1. yüz (Toplam 1 yüz)

Gazi’nin stratejisi: Antiemperyalizm

İletiGönderilme zamanı: Pzt Tem 23, 2007 21:24
gönderen Türk-Kan
Gazi'nin stratejisi: Antiemperyalizm

Bu memleket nasıl kurtuldu?

SORU: Türkiye'nin içinden geçtiği süreci uzun bir süredir değerlendirmeye çalışmaktayız. Son yıllarda özellikle Türk ulusal güvenlik stratejisi açısından ciddi sorunlar yaşıyoruz. Kıbrıs’ta başlayan Türkiye’nin geri adım atması ile şekillenen süreç bugün güneydoğumuzda yoğunlaşıyor. Bu noktada şöyle bir soru da bizim karşımıza çıkmakta: Bugün, yani 2005 yıl Türkiye’sinde “Bu vatan nasıl kurtuldu?” sorusunu sormanın Atatürkçü güçler ve ulusal kurtuluş ve bağımsızlık anlayışı açısından önemi nedir? Yeni yayınlanan “Bu Vatan Böyle Kurtuldu” isimli kitabınızı da şekillendiren bu sorunun önemi sizce nedir?

EROL MÜTERCİMLER: 1980 ya da 1985 yılında birisi bana demiş olsaydı ki, 20 yıl sonra 2005’te “Bu vatan nasıl kurtuldu?” diye bir soru soracaksın, sorduğun bu soru üzerine de bir analiz yapmaya çalışacaksın ve sonra da bunu kitaplaştıracaksın deselerdi, bunu söyleyen insanın yüzüne karşı belki gülmezdim ama tuhaf şeyler söylediğini hatta saçmaladığını düşünürdüm. Ama 2005 yılına geldiğimizde inanılmaz bir biçimde şu iki gerçek soruyla karşı karşıya kaldık: Bir; “Bu vatan nasıl kurtuldu?” ve iki; “Bu memleket nasıl kuruldu?” Bu her iki soruyu sormak ve bu sorulara yanıt aramak, aradığımız bu yanıtı da bularak hızla toplumla paylaşmak durumunda kaldık.

Hani eskiden “Ne olacak bu memleketin hali?” denirdi. Geleceğe dönük olarak bakıldığında bu sorunun bir de geçmişine bakıldığını gördüm. Nasıl oldu da biz şu anda içinde bulunduğumuz tüm bu sıkıntılarla karşı karşıyayız.

Beni de harekete geçiren bu oldu. O zaman düşündüm ki “Bu memleket nasıl kurtuldu?” sorusunun cevabını “Ben bu kadar yıldır ders anlatan, bu kadar kitaplar yazan bir hoca olarak buluyorum, ama demek ki hem öğrencilere bunu aktarmakta hem de kamuoyuna bunu anlatmakta bir problem yaşıyormuşuz.” diye düşündüm. Bu noktadan yola çıkılarak, “Bu vatan böyle kurtuldu” anabaşlığı üstünde bir çalışma yapılmalı diye düşündüm. Bu düşünceyi de kendime bir görev bildim.

SORU: Bugün için Atatürkçüler açısından ulusal kurtuluş stratejisinin yeniden değerlendirilmesinin gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu noktadan yola çıkarak AB ve ABD gibi emperyalist güçlerle olan çelişkilerimizi, Kuzey Irak’ta yapılandırılan kukla Kürt devletiyle olan çelişkilerimizi de göz önünde bulundurarak nasıl bir ulusal kurtuluş stratejisi çizmemiz gerekmekte?

