Chavez, Atatürk ve Neo-Kemalizm
Gönderilme zamanı: Cum Nis 10, 2009 13:49
Chavez, Atatürk ve Neo-Kemalizm
Sol yolunu buluyor
Venezüella Devriminin lideri Chavez 20.yüzyılın sonunda dünyada solun içine girdiği krizden bir çıkışı müjdeliyor.
Liberalizm Sovyetlerin yıkılmasından sonra yaklaşık bir on yıl boyunca rakipsiz bir ideoloji olarak ilan edildi. Ancak sol ideoloji geçici bir aradan sonra geri döndü. Liberalizmin tıkandığı nokta ulus devletlerin tasfiyesi noktasıydı. Komünist rejimler başta Sovyetler Birliği olmak üzere tek kurşun atmadan mevzilerini emperyalizme teslim etmişti; ancak Üçüncü Dünyadaki ulus devletlerin direneceği ortaya çıktı. Sovyet-ABD rekabetinin uzun yıllar gizlediği esas çelişki, yani Batı ile Üçüncü Dünya ulusları arasındaki çelişki, böylelikle ortaya çıktı.
Solun geri dönüşü de Üçüncü Dünyanın direnişi mevzisinden oldu. Chavez ve Venezüella bu açıdan bir örnektir. Direniş ulusal olduğu için solun geri dönüşünde ağır basan en önemli unsur ulusallaşma olmuştur.
Chavezin kökleri
Chaveze ve kurduğu Bolivarcı Devrim Hareketine baktığımızda referans noktasını ve köklerini Marks, Lenin veya Maodan değil, bir dizi ulusal kahramandan ve ülkenin kendi devrimci mirasından aldığını görüyoruz.
Birinci olarak Chavezin en önemli referansı 19. yüzyılın başında ülkesinin bağımsızlığı için savaşmış Simon Bolivar gelmektedir. Simon Bolivar örneği birebir Atatürk örneğiyle örtüşmektedir. Venezüellada her resmi dairede, her evde ve her okulda kurtarıcı olarak adlandırılan Bolivarın resmi bulunmaktadır. Bolivar pek çok Latin Amerika ülkesi için ama özellikle Venezüella için ulusal bir değer ve birleştirici öğedir.
Ancak tıpkı Atatürk gibi Bolivarın da içi boşaltılır. Sağcısı da Amerikancısı da gericisi de Bolivarın resmini arkasından eksik etmez. Chavez, Bolivarın gerçek anlamını yani antiemperyalizmi ortaya çıkararak onun Latin Amerika için temsil ettiği büyük devrimci mirası büyük bir enerjiye dönüştürmeyi hedefliyordu. Bolivar bağımsızlık için savaşmıştı ama Venezüella artık bağımsız değildi. Bolivar insanların eşitliği için savaşmıştı ama insanlar artık sömürülmekteydi. Bolivar Latin Amerikanın birliği için savaşmıştı ama artık Latin Amerika parçalanmıştı. Öyleyse Chaveze göre Bolivar tatlı bir anı olarak tarihe mal olamazdı. Onun ilkeleri için kalınan yerden mücadeleye devam edilmeli ve Bolivarcı Devrim tamamlanmalıydı. Bugünkü gerçek Atatürkçülerin gardırop Atatürkçüleriyle mücadele ettiği gibi, Chavez de Bolivarın gerçek anlamını saklayan Amerikancılara kin besliyordu. Yıllar sonra başarılı oldu ve ülkesinin adını Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti olarak değiştirdi. 2002deki başarısız darbe sırasında karşıtlarının ilk işi devletin adından Bolivarcı ifadesini silmek oldu. Chavezin dediği gibi artık her şey yerli yerindeydi. Artık hiçbir gerici ve sömürücü Bolivar isminin arkasına sığınamamaktadır. Bolivar tamamen halkındır.
