesiyle sonuçlandı.

29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli buldular. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar alındı. Karar, süratli ve düzenli şekilde uygulandı.

30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekatı Türk ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı.

Büyük Taarruz’un son safhası, tarihimize, “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak geçti.

Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı, dört taraftan sarılarak Dumlupınar’da Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta, tamamen yok edilmiş veya esir edilmişti.

Böylece kesin sonuç, beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam başarıyla uygulanmıştı.

Yufka ve kaynamış yumurta lüks yemekti

Büyük Taarruzun Kocetepe’den yapılması kararının ardından Türk Orduları Şuhut ilçesi Çakırözü köyünden Kocatepe’ye sevk edilmeye başlandı. Çakırözü köyünde değirmencilik yapan Mustafa Efendi’nin su değirmeninin yanına kurulan çadırda bir gün kalan Mustafa Kemal Paşa, Mustafa Efendi’nin eşi Şemsi Hanım’ın yaptığı yufka ile karnını doyuruyor, bölgedeki Ardıçlı çeşmesinin suyundan içiyordu. Mustafa efendinin kızı Sultan Hanım daha sonraları anne ve babasının Atatürk’e hizmet etme şerefine nail olduklarını söylüyor.

İtilaf devletlerinden ateşkes teklifi

Afyonkarahisar Kocatepe’de verilen emirle başlayan Büyük Taarruz sonucu bozguna uğrayan düşman askerleri, büyük kayıplar vererek geri çekilmeye başladılar. İzmir’de düşmanın denize dökülmesinin ardından itilaf devletlerinden çeşitli teklifler gelmeye başladı.

İtilaf devletlerinden İstanbul’da bulunan Fransız Fevkalade Komiseri General Pell, İzmir’de Gazi Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek, Türk askerinin Trakya’ya girmemesi ve ateşkes tavsiyesinde bulundu. Mustafa Kemal Paşa ise Trakya’yı da kurtarmadıkça orduların durdurulmasına imkan olmadığını söyledi.


Kocatepe sırtlarından verilen emir Türkiye’nin bugünkü sınırlarını çizdi


Bunun üzerine İzmir’e İtilaf Devletleri Dışişleri Bakanları imzasını taşıyan 23 Eylül 1922 tarihli bir nota geldi. Bu notada iki önemli nokta yer alıyordu. Bunlardan biri askeri harekatın durdurulmasıyla diğeri de Barış Konferansı ile ilgiliydi.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu notaya verdiği yanıtı şöyle açıklıyordu:

“Biz, Rumeli’de Doğu Trakya’yı milli sınırlarımıza kadar tamamen almadıkça askeri harekattan vazgeçemeyiz. Ancak, yurdumuzun bu bölgesinden düşman birlikleri çıkarıldığı takdirde böyle bir harekata devam etmeye kendiliğinden gerek kalmayacaktır. Bu notada, Venedik veya başka bir şehirde toplanacak olan İngiliz, Fransız, İtalyan, Japon, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ile Yunanistan’ın da çağrılacağı bir konferansa, delegelerimizi göndermeyi kabul edip etmeyeceğimiz sorulmakla birlikte, görüşmeler sırasında Boğazlardaki tarafsız bölgelere bizden asker gönderilmemesi şartıyla, Edirne dahil olmak üzere Meriç’e kadar Trakya’nın bize iadesiyle ilgili talebimiz olumlu karşılanacaktır.”

26 Ağustos 1922 sabahı Afyonkarahisar’ın Kocatepe sırtlarından verilen Büyük Taarruz emri, Türkiye’nin kaderini değiştirerek, yapılan anlaşmalar sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırlarının çizilmesini sağladı.

Tepeyi alamayan Reşat Bey’in intiharı

Kurtuluş Savaşı’nın son darbesi olan Büyük Taarruz’un nasıl kazanıldığını gösteren, en duygulu olaylardan biri, Miralay Reşat Bey’in Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği sözü yerine getiremediği için intihar etmesi...