Ne Mutlu Türküm Diyene

EROL MÜTERCİMLER: Gazi Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı yaparken onun stratejisi tekti: O da anti emperyalizmdi. Yani emperyalizme karşı savaş ve zafer. Kurtuluş Savaşı bittikten sonra bu devleti inşaası noktasına geldiğinde yani devrimler aşamasında oradaki stratejisi de çok yalındı ve o da tam bağımsızlıktı. Bunun ikisinin üzerine kurulmuş Kemalist strateji süreç içerisinde Mustafa Kemal’in eklemiş olduğu üç stratejik sütunla muhkemleştirildi. Birincisi; çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak, ikincisi; yurtta barış dünyada barış, üçüncüsü; ne mutlu Türküm diyene söylemleriydi. Gazi’nin hayatında iki şey yoktu. Bunlardan birincisi serüvene atılmak, yani maceracılık, diğeri de aritmetik akılla hareket etmekti. Çünkü o sayıların tek başına bir anlam ifade etmeyeceğini biliyordu.

Cumhuriyetin ve devletin inşası sürecinde Gazi Mustafa Kemal’in belirlemiş olduğu strateji ve vizyon hiç bir zaman tam bağımsızlıktan ödün vermeyi, kendisinin temel aktör olmayacağı birliklere üye olmayı, bölgede öteki devletlerle olan çıkar hesaplaşmalarında ve ilişkilerde yazılan senaryolarda yardımcı oyuncu olmayı içermiyordu.

Gazi Mustafa Kemal, Gençliğe Hitabe’sinde, bir gün ülkenin yöneticilerinin bugünkü niteliklere sahip olabileceğini anlatmıştır. Gençliğe Hitabe’de Gazi Mustafa Kemal’in nasıl bir öngörüye sahip olduğu da çıplak biçimde görülür. Ben, Türkiye’de tüm yöneticilerin Mustafa Kemal gibi olağanüstü, strateji dehası olacağını, önsezileri olması gerektiğini iddia etmiyorum. İnsanlık tarihine böyle insanlar bir kaç yüzyılda bir gelebilir. Ama en azından beklentim şudur: Gazi Mustafa Kemal’in inşaa ettiklerinin ve ortaya koyduklarının korunması, burada olan bitenin ayırdına varılması. “Bu Vatan Böyle Kurtuldu” kitabını yazarken de hep bunu düşündüm. Bu kadar yokluğun içerisinde, herkesin umudunu kaybettiği bir ortam içerisinde, İsmet İnönü ve Kazım Karabekir’in, Zeyrek’te Karabekir’in abisinin evinde oturduklarında, “Artık bu iş bitmiştir, 25’er lira koyalım, Eskişehir’de bir çiftlik alarak köşemize çekilelim.” dedikleri bir süreçte, bir tek adam kurtuluşa giden yolların var olduğunu ve bu yolları deneyeceğini söylüyor, yola çıkıyor. Ama bugün gelmiş olduğumuz noktada bütün bu kazanımların hepsini yitirmeye başladığımızı görüyorum.

İşte geldiğimiz noktada AB ile ilişkiler, aşağıda kurdurulan Kürt devleti, ki bir süre sonra ABD’nin bunu yıktıracağını, ortadan kaldıracağını düşünüyor öyle bir değerlendirme yapıyorum ama şu andaki mevcut duruma göre konuşuyoruz, Kıbrıs’ın mili bir dava olmaktan çıkartılmış olması, yani Kıbrıs’ın klasik deyimiyle söyleyeyim elden çıkartılmış olması, Ermeni sorunu adı verilen sorun konusunda Batının talep ettiği şekliyle çözümleri kabul etmeye yanaşmak, Türkiye’deki bir takım entelektüellerin bu ülkenin aleyhinde çabalarını siyasi mevkilerinin destekliyor olması veya en azından destekliyor görünümünde olması Gazi Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu Cumhuriyet’le, Gazi Mustafa Kemal’in belirlemiş olduğu stratejiyle ve bu ülkeye verilmiş olan vizyonla, bunlar ne yazık ki çelişmektedir.


