1. yüz (Toplam 2 yüz)

Gündeme Dair - 04 / 16 / 08 ~ Av. Arif DOĞU

İletiGönderilme zamanı: Sal Nis 22, 2008 10:03
gönderen Ram
Gazeteci/Haberci Nuriye Atabey soruyor, Stratejik Milli Değerler Hareketi Sözcüsü - Av. Arif DOĞU çarpıcı noktalara parmak basarak anlatıyor...


GÜNDEME DAİR

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 12:34
gönderen borabey
RAM'a teşekkürler.
Arif DOĞU videosunu açamıyorum.Bir problem varsa giderilmesini rica ediyorum.
Başarılar

FETULLAH HOCA'NIN REFERANSÖRÜ RAND&PENTAGON İLİŞKİSİ

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 12:41
gönderen borabey
Ankara'da Pentagon darbesi!

RAND Corporation, ABD Savunma Bakanlığı'na (Pentagon) bir rapor hazırlamış: Doğrudan Türkiye'nin bugünkü iç siyasi krizini içeren, geleceğine ilişkin öngörülerde bulunan 135 sayfalık bir rapor. Türkiye için 10 yıl içinde gerçekleşebilecek 4 senaryo çiziyor...

Cümleler ne kadar tanıdık! İsimler, yöntemler, kullanılan araçlar ne kadar da aynı.. Bölgemizde her büyük operasyondan önce Türkiye'de derin bir iç dizayn çalışması yapılır. Bu yapılırken çoğunlukla aynı kurumlar, aynı kişiler kullanılır, aynı yöntemler tekrar denenir. Yıllardır bilmemize rağmen, defalarca tecrübe etmemize rağmen inanırız, etkileniriz, gaza geliriz, oyuna geliriz ve bu ülkeyi, kendi ülkemizi kendi ellerimizle mahvetmekten çekinmeyiz.
ABD'nin İran gündemiyle Türkiye'deki iç siyasi kriz birbirine ne kadar bağımlı, fark etmiyor muyuz? İran'a saldırı kampanyasını yürütenlerle Türkiye'de sert ya da yumuşak askeri müdahaleyi provoke edenler aynı güçler. Türkiye ve İran için birbirine paralel, birbirini tamamlayan bir strateji izliyorlar.
Türkiye'de çokça tanınan RAND Corporation, ABD Savunma Bakanlığı'na (Pentagon) bir rapor hazırlamış: “Türkiye'de Siyasal İslam'ın yükselişi…” Doğrudan Türkiye'nin bugünkü iç siyasi krizini içeren, geleceğine ilişkin öngörülerde bulunan 135 sayfalık bir rapor. Türkiye için on yıl içinde gerçekleşebilecek dört senaryo çiziyor: AK Parti'nin AB eğilimli bir yol izlemesi, sinsi İslamlaşma, partinin yargı tarafından kapatılması veya askeri darbe…
“Darbe” öncelikle yumuşak enstrümanlarla yapılacak, bütün kartlar tüketildiğinde ise doğrudan müdahaleye sıra gelecek. Şu anki krizin laik-İslamcı çatışması olmaktan ziyade merkez ile çevre arasındaki iktidar mücadelesi olduğunu vurgulayan raporda, yine de bütün iddialar “İslam tehdidi” üzerine kurgulanmış. Aynı kuruluşun daha önce hazırladığı raporlar, yakın çevremizde yüz binlerce insanın ölümüne yol açtı.
Mesela yine RAND tarafından hazırlanan ve bu tarz araştırmalara yılda 100 milyon dolar ayıran muhafazakar Smith Richardson Vakfı'nın finanse ettiği “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, kaynaklar ve stratejiler” 2003 tarihli çalışmaya bakalım:
“Anti-emperyalist ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere güvenilmez. Fundamentalistlere ve geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında oluşabilecek bir yakınlık kesinlikle engellenmeli. Hatta birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur'an'ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. “
Bu cümleler o rapordan… Bir iç çatışma senaryosu olarak hazırlanmış. Belli oranda da uygulandı. RAND, çalışmayı hazırlamadan önce Pentagon'a aynı konuda bir brifing vermişti. Müslümanlar kategorilere ayrılıyor derin ve uzun süreli bir iç çatışmalar zinciri öngörülüyordu. Senaryo şöyleydi:
1- Önce modernist ve laik Müslümanları destekle. 2- Geleneksel Müslümanları fundamentalistlere karşı destekle. 3- Fundamentalistlerle savaş. 4- Seçici bir şekilde laikleri destekle. 5- Batılı İslam tezini destekle.
Aynı kuruluş, 15 Aralık 2004'te “U.S.Strategy in the Muslim World After 9/11” başlıklı 567 sayfalık başka bir rapor hazırladı. Bir önceki çalışmayı hazırlayan isimlerin imzasıyla. ABD Hava Kuvvetleri tarafından sipariş edilen çalışma tam bir kaos senaryosuydu. Bu sefer tez Müslüman entelektüeller, akademisyenler, kanaat önderleri ve sivil toplum örgütleri üzerine kurulmuştu. İki ana tez vardı: 1- Şii-Sünni ayrımı, 2- Arap-Arap olmayan ayrımı. İslam dünyası için derin bir çözülme, ayrıştırma, fraklılaştırma ve çatıştırma öngörüyor/du. Belli oranda uygulandı, uygulanıyor.
Çalışmalar, büyük oranda Pentagon, Dışişleri ve CIA'nın ihtiyaçları için hazırlanıyor, bu kurumlar tarafından finanse ediliyor. Bu son derece normal bir şey. Ama nasıl uygulandıklarını hiç izlemiyoruz. Dikkatle izlendiğinde birçok şeyin söz konusu senaryolara göre şekillendiği fark edilecektir. Yine dikkatle izlendiğinde, sadece tartışmakla yetindiğimiz bu “proje”lerin bizlere ne ağır bedeller ödettiğini anlamaktan yoksunuz.
İran'a saldırı için ABD'yi tahrik eden İsrail adına kamuoyu oluşturan isimlere bakın. Gazetelerde ve televizyonlarda İsrail aşırı sağı adına inanılmaz iddialarla gündemde yerlerini koruyorlar. Middle East Forum adlı taşeron kuruluş üzerinden Batı'yı ve dünyayı “bir büyük tehdit”e karşı harekete geçiriyorlar. Daniel Pipes gibi hayatını İslam'la savaşa adamış, entelektüel pazarda at koşturan bir Mossad mensubu, Michael Rubin gibi yine İsrail istihbaratına çalışan bir neocon ırkçı ve daha onlarca isim, bu coğrafyayı kana bulayacak senaryoların tetikçileri olarak çalışıyor. Onlara kalsa Türkiye dahil her Müslüman ülkeyi iç savaşlara sürükleyecekler.
İran'a karşı kampanyayı yürüten güçler ve tetikçileriyle AK Parti'nin tasfiyesi için üç yıldır kampanya yürüten güçler ve tetikçilerinin aynı olması size bir şey ifade etmiyor mu? Aynı güçlerin bugünlerde “uzman müsveddeleri”ni gece gündüz çalıştırmaları sizde bir endişeye neden olmuyor mu? Üç ihtimal var ortada:
1- Tasfiye edilmekle tehdit edilen AK Parti'yi hem İslam'la arasına mesafe koymaya zorlamak hem de İran ihalesine razı etmek.
2- “Siyasal İslam tırmanışta” paranoyası ile merkez iktidarı ellerinde tutanları AK Parti üze-rine saldırtıp çıkacak iç çatışmada onları yanlarına çekmek. Böylece hem iktidar değişimi hem de İran'a karşı etkin bir müttefik bulmak.
3- “İslamcı tehdit” paranoyası yayarak, bu çevrelerin İran'la ittifak yapacağı hezeyanlarını ortaya atarak kamuoyunu İran korkusuna karşı hizaya sokmak…
Bir büyük senaryo var önümüzde ve bu Türkiye'de çok şey değiştirecek…Neden “Ankara'da Pentagon Darbesi” dediğim ortada!

YAKLAŞAN 30 AĞUSTOS ANISINA DERİN BİR ANALİZ

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 12:44
gönderen borabey
Yeni komutanlar ‘geleceği’ değiştirebilir mi?

Uzun zamandır medyanın ve kamuoyunun dikkat çizgisinden uzaklaşmış olan YAŞ toplantısı ve 30 Ağustos terfilerinin, bu nedenle artık ziyadesiyle ilgi gördüğü, spekülasyon ve iddiaların alıp başını gittiği sebebine oturtmak bir bakış açısı sayılabilir. Yine de TSK mimarisinin “gelen-giden” farkı yaratmayacağı da gerçek. Büyük ihtimalle 30 Ağustos’ta yeni komuta kademesi teamüllere uygun olarak yapılacak. Sorun bu değişikliklerin küresel teamüllere ne kadar uyacağı!


Aslında bu “efsane” uzun zamandır sürüyor. Tek cümleye indirgenmesi gerekirse, vakt-i zamanında Tuncer Kılınç’ın dillendirdiği, “Türkiye’nin, Çin-Hindistan-Rusya-İran blokuna yakınlaşması” önerisi çıkış noktası sayılabilir.
O dönemde fazla itibar görmeyen, hatta eleştirilen bu öneri, bugün için çok daha farklı, çok uluslu, Türkiye’nin iç politik dengelerini neredeyse tek başına etkileme gücüne erişmiş bir denkleme terfi etmiş bulunuyor.
Bu konuda garip olan bir nokta da, bu olasılığın ve açılımlarının “herkes” tarafından bir ucundan tutularak fark edilmesine rağmen, “açık-net-anlaşılır” biçimde söylenmemesi.
Özellikle siyasiler cephesinden bu konuya girmek her nedense tabu sayılıyor. Oysa gerçek şu ki bu "söylence" efsane boyutunu aşmış durumda.
Ama bu da yeterli değil. Ve burada da bir “tabu” var. Çünkü biraz sonra detaylarına gireceğimiz çekişme alanının “uluslararası boyutu” belki de Türkiye’nin nasıl sağa sola çekiştirildiğinin somut bilgilerini içeriyor.
Çetrefilli denklemin kendisi artık “duyulur” hale geldiyse de, “devamının” getirilmesi konusunda hala sıkı bir tutuculuk var.
İşte bir örnek. Sabah’dan Ergun Babahan, 19 Haziran tarihli yazısında şu cümleleri kuruyor; “Tuncer Kılınç ilk seslendirdiğinde herkesin kahkahalarla güldüğü ‘Rusya-İran-Hindistan-Çin’ ile işbirliği bugün komuta kademesindeki kimi askerler tarafından çok ciddi bir opsiyon olarak görülüyor.”
“İşi NATO ile ilişkileri koparma noktasına götürmek isteyenler bile var. Bu akımlardan hangisinin tayin ve terfilerde etkili olacağı Türkiye'nin orta ve uzun vadeli geleceğini çok yakından ilgilendiriyor.”
Durumu anladık, “bağ” ne?
İlk bakışta “naif ve diplomatik” tanımlama olarak algılanabilecek bu söylem, Türkiye’nin son bir yılının iç dinamiklerini açıklayabilir mi? Çünkü bu mümkün olursa, “gelecek” konusunda da bir seri soru yanıtlanabilir, Türkiye önünü rahat görebilir!
Bu dört ülkenin (yerden kazanmak için bundan sonra “RÇİH” olarak analım) yanında bulunma arzusu var ise doğal olarak karşı bir blok da tanımlamak zorundayız. Bu blok elbette ABD, AB ve NATO. Ve bu yapıların içindeki tüm majör aktörler.
II. Irak Savaşı’nda ABD’ye sınırlarını açmayan Türkiye’nin ABD ile ilişkileri ağır biçimde katılaştı. Washington’a göre o dönemde bu aksaklığın sorumlusu TSK idi.
Reaksiyonunu da “açık” biçimde çuval vakasından başlayarak gösterdi. Ülkeler arasında küslük diplomasi “etiği”nde bulunmadığından, geçen zaman iyi bir ilaç olduğundan, ABD ile hükümet ve askeri ilişkiler zamanla onarıldı.
5 Kasım 2007 tarihli, Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyareti bu manada mihenk taşı sayılabilir. Keza, TSK’nın Pentagon’la olan ilişkileri de aynı süreç içinde yeniden rehabilite edildi. Tabii mümkün olduğunca!
Erdoğan AB’yi gerçekten istedi mi?
Bu süreçte hükümete yönelik-hakim medya, TÜSİAD türü iş çevreleri ve liberal aydınlardan gelen-yeni ve kuvvetli bir eleştiri ortaya çıktı. Ankara, AB sürecini “sürümeye” başlamıştı.
Bu eleştirilerin belli bir kaygıdan hareket ettiği de anlaşılıyordu ama içeriği hiçbir zaman tüm boyut ve incelikleri ile kamuoyuna yansımadı. AKP iktidarının gücünü önemli ölçüde AB’den aldığı ön kabulü, bu eleştirilerin seçmen tabanında anlaşılmasını zorlaştırdı.
Üstelik Cumhurbaşkanlığı’nda da artık “AB ile ilişkileri her zaman iyi olmuş” bir kişi bulunuyordu ve gelir gelmez ilk açıklaması, “2008 yılının AB yılı olacağı” vaadiydi.
Fakat hükümet açısından durum aynı “hıza” uygun düşmedi. Türkiye-AB ilişkileri neredeyse tamamen durmuştu ve açılması gereken başlıklar belli bir rakamda takılmıştı. Türkiye ile aynı zamanda AB katılım sürecinin başlıklarına başlayan Hırvatistan’ın hızı Ankara’nın 2.5 katından fazlaydı.
Başbakan Erdoğan da bu konuda artık sadece genel-geçer şeyler söylüyordu.
AB de kimler, neden rahatsız?
Avrupa Birliği içinde de Ankara’ya yönelik şüpheler büyüdü. Bunun ana arterinin “RÇİH” olduğu varsayılsa bile, daha derin noktalar da mevcuttu. AB’nin Fransa ve Almanya gibi başat ülkeleri, Türkiye’yi ABD’nin AB içine uzanan bir kolu olarak görüyorlardı.
Yakın zamanda bu bakış, İngiltere’ye de sirayet edecek, tahmin edilemeyen bir hızla gelişen, stratejik ortaklık ve kraliçe ziyaretiyle zirve yapan Ankara-Londra ilişkileri, “merkez Avrupa” tarafından tehtid olarak algılanmaya başladı.
Rahatsızlığın en somut örneği Fransa’da görüldü. Yeni lider Sarkozy hemen her alanda Ankara’nın karşısına çıkmaya başladı ve Türkiye’nin AB sürecinin hangi aşamasını aşarsa aşsın “referandum” engeline takılması söylemini geliştirdi.
Bununla da kalmadı, asla kabul edilmeyecek bir alternatif olarak Akdeniz Birliği projeksiyonunu masaya sürdü. Türkiye-AB ilişkileri, üstelik iktidarın ana desteklerinden görülen Batı’nın "bir" tarafından sıkıştırılıyordu.
Zaten bu zamanlama ile AB sürecine kayıtsız destek veren aydın kesim içindeki bir grup, “ikaz” eden bildiriler yayınladı. Bağlı olarak “hakim medya” da o ana kadar verdiği desteği aşamalı olarak kesti.
Bu süreçte Türkiye-AB ilişkilerini rayında ve “mahkum” tutma konusunda en sağlam mimari ABD tarafından oluşturuldu. Türkiye’nin enerji kaynaklarına sahip olmamasına rağmen global enerji vanası haline getirilmesi fikrini üretti.
Bu yol, Avrupa’yı enerji kozlarıyla kıpırdayamaz hale getiren Rusya’yı by-pass etmek anlamına geldiği gibi, Ankara ile Brüksel’i de hem yakınlaştıracak hem de birbirine mahkum bırakacak bir formüldü.
Ankara hoşnut ama değil!
AKP başta parlak duran bu açılımı farklı bir tarafından tuttu. ABD, enerji yolu için ihtiyaç duyulan enerji için Irak’ı daha doğrusu Irak’ın kuzeyini adres olarak gösteriyordu. Tersinden okursak, “RÇİH”ı kullanmamak gerekiyordu.
Türkiye İran’ı da bu yola katma girişiminde bulunmaya başladı. Tahran’la özellikle doğalgaz alanında ciddi girişimlerde bulundu. Terör örgütüne yönelik operasyonlara aynı dertten muzdarip İran’ın da katılması, adı konulmasa bile iki ülke arasında yakınlık oluşturdu.
Bu süreç halen sürmekte. Öyle ki İran’ın kış aylarında zaman zaman kesintiye uğrayan doğalgaz akışı gün geldi Rusya tarafından ikame edildi. İkame edileceği konusunda da güvenceler verildi.
ABD ve AB ise bu gelişmeleri yakından izledi. Erdoğan iktidarı ise durumu “ritmik diplomasi” olarak tanımlandı ve Türkiye’nin "yumuşak gücü"nün pratik sonuçları olarak sundu. Aynı dönemde TSK komutanlarının örneğin Çin’e yaptığı geziler, yine Brüksel ve Washington tarafından yakından izleniyordu.
Kutupların erimesi!
İçeride ise durum daha farklı bir hal almaya başlamıştı. Erdoğan’ın “kardeşim Abdullah” dediği Cumhurbaşkanı ile arasının açık olduğu, hatta eşlerinin bile küs olduğu, iki lider arasında bir tür çekişmenin yaşandığı söylemi önü alınamaz biçimde yükselmeye başlandı.
Bu durumda ABD ve AB yanlısı görünen AKP içinde ikili bir mimarinin şekillendiği, “RÇİH” karşısında aslında bir değil iki kutup bulunduğu varsayımı daha çok hissedilmeye başlandı.
Garip ve çelişik olan, bu dönem boyunca Erdoğan liderliğindeki AKP ile ulusalcı muhalefetin aslında “aynı vektör” üzerinde bulunduğu “görüntüsüydü”. Bu şimdiye değin pek söylenmemiş bir tez ama üzerinde durulması gerekebilir.
Çelişikliğin en somut ifadesi kapatma davası da tam bu zamanlamanın üzerine geldi. Kamouyona mal olan genel düşünüş, ordunun bu sefer işe karışmadığı, meselenin yargıya havale edildiği biçiminde oldu.
Batı da ise algı ilk başta “demokrasi” ilkelerine dayandırılırken, yakın dönemde özellikle AB çizgisinde manidar bir dönüşümün yaşandı. Bugün için AB, “demokrasi ve haklar” bağlamında AKP’nin yanında duruyorken, “kapatılma halinde ilişkilerde fazla bir şeyin değişmeyeceği” yolunda.
Gözden kim çıkarıldı?
Bu son derece önemli. Çünkü dikkatli bakıldığında, AKP’nin değil sanki Başbakan Erdoğan’ın gözden çıkarıldığı izlenimini veriyor. Bu akıl yürütme daha ileri götürüldüğünde, AKP içinde AB’ye-hadi soğuk demeyelim ama-yavaş bakan kesimin tasfiyesi biçiminde de algılanabilir.
ABD de bu gelişmeler karşısında direkt bir tutum sunmuş değil. O da AB gibi, “demokrasi” söylevleri veriyor ama “konunun Türkiye’nin iç işi olduğu ve karışamayacakları”nı söylüyor.
ABD özelinde bu metin çok bildik bir tavır. Daha önceki benzer durumlarda da hep aynı cümleleri kurduğu biliniyor. Aslında söylediği, “demokrasi çok önemli değil ve karışırız”.
İşte karıştığı da İngiltere üzerinden ortaya çıkıyor. Washington, İngiltere eliyle Ankara’nın AB içinde ve ABD yanında kalmasına çalışıyor. Peki neden İngiltere? Bu da ilginç açılımlar getiriyor.
İki nedeni var. Birincisi ABD, Kasım ayına kadar Ortadoğu ve Türkiye özelinde bağlayıcı hareket etmek istemiyor. Yeni gelen Başkan’ın nasıl bir kurguya izin vereceğini görmek istiyor.
Ancak yeni Başkan’ın örneğin Irak’tan çekilmesi ihtimali İngiltere’yi çok rahatsız ediyor ve bu olasılığa karşı Londra bölgede daha etkin olmaya girişiyor. Yani ABD’den bağımsız bir hali de mevcut.
İkinci konu ise “RÇİH” ile ilgili. İngiltere özellikle Rusya karşısında yeni soğuk savaşın eski oyuncusu olarak ortaya çıkıyor. İki ülke arasında son zamanlarda birbirlerinin casuslarını zehirlemeye kadar varan klasik çekişmeler bunun ifadesi.
Ya da daha iddialı bir söylemle, uzun zamandır Ortadoğu’daki etkinliği zayıf kalan, ABD üzerinden bölgede varlığını sürdüren Londra, oyuna yeniden ama ancak Türkiye üzerinden girebiliyor.
Rusya!..
Yeniden dirilme safhasını geçen Kremlin, artık küresel denklemlerin yeni oyuncusu olduğunu kabul ettirdi. Türkiye’de ve Ortadoğu’da AB ile yakınlaşmış iktidar istemiyor.
ABD ile yaşadığı füze kalkanı krizi, İran sorunu, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması, Avrasya, enerji dosyalarının hepsine karşı. Batı tutumunu reddediyor ve bunların hepsi için Türkiye’yi kilit görüyor.
Haliyle politikasını Türkiye’deki ulusalcı duruştan yana koyuyor. TSK’ye elbette daha yakın duruyor ama burada bir noktaya özenle dikkat çekmek gerekiyor. Konu Türkiye’deki Batı-Doğu çekişmesi olarak sınırlandığında Rusya’nın bu tutumunu doğal saymak mümkünse de, “AKP ve AKP” denkleminde oyunu Erdoğan’dan yana kullana(bile)ceği de bir zihin jimnastigi olarak düşünülmeli.
Geriye kalan…
Uzun zamandır medyanın ve kamuoyunun dikkat çizgisinden uzaklaşmış olan YAŞ toplantısı ve 30 Ağustos terfilerinin, bu nedenle artık ziyadesiyle ilgi gördüğü, spekülasyon ve iddiaların alıp başını gittiği sebebine oturtmak bir bakış açısı sayılabilir. Yine de TSK mimarisinin “gelen-giden” farkı yaratmayacağı da gerçek.
Büyük ihtimalle 30 Ağustos’ta yeni komuta kademesi teamüllere uygun olarak yapılacak. Sorun, bu değişikliklerin küresel teamüllere ne kadar uyacağı!