Chavez 1970li yıllarda ordudaki arkadaşlarını örgütlemek için ilk baştan itibaren Bolivarcı söylemi tutturdu. Genç Chavez ile bugün Chavezi birleştiren temel eksen buydu. Hatta o yıllarda solcu gerillalara hem Chavez hem de diğer radikal subay arkadaşları sempati duyarken, Chavez arkadaşlarını ikna etmek için Bolivar örneğini veriyordu. Chaveze göre silahlı mücadele veren gerillalar çıkmaz bir yola girmişti. Bolivarcı hareket bu yolu tutamazdı: Gerillalara katılamayız, orada her şey yapıldı ve bitti. Ayrıca her halükarda bizim bakış açımız ve eğitimimiz onlarla uyuşmaz.
Chavez bunun yerine ordudaki devrimci subayların örgütlenmesini ve halkla birleşerek bir devrim hareketi örgütlenmesini savunuyordu.
Chavezin esin kaynaklarından bir diğeri ise Bolivarın en yakın dostu ve öğretmeni, ilerici düşünür, Simon Rodriguezdi. O da 19.yüzyılda yaşamış, Bolivarın uzun ve çatışmalı yıllar boyunca uygulamaya koyamadığı halkçı düşünceleri yaşatmaya çalışmıştı. Bolivardan sonra oligarşinin elinde soysuzlaşan ve ABDnin uydusu haline gelen Latin Amerikadaki yeni devletlerin yöneticilerine karşı köylülerin ve Kızılderililerin haklarını savunmuş, ilerici fikirlerinden dolayı dışlanmıştı.
Chavezin diğer bir referansı ise yine 19. yüzyılın ortasında tüm yoksul halkı ayağa kaldıran bir köylü isyancısı olan Ezequiel Zamoraydı. Zamora, Bolivara ihanet eden ve ideallerini ayaklar altına alan oligarşiye karşı 1848-50 arasında büyük bir köylü ve yerli isyanına komuta etmişti. Tıpkı Chavez gibi o da ihanet edilen devrimin ve Bolivarın ideallerinin takipçisiydi. Temel sloganları toprak ve özgürlük, genel seçim ve kahrolsun oligarşiydi. Chavezin memleketi bu isyanın kalbindeydi ve Chavezin büyük dedeleri Zamoranın ordusunda askerdiler. Oligarşi Zamorayı hep bir eşkıya olarak gördü. Ancak halkın ezici çoğunluğu Zamorayı tıpkı Bolivar gibi bir kahraman olarak görüyordu.
Sol ulusallaşınca
Chavezin gençliğindeki diğer sol akımlara yönelik bizim bakış açımız ve eğitimimiz onlarla uyuşmaz eleştirisi önemli bir gerçeği işaret etmekteydi. Chavez bir solcu ve devrimciydi. Ama her şeyden önce tam bir milliyetçi ve vatanperverdi. Onun kahramanları hep Venezüeallanın tarihinin derinliklerinden seçilmişti. 1960larda ve 1970lerdeki Venezüella solundan daha farklı bir çizgiydi bu. Ulusal sol bir çizgiydi.
Aslında Latin Amerikadaki sol, dünyanın diğer pek çok bölgesinden farklı olarak 20. yüzyılda da yerel ve ulusal renklerini her zaman korudu. Bu kıtada solun halkla çok daha bütünleştiği ve ulusal kültüre nüfus ettiği bir gerçektir.
Öncelikle Küba dâhil kıtadaki bütün sol hareketlerin çıkış noktaları enternasyonalizm veya Sovyetik sol değildir. Tersine hareketlerin ismi bile genellikle ulusal kahramanlardan veya özellikle Kızılderili milliyetçi motiflerinden etkilenir.
Meksikada Zapata, Nikaraguada Sandino, Kübada Jose Marti, Perudan Uruguaya kadar bir dizi ülkede Kızılderili isyancısı Tupac Amaru ve son olarak Simon Bolivar
Hemen hemen her ülkede sol hareketler Marksist Leninist ideolojiyi savunsa bile kendini ulusal bir liderle özdeşleştirir.
Venezüellada ise 1960ların sonuna kadar bu gelenek yadsınmıştı. Kıtanın belki de en enternasyonalist ve ulusal anlamda renksiz komünist partisi Venezüelladaydı. Parti, Moskovanın tavrına göre ülkedeki iktidarı bazen destekler bazen idareye karşı çıkardı.