SORU: Sizin vermiş olduğunuz tabloda aslında şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Türkiye aslında ateş çemberinin ortasında. Amerika’nın bölgeye askeri olarak da yerleşmesiyle beraber, Türkiye’nin müttefiki olarak görülen Amerika ve Avrupa’nın uzun zamandan beri aslında Türkiye’yi kuşatan esas emperyalist güçler olduğu, yani müttefik kuşatması olduğu ortaya çıkıyor. Çelişkili bir kavramdır müttefik kuşatması, bu şekilde değerlendirmiştik. Sanırım bakış, sizin çizmiş olduğunuz tabloyla az çok aynı yaklaşım. Siz bu kuşatmayı yarabilmek için Türkiye’ye ne önerebilirsiniz?

EROL MÜTERCİMLER: Bir kere stratejilerin önerilebilmesi için öncelikle sorunun ne olduğunun değerlendirilmesi gerekir. O doğru değerlendirmelerden birisini sizin gazeteniz yaptı: “Müttefik Kuşatması”. İleri Yayınları’ndan da çeşitli kitaplar çıktı, çıkmaya devam ediyor. Bu anlatıldı, yeniden buraya dönmeyeceğim. Ama bir akademisyen olarak, Uluslararası İlişkiler Uzmanı olarak şunu söyleyeyim. Şunları görmemiz gerekiyor:

1- Uluslararası ilişkilerde hiçbir zaman ulusların duyguları yoktur. Yani dostluk, kardeşlik, ağabeylik bu tür ilişkiler yoktur.

2 - Müttefiklik meselesine gelince, müttefiklik bir kavramdır, müttefiklik uluslararası ilişkilerde bir kavramdır. Dedim ya hani uluslar arasındaki ilişkilerde duygu yoktur, bir tek şey vardır: Ulusların çıkarları. Onlar bir kere çıkarları açısından bakarlar.

Şimdi gelelim üçüncü temel maddeye. Üçüncü temel madde de şu: Bir gerçek var; Türkiye’nin coğrafi konumundan kaynaklanan bir gerçek. O gerçek de şu: Türkiye bulunduğu coğrafi konumu nedeniyle ittifaklar içerisinde yer almak zorundadır. Çünkü Türkiye ittifakların içerisinde yer almadan, ne yazık ki bu coğrafyada hem dış politika üretmekte zorlanır, hem de uygulamakta çok zorlanır. Bu coğrafya binlerce yılın bir dayatmasıdır. Evet Türkler buraya bilinçli olarak gelmediler ama geldiler burada kalmayı seçtiler. Bakınız şimdi söyleyeceğim konu bir jeopolitik analizdir. Türkler bir kez 1071’de, yani Malazgirt Muharebesi’nden sonra kesin olarak coğrafya değiştirmeye karar verdiler.

AB’ye üyelik meselesi coğrafya değiştirmektir

1000 yıl sonra, 1071’den 1000 yıl sonra işte 1963 diyorum buna, İsmet İnönü’nün imza attığı AB-Ankara Antlaşması ve ondan sonraki akıp gelen bu kırk yıllık süreçte bu sefer liderler değil, Türk halkı coğrafya değiştirmeye karar verir. Yani Türk halkının AB’ye gitme talebi bir coğrafya değişikliğidir. O halde buna çok doğru analizler yapıp, bu kararın doğru olup olmadığının çok ama çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. 1071’deki karar o doğru bir karardı. Çünkü artık oradan Horasan’a Türkistan’a dönmek çok doğru değildi. AB’ye üyelik meselesi bizim için coğrafya değiştirmek meselesidir. AB’nin göbeğindeki devletlerin, oradaki halkların AB ye üye olmak istemesiyle, Türkiye’nin üye olmak istemesi arasında çok ama çok fark var. Benim anladığım kadarıyla biz bu jeopolitik değerlendirmeyi yapmadık. Sanıyorum ki biz bu değerlendirmeyi yapsak Türk halkının önüne gitsek bir kamuoyu araştırması yapsak bu kamuoyu araştırmasında iki sorumuz olsa, birinci soru şu olsa AB’ye girmek istiyor musunuz ? Türk halkının yaklaşık %80’i girmek istiyoruz der. Ama ikinci soruyu da AB’ye girmen demek Ermeni sorununu kabul etmen, AB’nin söylediği şekliyle kabul etmen demektir, Kıbrıs’ı vermen demektir, Azerbaycan ile ilişkilerini kesmen demektir, Anadolu’nun en az ikiye bölünmesi demektir, bölünmese bile orada bir federasyon ya da konfederasyonun kabul edilmesi demektir, Kürt etnik kimliğinin kabulü demektir, Kürt etnik milliyetçiliğinin kabulü demektir, diye sorsak bakın bakalım o zaman sonuç yüzde kaç çıkacak. O nedenle şimdi tekrar dönüyorum jeopolitik değerlendirmeye buradaki analizin çok doğru yapılması lazım ama tabi buradaki analizin de koşulu tektir. O koşul da yurtsever yöneticilere sahip olmaktır.