SİYONİST-İSLAM SENTEZİ HAKKINDA DIŞ KAYNAKLI BİR ANALİZ

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 12:51
gönderen borabey
Sayın Arif DOĞU'nun yukarıdaki tv. programında üstüne basa basa vurguladığı "TÜRK-İSLAM" YERİNİ "SİYONİST-İSLAM" SENTEZİNE bırakıyor teorisini destekleyici bir dış kaynaklı analizi KÖR OLAN GÖZLERİN AÇILMASINA KATKIDA BULUNMAK AMACI İLE PAYLAŞMAK İSTİYORUM...

Kur’an-ı Kerim'e siyonist tefsiri!

İsrail Dışişleri Bakanlığı Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek için bir internet sitesi kurdu. İslam dünyasında çok ciddi bir tepkiyle karşılanan sitenin asıl amacının ne olduğu ve tefsirin içeriğinin nasıl belirlendiği ise tüyler üreperten cinsten..



İsrail Dışişleri Bakanlığı, İslam dünyasıyla batı arasında bir iletişim köprüsü oluşturmak için internet üzerinde Kur'an-ı Kerim'i yorumlatıyor. Projede birçok İsrailli Arabın yer alacağı bildirildi. Dünyanın birçok yerindeki Müslüman kişi ve kuruluşlar, İsrail'in bu girişimiyle Kur'an ayetlerini İsrail ve ABD'nin istediği şekilde yorumlatacağı uyarısında bulundu.
Yahudi bir profesör olan Ofer Grosbard’ın yönettiği ve üç Müslüman araştırmacının danışmanlığını yaptığı Quranet isimli projenin hazırlanışında 15 Müslüman akademisyenin yer aldığını vurgulandı. Ber-Sabaa Üniversitesi tarafından ilk nüshası yayınlanan proje İsrail'de geleceği değiştirebilecek en iyi 60 icattan biri olarak Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in himaye ettiği ve 13-15 Mayıs tarihleri arasında Kudüs’te düzenlenen Gelecek Ufukları Konferansına da katıldı.
TEFSİRİN İÇERİĞİ
İsrail Dışişleri Bakanlığı Quranet’in kendi alanında tek olduğunu her eğitimci ve aile reisinin bunu bir eğitim aracı olarak kullanabileceğini söyledi. Kullanıcı sitede yer alan “index” sayesinde, ilgilendiği eğitim konusuyla ilgili ayetlere ulaşabilir. İsrail Dışişleri Bakanlığı sitesine göre kitap okura kendisini ilgilendiren terbiye konusunda yardımcı olduğunu bu konuyla ilgili bir ayeti kerime seçtiğinde konuyla ilgili günlük hayattan kısa bir hikâye göreceğini böylece en sonunda öğretmen ya da aile reisinin önünde ilgili Kur’an ayetini kullanmak için hissi bir rehber, çocuğuyla konuşurken ayetin içerdiği mesajın bilincinde olacağını ve en sonunda da olup bitenlerin nedenlerini açıklayan eğitimsel-psikolojik bir açıklama ya da analiz elde edecek.
Proje hizmetlerini Arapça’nın yanı sıra İbranice, Türkçe, Farsça ve Fransızca olarak sunmayı hedefliyor. İsrail Dışişleri Bakanlığı Quranet sitesinde yayınlanan tefsire örnek olarak Fussilet Suresi 34. Ayet olan “İyilikle kötülük bir olmaz, Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” ayetinin tefsirini örnek olarak verdi. İsrail tefsirinin bu ayet hakkındaki yorumu ise şöyle: “düşmanın gün gelir en iyi dostun olabilir.”
FİKİR NASIL ORTAYA ÇIKTI
Dışişleri Bakanlığı’nın sitesinde yayınlanan habere göre bu projenin fikir babası bedevi öğrenci Büşra Mezarib’tir. Büşra fikrin nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatıyor: “Biz 15 bedevi öğrenci geçen sene master tezimiz için eğitim danışmanlığı konusunu seçmiştik. Hazırladığımız tez arasında Dr. Ofer Grosbard’in verdiği “Evrimsel Psikoloji” diye bir dersimiz de vardı. Ders normal seyrinde devam ederken hocaya döndüm dedim ki “size bir gerçeği söylememi ister misiniz? Bize öğrettiklerininiz hiçbir şeyin bize ne faydası ne de yardımı oluyor” Hoca şaşırarak “neden peki?” dedi. Dedim ki örneğin ben yarın eğitim danışmanı oldum diyelim.Biri bana gelse dese ki “beni cin çarptı” ya da bizim müslüman toplumda yaygın olan buna benzer bir şey söylese. Söyler misiniz Allah aşkına bize öğrettikleriniz bu derslerin bize bu konuda nasıl yardımı olacak ?”
Hoca bana peki sana ne yardımcı olur? diye sordu. Dedim ki “Kur’an-ı Kerim” Bana konuyu açıkça anlatsana” dedi. Dedim ki "bu konuda bir ayetin Müslümanlar üzerinde yaptığı etkiyi başka bir şey yapmaz.”
Öğrencinin anlattığına göre Ofer bir sonraki derse elinde Kur’an-ı Kerim’in 30 cüzü olduğu halde geldi. Bunları bize dağıtarak eğitici ve psikolojik tedaviye yardımcı olacak ayetleri bulmamızı istedi. Bu tarz ayetlerin oldukça fazla olduğunu bilmemiz pek zamanımızı almadı. İnsanı sorumluluk taşımaya, her zaman gerçeği ve doğruyu söylemeye ve başkalarına saygılı olmaya çağıran ayetler o kadar çoktu ki
Sonra Ofer seçtiğimiz ayetlere uygun günlük hayatımızdan birer kısa hikâye yazmamızı istedi. Hikâye aile reisinin ya da öğretmenin (veya eğitimcinin) ayetin mesajını ya da içeriğini çocuğuna nasıl aktarması gerektiğini ortaya koyacaktı.
Yaklaşık 300 kadar hikâye toparladık. Ofer ise her hikâyeye kısa ve kolay psikolojik-eğitici bir analiz ekliyordu. İşte buradan Quranet böyle ortaya çıktı.
PROJENİN AMACI
İsrail Dışişleri Bakanlığı sitesine göre kitap okura kendisini ilgilendiren eğitim konusunda yardımcı olduğunu bu konuyla ilgili bir ayeti kerimeyi seçtiğinde günlük hayattan kısa bir hikâye göreceğini böylece en sonunda öğretmen ya da aile reisinin önünde ilgili Kur’an ayetini kullanmak için hissi bir rehber olacak, çocuğuyla konuşurken ayetin içerdiği mesajın bilincine varacak ve en sonunda da olup bitenlerin nedenlerini açıklayan eğitimsel-psikolojik bir açıklama ya da analiz elde edecek
Dışışleri Bakanlığı projenin sağlayacağı ayrıcalıkları sıralarken “hikmetli öğüt” diye tanımladığı Kur’an-ı Kerim’in bu proje sayesinde her mürebbi ya da aile reisinin kullanabileceği bir eğitim aracına dönüşeceğini ve daha önce hiç olmadığı kadar Kur’an'ın büyüklüğünün ortaya çıkacağını böylece tüm insanlığa hizmet edeceğini savunuyor.
Bakanlık projenin Kur’an-ı Kerim’i modern eğitim metotlarıyla birleştirip İslam Dünyasıyla Batı Medeniyeti arasında bir köprü kuracağını, Kur’an-ı Kerim’in güzelliğini yansıtarak insanoğlunun onurunu ortaya çıkardığını ve insanın onurunu merkeze yerleştirdiğini böylece Kur'an-ı Kerim’i terör amaçlı kullananlara çok iyi bir cevap olacağını iddia etti.
FİLİSTİNLİ MÜSLÜMANLAR PROJEYE KARŞI ÇIKTI
Öte taraftan Filistin İslami Hareket sözcüsü Şeyh Zahi Nüceydat yaptığı açıklamada İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın duyurduğu Kur’an-ı Kerim tefsir projesinin çok tehlikeli bir girişim olduğunu bu projenin asıl amacının Kur’an-ı İsrail ve ABD’nin istediği tarzda anlayan müslüman bir nesil yetiştirmek olduğunu vurguladı.
İsrail ve ABD’nin Kur’anı istedikleri kalıba sokma girişimiyle bu hoşgörülü akideden tamamen uzak bir nesil yetiştirmenin amaçlandığını kaydeeden Şeyh Nüceydat konunun ciddi bir araştırma ve incelemeye ihtiyaç duyduğunu İsrailli Bakanlığı çalışmasının Kur’anı Kerim için merci olarak sayılan din âlimleriyle danışıldığı anlamına gelmediğini bunun İsrail’in bir oyunu olduğunu ileri sürdü.
Bu arada, Filistin Evkaf Bakanlığı bu tarz projelerin takdim ettiği tefsirlerin doğru olduğunu kabul etmenin çok zor olduğunu zira böyle bir zamanda bu tarz bir tefsirin çıkarılmasını gerektirecek her hangi bir neden olmadığını zaten Kur’anı Kerim’in doğru yorumluyan birçok islami tefsirin olduğunu ve bu tarz kitapların yayınlanmasının bu tefsir hakkında kuşkulara neden olduğunu açıkladı.
Öte yandan, Şeyh Hüseyin Ebu Ermile yaptığı açıklamada İslam ve Müslümanların düşmanı bu İsrailli Bakanlığı’n hedeflediği çarpıtma ve tahrife örnek olarak Fussilet Suresi’nde yer alan ayeti örnek vererek bu ayetin doğru tefsirinin insanların tümü sadakalarını vermeli ki hiç kimse fakir kalmasın ve böylece insanlar arasında sevgi bağları güçlensin dedi.
MISIR EVKAF BAKANLIĞI’NDAN UYARI
Öte yandan Mısır’ın dini müessesesi Evkaf Bakanlığı yetkilileri İsrail’in bu projesine karşı müslümanları uyanık olmaya çağırdı. Evkaf Bakan yardımcısı ve Din İşleri Bölüm Başkanı Dr. Şevki Abdullatif yaptığı açıklamada “ bu projenin asıl amacı müslümanlar arasında kutuplaşma sağlamak ve onları İsrail tuzağına düşürmektir, çünkü İsrailliler düşünceleri ve planlarıyla örtüşecek ayetleri seçmişler” dedi.
Dr. Abdullatif Vakıflar Bakanlığı’nın birkaç gün içerisinde bu projeye ve içerdiği yalan ve zehirli fikirlere karşı çok net bir cevap vereceğini, ayrıca bu tefsirin İslam Dünyası’nda dikkate alınmasını önlemek için bakanlığın her türlü tedbiri alacağını ve herkesin haberdar olması için bakanlığın internet sitesinde Kur’an-ı Kerim’in bu sahte tefsirinin iç yüzünü ortaya konan bir uyarı yazısı yayınlayacağını” söyledi.
KUŞKU DUYMAK GEREK
Kahire Ayn Şems Üniversitesi İsrailiyat uzmanı Dr. İbrahim el-Bahravi de yaptığı açıklamada “bu tefsire ilişkin iyi niyetlere güvenmek mümkün değil, böyle bir tefsirin pazarlamasını yapanların iyi niyetli olduklarını söyleyemeyiz, dolayısıyla “gerçeğe ulaşmak için şüphe etmek gerek” prensibini uygulamakta fayda var” dedi.
El-Bahravi burada üzerinde durmamız gereken birkaç husus var. Bunlardan en önemlisi piyasada bulunan bu tefsirin yeniden gözden geçirilmesi, Kur’an ayetlerinin ve yapılan tefsirinin ilgili islami üniversiteler tarafından incelenmesi, Kur’an-ı Kerim ayetlerinden seçilen ayetlerin niteliği gibi konular. Bütün bunlar incelendikten sonra böyle bir katabın arkasında saklı olan gerçeği öğrenmiş oluyoruz” dedi.
El-Bahravi İsrailli araştırmacının cin çarpmanın tedavisinde Kur’an’dan faydalanma konusuyla ilgili ise şunları söyledi: “Bu konu müslüman ya da hristiyan tüm Arap toplumlarında yaygın sosyal bir gelenektir. Arapların dini semboller kullanarak cin çarpma konusunu tedavş etme girişimleri dinle bir ilgisi yoktur. Örneğin Mısır’da müslümanlar el-Azra ve Ma Gergis gibi kıpti kiliselerine hristiyanlarsa Seyyide Zeyneb’e giderek birbirlerinin dini sembolleriyle tedavi görmeye çalışıyorlar. Ancak Cin ve cin çarpmanın tedavisi İsraillilere kafalarına göre Kur’anı tefsir etme imkânı vermiyor. Çünkü Kur’an ibadet kitabı olup hayatın tüm alanlarını kapsamaktadır. Dolayısıyla sadece bu cin çarpma konusu açısından tefsir edilemez”
Bu arada bilindiği gibi Medine-i Münevvere’de bulunan Kral Fahd Mushafı Şerif Merkezi 2001 yılında Kur’an-ı Kerim’i düzgün bir şekilde İbranice’ye çevirmişti.
Kaynak:
A bridge between the Islamic world and the West