O tarihlerde Venezüella solcularına göre Bolivar asla bir devrimci değildi. Bolivarı bir burjuva olarak görüyorlardı. Şabloncu sol, Marksın 19. yüzyılda Bolivar ve onun bağımsızlık hareketi üzerine yazdığı yazılardan yola çıkıyor ve Bolivarı oligarşik bir devlet adamı hatta Amerikan ve İngiliz emperyalizminin İspanyaya karşı kullandığı uşağı olarak damgalıyordu.
Marksın pek çok yazısı sömürgelerdeki isyan hareketlerini mahkûm eder. Bunları kapitalizmin üretici güçleri geliştirme eğilimine karşı çıkan gerici hareketler olarak tanımlar. Bolivar da aynı değerlendirmeye kurban gitmişti. İşin ilginci Bolivarın memleketindeki solcular da bu yargıya sahip çıkıyor ve kendi bağımsızlık liderlerini reddediyorlardı. Türkiyedeki komprador solun bir tek bize has olmadığı, Üçüncü Dünyaya sızmış bir beşinci kol olduğu anlaşılıyor. Atatürke karşı sahte solun aldığı tavrın aynısı Venzüellada da Bolivara karşı alınmaktaydı.
Chavez yıllar sonra bu tür solcular için tanrıdan devrimciliğin tekelini almışa benziyorlar demişti. Venezüellada bu tür sol bugün de Chaveze karşıdır. Ancak artık sol içinde marjinal ve ajan damgası yiyen bir akım konumundadır. Ana akım artık Chavezin ulusal soludur.
Türkiyede sol ve Venezüellada sol
Venezüella solunun ulusallaşması 1960ların sonunda başladı. Castrocu hareketin kıtaya yayılması bunda etkili oldu. Venezüella Komünist Partisinin karşı çıkmasına rağmen ülkedeki binlerce devrimci kırlara gidip tıpkı Kübadaki gibi bir gerilla hareketi başlattılar. Bu harekete en çok Moskova ve Venezüella Komünist Partisi karşı çıktı; ancak partinin kendi tabanı yeni isyanı destekledi.
Bu dönem kurulan gerilla birliklerinin çoğu ismini Bolivardan, Zamoradan ve onların silah arkadaşlarından alıyordu. İlk kez halkla ve köylüyle kaynaşan devrimciler kutsal kitapların yazdığının tersine, 19. yüzyılın ulusal kahramanlarının halk için hâlâ kurtarıcı olarak görülen büyük devrimciler olduğunu keşfettiler. Kristal kulesinden inen sol, devrimciliği halktan yeniden öğreniyordu.
Bu sırada Venezüella Komünist Partisinden ayrılan ve Venezüella Devrimci Partisini kuran devrimciler yeni bir kavram ortaya atmışlardı: Marksizm-Leninizm-Bolivarcılık. Bu tür çıkışlar resmi komünist görüşe taban tabana zıttı. Ama artık resmi parti marjinal bir parti haline geliyordu. Yeni partinin ideoloğu Pedro Duno, amaçlarını Venezüella solunu millileştirmek olarak nitelendiriyor ve Simon Rodriguezden alıntı yaparak bağımsızlığı vurguluyordu: Amerika körü körüne taklitçi olmamalı, tersine özgün olmayı istemeli.
1970li yıllar boyunca ulusal referanslarla yola çıkan silahlı hareket devam etti. Fakat hareketin başarısızlığı kesinleşince tüm silahlı gruplar dağıldı. Ancak solun ulusallaşması ve resmi Stalinist ve muhalif Troçkist çizgilerin marjinalleşmesi artık kaçınılmaz bir süreç olarak başlamış oldu.
Türkiyede solun ulusallığını yitirip Batılılaşması ve halktan kopmaya başlamasıyla aynı yıllarda Venezüellada tam tersi gerçekleşiyordu. İşte iki ülke arasındaki temel fark budur. Bugün Venezüellada sol çok güçlüdür; çünkü ulusaldır. Türkiyede ise ne yazık ki tersi söz konusudur.