Kocatepe’den verilen emirle Büyük Taarruz’u başlatan Türk askerleri, taarruzun ilk ve ikinci gününde tüm tepeleri ele geçirmeye başladı. Çiğiltepelerinde bulunan Yunan askerlerine karşı direnen 57. Tümen Komutanı Miralay Reşat Bey ile Gazi Mustafa Kemal Paşa arasında şu telefon konuşması geçer:

“- Niçin hedefinizi alamadınız?

-Yarım saat sonra bu hedefi alacağım Paşam.”

Geçen yarım saat süre içinde Çiğiltepe’yi düşman askerinden alamayan Miralay Reşat Bey, “Verdiğim sözü yerine getiremediğim için yaşayamam” diyerek beylik tabancasıyla intihar eder.

Gazi Mustafa Kemal Paşa Çiğiltepe sırtlarında çarpışan 57. Tümen Komutanlığı’nı tekrar telefonla aradığında Miralay Reşat Bey’in intihar ettiğini öğrenir ve kendisine vedanamesi okunur.

“Yarım saat zarfında o mevkii almaya size söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam” ifadelerinin yer aldığı Miralay Reşat Bey’in vedanamesinin ardından geçen 15 dakika sonra Çiğiltepe düşman askerlerinden kurtarılır.

Limon suyuyla yazılan mektuplar

Kurtuluş Savaşı’nda Türk istihbarat timlerinin “limon suyu” ile yazdığı mektuplar, vatanın kolay kurtarılmadığını bir kez daha gözler önüne seriyor.

Kurtuluş Savaşı’nı sona erdiren Büyük Taarruz emrinin verildiği Afyonkarahisar’daki Türk istihbarat timleri, “limon suyu” ile yazılmış mektuplarla haberleşirler.


Limon suyu ile yazılan mektuplar, ekmek içine saklanarak ulaştırılıyordu


Sinanpaşa ilçesi ve çevre köylerindeki düşman askerlerinin edindiği bilgileri Sandıklı’daki Fahrettin Altay Paşa’ya ulaştıran Haydar Ağa istihbarat görevlilerinden biri...

Haydar Ağa, toplanan istihbarat bilgilerini limon suyu ile kağıt üzerine yazarak, mektubun düşman askerlerinin eline geçmesi durumunda boş sanılarak dikkati çekmemesini sağlar. Beyaz kağıt üzerine limon suyu ile yazılan bilgiler ateşe tutulduğunda görülür hale geliyor.
Limon suyu ile yazılan mektuplar, ekmekler içinde saklanarak ulaştırılırken, okunduktan sonra ateşe atılarak imha ediliyordu.

Afyon’dan İzmir’e üzüm çuvalları üzerinde yapılan yolculuk...

Mareşal Fevzi Çakmak’ın 30 Ağustos Zaferi’ne ve İzmir’in kurtuluşuna ait hatıralarından bir kısmını aktarıyoruz. Bu hatıraların büyük bir bölümü Sel Yayınlarının çıkarmış olduğu Atatürk Kitaplığı serisinin, 30 Ağustos Hatıraları cildinde yayımlanmıştır.

Millet Meclisi’nde muhalifler taarruz halinde yüzde 25 zafer ihtimali göremiyorlardı.

Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak, Atatürk’ün derin itimat ve muhabbetini kazanmış büyük bir askerdi. Milli Mücadele boyunca Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğine (Genelkurmay Başkanlığı) ilaveten Heyeti Vekile Reisliği (Başvekillik) de yaptı. Yani ordunun başında bulunduğu kadar, memleketin idari mesuliyetini alan heyete de başkanlık etti. Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Mustafa Kemal’in iyi, vefalı ve bilgili bir yardımcısı oldu.

Gazi, Büyük Zafer’in kazanılışında onun rolünü şöyle anlatır:

“...Taarruz öteden beri Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Paşa Hazretlerinin pek derin ilme ve vukufa ve pek derin feyz ve tecrübeye müsteniden(dayanan) ihzar ettiği plan dahilinde vuku bulacaktı. Bu plan dahilinde hazırlık emri verildi...”