DIŞ KAYNAKLI ANALİZE DEVAM..KERKÜK/TÜRKMENELİ'NDE NE OLUYOR?

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 13:08
gönderen borabey
« Pasifik geçişinde zorunlu mola

Türkiye’de Siyasal İslam’ın Yükselişi »

KERKÜK-KIBRIS-KARASU ÜÇGENİNDE CAMBAZLIK

From: Mümtaz Bayazıtoğlu [mumtazbay@superonline.com]

KERKÜK-KIBRIS-KARASU ÜÇGENİNDE CAMBAZLIK
Hüseyin MÜMTAZ


Dış politikada “eşzamanlı” olarak başdöndürücü bir hızla, başdöndürücü gelişmeler yaşanıyor.
Devletlerarasındaki bu can pazarında bu hıza kim ayak uyduruyor, rüzgârın önüne mi kapılıp gidiyor, yoksa rüzgârı kontrol mü ediyor, pek merak ediyorum.
“Eşgüdümü” kim “güdümlüyor” ?
“Başmüzakereci” Babacan’ın son Amerika ziyaretinde Rice’la yaptığı görüşmeyle ilgili söylentilere Dışişleri tarafından yalanlama getirildi.
Dışişleri bakanlığı Sözcüsü Özgüergin; “haberde ABD Dışişleri Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile yaptıkları görüşmede Sayın Bakanımıza atfen bazı ifadeler ileri sürülmektedir. Söz konusu haberin başlığı, haberdeki ifadeler ve ileri sürülen iddialar hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır” denildi.
Öyleyse bahse konu “haberi” (Cumhuriyet. 11 Haziran 2008) irdeleyelim.
Haberdeki “ifadeler” iki yönlüdür; a)“Sayın Bakanımıza atfedilenler”; b) Rice’ın cevabı. Haberde Babacan’ın iki konuda Rice’dan yardım-aracılık istediği söylenilmektedir; 1. “Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını biliyoruz. Ama ortaya çıkan olumsuz havanın dağıtılması ve Türkiye’de kamuoyunun tepki göstermemesi için sizin Fransa’ya baskı yapmanızı istiyoruz”; 2. “BM’nin Irak Özel Temsilcisi Stefan de Mitsura’nın hazırlayacağı öneri paketi öncesi ABD’nin, Türkiye’nin yaklaşımlarına uygun çözümler üretmesi”.
Dışişleri’nin açıklamasından anlaşılıyor ki, “Bakan’a atfen” bu söylenilenler “hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır.
Kabul..
Dışişleri’nin açıklamasına inanmak durumundayız..
Peki ya Rice’ın cevaben söyledikleri?
Rice’ın halen taraflarca “yalanlanmayan” cevabının içeriğinde ne vardır?
Rice’ın AB konusunda ne cevap verdiği haberde yer almıyor. Ancak haberden, Kerkük konusunda şöyle söylediği anlaşılıyor:
“Bu konuyu bizimle değil, bölgesel Kürt yönetimi başkanı Mesud Barzani ile konuşun”.
Bu lâfı alın bir kenara yazın..
Babacan’ın Amerika gezisinden bir hafta kadar sonra Bush Avrupa’ya veda gezisine çıkıyor.
Bush bu arada gerçekleştirilen “Başkanlık döneminin son AB-ABD Zirvesi” için bulunduğu Slovenya’da “Türkiye’nin AB üyesi olması gerektiğine inanıyorum” dİyor.
Babacan “böyle bir şey istemediği halde”, bunu “kendiliğinden” söylüyor.
Türkiye’nin AB üyeliğine sürpriz bir destek de Hristofiyas ve Bakoyanni’den geliyor.
Stelyo Berberakis’in haberine göre “Rum kesiminin yeni lideri Hristofyas’la iki gün önce Kıbrıs’ta bir araya gelen Yunan Dışişleri Bakanı Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan Sarkozy’ye çattı ve Türkiye’nin AB’ye girişine destek verdi…. Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bokoyanni Rum Kesimi’nin yeni lideri Dimitris Hristofyas ile ilk resmi buluşmasını Lefkoşa’da gerçekleştirdi. Bir saatlik özel görüşmenin ardından gazetecilerle bir araya gelen Bakoyanni, Kıbrıs sorunu hakkında görüştüklerini söyledi. Ve Türkiye’nin AB üyesi olmasının kendileri için çok önemli olduğunu söyleyerek “Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ne derse desin bizim desteğimiz tam” dedi. Türkiye’de yaşanan siyasi krizi de yakından takip ettiklerini belirten Bakoyanni “Sonucu ne olursa olsun Kıbrıs sorununun çözümü için uğraşlar asla kesilmemeli” dedi. Kadın bakan bir gazetecinin garantörlük sistemi ile ilgili sorusuna “Bunlar modası geçmiş sistemler. Adil bir çözüm bulunmasıyla zaten AB ülkesi olan Kıbrıs’ın garantisi AB’nin kendisi olacaktır” demesi dikkat çekti.
Siz dikkatinizi her ikisinin de Türkiye’nin AB üyeliği için verdiği desteğe çevirin ama Bakoyanni’nin; “Garantörlüğün modası geçti” sözünü de bir kenara yazın..
Peki acaba ABD (ve Yunanistan, Rum kesimi, Ermenistan, Öcalan, Peşmergeler) Türkiye’nin AB üyeliğini neden ister?
Üye olunan Kulüpte, Kulübün üyelik kuralları geçerlidir. Kendi tercihlerinizden uzaklaşarak, “Yönetim Kurulu”nun dediklerini yaparsınız.
Bir Yönetim Kurulu vardır, bir de üyeler..
Yeni Dünya Düzeni “Küresel” vizyona sahiptir. Bu düzende bir “küreselleştirilenler” vardır, bir de “küreselleştirenler”..
Yunanistan, Ermenistan ve peşmergeler birçok kereler ancak AB üyesi bir Türkiye’den istediklerini elde edebileceklerini ifşa etmişlerdir.
Peki Rice’ın cevabı, Bush ve Bakoyanni’nin söyledikleri doğrultusunda şu an çekilen fotoğrafın Kerkük-Kıbrıs-Karasu’da çerçevelediği resim nedir?
Yukarıdaki açıklamalarla eş zamanlı olarak Peşmergeler, “Kerkük referandumundan vazgeçebileceklerini” açıklamışlardır.
Irak’ın kuzeyinde kurulan Kukla Devlet’in Başbakanı Neçirvan Barzani, “referandumdan vazgeçebiliriz ve Kerkük’te yönetimi paylaşabiliriz” demiştir.
Hayırdır? Âniden vahiy mi inmiştir?
Barzani bunu söylerken, “eşzamanlı” olarak Irak’ın Telafer kentinde Sünniler ve Şiiler arasındaki arabuluculuklarıyla tanınan iki Türkmen aşiret lideri ziyarette bulundukları eve yapılan silahlı saldırıda hayatlarını kaybetmişlerdir.
Telafer’in nüfusu 250 bindir ve tamamı Şii veya Sünni Türkmendir. Öldürülenler Ubeyd Aşireti lideri Şeyh Abdülnur Muhammed Nur El Tahhan ile Halaybeg aşireti lideri Şeyh Muhammet Faysal’dır. ITC bir açıklama yaparak Faysal’ın Telafer Ağalar Meclisi Başkanı ve Türkmen Meclisi Üyesi olduğunu belirtmiştir.
Yine Telafer Ağalar Meclisi üyesi Nureddin Maksud ve koruması da yaralanmışlardır.
Yine “eşzamanlı” olarak Rusya ve Fransa’nın ardından Almanya da Kürt Bölgesine “akredite” konsolosluk açma hazırlıklarına girmiştir.
Rice’ın “onlarla konuşun” dediği Barzani’nin “Referandum’dan vazgeçebiliriz” açıklamasının ardında ne yatmaktadır?
Bahadır Selim Dilek’in haberine göre “BM Irak Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın hazırladığı ve Irak’taki -itilaflı bölgeler- üzerine çözüm önerileri getirdiği raporda öngörülen ikinci ve üçüncü aşamalar, ülkede üçüncü büyük etnik grup olan Türkmenlerin ellerindeki toprakları tartışmaya açacak. Türkiye sınırına yakın olan ve orta-güney Irak’a açılan bu toprakların Kürtlerin denetimine geçmesi durumunda, Türkiye’nin Irak içindeki stratejik derinliğini yitirmesi söz konusu olacak. Raporda öncelikli olarak ele alınan Akra, Hamdaniye, Mahmur, Mendeli’nin dışında Mitsura, BM’nin bir sonraki adımlarına ilişkin bilgileri de ortaya koydu. Raporun, -Aşama İki: BM Irak’a Yardım Misyonu (UNAMI) Çalışmaları Devam Etmekte- başlıklı bölümünde, -UNAMI, Kuzey Irak’taki Telafer, Telkeyf, Şeyhan, Sincar, Musul, Hanekin ve Diyala’daki diğer ihtilaflı bölgelerin analizini yapmaya aynı yaklaşımla devam edecektir. UNAMI bu analizlerini önümüzdeki haftalarda tamamlamayı planlamaktadır- denildi. İkinci ve üçüncü aşamada incelenecek bölgelerin büyük bir bölümü Türkmenler ve Asuriler, Yezidiler ve Keldaniler gibi Kürtler dışındaki etnik gruplara ait bulunuyor. Nüfusunun tamamı Türkmen olan Telafer’in ve Irak-Suriye sınırındaki Sincar bölgesinin –tartışmalı- kabul edilmesi ile birlikte bölgesel Kürt yönetimi, Irak içindeki sınırlarının genişletilmesi konusunda önemli bir mevzii de kazanmış oldu. Raporda üçüncü aşama olarak da Kerkük’ün ele alınacağı bilgisi yer aldı. Raporda, -UNAMI, Kerkük’ün idari yetki sorununun çözümü için tüm tarafların üzerinde anlaşabileceği muhtemel senaryo ve seçenekler üzerinde çalışmaya başlamıştır- görüşüne yer verildi. Raporda, -UNAMI analizi, her ihtilaflı bölge için geniş çaplı siyasi uzlaşının elde edilmesini hedef alan bir ivme yaratmayı amaçlamaktadır- denilse de, De Mitsura’nın ortaya koyduğu yaklaşım Türkmenlerin Kürtler tarafından asimile edilmesine ve haklarının önemli ölçüde erozyona uğratılmasına neden olacak”.
Yâni kıymetli okuyucu, Türkmen kenti Kerkük’te Kürt yerleşimini ve hakimiyetini sağlayacak referandumun iptal edilmesinin yolu, yine Türk kenti Telafer’in Kürtlere verilmesinden geçiyor..
Referandum da toptan iptal edilmiş olmuyor, “yönetimde nasıl olur da Türkmenlere daha az söz hakkı veririz”in araştırması, yolu yapılıyor.
Yâni Rice’ın “onlarla konuşun” sözünün arka planında bu yatıyor..
Şimdi geliyoruz, “bir kenara yazın” dediğim ikinci konuya, Bakoyanni’nin “garantörlük eskimiştir” sözüne..
Garantörlüğün sigortası kim? Kıbrıs’ta uluslar arası anlaşmalarla bulunan Türk askeri..
Bakın Talat, Bakoyanni-Hristofiyas buluşmasından sonra ne dedi?
VATAN soruyor, (13 Haziran 2008)
“Türk askeri, 1974’de müdahaleyi yaptıktan sonra geri çekilseydi, bugünkü sorunlar yine yaşanır mıydı?
Cevap: Bir anlaşma yaparak çekilseydi, Kıbrıs sorunu çözülmüş olurdu. Ama o imkânı bulabildiler mi, bilemiyorum. O günün koşullarında zor herhalde. Çünkü buna Rum tarafı da hazır olmalıydı. Anlaşma sonrasında, uygun bir şekilde asker çekilir, kalacak olanlar da kalırdı. Kıbrıs sorunu çözümlenirdi”.
Yâni “Asker çekilseydi, Kıbrıs sorunu çözülürdü”.
Demek ki çözüme engel, Türk askeridir.
İyi de, “çözüm” nedir?
Bakoyanni’nin, “garantörlüğün modası geçmiştir” sözünü hazmetmeye çalışırken şu haber pat diye düşüverdi ekrana..
“Washington yönetiminin, askerlerinin Irak yargısından muaf tutulması, Irak hava ve deniz sahasının kontrolü ve Amerikan ordusunun Irak topraklarında hareket serbestliği gibi talepleri nedeniyle SOFA görüşmelerinde çıkmaz yola girdiklerini belirten Irak Başbakanı El Maliki, anlaşacaklarını söyleyen ABD Başkanı Bush’u yalanlamış oldu”.
Alternatifi yine sütun aralarında buluyoruz. (Bahadır Selim Dilek’in haberi)
“ANKARA - Bağdat yönetiminin, Ankara ve Tahran’a -Irak’ın güvenliğini Türkiye ve İran’ın ortaklaşa garanti etmesi durumunda, Washington yönetimi ile ABD askerlerinin ülke içinde uzun dönemli varlığına olanak tanıyacak kuvvetlerin statüsü anlaşması imzalamayacakları- önerisi getirdiği ortaya çıktı. Cumhuriyet’in ulaştığı bilgilere göre, bu konuda net bir yaklaşım geliştirmeden önce ilk girişim Tahran yönetiminden geldi. Irak’ın, ABD’nin Irak hava ve kara sahasını kullanarak üçüncü ülkelere operasyon yapma hakkını da kapsayan SOFA görüşmelerini sürdürmesinden rahatsız olan Tahran yönetimi, Iraklı yetkililere İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad aracılığı ile -ABD ile anlaşma imzalamanıza gerek yok. Sizin güvenliğinizi bir sağlarız- önerisi getirdi. Ahmedinejad, İran’ın bu önerisini ilk olarak 3 Mart’ta Bağdat’a yaptığı ziyaret sırasında Iraklı yetkililere iletti. Tahran öneriyi, ikinci kez de Irak Başbakanı Nuri el Maliki’nin geçen hafta Tahran’a yaptığı ziyaret sırasında gündeme getirdi. Iraklı yetkililer, Tahran’ın bu yaklaşımına önce olumlu yanıt vermediler. Ardından da -Türkiye ile ittifak içinde böyle bir mekanizma kurulursa ABD ile SOFA’yı imzalamayız. Ancak güvenliğimizin ve stratejik çıkarlarımızın garanti altına alınması gerekir- karşı önerisini sundular. Irak’ın, -stratejik ilişki- bağlamında söz konusu öneriyi Türkiye’nin de gündemine getirdiği öğrenildi. Önerinin fikir babalığını ise Irak’ın Şii kökenli Meclis Başkanı Mahmud el Meşhedani yaparken, Iraklı yetkililerin, -Irak, zengin petrol yataklarına sahip. Irak’ın servetini ve bağımsızlığını koruyabilmesi ve düşman saldırısı karşısında ülkedeki siyasi düzeni savunabilmesi için stratejik bir şemsiyeye ihtiyacı var. İran ve Türkiye, Irak’ın güvenliği konusunda destek verirse ABD ile uzun vadeli güvenlik anlaşmasını kabul etmeyiz- görüşünü ortaya koyduğu belirtildi”.
Hani garantörlüğün modası geçmişti?
Iraklıların istediği bir tür garantörlük değil midir?
Ve ben Meşhedani’nin teklifinin üzerine pat diye atlanılmasa da “Irak merkezi yönetimi ile” çok iyi pazarlıklar sonucu, başkalarının pek hoşuna gitmese de İran-Türkiye-Irak denkleminin çözüleceğine ve “bölgesel” olarak her üç devletin de büyük kazanımlar elde edeceğine inanıyorum.
Bakoyanni’nin, “Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyoruz” lâfının peşini bırakmayalım.
Ve soralım; “Neden?”
Türklerin böylelikle “daha iyi bir hayat ve yaşam koşulları”na sahip olacağını düşündüğünüz için mi, Türklerin iyiliği için mi istiyorsunuz gerçekten?
Cevabı, Bakoyanni’nin bu “iyi, dileklerinden” sadece üç gün sonra suyun öte yanındaki Gümülcine’den Gümülcine Müftüsü veriyor.
Unutmadan hatırlatalım; Batı Trakya Türkleri; 1981’den bu yana AB üyesi olan Yunanistan’ın en doğusunda 1981’den beri AB vatandaşı olarak yaşamışlardır.
Peki bu “Türkler”, 1981’den beri; Bakoyanni’nin 2008’de Türkiye için “candan” istediği, iyi niyetle istediği koşullara sahip midirler?
Şöyle diyor Gümülcine Müftüsü:
“SAKARYA -İHA- YAŞAR KEÇECİ (14 Haziran 2008 Cumartesi 16:55)
Yunanistan Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, Yunanistan’da kendilerine Türk demelerinin yasak olduğunu belirterek, -Yunanistan, 1984′te KKTC kurulmasından sonra Türk kelimesinin düşmanlık ifade ettiğini, Yunanistan’da Türk olmadığını ve Türk isminde derneğin kurulamayacağına yönelik karar aldı- dedi.
Sakarya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen Uluslararası Balkan Buluşması çerçevesinde tertip olunan ‘Balkanların Geleceği’ konulu panel, Adapazarı Kültür Merkezi’nde toplandı. Panel öncesi sinevizyonla Yunanistan’daki Müslüman Türklerin yaşadığı sorunları anlatan Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, -Yunanistan’da çeşitli sorunlar yaşıyoruz. Bunlardan biri eğitim. Lozan Anlaşması’na göre Türkiye’den Batı Trakya’ya 30 öğretmen gelmesi gerekirken, İstanbul Rumlarının sayılarının azalmasından dolayı, sadece 15 öğretmen Batı Trakya’ya gelebilmektedir. Bizim ikinci sorunumuz kimliktir. Batı Trakya’da Lozan’da Türk olarak bırakılmamıza rağmen, kendimize Türk dememiz yasak. Ben 1990 yılında milletvekili adayı ‘kanınızdan canınızdan olan bizlere oylarınızı verin’ dediğim için, Türk kelimesi iki unsur arası Yunanlılar ile azınlık Türkler arasında düşmanlık doğurduğu gerekçesiyle 18 ay hapse mahkûm oldum. 3 ay hapis yattıktan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye’nin müdahalesiyle hapisten çıktım. Yunanistan 1984′te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilân edildikten sonra, isminde Türk olan dernekleri kapattı. Türk kelimesinin düşmanlık ifade ettiğini, Yunanistan’da Türk olmadığını ve Türk isminde derneğin kurulamayacağına yönelik karar alındı- dedi.
Batı Trakya’da Türkler tarafından kurulan vakıflara engeller çıkartıldığını ifade eden Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, -1913 yılında Yunanistan ve Osmanlı arasında imzalanan Atina Anlaşmasına göre, vakıfları bizim idare etmemiz gerekiyor. Bu anlaşma, daha sonra meclis tarafından kanun haline getirildi. Bu kanuna rağmen, vakıflarda tâyinlere karışıyorlar ve kendilerinin istediği kişileri işbaşına getiriyorlar. Türkiye’de azınlık vakıflarına birçok hak verilirken, 2008′de çıkan vakıflar yasası da eski yasa gibi vakıfları Türklerin elinden alıyor. Bundan dolayı toplanarak bu yasayı da kabul etmediğimizi ilan ettik” diye konuştu.
Batı Trakya’daki müftülük makamının Türkiye’dekinden farklı olduğunu ifade eden Şerif, -1913 Atina Anlaşması’na göre müftü, Türklerin kadısıdır. Türkiye’deki müftü ile Batı Trakya’daki müftülük ile Türkiye’deki müftülük makamı farklıdır. Lozan’da verilen haklara göre, bizlere aile hukuku, evlenme boşanma, miras gibi konuları İslam hukukuna göre çözüyoruz. Müftüler; vakıfların da başkanı, okulların da başkanı, halkın da lideri, onun için müftülerin ayrı bir yeri var Batı Trakya’da. 1985′te Yunanlılar, Lozan Anlaşması’na göre seçimle gelmesiyle gereken müftüleri kendileri tayin etti. 1985′ten 1990′lara kadar müftülerin seçimle gelmesi için çaba gösterdik. 1990′da Gümülcine’de Cuma günü müftülük seçimi oldu, yüzde 95′lik oyla bu görevi bana tevdî ettiler. Ben hiç kimseye beni müftü seçin demedim ama halkım bu görevi verdi. 1990 yılından beri bu görevi yapıyorum- şeklinde konuştu”.
AB üyeliğini desteklediği Türkiye ve Rum’un paçasına yapışmasını istedikleri Kıbrıs Türkleri için Batı Trakya Türklerine reva gördükleri hayat tarzını mı istiyor Bakoyanni?
Demek ki bütün mesele galiba Kerkük-Kıbrıs-Karasu (Mesta) üçgeninde “küreselleştirilen” olmayı içe sindirmemekten geçiyor.
“Eşzamanlı” cümle tezgâhlara karşı uyanık olurken hem de..
Ha, AB mi?
Bizi “bekleme odasında” oyalamayı bıraksın da İrlanda’nın “Lizbon Anlaşması”nı vetosuyla uğraşsın..
“Hayır” dan sonra Die Welt’in attığı “İrlandalılar kimsenin yararını açıklamadığı bir antlaşmayı neden onaylasınlar ki?” manşetini, AB muhibbanı bilumum dolmakalemler çerçeveletip başuçlarına asmalıdırlar.
Helâl olsun şu küçücük İrlanda’ya..