SORU: Bir yandan baktığınızda da şöyle bir bakış açısı ortaya çıkıyor: “Vahdettin vatan haini değildi, Mustafa Kemal olmasa da Kurtuluş Savaşı verilebilirdi.” Sizin bu değerlendirmenizden yola çıktığımız zaman önemli noktanın Mustafa Kemal’in tam bağımsızlıkçı bakış açısı olduğunu görüyoruz. Bunun nasıl olduğunu, Atatürk’ün diğer ideolojilerden nasıl sıyrıldığını bize açıklayabilir misiniz?

EROL MÜTERCİMLER: Atatürk sıradan bir subay değildi. Atatürk bir entelektüel. Kendi kişisel kütüphanesine baktığınız zaman, gidip gördüğünüzde orda okuduğu kitapları görüyorsunuz yanına aldığı notları görüyorsunuz. 1789 Fransız Devrimi’ni ve devrimden sonraki Avrupa tarihini ciddi biçimde iyi okumuş. Kendi ülkesinin tarihini de biliyor Gazi. Ve insanlık tarihinin aslında sömürgeler tarihi, sömürgeciler tarihi olduğunu çok çıplak biçimde öğrenmiş. Bunun ötesinde de Gazi, şehzadenin yanında yaver olarak Avrupa’ya gidiyor. Çok genç yaşta cephelerde bulunuyor ve çok genç yaşta Gelibolu Muharebeleri’nde yer alıyor. Komutanı olduğu tümen ihtiyat tümeniyse de, Mustafa Kemal çok az insanda, çok az komutanda, çok az siyasetçide varolan önsezisiyle ön plana çıkıyor. Orada verdiği bir emir var Gazi Mustafa Kemal’in: “Ben size taarruzu değil; ben size ölmeyi emrediyorum.” Bakın o genç yaşta bu emri verebilecek olan komutan sayısı bir, bilemediniz ikidir. Şimdi Gazi’yi ötekilerden ayıran en önemli yan bu. Ötekilerde vizyon yok. Bu konuda yine araştırmalar yapılıyor. Ama o sürede yine Gazi’nin strateji ve taktik uzmanı olduğu görülecektir. Ben bu kitapta anlattım.

Mustafa Kemal hain diyorlarsa açık söylesinler!

Ama yayınlanmış kaynaklara baktığımda İslamcısı, Atatürkçüsü, laik olanı olmayanı ne yazmış baktığımda gördüğüm nokta şu: Gazi, İstanbul’da yaşadığı süre boyunca bu kurtuluşa giden yolun planlarını yapıyor. öteki arkadaşlarında bu yok, öteki arkadaşlarını zorla dahil etmeye çalışıyor bu planın içersine. İsmet İnönü başta olmak üzere hepsi de direniş gösteriyor. İşte, Vahdettin hain miydi değil miydi tartışmaları burada gündeme geliyor. Çok uzun zaman, çok uzun zaman önce Vahdettin hain değildi diyenlerden değil de hain olamaz diyenlerdendim. Ama 12-13 yıl daha yoğun üzerinde çalışıp analizler yapmaya başladığım zaman bu gün geldiğim nokta itibariyle söyleyeyim: Vahdetin’in tıpkı Damat Ferit gibi hain olduğu konusunda hiç ama zerre kadar şüphem yok. Vahdettin bir tek şey yapabilirdi: Teslim olmayabilirdi. Onurlu bir direniş sergileyebilirdi.