Bir ecnebi, Mareşal Çakmak’ı (Büyük Mehmetçik) diye tavsif(nitelendirmişti) etmişti. Bu tavsif Türk askerinin kahramanlığı ile Mareşal’in şanlı şahsiyetini birleştiren güzel bir buluştu. Şimdi Mareşal Fevzi Çakmak’la yapılmış bir röportajı okuyalım:

“Şimdi, 1947 Eylül’ünün yedinci günündeyim. Ödemiş dağlarının 1400 rakımlısına, yeşil bir leylek yuvası gibi sığınmış Gölcük köyündeyiz. Yanımda vaktiyle düşmanın sahicisine ilk silahı atanlardan Alim Efe, karşımda ise bize zor şartlar altında yaşadığımız, imkansız günlerinde erişilmez bir rüya kazandırmış olan sayılı adamlardan birisi: Mareşal Fevzi Çakmak var...


O Zafer benim, şunun, bunun değil bizimdir. Onu nasıl olsa kazanacaktık


Mareşal’in, ne dış düşmanların, ne de yılların asil olgun ve içten güzelliğini yıpratamadıkları ak yeleli çehresine bakarak gülümsüyorum:

- Sizi düşünüyorum Mareşalim... Sizi ve nankörler tarafından unutulan zaferinizin, vaktiyle bizi nelerden kurtardığını.

Mareşal, yaşaran gözlerime babacan bir gülümseyişle bakıyor:

-İzmirli... Hislerine kapılma. O Zafer benim, şunun, bunun değil bizimdir. Biz onu nasıl olsa kazanacaktık... Zira bu milletin uzun müddet uşaklarının kölesi olarak yaşayamayacağı muhakkaktı. Bizler, İstiklalimize yapılan taarruzun def’ini olsa olsa biraz hızlandırabilmiş, kolaylaştırabilmiş sayılabiliriz.”

Sonra ciddileşerek ilave ediyor:

-Fakat ne dersiniz. O sırada siz İzmir’de bizi beklerken, biz Anadolu’da sade düşmanlarımızla değil aynı zamanda en yakın kavga arkadaşlarımızın -hemen hemen düşman silahları kadar tehlikeli olan- dalaletleriyle de mücadele ediyorduk. Sorduğunuz suale cevap vermek, yani İzmir’e nasıl girdiğimizi anlatmak için 9 Eylüle takaddüm eden(öncesine gelen) günlerin olaylarını da hatırlatmam zaruridir. Zira İzmir’in istiklal kavgamızda bir bakımdan başka vilayetlerimizinkine hiç benzemeyen bir hususiyeti vardır. Faraza, şahsen bana sorarsanız, ben bu hususiyeti hülasa edebilmek için derim ki: Bizim İstiklal Harbimiz, fiilen İzmir’de başlamış ve fiilen İzmir’de sona ermiştir.

Şimdi sırası geldiği için açıklamaya mecburum ki, biz hedefi İzmir olacak bir kat’i ve büyük taarruzu tasarlarken, karşımıza düşman ordusundan evvel, Millet Meclisi’ni pasif diplomatları dikildi.

Onlar, düşmanla anlaşmamıza taraftarlık ediyorlar ve yapmak istediğimiz taarruz teşebbüsünü, bir cinnet sayıyorlardı.

O sıra Fransızlar bize, İngilizler ise Yunanlara taraftardılar. Bu sayede biz Fransızlardan bir miktar silah almış bulunuyorduk. Ben, bütün cepheyi gezmiş kumandanlarla, zabitlerle, neferlerle konuşmuş ve ordumuzun durumunun, her bakımdan yapmak istediğimiz taarruz hareketine alabildiğine elverişli bulmuştum.

Zaten böyle olmasaydı bile, hakkımızı düşmana, kuvvetimizi göstermeden tanıtmamız imkanı yoktu. Yunanlılar, İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul’un sözde halifesi, Mısır Hidivliğinin sefil salahiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir uşak namzedi idi. Bu vaziyette onun tarafından idame mahkum edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddi bir kuvvet, ciddi bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik.