TÜRKİYE'NİN GERÇEK GÜNDEMİNE BİR GÖNDERME !...

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 13:14
gönderen borabey
Nedret Ersanel

Boru hattına Kürtleri kim yerleştiriyor?

Sandığa giden yolda belli ki “ana arter”lerden biri bu olacak.
Krizin bu yola dökülmesi belki kamuoyu konsantrasyonunu, terörist ve ayrılıkçı Kürt hareketi ile Kuzey Irak konusundaki son ve oldukça hassas gelişmelere de çeker.
Örneğin… Azerbaycan’da gizlice himaye edilen bir Kürt göçü olduğunu biliyor musunuz?
Azeriler özellikle son iki haftadır bu konuyla çok ilgileniyor. Nedeni ilginç.
Ülkeye göç eden Kürtlerin özellikle Binegadi Kasabası’ndan başlayarak, tâ Gazah şehrine kadar “belli” bir çizgide yerleştirildiğine ilişkin sağlam bilgiler geliyor.
Bu hattın özelliği ne?
Adı geçen güzergahın adresini şöyle de yazabilirsiniz.. “Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı!”
İlginç değil mi?
Azeri aydınlar bu yerleştirmenin büyük güçlerin desteğiyle olduğuna inanıyorlar ve bunu açıkça yazıyorlar.
İsim vermiyorlar ama en azından birinin ABD olduğunu görmek için müneccimliğe ihtiyaç yok sanırım.
Peki BTC’nin geçtiği ana yollardan biri olan Türkiye’de durum ne acaba? Bu konuda güvenilir ya da açık bir bilgi kamuoyuna yansımış değil.
Ancak Adana ve Mersin’e göç etmiş bir nüfus olduğu zaten biliniyor. Bu şehirlerde yaşanan toplumsal olaylarda bu nüfusu görmek de-elbette hepsini değil-mümkün.
Kaldı ki bu şehirlerdeki terörist Kürt ivmelenmeler olabileceğine ilişkin yerli/yabancı bir çok yazı da hafızamda taze.
En sıcağını anımsatmaya bile gerek yok. Bugünkü (25 Mayıs) gazetelerde mevcut. Ankara’daki patlamadan sonra yakalanan “röfleli ve manikürlü” kadın teröristin, Adana ve Ceyhan’a gittiği biliniyor.
BTC hattına baktığı ve olası bir bombalama eylemini orada gerçekleştireceği yönünde iddilar da yazılıyor.
Mersin ise Türkiye’nin geleceğe yönelik enerji politikalarında önemli bir yer tutuyor.
Bu bölgenin dünyanın enerji vanası yapılması için büyük planları var Türkiye’nin. Bu yüzden, Türkiye sınırları içinde kalan BTC hattındaki yerleşimleri terörist PKK’nın kullanmaması için dikkat gerekiyor.
Bu işin bir veçhesi.. Azeri dostların söylediği gibi bu göçler uluslararası bir tezgahın parçası olarak kullanılıyorsa, eh, ona daha çok dikkat gerekiyor.

KERKÜK'TE İHANETİN BELGESİ !.....

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 13:40
gönderen borabey
KİMLİKSİZ VE KİŞİLİKSİZ....
SÖZDE TÜRKMEN ....
SÖZDE KÜRT HÜKÜMETİNİN
SÖZDE KÜRTMEN BAKANI...
MAKAM İÇİN
MİLLİ KİMLİĞİNİ PAZARA ÇIKARAN
KÜRESEL BİR UŞAĞIN
TELAFERDE SEYRELTİLMİŞ URANYUM BOMBALARI İLE
TÜRKMEN SOY KIRIMI YAPILIRKEN,
TAPU VE NÜFUS KAYITLARI YAKILIRKEN
TÜRKMEN MEZARLIKLARI DAHİ YIKILIRKEN...
BUNLAR OLMAMIŞCASINA.....
İBRETLİK AÇIKLAMASI...
HEM DE KİME ?.....
AKP'NİN AKİL TAKIMI BAŞBAKAN'IN DANIŞMANI
METİN METİNER'E....


''Kerkük Kürdistan'a bağlanmalı!''

Türkmen Kardeşlik Ocağı'nın Başkanı ve aynı zamanda Kürt Hükümeti'nde Bayındırlık Bakanı olan Arslan, Mehmet Metiner'e ilginç açıklamalarda bulundu. Kürt hükümetinin Türkmenlere baskıda bulunmadığını ifade eden Arslan, Kerkük'ün Kürdistan'a bağlanması gerektiği görüşünde...