Neo-Kemalizm
Chavez ve hareketi partiler üstü daha doğrusu partiler dışı bir halk hareketi olarak ortaya çıktı. Ancak Chavezin Beşinci Cumhuriyet Hareketinin önemli kadrolarının çoğu 1970lerde kurulan bir dizi ulusal sol çizgideki partilerden gelmiştir. İşin ilginç yanı artık bugün Venezüella Komünist Partisi de Bolivarcı Devrimin destekçisi konumundadır.
Chavezin kadrolarının diğer önemli bir kaynağı ise kendisiyle birlikte devrimci eylemlere katılan ama çoğu 1992deki başarısız ihtilal deneyiminden sonra ordudan atılan aydın ve devrimci askerlerdir.
Türkiyedekinin tersine Venezüellada askerler sadece formal ordu eğitimi almazlar. İsterlerse üniversite eğitimi de alabilirler. Bu özellikle 1970lerde yetişen kuşağın son derece aydın ve hatta genellikle sosyalist olmasına neden olmuştur. Ancak Venezüella ordusundaki sol eğilim aslında kıtaya has bir sol cuntacılık geleneğinden beslenmektedir. Bolivarcılık ve solculuğu harmanlayan ABD karşıtı bir radikalizm her zaman mevcut olmuştur.
20. yüzyılda Latin Amerika genellikle hep cuntalarla anıldı. Genellikle bu cuntalar Pinochet ve diğer Amerikancı diktatörlerle özdeşleştirildi. Ancak aslında kıtanın sağ cuntacılara karşı çıkan ve hatta devrimci halk hareketleriyle birleşen oldukça zengin bir sol cuntalar geleneği vardır. Tıpkı Türkiyedeki 27 Mayıs-12 Mart ve 12 Eylül karşıtlığı gibi karşıt iki eğilim orduda ve iktidarda sürekli mücadele eder.
Chavez özellikle 1970lerde Peruda ve Panamada hüküm süren ve hatta kendilerini sosyalist ilan eden solcu askeri idareleri bizzat inceledi. Askeri görev bahanesiyle bu ülkeleri ziyaret etti. Şüphesiz ki Chavezin üstünlüğü kendini cuntacı çerçeveye hapsetmemesidir. Tersine Chavez tıpkı Atatürk gibi sivil bir halk devrimcisi olarak iktidara geldi. Biri devrimci olduğu için Osmanlı, diğeri Venezüella Ordusundan ayrılmak zorunda kaldı. Ama mücadelelerine esas bu noktada başlamış oldular.
Chavezin bizzat Atatürkü ve onun devrimci idaresini araştırdığı anlaşılmaktadır. 1992de girdiği hapisten çıktıktan hemen sonra en yakın danışmanı Arjantinli meşhur gerilla lideri ve düşünür Norberte Ceresole oldu. Chavez bu isim sayesinde Atatürkçü ve Nasırcı uygulamalarla ilgili bilgi edindi.
Yıllar sonra Norberte Ceresoleyi saygıyı hak eden büyük bir entelektüel ve dost olarak nitelendiren Chavez, 1998de kitabında onun fikirlerinden esinlendiğini şöyle ifade ediyordu: Norberto Ceresolenin çalışmalarını ve fikirlerini tekrar ele alıyorum. Onun Brezilya, Arjantin ve Venezüellanın omurgasını oluşturacak bir kıta birliği kurmak düşüncesini ben de savunuyorum.
Ceresole, Arjantindeki sol-Peronist hareketin lideriydi. Yıllarca yer altında mücadele eden silahlı Montoneros örgütünün üyesiydi. Bu hareketin amacı sol-Peronizmi iktidar kılmak ve Arjantini sosyalist anavatan haline getirmekti. Ceresole cunta yıllarında Arjantinden kaçtı. Ancak Falkland Savaşları sırasında milliyetçi düşüncelerinden dolayı İngiltereye karşı Arjantini desteklemekten gocunmadı. Fidel Castronun ve Arap liderlerinin yakın dostuydu. Kendisi ayrıca Perunun devrimci cunta lideri Alvaradonun danışmanlığını yapmıştı.