Böyle düşünmekte Mustafa Kemal’le tamamen mutabık olduğumuz için ben, ordudaki vazifemden ayrılarak, Erkan-ı Harbiye Dairesinin odasına kapanmış, yapılacak taarruzun planlarına hazırlamaya koyulmuştum.

O sırada bir gün, Ankara’da hükümet konağının üst katında fevkalade bir toplantı yapıldı.

Toplanan Vekiller Heyetine Rauf Bey riyaset(başkanlık) ediyordu. Ve müzakerelerin başlayışından pek az sonra, taarruz aleyhtarlarının itirazları alabildiğince şiddetlendi. Kimisi taarruzun bir cinnet olduğunu söylüyor, kimisi ‘Ne diye boşu boşuna kan dökelim’diyor, kimisi ise ‘Efendim yüzde yirmi beş zafer ihtimali olsa, bu taarruza ben de taraftar olurdum, fakat maalesef yok’diyordu...


Sakarya kavgamıza, mermilerimizin çoğunu Mehmetçiğin karısı taşımıştır


Resim
Nihayet içlerinden birisi kalkıp da:

- “Efendim, bizim şu kadar katırımız ve şu kadar devemiz olsaydı bu yapılabilirdi...” kabilinden bir hezeyan savurunca dayanamayarak yumruğumu masaya vurdum ve

-Efendim dedim, bu taarruzda zafer ihtimali yüzde yirmi beş değil, yüzde yetmiş beştir. Filvaki, bizim muarızlarımızın istedikleri miktarda katırımız veya devemiz yoktur amma, ben Mehmetçiğin mücadele gücünü, dünyanın başka hiç bir mahlûkuyla mukayese edemem... O Mehmetçik kavgayı sevdiği zaman deveden çok fazla yol yürüyerek ve o deveden çok daha fazla aç kalarak dövüşür. Hem unutmayın ki Sakarya kavgamıza, mermilerimizin çoğunu Mehmetçiğin karısı taşımıştır. Muarızlarımıza göre, düşmanın tel örgüleri varmış. Bunu söyleyenlere hatırlatırım ki Mehmetçik sahiden hırsa gelince, yumruklarıyla telleri değil, demirleri paralamıştır...

Benim bu sözlerim üzerine rahmetli Kara Vasıf;

- “İyi ama efendim, Ankara ile İzmir arasındaki 800 kilometrelik mesafeyi alırken askeri neyle besleyeceğiz” demezler mi. Tahmin buyuracağınız gibi ona, mesafeyi ölçerken pergeli herhalde yanlış tutmuş olduğunu söyledim. Zira belliydi ki muterizlerimiz, bizim taarruza Ankara’dan değil Afyon’dan başlayacağımızı bile hesaplayamayacak kadar gaflet içerisindeydiler. Mamafih (bununla birlikte) insafla itiraf edeyim ki kendisine;

-Vasıf Bey... Şimdi harman mevsimidir. Şimdi köylünün elinde her şey vardır. Onlar, kendi ordularını, fırınlar dolusu ekmekler çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklardır.

Bu kavga, başka orduların, başka şartlar içinde yaptıkları kavgalardan hiç birisine benzemez. Bunun içindir ki bu kavgada bizim iaşe menzilimiz, tarihin klasik harplerinde görülen ordularınki gibi gerimizde değil, ilerimizdedir.

Dediğim zaman Kara Vasıf’ın gözleri yaşarmıştı.

Ve çok şükür, şimdi adını anmak istemediğim o muarızımızın hâlâ

-Bize deve lazım... Bize katır lazım...