Röportajlarıyla Kuzey Irak’taki son gelişmelere ışık tutan yazarımız Mehmet Metiner, Türkmen bakan Vedat Arslan’la görüştü. Arslan, “Bilinenler yanlış. Kürt yönetimi bize her türlü katkıyı yapıyor” dedi.
Vedat Arslan, Erbilli bir Türkmen. 1974'ten başlayarak uzun yıllar Türkmen Cephesi'nin Genel Başkanlığı'nı yapmış. O yıllarda Türkmen Cephesi'nin Erbil'den başka şubesi yokmuş. Türkmen Cephesi'nin siyasetini, Türkmenler’in yararına bulmadığı için 2000 yılında cephe ile yollarını ayırmış.
Türkmen Kardeşlik Ocağı'nın Genel Başkanı olan Sayın Vedat Arslan, aynı zamanda Kürt Hükümeti'nde Bayındırlık Bakanı olarak görev yapıyor. Oldukça sevilen-sayılan biri. Kendisiyle Türkmen Kardeşlik Ocağı'nın Erbil'deki binasında görüştüm. Olabildiğince alçak gönüllü, sıcak ve içten biri. Türkmen Bakan ile haliyle Kerkük ve Türkmen meselesi hakkında konuştuk. Arslan'ın söyledikleri Türkiye'de ezber bozacak türden. Bize düşen olduğu gibi aktarmak. Elçiye zeval olmazmış!
BİZE KARŞI BASKI YOK
Sayın Bakan hemen sorayım: Kürt Hükümeti'nin Türkmenlere karşı ayırıcı ve baskıcı bir siyaset izlediği söyleniyor. Ne dersiniz?
ARSLAN: Bu iddialar nerden çıkıyor bilmiyorum. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, böyle bir şey ne gördük, ne de biliyoruz. Bölgesel Kürt Yönetimi içinde yaşayan Kürtler’in ne hakkı varsa Türkmenler’in de aynı hakkı var. Kürt Hükümeti Türkmenler’e her türlü katkıyı yapıyor.
KÜRTÇE DAYATILMIYOR
Okullarınızda Türkçe eğitim yapabiliyor musunuz? Kürtçe resmi dil olarak mı dayatılıyor size? Nedir uygulama?
ARSLAN: Hayır, Kürtçe resmi dil olarak dayatılmıyor. Okullarımızda biz anadilimizde, yani Türkçe eğitim yapıyoruz. Türkçe yayın yapan radyolarımız, televizyonlarımız,gazetelerimiz var. Okullarımızda Türkçe eğitimin yanında Kürtçe, İngilizce eğitim de yapıyoruz. Kürt Hükümeti'nin eğitim dili konusunda herhangi bir zorlaması veya resmi dayatması yok. Hatta şunu söyleyebilirim ki, Kürt Hükümeti, eğitim dilinin Türkçe olması konusunda kendisi bize telkinde bulunuyor.
KATKI YAPIYORLAR
Türkiye'de bu konuda tam tersi iddialar var ama...
ARSLAN: O iddiaları biliyorum. Ben gerçeklerden bahsediyorum. Bakınız 1993 veya 94'te ilköğretim okullarımızı açtığımızda, o zamanki Kürt hükümeti’ne eğitim dili olarak Arapça ve Türkçe önerisinde bulunduk. Biz böyle olsun istedik. Ama Kürt kardeşlerimiz, "hayır" dediler. "Okullardaki eğitim dili bütünüyle Türkçe olsun" dediler. Sadece bir dersin Kürtçe olması yeterli dediler. Bize, bırakınız baskı yapmayı, tam tersine katkıda bulunuyorlar...
15 OKULUMUZ VAR
Şu anda kaç okul var Türkmenlere ait ve bu okullar kaç dilli?
ARSLAN: Şu an itibariyle 2 anaokulumuz, 9 ilkokulumuz ve 4 de lisemiz var. Bu okullarımızda Türkçe'nin yanı sıra Kürtçe, Arapça ve İngilizce de öğretiyoruz.
ÜNİVERSİTE GELİYOR
Peki üniversitelerde Türkçe'nin durumu nedir?
ARSLAN: Kürt Hükümeti bu konuda da her türlü teklifimize açık. Süleymaniye ve Koysancak'taki üniversitelerde Türkçe bölümleri var. Biz Selahaddin Üniversitesi'nde de Türkçe Bölümü olsun önerisinde bulunduk. Yüksek Öğretim bakanımızla konuştum. "Peki" dedi. "Türkçe öğretecek hocalar bulmanız koşuluyla memnuniyetle" dedi. Yakında bu hocaları tedarik ettiğimizde Türkçe Bölümü’nü de açmış olacağız. Bu konuda Türkiye'nin de yardımına ihtiyacımız var.
IRAK ANAYASASI
Kürt Bölgesinin Başkanı Mesut Barzani ve Talabani, Irak Anayasası yazılırken, bizzat kendilerinin Türkmenler’in adının anayasaya girmeleri konusunda ısrarcı olduklarını söylüyorlar. Hatta Türkmenler’in adı girmezse toplantıları terk edip gideceklerini söylüyorlar. Bunun için Irak Anayasası’nda ilk defa Türkmenler’in adının Kürt liderlerin ısrarıyla belirtildiği söyleniyor. Bu doğru mu?
ARSLAN: Ben Bağdat'taki o toplantılarda bulunmadım. Ama bulunan arkadaşlarımızdan dinledim. Doğrudur. Sayın Mesud Barzani de, Celal Talabani de bu konuda ısrarcı olmuşlar. Hatta bizzat orada bulunan kardeşlerimizden dinledim. Türkmenler’in adının geçtiği maddeyi bizzat Barzani kendi kırmızı kalemiyle yazmış vermiş. Ve o haliyle de kabul edilmiş.
KERKÜK KÜRDİSTAN’A BAĞLANMALI
Gelelim Kerkük meselesine. Siz Sayın Bakan, Kerkük'ün Bölgesel Kürt Yönetimi’ne bağlanması gerektiğine inanıyor musunuz?
ARSLAN: Tabii Kerkük'ün geleceğine Kerküklüler karar vereceklerdir. Oradaki Türkmen kardeşlerimiz nasıl tercihte bulunurlar bilmem. Ama bizim kişisel fikrimiz, Kerkük'ün Kürt bölgesine katılması halinde Türkmen haklarının daha iyi korunacağı yönündedir. Niye? Çünkü Kerkük, Kürdistan bölgesine bağlanırsa biz Kürtler’den sonra ikinci büyük topluluk olacağız. Dolayısıyla siyasi temsil gücümüz de artacak. Kerkük Bağdat'a bağlanırsa temsil oranımız yüzde 1.2 dolayında olacaktır. Çünkü Türkmenler Şii-Sünni olarak bölünmüşler. Türkmenler’in yüzde 65'i Şii.. Bu durumda haliyle bizim temsil oranımız düşecektir. Ama Kürdistan bölgesine bağlanırsa işte o zaman yüzde 20-25 civarında olacaktır. Her bakımdan biz Türkmenler daha çok kazançlı çıkacağız bu durumda.
O yüzden bizim kanaatimiz Kerkük'ün Kürdistan bölgesine katılması yönündedir. Türkiye'nin bundan endişe duymasına gerek yok, tam tersine bunu istemesi gerekir. Dediğim gibi, Türkmenler çok daha etkili bir nüfuza sahip olacaklardır...
TÜRKMENLER’E ÖZERKLİK
Kürt Parlamento Başkanı Adnan Mufti, kendisiyle yaptığım görüşmede, Kerkük'ün Kürdistan bölgesine dahil olması halinde Türkmenlere çoğunlukta oldukları yerde özerklik tanıyacaklarını söylediler, adlarının ikinci büyük topluluk olarak Kürt bölgesinin anayasasında da yazılacağını belirttiler... Sizin bu konudaki fikriniz nedir veya var mı başka talepleriniz?
ARSLAN: Sayın Adnan Mufti'nin söyledikleri, bizim de taleplerimizdir. Biz bu taleplerimizi kendilerine iletmiştik. Doğrusu da budur. Başkan Barzani'nin de her zaman söylediği budur. Başkan Barzani her zaman bize şunu söylemiştir: Biz Kürtler Saddam rejiminden çok çektik. Dolayısıyla gücümüz var diye başkalarına haksızlık edersek Saddam'dan ne farkımız kalır? Bizim ne haklarımız varsa Türkmen kardeşlerimizin de o hakları olacaktır. Bu ifadelerin aksine bir uygulama görmedik. Bundan sonra da göreceğimize ihtimal vermiyoruz.

PENTAGON/AK PARTİ RAPORU

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 15:37
gönderen borabey
Pentagon'a sunulan AK Parti raporu

Pentagon, 'Türkiye'de Siyasal İslam'ın Yükselişi' konulu bir rapor hazırlattı. raporda, Türkiye'de İslam eksenindeki siyasi ve sosyal gelişmeler, gelecekteki muhtemel senaryolar ve bunların ABD'ye yansımaları ele alınıyor. İşte raporda yer alan şok tespitler:



AK Parti'nin İslamcı gündemi yok, kapatma krizi derinleştirir...
Pentagon'da ABD eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman'ın deruhte ettiği Siyasi İşlerden Sorumlu Savunma Müsteşarlığı, RAND Corporation adlı araştırma kuruluşuna 'Türkiye'de Siyasal İslam'ın Yükselişi' konulu bir rapor hazırlattı.
Angel Rabasa ve F. Stephen Larrabbee adlı uzmanların imza attığı raporda, Türkiye'de İslam eksenindeki siyasi ve sosyal gelişmeler, gelecekteki muhtemel senaryolar ve bunların ABD'ye yansımaları ele alınıyor. Raporda, AK Parti'nin açık ve agresif bir İslamcı gündem peşinde koşma ihtimalinin zayıf olduğu belirtilerek dolayısıyla askerî darbeye sebebiyet vermeyeceği ifade ediliyor. Türklerin şeriat devletine karşı durduğuna ve AB üyeliğinin halkın yarısından fazlasınca desteklendiğine dikkat çekilen raporda AK Parti'nin kapatılmasının 'çok az şeyi çözeceği' ve 'krizin derinleşmesine sebebiyet vereceği' öngörülüyor. AK Parti'nin başarısının 'İslami kökleri olan siyasi hareketin gücü'nü gösterdiği savunulan raporda, Refah ve Fazilet gibi selef partilerden çok farklı olduğu belirtiliyor. Raporda, AB yolunda diğer dinlere ait azınlıkların haklarını da içeren reformlar yapıldığına dikkat çekiliyor.
RAND raporunda önümüzdeki 10 yılda Türkiye için dört ana muhtemel senaryodan söz ediliyor: AKP'nin ılımlı, AB eğilimli bir yol izlemesi, sinsi İslamlaşma, AKP'nin yargı tarafından kapatılması ve askerî darbe.
Rapora göre, AKP kapatılmazsa ve iktidarda kalırsa, laikçileri tahrik edecek ve laik-dindar dengesini değiştirecek icraatlar yönünde bastırma hususunda 'daha ihtiyatlı' olacak. Kemalist idareci sınıfın Türkiye'de hâlâ 'büyük oranda hakim' olduğu kaydedilen raporda, 'Siyasette dinin kabul edilir rolünü tanımlayan çizgileri aşan herhangi bir hükümet, siyasi gerilime sebebiyet verecek ve muhtemelen askerî müdahaleyi tahrik edecektir.' tespiti yer alıyor; ancak AKP'nin öncülleri sayılan Refah ve Fazilet Partisi'nden çok farklı politik hedeflere sahip olduğu ve AB üyeliği hedefine öncelik verdiği vurgulanıyor. Bunun yanı sıra Türkiye'de mutedil ve çoğulcu bir İslam geleneği olduğu vurgulanarak, dindar insanların da içinde bulunduğu çok büyük bir çoğunluğun din devletini desteklemediği belirtiliyor. Türkiye'nin Batı'ya büyük ölçüde entegre olmuş bir ülke olmasının dine dayalı bir sistem kurulmasını zorlaştıran bir başka faktör olarak anlatıldığı raporda, AKP hükümetinin gerçekleştirdiği demokratik reformlar ve azınlıklara yönelik yaklaşımıyla ülkedeki azınlık topluluklarının da desteğini aldığı kaydediliyor. Rapor, AKP'nin 'çok daha agresif bir İslamcı gündem' peşinde koşma ihtimalinin 'daha az muhtemel' olduğu sonucuna varıyor. AKP'nin kapatılmasının 'çok az şeyi çözeceği' ve 'krizin derinleşmesine sebebiyet vereceği' öngörüsü yapılırken, muhtemelen partinin yeni bir isimle yeniden ortaya çıkacağı kaydediliyor. Askerî müdahaleleri 'yumuşak darbe' ve 'doğrudan müdahale' olarak ikiye ayıran raporda, özellikle eğer AKP, İslami gündem adına daha yoğun şekilde bastırırsa ordu tarafından doğrudan darbenin 'değerlendirme dışı tutulmayacağı' ifade ediliyor. Ancak yazarlar bunun ordunun elindeki 'diğer tüm seçenekler tükenirse' yapılacağını kaydediyor. Türkiye'nin Osmanlı döneminden beri İslam ile Batılılaşmayı birleştirmeye çalışmasının Ortadoğu'daki diğer İslam ülkelerinden farklı olarak bölgedeki siyasi modernleşme sürecini tanımlayan keskin ayrılıklar ve şiddetten korunma ihtimalini artırdığı belirtiliyor.
'İslamî köklere sahip bir partinin din ve devlet arasındaki sınırlara riayet ederek laik demokratik sistemde icraat yapma kabiliyeti İslam'ın modern laik demokrasi ile bağdaştırılamayacağı argümanını çürütür.' deniyor. Bu deneyimin akim kalmasının 'daha büyük laik-İslam kutuplaşmasına sebebiyet vereceği, Türkiye dışındaki İslam ülkelerine ve gruplara olumsuz yansımaları olacağı anlatılıyor. Öte yandan özellikle laikçileri ve orduyu rahatsız ettiği gerekçesiyle, Amerikan devletine Türkiye'yi Ortadoğu için 'model' olarak tasvir etmemeleri uyarısında bulunulurken, Türkiye'deki mutedil ve çoğulcu İslam anlayışının diğer Müslüman ülkeler için örnek oluşturabileceği notu düşülüyor.
'Siyasal İslam' tabirini 'İslam'ın ışığında siyaset' olarak tanımlayan yazarlar, Türkiye'de bugün yaşanan siyasi gerilimleri 'İslamcılar' ile 'laikçiler' arasındaki mücadele olarak görmenin meseleyi 'aşırı basitleştirmek' olduğunu düşünüyor. Rapora göre, 'Bu gerilimler Osmanlı ve yakın Türkiye tarihinde derin kökleri olan, yeni yükselen sosyal sektörler ile laik elit -merkez ile çevre- arasındaki güç mücadelesinin bir parçası.' Raporda, 'Eskiden Kemalistler Batı'yla bağların ve Batı'ya entegrasyonun ana destekçileriydi. Ancak yakın geçmişte bu rol artan şekilde AKP tarafından ifa ediliyor.' deniyor. Türkiye'nin AB üyeliğinin reddi halinde ise 'Türkiye'nin Batı'ya bağlarını zayıflatmak isteyen güçlerin kuvvetleneceği' savunuluyor.

MODERN MAHREMİYET'İN MİMARI NİLÜFER GÖLE'DEN

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 15:40
gönderen borabey
16 Haziran 2008



İmamın kızı öğretmen olmak isteyince...

Sosyolog Göle’ye göre, başörtülü öğrencilerin okula gitme isteğiyle birlikte, ‘aynı mekâna talip olma’ durumu nedeniyle yepyeni bir tartışma açıldı. Taha Akyol'un röportajı