Son zamanlarda yapılan röportajlarda da hep dedim ki eğer Mustafa Nemrut Paşa Mahkemesi bir gerçek değilse, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına padişah onaylı ölüm fermanı çıkarılması bir gerçek değilse, Mustafa Kemal’in yola çıkmış olduğu Bandırma Vapuru İngilizler tarafından batırılacak olduğu bir gerçek değilse, Vali Ali Galip meselesi bir gerçek değilse, Mustafa Kemal’in İçişleri Bakanı Ali Kemal’in emriyle yakalanıp idamı için İstanbul’a götürülmesi istenmesi meselesi bir gerçek değilse, İstanbul’un işgal edilmiş olması bir gerçek değilse o zaman gerçekten Vahdettin bir hain değil. O zaman geriye bir tek gerçek kalıyor: Gazi Mustafa Kemal bir haindir. O zaman tarih kitabını yeniden yazalım biz: O zaman hainlerin yeri de isimleri de değişir. Eğer kalkıp Gazi Mustafa Kemal bir hain diyorsa söyleyecek hiçbir söz yok. O zaman bu kitabın yazılması haklılık kazanıyor. Bu kitap kesinlikle bir gereksinmenin ürünüdür.

Kurtuluş Savaşı’na denizden gelen destek

SORU: Bu sorumuz da daha çok sizin kitabınızda öğrendiğimiz bir şey: Kurtuluş Savaşı’nda Türk denizciliğinin rolü. Aslında bu gözümüzden çok uzak kalmış bir şey. Hani Kuvayı Milliye dönemindeki çetecilik, gerillacılık deneyimlerini yakından biliriz, anlatılır düzenli ordu savaşları, muharebeleri. Sizin kitabınız da değindi bunlara ayrıntılı biçimde. Ama denizcilik meselesi çoğumuzun ilk defa karşılaştığı bir şey. Türk denizciliğinin o dönemdeki ve bugünkü yerini ulusal kurtuluşçuluk anlamında bir de diğer taraftan ulusal merkeziyetçilik açısından denizcilerde hakim olan anlamını sizlerden öğrenmek istiyoruz.

EROL MÜTERCİMLER: İsterseniz sondan başlayayım. Denizlere hakimiyet bir jeopolitik kuraldır. Bu jeopolitik kuramı ortaya ilk atan 16. yy.da Barbaros Hayrettin’dir. Söylediği de şudur: Denizlere egemen olan dünyaya hakim olur. Ama Barbaros Hayrettin’in söylemiş olduğu bu kuramın ne yazık ki farkına varılamamış. Nedeni de şu: Osmanlı Devleti bir denizci devlet değildi. Yani bir denizcilik imparatorluğu değildi. Zaten deniz imparatorluğu olabilmiş olsaydı Osmanlı İmparatorluğu, bir sömürge imparatorluğu olacaktı ve bu gün İngiltere’nin Amerika’nın oynadığı rolü Türkiye Cumhuriyeti devleti oynuyor olacaktı. İngilizlerin üzerinde güneş batmayan imparatorluk yaratmasının sebebi 1. Elizabet’in yine Barbaros’un ortaya atmış olduğu kurama benzeyen bir kuram ortaya atmış olmasıdır. O kuram şudur: Dünya ticaretine egemen olan dünyaya egemen olur. Onun anlamı şudur: Denizlere egemen olan dünyaya egemendir. Böyle baktığımız zaman Osmanlının nerededir, nerede değildir sorusunun yanıtı kendiliğinden geliyor, hayat buluyor.