Deyip durmasına rağmen taarruz kararımız Heyeti Vekile ekseriyetinin tasdikine kavuştu.
Ötesini biliyorsunuz, çok şükür zafer tarihlerde okuduğunuz şekilde kazanıldı. Fakat tuhaf değil mi? Afyon’un sukut ettiğine, dürbünleriyle bakmadan inanmayanlar ve bu meyanda bilhassa bize;

-Efendim bu işe deve lazım. Bu iş devesiz olmaz... diyen zevat;

-Aşkolsun... İyi oldu. Fakat siz yoruldunuz, artık işin ötesini bize bırakın. Tek siz biraz dinlenin de, alimallah biz İzmir’e gireriz. Demezler mi?

Fakat müsaadenizle, biz henüz layıkıyla sağlanmış saymadığımız bu şerefi, onlara emanet edemezdik.

Bunun içindir ki orduyu Mustafa Kemal’le beraber Afyon’dan İzmir’e kadar adım adım takip ettik. Şimdi o yolda bazen buğday, bazen de üzüm çuvalları üzerinde, ikişer saat kestirerek geçirdiğimiz geceleri hatırlıyorum.


Paşam şu hayatın cilvesine bak çuval deliğinden üzüm çalıyoruz


Hatta bu saatlerden birisinde, üzerinde uzandığı çuvalın deliğinden aldığı bir avuç üzümü ağzına atmadan evvel, koca Mustafa Kemal’in gülerek:

- “Paşam şu hayatın cilvesine bak, aslanlık edelim derken, farelere döndük. Çuval deliğinden üzüm çalıyoruz” dediğini, o yolculuğumuzun en şirin nüktelerinden biri olarak hatırlarım... Fakat inanın bana, ömrümde hiçbir başka yatağın rahatı beni, o üzüm çuvalları üzerinde çekilen muzaffer uyku kadar mesut etmemiştir.

Beş günde yaratılan tarih

Atatürk’ün eski yaveri Cevat Abbas Gürer, büyük taarruz sıralarında Bolu mebusu olarak B.M.M’de bulunuyordu. Atatürk cepheye hareket etmeden evvel kendisine ve Ankara askeri kumandanlığında Fuad Beye(Bulca) birer vazife vermişti. Cevad Abbas bu husustaki hatıralarını şöyle anlatmıştır.

“Büyük Adam’ın 26 Ağustos taarruzu için cepheye hareketinden bir kaç saat evvel, en zayıf bir ihtimal için bana ve o zaman Ankara Mevki Kumandanı bulunan Fuad Bulca’ya verdiği vazifenin hatırasını buraya kaydetmekle belirsiz ihtimallere bile Atatürk’ün nasıl ehemmiyet verdiğini göstermek istiyorum.

Atatürk; 26 Ağustos’ta başlayacak olan taarruzu idare etmek üzere cepheye hareketini herkesten ve her taraftan gizli tuttu. Hükümetçe yapılacak son tedbirleri aldırttıktan sonra 19 Ağustos gecesi Tuzçölü-Konya üzerinden cepheye hareket edecekti. Hareketinden evvel hareketini gizleme tedbiri olarak da Anadolu Ajansı gazetelere; Çankaya’da Atatürk’ün çay ziyafeti verdiği haberini yaymakta idi.

Doğrusu ben de, Fuad da bu şerefli taarruzun başında bulunacak olan Büyük Kumandanın emrinde cepheye gitmek için can atıyorduk.

Beni, Meclisten beraberinde Çankaya’ya getiren Atatürk, Mevki Kumandanı Yarbay Fuad’ın da Köşk’e gelmesi emrini vermişti. Zaman akşam üzeriydi. Atatürk hareketini gece yapacağı için bir kaç saatlik vaktini, bazen heybetli kaşlarını çatarak düşünmeye dalmakla, bazen de sevimli bir yüzle yaptığı ufak tefek latifelerle geçiriyordu. Ve fakat, büyük ruhu oturduğu yere sığmıyordu. Bir aralık ayağa kalktı. Köşkün önünden beraberce yürüyerek birinci nöbetçi kulübesine kadar gittik. Oradan Fuad Bulca’nın geldiğini gördük ve durduk.

Atatürk yapacağı büyük işe bir an evvel kavuşmak isteyen ve fakat çabuk geçmeyen saatlere kızan bir his içinde, nöbetçi kulübesinin hemen arkasında sivrilen tabii kaya yığınını işaret ederek:

-Burada oturalım, emrini verdi.