‘Modern mahrem’ dünyada büyük yankılar yaratan bir sosyolojik kavram. Bu konuda ne diyorsunuz?
Sosyal bilimler alanında biraz da merakla çalıştığımız için çocuksu bir tarafımız var. Ben bu konuya el attığımda elimi bu kadar önemli bir elektrik prizine soktuğumu bilmiyordum. İçgüdüsel mi derseniz, bir elektrik akımına tutulmuş gibi. Bunun bu kadar devamlı olacağını, dallanıp budaklanacağını, yeni yerlere taşınacağını düşünmemiştim. Sonra İstanbul’dan Paris’e gittiğimde de doğrusu bu konu artık arkamdaydı. Zaten başka konulara geçmiştim çalışmalarımda ve insanlar Doğu’dan Batı’ya gittiklerinde tarihte daha ileriye doğru gideceğini düşünür. O zaman anladım ki, tarihin yönü değişmiş. Batı’ya gittiğimde arkada bıraktığımı düşündüğüm mevzu ve tartışma çok daha büyük bir biçimde karşıma geldi. O zaman anladım ki, aslında Batı bizden öğrenmeye başladı; burada bir yer değiştirme var. Modernite okumasını sürekli Batı toplumlarının aynasından ya da pratiklerinden değil de, kendimizden yapmaya başladık. Bugün Batı sadece modernliği beslemiyor, problem de besletiyor. Batı dışındaki toplumların çok daha önemli katkısı olduğunu düşünüyorum bugün. Yani ‘Batı dışı modernite’ derken çok konuşulan Hindistan ve Çin. Ama Türkiye de tam Batı’nın göbeğinden, Avrupa’nın içinden bu sorgulamayı yapıyor. Bir merkez kayması var. Modernlik okumalarında hep bir merkez arzusu vardır. Bir Türk entelektüelinin, hep hayal ettiği ‘daha iyi’ bir merkez vardır. Artık bu merkez kaydı.
‘Modern mahrem’ neyi ifade ediyor burada?
Modernliğin içindeki mahremiyeti hatırlatıyor.
Modernliğin içinde bir mahrem diyorsunuz?
Hayır, modernlik aslında kendini tanımlarken tabii ki özel hayatla kamusal alan, yani aile hayatıyla sosyal hayat arasındaki sınırları belirliyor. Demokrasiler ve modern toplumlar esasında bu sınırları çizerler; hangisi bireysel, hangisi aile, hangisi iş mekânı sınırlarını... Aslında örtü hikâyesi ve İslam bunları yeniden gözden geçirmemize yol açtı. Din kamusal alana taşındı. Bu sadece Türkiye’de değil Avrupa’da da böyle. Hem örtü, hem de cami kurmak bunun simgesi. Bugün göçmen Müslümanların Avrupa’da cami kurmak istemeleri de, bir şekilde İslam’ın kamusal alanda görünürlük kazanmasıyla ilgili. Bu Avrupa toplumunun içinde gerçekleşiyor, mekân olayı çok önemli.
Müslümanlar mekân değiştirmeye başladı
Sokakta bir şey demiyor ama başörtülü kız üniversiteye girince...
Almanya’da birinci nesil göçmenler arasında çalışan Türk kadınlarının örtüsü hiçbir şekilde mesele teşkil etmiyordu. Ama, Avrupa için söylüyorum, Fransa’da olsun Almanya’da olsun kızların örtüyü liselere taşımaları çok önemli tartışmaya yol açtı. Çünkü aynı mekânlara talipler. Bu nedenle modernlikte bir mekân meselesi var. Ortak mekânları nasıl tanımlayacağız? İslam bu mekânların içine taşındığı andan itibaren ‘dinin yeri’ konusu ortaya çıktı. İkincisi, İslami dininin, Avrupa gibi Hıristiyan çoğunluklu sekülerleşmiş toplumlardaki yeri meselesi çıktı.
‘Modern mahrem’in, Müslüman toplumlarda mahremden ibaret kalmayıp modernleşme anlamına da geldiğini, o bakımdan da Batı dışı bir modernleşme olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet.
Ortaçağ dini mi, yoksa moderniteyle barışmış, içi içe geçmiş ve melez mi?
Barışık demeyelim, bence zaten modernliğin her zaman kendini eleştiren bir tarafı var. Modernliğin belki de en ilginç tarafı bu eleştiriye her zaman açık olması. Bundan önceki sosyal hareketler de bu şekilde geldi. Irk konusu, sınıf meselesi, feminizm veya Yeşil hareketi de bunun parçası. Fakat bunlar hep Batı sisteminin içinden gelen sorgulamalardı aslında.
Aynı mekânı paylaşmaya başladık. Müslümanlar artık sadece köylerinde veya Ortadoğu’da değil, hareketlilik kazandılar. Mekânda bir hareketlenme, yeni bir alana girme söz konusu. İkincisi, bugün özellikle modern toplumların en önemli tanımlamaları cinsellik etrafında dönüyor. Cinsellik dünyası çok önem kazandı. Kadının yeri, eşitlik hakları, kürtaj yasak mı, değil mi, aynı cinsler arası eşcinsel evlilik... Bunlar çok önemli odak konuları. Aslında İslam da bu açıdan bu tartışmaların içinde bugün. Üçüncüsü de bellek. Modernlik o kadar belleksiz bir şey değil. Veya şöyle diyeyim, modernliğin geçmişten kopma arzusu var ama tamamen belleksiz toplumlar olamaz. Bir şekilde tarihin yeniden inşa edilişi, geçmişimizden bazı unsurların alınıp yeniden yorumlanması -yani gelenekle modernlik arasındaki tansiyonun sürekli üzerine gidiliyor. İslam bence bugün en çok bunu getiriyor. Avrupa’yla aramızdaki meselelerde de tartışma konuları aslında bellekle ilişkili. İslam bence bellek konusunda biraz geçmişimizi hatırlatıyor. Dinin daha uzun vadeli olan zaman anlayışı aynı değil, hem çağın içine giriyor, hem de farklı bir bellek inşasına girişiyor.
Bu sosyal hareketlilik, köyden şehre göç veya eğitim sebebiyle dinin toplumsal alanda daha görünür hale gelmesi, örneğin Osmanlı tarihiyle ilgili yayınları, Osmanlı tarihiyle ilişkiyi artırıyor. Söylediklerinizi böyle mi anlamalıyım?Böyle anlayabilirsiniz, sanat ve bilimle ilişkileri de artırıyor. Örneğin şimdi ebru kavramı çok önemsendi. Ebru sanatı kültürel zenginleşme.
Biliyorsunuz Türkiye’de bir laiklik-irtica kutuplaşma var. Siz yeni kavramlarla yeni olguları adlandırmak için, ‘Batı dışı modernleşme’, ‘modern mahrem’, ‘çoklu Modernleşme’ gibi kavramları kullanıyorsunuz ve eski kavramların yeniyi ifade etmeyeceğini düşünüyorsunuz. Şerif Mardin şöyle bir iddia ortaya attı: Cumhuriyet, iyi, doğru, güzel, estetik, felsefi, ruhani, manevi, değerler konusunda derinlikli bir yapı oluşturamadı ve o yüzden İslami geleneği temsil eden imam kazandı, Cumhuriyet’i temsil eden öğretmen kaybetti. Siz yeni sosyolojiye vâkıf, yeni kuşak bir sosyolog olarak ne diyorsunuz?
Şerif beyin tezlerine dair okumamız doğruysa, Kemalizm’in, Atatürk modernleşmesinin, aslında geleneklerden koparak daha ara kurumları yok ettiği, dışladığı, toplumun eti kemiği olan kumaşını bir şekilde biraz dağıttığını da söyleyebiliriz. Modernleşme bizi bir çeşit kültürel erozyona da uğratıyor diyebiliriz.
Bellek konusunda problem mi var?
Osmanlıca’ya vâkıf değiliz. Osmanlı bize hâlâ kendi üniversitelerimizde çok kolay öğretilmiyor. Genelde bizim nesilde ancak İyi okullardan gelen, Amerika’ya giden öğrenciler Osmanlıca öğreniyordu mesela. İnsan kendi kültüründen beslenmezse daha sığ olabilir. Bütün devrimci, devamlılık olmadan gerçekleşen değişimlerin böyle bir fakirleştirici, düzleştirici, homojenleştirici etkisi olabilir. ‘İmam kazandı, öğretmen kaybetti’ sözü için de; valla imamın kızı öğretmen olmak istiyor, sorun buradan çıkıyor.
Bize benzeyerek öğretmen olacak sandık...
Çok güzel, fevkalade hoşuma gitti. Bu çok iyi bir ifade, imamın kızı öğretmen olmak istiyor, sorun da buradan çıkıyor.
Benim görüşüm bu. O anlamda da demek ki Atatürk değişimi o kadar da başarısız olmamış. Eğitim Atatürk devrimlerinden çok önce başlamış bir süreç.
Atatürk devrimlerinden sonra da çok gelişmiş bir süreç.
Kesinlikle. Önceden dünyaya açılmışız falan ama bir ara zayıflama da olmuş. Çünkü en çok Abdülhamit döneminde eğitim kurumları, üniversiteler inşa edilmiş. Mardin’in metaforuna devam edersek, yani eğitim ve öğretmen Cumhuriyet’i, imam da İslamiyeti temsil ediyorsa, hakikaten imamın kızı da bugün öğretmen olmak istiyor ama başörtüsüyle.
Sorun buradan çıkıyor dediniz, sorun ne?
Biz bekliyorduk ki, imamın kızı öğretmen olmak istiyorsa bu iyi; ama bize benzeyerek olsun. Aslında kendine benzeyerek, mahrem öğretmeni oluyor ama imama da tam benzemiyor. Tamamen seküler moderne de benzemiyor, geleneksel İslam’a da benzemiyor, mesele burada. Benim ‘modern mahrem’de dediğim gibi, ikisi birbirini değiştiriyor. Sibel Eraslan demişti ki, “Aralarında ayrım bile olmasın, ‘modernmahrem’ aynı kelime olmalı, araya tire bile koymadan okumak lazım.” Mahremiyeti olmayan bir modernlik olamaz.

KEMAL DERVİŞ ÜZERİNDEN "ILIMLI SOL"

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 16:34
gönderen borabey
DEĞERLİ DOSTLAR,

İPİN UCUNU İYİCE KAÇIRDIK,
KAÇIRMANIN ÖTESİNDE OKYANIS ÖTESİNE KAPTIRDIK..
"ILIMLI İSLAM" PROJESİ İLE BAĞIMSIZ TÜRKİYE'Yİ ORTADAN KALDIRMAK İSTEYEN KÜRSEL EMPERYALİST GÜÇLER , SON GÜNLERDE KÖŞEYE SIKIŞAN AKP'YE KEMAL DERVİŞ ÜZERİNDEN "ILIMLI SOL" SOPASI İLE TERBİYE ETMEK İSTİYOR, İSTEMESİNE DE..
HEP ILIMLI, ILIMLI DİYORUZ DA
HİÇ Mİ AKLA
TAM BAĞIMSIZ
MİLLİ POLİTİALARIN EGEMEN OLDUĞU BR TÜRKİYE PROJESİ GELMİYOR?

İŞTE BİR ILIMLI SOL ANALİZİ...
İBRETLE OKUYALIM...



19 Haziran 2008



Derviş’li 7.5 + 7.5 formülü!

İş adamları ve büyük medya desteği ile kuracakları yeni partiyle CHP ve Erdoğan'ın önünü kesip ülkeyi kara günlere götürecekler... ABD’nin de desteklediği Kemal Derviş ismi medya aracılığı ile yeniden kamuoyuna sunularak destek arayışları aranacak...Metin Özkan yazdı...



İş adamları ve büyük medya desteği ile kuracakları yeni partiyle CHP ve Erdoğan'ın önünü kesip ülkeyi kara günlere götürecekler.
AKP’NİN kapatılma davasıyla birlikte siyasette yeni arayışlar başladı.
Anayasa Mahkemesi’nden olası bir kapatma kararı çıkarsa, AKP’nin hemen bir erken seçim kararı olması bekleniyor.
AKP’nin yeni bir parti ile gireceği seçimlerde değişen hiçbir şeyin olmayacağını düşünenler ise farklı arayışlara yöneldi. TÜSİAD’ın öncülük ettiği yeni siyasi arayışların ilk durağı, 2001 yılının “ekonomi kurtarıcısı” Kemal Derviş oldu.
ABD’nin de desteklediği Kemal Derviş ismi medya aracılığı ile yeniden kamuoyuna sunularak destek arayışları aranacak. İlk destek arayışları da işveren ve işçi kesiminde olacak. TÜSİAD, bu amaçla bugün toplanacak Yüksek İstişare Kurulu toplantısına konuk olarak Kemal Derviş’i, İşçi Sendikalarını ve işverenleri davet etti.
Bu buluşma önümüzdeki siyasi yapılanmanın ilk adımı olacak.
Bugünkü toplantıda, işveren ve işçi kesimine ekonomik kriz arifesinde olan Türkiye’de krizden çıkış için adres olarak Kemal Derviş gösterilecek ve “işveren olarak küçülmek istemiyorsan, işçi olarak işsiz kalmak istemiyorsan Kemal Derviş’in siyaseten önünü açın” mesajı verilecek.
Kemal Derviş’in Türkiye ve siyasete dönüşü için yapılan lobi çalışmalarında TÜSİAD’a değişik kanatlardan da destek sağlanacak.
İlk destek kanadını, eski ve yeni siyasiler oluşturuyor.
İşte o kanattan bazı isimler; Hikmet Çetin, Hüsamettin Özkan, Mustafa Sarıgül, Celal Doğan, Bülent Tanla, Fikret Ünlü, Eşref Erdem, Abdülkadir Ateş, Gülsüm Bilgehan gibi CHP’ye yakın isimlerin yanı sıra Mesut Yılmaz’ın öncülük ettiği ve bir kısmı halen AKP içinde siyaset yapan ANAP’lılar...
İkinci destek kanadı ise Asaf Savaş Akad ve Celal Göle’nin öncülüğündeki çeşitli öğretim üyeleri...
DİSK’in Başkanı Süleyman Çelebi, Türk-İş eski Başkanı Salih Kılıç gibi eski ve yeni sendikacılar ile eski büyükelçiler üçüncü kanadı oluştururken, dördüncü kanatta ise Kemal Derviş’i kamuoyunda parlatmakla görevli bazı basın patronları bulunuyor.
Tabi Doğu ve Güneydoğu Anadolu seçmenini de görmezden gelmeyen yeni oluşuma DTP’nin güvercin kanadındaki bazı küskünlerin de dahil edileceği bilgileri geliyor.
Edindiğim son bilgi ise, CHP’nin İzmir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun da Kemal Derviş ile flört halinde olduğu yönünde...
ABD Derviş’e sıcak bakıyor
AKP ile ABD arasındaki sıcak ilişki kapatma davasının gündeme gelmesiyle birlikte yavaş yavaş soğumaya başladı.
Çünkü, AKP’nin laiklik karşıtı olarak nitelendirilen icraatları ve açıklamaları ABD’yi AKP konusunda endişeli bir yaklaşıma sokuyor.
Kulislerde konuşulan ve ABD’ye yakın kaynaklardan edinilen bilgiler doğrultusunda halen AKP içinde siyaset yapan bazı milletvekillerinin söylediğine göre, ABD’nin AKP ile ipleri kopardığı ve kapatılma sonrası kurulacak yeni partiye de sıcak bakmadığı belirtiliyor.
ABD ile İran arasında ipler gerilirken olası bir sıcak savaşta ABD yanında güvenebileceği bir müttefik istiyor. Başbakan Recep Tayip Erdoğan başkanlığındaki AKP hükümetine de İran’la yapılması olası bir savaş öncesinde sıcak bakılmıyor.
Çünkü, Irak savaşı öncesindeki tezkere krizi gibi yeni bir kriz yaşamak istemeyen ABD, Türkiye’nin başında uluslararası güçlerin Türkiye’deki yediemini olarak baktığı Kemal Derviş gibi güvenebileceği bir ismi görmek istiyor.
Bu nedenle Türkiye’de başlatılan Kemal Derviş’i siyasete döndürme projesinin arkasında da yine ABD desteği bulunuyor.
Merkez sağ ile solu buluşturmak
Kurulacak yeni parti ile merkez sağ ve solun buluşturulması planlanıyor. ANAP ve DYP’nin 2002 seçimleri sonunda baraja takılması ile boşalan merkez sağdaki tabana da hitap edecek yeni oluşum, CHP’nin tabanına da sahip çıkmayı planlıyor.
AKP’nin kapatılması halinde bu partinin bölünme olasılığının büyük olduğunu düşünen siyasi çevreler “Erken gelen oturur” mantığı ile önce davrananın bu boşluğu dolduracağını düşünüyorlar.
Partinin hangi tabana nasıl hitap etmesi gerektiği konusunda çalışmaları yürüten Asaf Savaş Akad ise çalışmalarını günü gününe Kemal Derviş’e aktarıyor. Bu amaçla, Akad, Derviş ile yaptığı telefon konuşmasında ilk etapta yüzde 7.5 sağ, yüzde 7.5 da soldan alınacak oy ile toplam yüzde 15 oy oranı almayı hedeflediklerini bildirdiği öğrenildi.
Derviş’in de ilk etapta yüzde 15 oy oranı ile başlanmasının umut verici olduğu görüşünü bazı arkadaşlarıyla paylaştığı, bu nedenle de siyasete dönmeye sıcak baktığı belirtildi.
Medya patronunun kamuoyu anketi
Sİzce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir? İşte bir medya kuruluşunun büyük bir anket şirketine yaptırdığı kapsamlı anketin ilk sorusu.
Cevap hemen hemen her bölgede aynı; “Ekonomi ve İşsizlik.”
Alınan bu cevabın arkasından asıl kritik soru geliyor.
Kemal Derviş sizce ekonomide başarılı mıydı?
Ankete katılanların bir çoğu AKP’nin Derviş politikalarını devam ettirdiği için başarılı olduğunu söylerken, kimileride başarısız bulduğunu söylemiş.
Çıkan anket sonuçları Derviş’e bildirilirken bugün yapılan toplantı sonrası Kemal Derviş’in yapacağı ekonomik değerlendirmeler kamuoyuna “Ekonominin kurtarıcısı” olarak lanse edilecek ve Kemal Derviş yavaş yavaş parlatılmaya başlanacak.
Bunun ilk emaresi de önümüzdeki günlerde “Ekonomi nasıl kurtulur” başlığı ile Kemal Derviş’in CNN Türk Televizyonu’nda, BM’deki görevi nedeniyle zaman zaman yapacağı ekonomi programıyla kendisini gösterecek.
Bakalım kulislerde konuşulan bu yeni oluşum amacına ulaşabilecek mi?
Ya da başka bir deyişle, ABD’nin Türkiye’de uygulamaya çalıştığı “Ilımlı İslam” modelinin yerini, “Ilımlı Sol” modeli mi alacak?
Metin Özkan / Tercüman


MİLLİYETÇİSİ... "ILIMLI KLONLAMA" PEŞİNDE
SAĞCISI......... "ILIMLI ŞAŞKIN VE DAĞINIK" VAZİYETTE
SOLCUSU......... "ILIMLI SOL" FİGÜRANI
MUHAFAZAKARI....."ILIMLI İSLAM" DAN DİNLER ARASI EMPERYALİST DEJENERASYON İLE "ILIMLI SİYONİST İSLAM- İSEVİ İSLAM" TUZAĞINDA.
TÜRK GENCİ.....ATATÜRK'ÜN EY TÜRK GENÇLİĞİ DİYE BAŞLAYAN MUHTEŞEM HİTABESİNDEKİ MİLLİ NOKTADA , MİLLİ GÖREVE HAZIR BİR ŞEKİLDE HER TÜRLÜ ILIMLILIĞA KARŞI EN SERT MİLLİ REFLEKSİ İLE GÖREV BAŞINDA...