1. Dünya Savaşı bittiğinde bu mütareke koşullarına göre Osmanlı donanmasının Haliç’e çekilmesi gerekiyordu. Bu ilk bakışta çok aleyhte bir unsurmuş gibi görünür, ama Kurtuluş Savaşı’na baktığımız zaman bunun ne kadar lehimize olduğunu, lehimize kullanıldığına da tanık olmaktayız.

Kurtuluş Savaşı yapılacak. Şimdi savaş demek lojistik demektir, savaş demek silah demektir, cephane demektir. Peki bu silah ve cephane nasıl sağlanacak? Yine mütareke koşullarına göre biliyorsunuz topların kamaları sökülecek, tüfekler toplanacak cephanelere el konulacak. Ama kala kala bize Güney Cephesi ve Doğu Cephesi kaldı. Doğudan yardım alamıyorsun, Kazım Karabekir’in ordusu doğuda Ermenilere karşı konuşlanmış; silah, cephane ona lazım. Peki İstanbul’dan silah cephane nasıl karşılanabilir. Tren yolu ve kara yolu yok, hava taşımacılığı da yok. Kala kala geriye deniz yolu kalıyor. Anadolu Kurtuluş Savaşı’nın bir mucizesi burada gerçekleşmiştir. Kahraman denizciler siviliyle, askeriyle İstanbul’daki silah deposunu soyarak elde ettikleri silah ve cephaneyi Yalova’ya, Karamürsel’e ya da İstanbul Boğazı’na çıkmayı başaranlarla İnebolu’ya getirmiştir. Şimdi bu birinci taşımacılıktır. İkinci taşımacılık Sovyetler Birliğinin Ankara’ya yardımı sağlanınca bu teknelerle ve gemilerle yapılmıştır. Peki Anadolu hükümetinin elinde tekneler var mıydı? Hayır yoktu. Bu tekneler nasıl sağlanmıştır? Bu tekneler üç türlü sağlanmıştır:

1- O dönemde taşımacılık yapan Karadenizli Türkler. Tekneleri parası mukabilinde Anadolu hükümetine kiralamışlardır.

2- İstanbul dışında bulunan yabancı bandıralı gemiler. Özellikle İtalyan gemileri yine parası karşılığında ama çeşitli isimler adı altında. Deri denmiştir, tuz ya da sabun denmiştir. Büyük paralar ödenmiştir bunlara.

3- Üçüncüsü en önemlisidir. Bu da çeşitli çatışmalarla ele geçirilmiş Yunan bandıralı gemilerdir. Ama sivil ve asker bahriyelilerin Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasındaki gösterdikleri kahramanlıkları bizim tarihimizde ya hemen hemen hiç yer almaz; ya da küçücük yer alır. İlk defa bu kitapta anlatıldı. Bahriyeliler benim gözümde çok kahraman kişiler. Israrla söylüyorum onlar bizim için öldüler ve bu vatan böyle kurtuldu. Bu arada şunu da unutmamak gerekiyor, bence Kurtuluş Savaşı’nın askerlerden daha önemli bir aktörü var; onlar da kadınlar. Özellikle İnebolu ve Kastamonu kadınları. O kadınların hepsinin heykelinin dikilmesi gerekiyor. O kadınların yüzlercesi, binlercesi soğukta donarak öldüler. Ama o cephaneleri cepheye taşıdılar. Biz o muhteşem kadınlarla Kurtuluş Savaşı’nı kazandık. Ve onlar içersinde bir anıt kadın vardır: Kara Fatma. Ve kadının kimliğinde ve adında bütün Türk kadınlarının önünde saygıyla eğiliyorum.



İletiGönderilme zamanı: Pzt Tem 23, 2007 21:59
gönderen Ram
Türk-Kan, dikkatle okudum, teşekkürler mirim.