25 gün fasıla ile içilen iki kahve arasında yeni bir tarih yaratmıştı


Kendisi kayanın yüksek yerinde oturdu; biz de dizleri dibinde yer aldık. Üçümüzden başka kimse yoktu. Fuad beni, ben Fuad’ı takviye ederiz düşüncesiyle yapacağı savaş hizmetinden bizi mahrum etmemesini evvela ben Atatürk’ten rica ettim. Fuad da aynı ricada bulundu. Atatürk gülerek:

-Siz her ikinizin Ankara’da işiniz var, alamam dedi.

Fuad da ben de bu, alamam sözünden müeteessir olmuştuk. Fakat her ikimiz de başka bir mütelaa ile ricamızı tekrar etmeyi münasip bulmadık. Sigaralarımıza sarılmakla teessürümüzü dağıtmaya uğraşırken, oturduğumuz yere yakın bulunan Fuad’ın evinden üç kahve geldi.

Tabiatın kudret ve kuvvetini gösteren bu kaya üzerinde ellerimize gelen bu üç şekerli kahve bana mevhum çay ziyafetini hatırlattı. Gülümsedim ve Atatürk’e:

-Çay ziyafeti birer kuru şekerli kahve ile geçiyor Paşam dedim.

Bir an için ” alamam “dan mütevellit teessürlü sukûtumuz bu sözlerimle bozulmuştu. Bu esnada Atatürk;

-İkinizin de burada iki vazifeniz var. Biri Ankara’da sizin gibi yakınlarımın kalması; bir kaç gün için hareketimin gizli tutulmasına hizmet edecektir. Her ikiniz de Mecliste, şehirde görüldükçe ve benden bahsolundukça burada olduğumu muhataplarınıza temin edersiniz. Diğeri, pek zayıf bir ihtimal ise de çok dikkatli takip olunacak bir iştir. Taarruzda behemahal muvaffak olacağım, ancak binde bir ihtimal dahi olsa; ordunun ileri, geri hareketlerini burada fena tefsir edenler bulunabilir.

Bulca’ya dönerek:

-Sen, Meclis’te her türlü cereyanı takip eder ve ona göre icab edenleri tenvir edersin. Tezvirata meydan verme, alacağın haberlere nazaran arkadaşları irşad edersin. Sonra da mevki kumandanı olarak dikkatli ve daima her hadiseye karşı hazır bulun. Ankara efkârına sahip ol.
Ve her ikimize birden:

-Aleyhimize göreceğiniz en ufak hareketleri bile benimseyin. Ve şifre ile bana bildirin. Alacağınız emrime göre kat’i harekete geçersiniz, emirlerini verdi.

Akşam olmuş karanlık gittikçe koyulaşıyordu. O günlerden itibaren “Hacet Taşı” ismini verdiğim, kayayı terk ettik. Köşkte hazırlanan sofraya sıralandık. Yemeği müteakip hareket olundu. Ellerini öperek Atatürk’ü uğurladık.

30 Ağustos’ta kat’i neticeyi alan Atatürk, İzmir’e muvasalatında bir şifre ile beni yanına çağırdı. 14 Eylül sabahı İzmir’de saat sekizde evvelde, gazasını tebrik ve kurtuluşumuzun şükranlarını arz için söze başladığım zaman sözümü kesti:

-Ben vazifemi yaptım. Zaten bunu yapmak her Türk’e borçtu. Sen şimdi bunları bırak da gel birer kahve içelim, emrinde bulundular.

25 gün fasıla ile içilen iki kahve arasında Atatürk kahraman Türk ordusuyla beş gün zarfında, parçalanmak istenen Türkiye’ye tam bir hayat ve yeni bir tarih yaratmıştı.”

(Kaynak: Cevat Abbas Gürer- Sel Yayınları/30 Ağustos Hatıraları)

Yeniçağ, 30 Ağustos ~ 8 Eylül 2014