TÜRK DÜNYASININ GARİP BOYU AHISKA TÜRKLERİ

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 16:54
gönderen borabey
TÜRK BOYLARININ
MAZLUM, MAZNUN, GARİP, SAHİPSİZ, KİMSESİZ BOYU...
AHISKA TÜRKLERİNE SELAM OLSUN...

AHISKA TÜRKLERİ’NE DUYURU
June 18th, 2008 · No Comments
YILMAZ KARAHAN

“YİĞİT DÜŞTÜĞÜ YERDE AYAĞA KALKAR”

Ahıska Türklerinin haksız yere zalimce yurtlarından bir gece içersinde dünyanın değişik bölgelerine sürgün edilerek, buralardaki farklı kültürlere sahip halkların yaşam alanlarına iliştirilmesi şeklindeki trajedi, tarih ve insanlık bilincine sahip herkesi derinden üzmüştür.

Ahıska Türkleri ile ilgili bugünlerde yaşanan ikinci büyük üzüntü ise; Ahıska Türklerinin vatanlarına dönüş imkânı sağlayan yasanın Gürcistan tarafından çıkartılmasına rağmen, dönüş için başvuruda bulunan, vatanlarına sahip çıkmak isteyen Ahıska Türklerinin olmayışıdır.

Tarihi süreç içersinde ortaya çıkan her iki durumun da insanı etkileyen bir yönü vardır. Ancak Ahıska Türklerinin “Vatanlarına sahip çıkmaması” şeklinde gelişen ikinci durumun üzücü etkisinin daha derin olduğu şüphesizdir.

Bilindiği gibi Ahıska Türkleri, dağınık şekilde yaşadıkları coğrafyalarda, (Türkiye de dâhil olmak üzere) siyasi, sosyal, kültürel vs. tüm etkinliklerini kurdukları dernekler vasıtasıyla sürdürmüşlerdir. Haklı mücadelenin kurumsallaştırılması ve bir yapı içersinde yürütülmesi için gerekli unsurlar olarak teşkil edilen bu dernekler, bulundukları ülke yönetimlerince de muhatap kabul edilmiştir. Ancak Gürcistan’a dönüş imkânı tanıyan yasanın çıkışından sonra bu dernekler üzerinden gözlemlenen manzara gerçekten vahim boyuttadır.

Yıllarca vatan özlemini her koşul ve her platformda dile getiren bu dernekler vasıtasıyla Ahıska Türklerinin anayurtlarına akın etmesi beklenirken ne yazık ki dönüş konusunda kayda değer başvuru olmamıştır.

Sanıyorum bu konuda en fazla duygu yoğunluğu yaşayanlardan birisi Prof.Dr.İlyas DOĞAN olsa gerektir.

Düşüncelerine tamamıyla katıldığım değerli hocamız Ahıska Türklerince yayınlanan “Bizim Ahıska” dergisindeki yazısında bakın neler diyor. “Evet artık sözü fazla uzatmaya gerek yok. Ahıska Türkünün 1944′ten beri devam eden vatana dönüş mücadelesinin netice vermesi artık mümkün hale gelmiştir. Zaman söz değil iş yapmak zamanıdır! Vatana dönüş başvurularını zaman geçirmeden yapmanın tam vaktidir. Bu konuda bütün Ahıska liderlerinin sorumluluğu vardır. Zaman tartışma zamanı değildir. Zaman bir olmak ve vatana dönmek vaktidir.”

“Diyeceksiniz ki Gürcistan Hükümetinin çıkardığı vatana dönüş kanununun çok eksikleri var. Doğrudur, fakat bu eksiklikler Türkiye ile Gürcistan arasındaki dostluk ilişkileri sayesinde zamanla çözülür.”

“Vatana Dönüş Kanunu, Ahıska Türkünün vatana dönmek hususunda ne kadar samimi olduğunu da gösterecektir. Herhalde bütün Ahıska Türkü Lideri olmak iddiasında bulunanlar bu durumun farkındadırlar.”

“Eğer bizler samimi olarak üzerimize düşenleri yapmak istediğimizi ortaya koyarsak Türkiye devleti de üzerine düşen desteği sağlayacaktır. Bu destek hem maddi hem de manevi olacaktır. Kendi vatanımızda belki ilk zamanlar bazı zorluklarımız olacaktır, ama gelecek aydınlıktır. Eğitim kurumları kuracak yetişmiş uzmanlarımız, hastane açacak doktorlarımız, bağda bahçede çalışacak, ticaret yapacak insan gücümüz var. Bunları değerlendirmek için beklemek günü değildir. Dönüş için her aileden bir kişi mutlaka öncülük edip dönmelidir. Unutmayalım ki vatana dönmek diğer kullanabileceğimiz hakları ve imkânları ortadan kaldırmaz.”

“Bizler, Ahıska’nın evlatları! Üzerimize düşeni yapabilecek miyiz? Önümüzde geri dönüş için başvurmak için sadece on aylık (şimdi 6 ay kalmıştır) bir zamanın kaldığının farkında mıyız? Yoksa vatan vatan diye dert yanmamız samimi değil miydi? Bu soruyu kendimize şimdi sormazsak ne zaman soracağız? Bu soruya samimi bir cevap vermezsek başkalarının ve birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız?”

“Zaman samimiyet zamanıdır! Kimler dönmelidir? Ne kadar manasız bir soru! Öncelikle topluma öncülük eden dernek/cemiyet yöneticileri dönmelidirler. Dönüşe öncülük etmelidirler. Ekonomik durumu iyi olanlar, kendini göstermelidirler.”

“Aslında dönmek için kimsenin önde gitmesini beklemeye de gerek yoktur. Her Ahıskalı vatana dönüş konusunda bir liderdir ve öyle davranmalıdır. Doktorlarımız, öğretmenlerimiz, yazarlarımız, sanatçılarımız, iş adamlarımız dönüş sürecinde üstüne düşeni yapmalıdırlar.”

“Biliyor musunuz, Filistin’e ilk dönen Yahudiler, onların en önde gelenleriydi. İlk yıllarda çok büyük zorluklar yaşadılar. Fakat sonuç ortadadır: Yahudiler 2000 sene sonra Filistin’e döndüler ve burayı yeniden vatan edindiler. Kaldı ki Ahıska toprakları, Filistin’deki kan ve kinden uzaktır”

“Onurlu yaşamak, şiir okuyarak veya mağdur olduğunu anlatarak değil, er kişi gibi davranarak vatanına sahip çıkmakla mümkündür. Bu tarihi görevi hepimiz yerine getirmeliyiz. Aradan on yıl geçtiğinde, vatana dönmekle ne kadar şerefli ve kahramanca bir iş yaptığımızın gururunu yaşamak artık bizim elimizde”

“Vatanı uzaktan konuşmanın değil,

VATANDA YAŞAMANIN ZAMANIDIR”

Ne dersiniz! Sayın hocamızın fikirlerine katılmamak mümkün mü? Evet tarih sunduğu bu fırsatla Ahıska Türklerini imtihan etmektedir. Vatana dönüş için başvuru süresinin her geçen gün azaldığı dikkate alınırsa, Ahıska Türklerinin bir an evvel harekete geçmesi, vatana dönüş konusundaki samimiyetini göstermesi gerekiyor.

AV.ARİF DOĞU'nun 2006 GÜNDEME DAİR DEKİ KEHANETLERİ

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 17:11
gönderen borabey
Stratejik Milli Değerler Hareketi sözcüsü Av.Arif DOĞU'NUN 2006 yılında NURİYE ATABEY ile yaptığı TV.programında gündeme getirdiği öngörülerin teyidine ilişkin MÜESSES NİZAM ile ilgili ERHAN GÖKSEL'E ilişkin bir yorumla ilgili olarak Av.Arif DOĞU'nun ANADOLUNUN YİĞİT BACICI NURİYE ATABEY'e gönderdiği iletiyi sizlerle paylaşmak istiyorum...



Anadolumun yiğit bacısı,
Geçen sene Anıt Paşa ile ilgili yaptığımız programda ne söylemiştik? HATIRLAYACAK OLURSAN;

Türkiye’nin önünde 3 önemli seçimin olduğunu, bunların birbirlerini etkilediği ve tetiklediğini ve ilk seçim olan genelkurmay başkanlığı seçiminde hata yapılırsa dizili dama taşı gibi cumhurbaşkanlığı ve genel seçimde de hata zincirinin devam edeceğini söyledik ve derin yasakla tehdit edildik ve yasaklandık..
Gelinen tablo..
1.seçim hatalı oldu ve ikinci üçüncü seçimler istenilen şekilde gerçekleşti.
O tarihte beni asker düşmanı ilan edenlerin başında gelen Erhan göksel’in tv. Yayınlanan ve aşağıda özetlenen son görüşünü değerli bilgileri ve takdirlerine sunuyorum..
Sonuç bölümüne katılmadığım görüşe bugün ulaşanlara günaydın! Diyor gerçekleri görmemekte ısrar edenle yuh! Olsun diyorum.

Mesele anadolumun yiğit bacısı ise
Gerisi teferruattır.

Arif DOĞU

Erhan Göksel: Müesses nizam dağıldı

Stratejist Erhan Göksel, "Müesses nizamın yöneticileri en üst düzeyde devlet görevlileri. Proje üretemeyen, yeteneksiz bütün devlet kadroları gelecekte kendilerinden hesap sorulmaması için medya üzerinden bir vicdan rahatlatmasına gidiyorlar" diyor.

Atın kışladan siyaseti

Paşaların ardı ardına gelen açıklamaları "vicdan muhasebesinden" ziyade başka bir gerçeği ifade ediyor; Siyaset yapan ordu savaş yeteneğini kaybeder. Karargaha siyasi zaaf girdiğinde, ordunun savunma yeteneği ve caydırıcı güç fonksiyonu oyundan düşer.
"Dağa çıkışları önleyemedik", "terörle mücadelede gerekli stratejileri üretemedik", "başarısız olduk" çizgisinde toplanan beyanlar, kışlaya giren siyasetin hazin sonucudur.
Kendinizi ülkenin merkezine konumlandırıp da, asli işinizi unutup "siyaseti siyasetçiye bırakılamayacak kadar önemli bir uğraş" gördüğünüzde, yıllarını heba etti Türkiye . Ülke 30 bin insanını terörde kaybederken size çok ihtiyacı vardı, ama o günlerde siz bu kadar gözükmüyordunuz. Şimdi başarısızlığınızı itiraf ederken, bu bedeli kim ödeyecek, bu yenilginin ağırlığını kim taşıyacak omuzlarında.
Bize kendi siyasetine yenilmiş, içe yönelen, düşmanını içeride üreten ordu lazım değil. Bize, `rol çalan` siyaset yeteneğini geliştiren ordu da lazım değil. Kışladan dünyayı titretecek düzeyde askeri donanım, yetenek, strateji bekliyoruz.
Siyaseti; siyaset düşünen askeri "titretip" kendine getirecek kudretteki siyasetçilerden bekliyoruz&
Askeri "geleceğin itirafçısı"na dönüştürmemek için, kışladan siyaseti söküp alacak siyasete, devlet adamına ne kadar da çok ihtiyaç var.
Anlık fotoğraflara bakmayı bırakıp da, süreçleri iyi okuyarak siyasetin ağırlığını alın askerin omuzlarından.
Asker olmazsa devlet de olmaz, ama kışlaya siyaset girince devlet de devlet olamıyor&
Stratejist ERHAN GÖKSEL `in insanın keyfini kaçıran analizlerini dikkate almakta fayda var.
Askerler Kürt sorunu ve PKK konusunda son dönemde ilginç açıklamalar yapıyorlar. Eski paşalar "hata yaptık" dediler. Bu dört beş ay önce Kenan Evren `in "Kürt lafını yasaklamakla hata yaptık" demesiyle başladı. Cesaret alan bir yığın emekli subay medyaya çıkıp cahilce laflar etti, "muhteşem(!) fikirleri" ile ortalığı doldurdu. Geçen ay da son yılların emekli kuvvet komutanları konuşmaya başladı. Peki, ortaya ne çıktı: Bilgi yetersizliğinden ve eğitimsizlikten bir yığın farklı ses büyük bir gürültü çıkardı. Kavramlar, olaylar ve ileri sürülen tezler birbirine karıştı. En son geçen hafta 2. Başkan Ergun Saygun ve Genelkurmay Başkanı Büyükanıt konuştu.
Büyükanıt "insanlığın ortak değerlerden biri insan hakları, ikincisi demokrasi, üçüncüsü özgürlük, dördüncüsü barış... Biz bu değerleri terörle mücadelede elimizden kaçırdık" dedi.
Bunları Türkiye `nin kritik günler geçirdiği ve başta uluslararası diplomasi olmak üzere hemen her alanda kuşatıldığı, "ateşle imtihan" edildiği dönemde basının önünde söyledi. Dünyanın her yerinde askerler konuşur, en çok İngiltere `de ikinci olarak da Amerika `da konuşurlar. Ama kamuoyu önünde, medyada konuşmazlar. Günlerdir bir yığın general konuştu, peki hangisi devlete "hata yaptık" deyip de bir rapor yazdı?
Bu ortamda neden konuştu paşa?
Süreci halkla paylaşmak gerektiğini düşündükleri için.
Bunun sakıncası var mı?
Elbette var: Askeri ihaleler ve Oyakbank -TSK ilişkisi gibi ekonomik konularda tek kelime etmeyen ve TSK `nın çeşitli iç konularını daima tartışma dışında tutan Genelkurmay , asli görevi olan ülke savunmasının temel stratejisini tüm dünyanın ve düşmanlarının gözü önünde medya üzerinden halka anlatmaya kalkmaz. Bunlar halkla değil hükümetle konuşulacak konulardır. Kendi vicdanlarını rahatlatmak için medya üzerinden televole pogramı gibi devletin sürdürülmekte olan diplomatik politikalarını adeta bir "vakanüvis" edasıyla anlatamazlar.
BU SÖZLER TÜRKİYE `NİN BAŞINI AĞRITIR
Büyükanıt`ın konuşmasının toplum üzerinde nasıl bir etkisi olur?
"Terör siyasallaştı ve legalleşti, psikolojik harekatı onlara kaptırdık" gibi sözler, "artık yapılacak bir şey kalmadı" anlamında cümleler sarfetmek, havlu atmak anlamına gelir. Bu "kaptırma" sözcüğü, sadece TSK bünyesinde değil tüm dünya ordularında "savaşta bayrağı kaptırma" anlamını çağrıştırır ki "bunu düşündürmek bir orduyu tamamen berhava etmek"le eş anlamlıdır.
Haklı olduğu hiç bir nokta yok mu o konuşmada?
İtiraf kısmı hariç, doğru olan hiç bir tarafı yoktu. Doğru taraf itiraf kısmında 4 madde halinde sıraladığı "çağdaşlık değerleri"ydi. Ama Büyükanıt onu da "insan hakları terörist hakları haline dönüştü" diye öyle yanlış bir söylemde kullandı ki "23 yıllık terörle mücadelede insan haklarına riayet etmedik" anlamına yol açacak veri haline dönüştürdü. Bu sözler ileride Türkiye aleyhine "en yetkili kişi" tarafından adeta bir "mahkeme önünde ikrar" edilmiş gibi kullanılabilir konumdadır. Büyükanıt`ın görevi fiili olarak bitmiştir, hukuki olarak sürebilir...
MÜESSES NİZAM KİRLENDİĞİ İÇİN DAĞILDI
2006`nın başında MİT bir rapor yayınladı, bahara büyük eylemler olacak dedi. Hükümet ve asker yani devlet PKK `nın stratejisini göremedi mi?
Herkes bunun üstüne yattı, siyasi iktidarın da hataları oldu, devletin yaptığı herşeyi kendi altlarını oymak olarak gördüler. Asker de birçok şeyi politikleştirdiği için asli işlerinin dışında kaldı ve çuvalladı.
Devletin bu hali ne anlama geliyor?
Müesses nizamın dağıldığı anlamına geliyor. 22 Temmuz seçimleri gösterdi ki Türkiye `de 85 yıldır kurulmaya çalışılan müesses nizam ve Türk burjuvazisi yeknesak olmuştur. Müesses nizam fonksiyonunu yitirmiş, işlevsiz kalmıştır. Böyle olduğu için Genelkurmay Başkanı çok önemli bir askeri toplantı varken Atina `da kokteylde bulunmaktadır. Ordunun en büyük müteahhidiyle locada holigan gibi Fenerbahçe taraftarlığı yapmaktadır. Fakat TSK `nın profili değişecek, dört yıllık üniversite eğitimi olan subaylar henüz tümgeneral seviyesindedir...
Kim o müesses nizam?
Şu anda müesses nizamın yöneticileri en üst düzeyde devlet görevlileri. Proje üretemeyen, yeteneksiz bütün devlet kadroları gelecekte kendilerinden hesap sorulmaması için medya üzerinden bir vicdan rahatlatmasına gidiyorlar.
EN DOĞRU YOLDA GİDEN ERDOĞAN
Müesses nizam neden yerle bir oldu?
En önemli kriter, askerler bu devletin çimentosunu sağlamlaştıralım diye uğraşırken kendi ekonomik kaynaklarını da bir yandan yarattılar. Küreselleşme o kadar egemen oldu ki sınırların anlamı kalmadı. Ay yıldızlı bayrak giyip Erdemir `i kimseye vermeyiz diyen Coşkun Ulusoy koskoca bankayı sıfırladığında kendini kurtarmak için Oyakbank `ı bir gavura sattı. Bu durumda TSK `nın bir fonksiyonu olur mu? Böyle olunca televizyonlara çıkıp herkes konuşur, eski subaylar vicdan rahatlatmaya çabalar, aktif subaylar da maça gider, düğünlerde göbek atarlar.. Türkiye `de en doğru yolda olan adam da Başbakan`ın kendisi. Başbakan`da radikal bir değişim oldu kimse görmü-yor , aynı değişim Gül ve Dışişleri ekibinde yok.
Başbakan`daki değişim nedir?
Taç giyen baş akıllanır diye bir İngiliz atasözü var. Başbakan Türkiye `nin gerçeklerini anladı. Eğitiminin ötesinde büyük bir siyasi yeteneği var. Halkın gerçeklerini, reflekslerini biliyor. Dikkat edin bu dönemde çevresini, danışmanlarını değiştirdi. 2009`da dünya büyük bir krize girecek. Böyle bir kriz çıktığında Türkiye ne yapacak. Avrupa `daki grupların AKP `ye açıkça desteği vardır ama bu destek yanıltıcıdır, Başbakan bunu gördü ve yeni kadrolarını ona göre şekillendirdi.
Askerle ilişkilerinde de rahatlama oldu mu, "altını oyma" algılaması değişti mi?
Seçimden önce askerin terörle ilgili bütün çıkışlarını AKP `nin dibini oymak olarak algılıyordu. Sandıktan yüzde 47 çıkınca rahatladı, büyük bir güven geldi. Başbakan devletin gerçekleriyle uluslararası gerçeklerin önemini fark etti. Örneğin askerlerin ABD `ye gitmesini önerdi ve götürdü. "Askerle hükümet arasında çatal var, biz bunu ayıralım" diyen ABD `nin süngüsü düştü. Bu projeler askerden değil Başbakan`dan geldi.
Başbakan inisiyatifi ele aldı mı, asker sivil ilişkisi dengelendi mi?
Müesses nizam kirlerinden arınmış olarak toparlanmalı yoksa bu devleti kaybederiz. Korkarım 10 yıl sonra bu ülke bölünür, 20 yıl sonra bu topraklarda bizi asimile ederler gideriz. Böyle bir plan var, büyük dış politikalar böyle yürütülür. Başbakan, müesses nizamla kavga etmenin kendisine bir yarar getirmeyeceğini gördü, müesses nizamı yeniden yapılandırıp onunla bir noktada buluşmayı düşünüyor.
Terör ticareti yapan emekli askerler var
Son dönemlerde bir de kitap yazan emekli askerler dalgası oluştu... Onlar da mı vicdanlarını rahatlatmak istiyorlar?
Çoğu için midelerini rahatlatmak daha önemli. Ali Kırca `nın programına çıkan emekli subay Şemdin Sakık `ı nasıl yakaladığını anlatıyor. Aynı olayı Sabah manşet yapmıştı. O albay kesinlikle gerçekleri çarpıtıyor, kapı kapı geziyor kitabını sattırmak için...
Mithat Işık`tan bahsediyorsunuz. Siz Şemdin Sakık olayının iç yüzünü biliyor musunuz?
Mesut Yılmaz `ın danışmanıyım o zaman. 98 Nisan`ında Şemdin Sakık kendisi teslim oldu, bir çıkarı vardır şüphesiz. Devlet sırrıdır kamuoyu önünde tartışılamaz ve bunu açıklamak bana düşmez...
Sağlık problemi mi?
Sakık `ın teslim olmaya ikna edilmesi devletin büyük başarısıdır. O dönemde Karadayı Genelkurmay Başkanı, Kıvrıkoğlu kuvvet komutanı . Şemdin Sakık `ı nasıl aldık diye anlatan albay nereye gittiğini bile bilmiyordu, bindiği helikopterin pilotuna verdiler nereye gideceğinin koordinatlarını.
Yani bu operasyon bir senaryo...
Senaryodur tabii. Adam teslim oldu, gidip aldılar... Karadayı emekli oldu, Kıvrıkoğlu Genelkurmay Başkanı oldu. Atilla Ateş paşa gitti Suriye sınırında konuştu, Kıvrakoğlu kırmızı kitabı değiştirdi, 80 yıllık öncelikli düşman Yunanistan `ın yerine Suriye `yi koydu. Hafız Esad korktu, Öcalan `ın Suriye `yi terki diyar süreci başladı. Sonunda Öcalan yakalandı. Şimdi birileri kalkmış kitabını satmak, reklamını yapmak için gerçekleri çarpıtıyor. Bu iş artık para ediyor. Türkiye `de terörün devamından menfaat sağlayan devlet içinde kirli bir yapı vardı o temizlendi, şimdi ise terörün ticaret yapılıyor. Bu kadar rezil bir ülke haline geldik. En büyük suçlu medyadır. Medya Şemdin Sakık `ın nasıl yakalandığını biliyor ama mesala Ali Kırca masa başında reyting uğruna bu işlere çanak tutuyor.
Kuzey Irak `a gitmiş gibi yazdılar
Büyükanıt ve altı ay sonra gelecek Genelkurmay Başkanı arasında zihniyet farkı var mı? 30 Ağustos `un çok zor geçeceğini düşünüyordum, devlette seçim çok zordur. Kimin geleceğinin hiç önemi kalmamıştır, çünkü müesses nizam dağılmıştır, toparlanması zaman alacaktır. Askerin direnci bitmiştir. Başbakan`ın yakın çevresi Kürtçülükle suçlandığı için Başbakan`a birçok konuda, özellikle güvenlik konularında eksik enformasyon veriliyordu. Bu sorun da son ABD ziyaretinden ortadan kalktı.
Asker terörle mücadelede başarılı mı?
Başarısızdır. 28 Şubat `ın kötü mirasıdır TSK kamuoyu yaratmaya çalışıp dış politikayı, diplomasiyi, iç politika malzemesi yapmaya başladı. Başbakan Erdoğan , İngiltere `deydi , Gordon Brown , şehitler için başsağlığı dilerken "inşaallah esir askerler de kurtarılır" dedi. Dünya ve Türk kamuoyu Dağlıca `da 8 askerin rehin alındığını o anda öğrendi.
Genelkurmay neden kendi halkından gizledi 8 askeri?
Zayıf gözükmemek için. Daha neler neler gizleniyor....
Mesela....
Her şeyi söyleyemem ... Köprü harekatta değil harekattan sonra uçurulmuştur. Baskın gece değil sabaha karşı olmuştur. İletişim bir devletin müdahalesiyle susturulmuştur. Basanların sayısı söylendiği gibi değildir. Karakoldaki asker sayısı doğru değildir. O kadar büyük bir kitlenin dağlardan yürümesi mümkün değildir, helikopterle birileri getirip oraya koymuştur. Irak `taki karakollarımızda operasyon sırasında yanlışlıkla tutuklandığı söylenen albay da Irak `ta tutuklanmamıştır, Amerikalılar teslim etmek için senaryo yazılmıştır...
MEDYANIN DERDİ BAŞKA
Medya sus pus, hiç bir şeyi sorgulamıyor... 1994`te bir operasyon düzenleniyor. Dış basında Türk ordusu aleyhinde haberler çıkınca askerler yerli ve yabancı gazetecileri toplayıp Kuzey Irak `a götüreceklerdi. Türkiye `den de önemli isimler vardı, Yalçın Doğan , Hasan Cemal gibi... Olayın içinde bir komutan arkadaşım vardır, "aklınızı mı kaçırdınız, yerli yabancı gazetecilerin dolu olduğu helikopter düşerse PKK `yı uluslararası alanda siyasallaştırırsınız" dedim. Komutan, "merak etme biz onu hesapladık bir şey olmaz" dedi. Çok sıkıştırınca da "Kuzey Irak `a uçmayacağız ki, Cudi `de Gabar `da uçacağız" dedi. Ya anlarlarsa dedim, "ben şu kadar yıllık askerim, helikopter iki tur atınca pusulaya bakmazsam nereye gittiğimizi ben bile anlamıyorum" dedi. Üç tane büyük helikopter uçuruldu. O gazeteciler Kuzey Irak `a gitmeden gitmiş gibi günlerce yazı yazdılar... Şimdi de büyük kanallar Cudi ve Gabar `da büyük operasyon diye yayın yapıyorlar. Buraları bizim sınırlarımız içinde. Bunu basının ünlü yazarları göremiyor ama benim kapıcım görüyor. Onların derdi, cumhurbaşkanının listesinde en önemli adam neden Fehmi Koru da ben değilim noktasında...
En önemli sorunumuz PKK değil Kerkük `tür
Seçim sonuçlarını Erdoğan nasıl yorumladı?
Devlet ve PKK arasına sıkışan Kürt vatandaşları AKP `ye oy verdiler. Bunun bir mesajı vardı. En tipik mesaj referandum oylarıdır, oylar Gül `e verilmedi, Kürtler sistemle barışık olduklarını, bölünmek istemediklerini söylediler. Başbakan bunları iyi okudu, Kürt sorununu çözemezse ülkenin gitmeyeceğini, kendisinin de iktidar olamayacağını gördü.
Özal ile Erdoğan`ın Kürt realitesini aynı derinlikte mi algılıyorlar?
Kürt meselesini gören tek adam Özal `dı. Ona Erdoğan eklendi. Türkiye `nin bir numaralı sorunu PKK değil, Kerkük `tür. Kerkük K.Irak `a bağlanırsa Büyük Kürdistan `ın önü açılır. Başbakan bunu iyi algıladı. 22 Temmuz öncesi Türkiye `de büyük siyaset yoktu, bugün Başbakan Türkiye `yi taşıyabilecek çapta bir büyük siyaseti üretiyor.

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 17:29
gönderen borabey
Onuncu Köyün Gerçek Sakini! 29.06.2006

Dün gece oldukça geç vakit olmasına rağmen gözümü televizyondan ayıramamanın şaşkınlığı içindeydim. Buzlu ekrandan öyle cümleler sarfediyordu ki, birini bile kaçırmış olmanın vereceği muhtemel ezikliği düşünmek dahi istemiyordum.

Milli birlik diyordu, milli bütünlük diyordu.

Her zaman olduğu gibi konuşmasına kilitlenmiş, adeta nefes almadan konuşuyordu. Türkiye üzerindeki oynanan ve oynanacak oyunlardan bahsediyor, tümünün farkında olduğunu anlatıyordu.

Sağ elinin işaret parmağını sallayarak konuştuğunda, cümlelerinin altını çizdiğini anlıyordunuz. Yine öyle yapıyordu. Hafif tombul parmaklarını gecenin geç saatinde aşağı yukarı sallayarak ‘Bu vatanı böldürtmedik, müsaade etmeyeceğiz’ diyordu.

Programın sunucusuna soru sorma imkanı bile vermeden kendi ağırlığına yakışırcasına anlamlı sözler sarfediyordu.

Hatta bir ara programın sunucusunun, ‘Abi istersen o konulara girmeyelim’ şeklinde uyarısını dahi dinlemeden televizyon ekranlarından çok da alışık olmadığımız gerçekleri haykırmaya devam ediyordu.

Çünkü o Av. Arif Doğu’ydu.

Bildiklerini hiçbir zaman çekinmeden, insanların yüzlerine haykıran kişiydi. Onuncu köyde de inandıklarını söylemekten asla geri durmayan bir cesur yürekti. Kimseyi mutlu etme düşüncesiyle hareket etmeyen ve birilerine şirin görünme merakıyla konuşmayan Arif ağabeymiz, ART’de Nuriye Kahyaoğlu’nun (ATABEY) yapımcılığını ve sunuculuğunu yaptığı Gündem Özel’de haykırıyordu.

Onu gündüz erken saatlerde yayınlanan programlarda izlemeye alışmıştık. Günün ilk saatlerinde ‘derin’ konulara girilmesi ile gecenin ilerleyen saatlerinde ele alınması arasında dağlar kadar fark varmış. Hem Arif Abi’nin akşam performansı açısından hem de daha geniş kitlelerin izleyebilmesi açısından program fevkalade olmuş. Önce Nuriye’ye sonra da Arif ağabeymize tüm izleyenler adına teşekkür ediyorum.

Yıllardır susturulamayan Arif Doğu dün gece evlerimize konuk oldu…

Çok da iyi oldu…

Keşke daha sık onu dinleme imkânı bulsak…


İyi ki varsın Arif Abi…

Murat ÇOBAN
Nerede Kaldı Bu Güzellikler?

HaberA

milli ve ulusal ayrımcılığına karşı bir yollama

İletiGönderilme zamanı: Prş Haz 26, 2008 17:35
gönderen borabey
sırlı,
hikmetli,
bereketli,
özünde güzel!
O toprak parçası Anadolu!
Ve bir de bu topraklarla yoğrulmuş,
bu topraklarda yaşayan bir insan topluluğu var.
Bir bayrak altında yaşıyorlar,
“bir”ler.
Şimdi sen bu “bir”e
ha millet demişsin,
ha ulus!
ha Milli demişsin
ha Ulusal

bırak kavramlara dayalı ayrımcılığı
gün birlik günü
ayrımcılık
kavga günü değil