Ceresole daha sonra bazı sol kesimler tarafından aşırı-milliyetçi ve faşist olmakla suçlandı. Ancak özellikle Latin Amerikanın kıtasal birliğini öne çıkaran ve anti-siyonist düşünceleriyle Castro ve Arap sosyalistleri arasında itibarı yükseldi.
Ceresolenin sol cuntacılık ve sol milliyetçiliğe karşı ilgisi çoktu. Çalışmalarının önemli bir kısmı Atatürk ve Nasır üzerine eğiliyordu. Sol-peronculuğu Kemalizme ve Arap Sosyalizmine yakınlaştırmaya çalışıyordu.
Chavezin tek bir esin kaynağı veya akıl hocası yok. Her şeyden önce kendi kafasıyla düşünen bir milliyetçi Ancak Ceresolenin Atatürkçülük ve Nasırcılıktan esinlenen düşüncelerinden Chavezin de yararlandığına kesin gözüyle bakılabilir. Zaten Chavez hareketini örgütlediği en önemli iki yıl boyunca 1994-1995 yıllarında Ceresoleyi yanında ayırmadı ve en önemli danışmanı yaptı.
Chavezi 1998 seçimlerinden önce karalamak isteyen Amerikancı ve sağcı karşıtları sürekli Chavezin asker ve ihtilâlci kökenine vurgu yaptılar. Chavezi Atatürk ve Nasır gibi despot ve diktatör bir asker olmakla suçladılar. Bugün de Amerikancı muhalefet sürekli Chavezi Atatürk gibi tek adam diktatörlüğü kurmakla suçlamaktadır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin cepheler hep aynı. Bizim cephemizde Tupac Amaru, Bolivar, Jose Marti, Atatürk, Nasır kurtarıcıdır. Onların cephesinde despot
Dolayısıyla saptamanın doğruluğu tartışılmaz. Chavezin kendisi bir neo-Kemalist kabul edilebilir.
Bize de Kemalistler olarak Chavezci olmak düşüyor. Dünyanın bir ucundaki insanlar emperyalizmden kurtulmak için Atatürkü keşfederken bizim kör olmaya hakkımız var mı?
Not: Bu makaledeki bilgiler için Richard Gottun Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim kitabına başvurulabilir.
Ali Özsoy
Sol yolunu buluyor
Venezüella Devriminin lideri Chavez 20.yüzyılın sonunda dünyada solun içine girdiği krizden bir çıkışı müjdeliyor.
Liberalizm Sovyetlerin yıkılmasından sonra yaklaşık bir on yıl boyunca rakipsiz bir ideoloji olarak ilan edildi. Ancak sol ideoloji geçici bir aradan sonra geri döndü. Liberalizmin tıkandığı nokta ulus devletlerin tasfiyesi noktasıydı. Komünist rejimler başta Sovyetler Birliği olmak üzere tek kurşun atmadan mevzilerini emperyalizme teslim etmişti; ancak Üçüncü Dünyadaki ulus devletlerin direneceği ortaya çıktı. Sovyet-ABD rekabetinin uzun yıllar gizlediği esas çelişki, yani Batı ile Üçüncü Dünya ulusları arasındaki çelişki, böylelikle ortaya çıktı.
Solun geri dönüşü de Üçüncü Dünyanın direnişi mevzisinden oldu. Chavez ve Venezüella bu açıdan bir örnektir. Direniş ulusal olduğu için solun geri dönüşünde ağır basan en önemli unsur ulusallaşma olmuştur.
Chavezin kökleri
Chaveze ve kurduğu Bolivarcı Devrim Hareketine baktığımızda referans noktasını ve köklerini Marks, Lenin veya Maodan değil, bir dizi ulusal kahramandan ve ülkenin kendi devrimci mirasından aldığını görüyoruz.
Birinci olarak Chavezin en önemli referansı 19. yüzyılın başında ülkesinin bağımsızlığı için savaşmış Simon Bolivar gelmektedir. Simon Bolivar örneği birebir Atatürk örneğiyle örtüşmektedir. Venezüellada her resmi dairede, her evde ve her okulda kurtarıcı olarak adlandırılan Bolivarın resmi bulunmaktadır. Bolivar pek çok Latin Amerika ülkesi için ama özellikle Venezüella için ulusal bir değer ve birleştirici öğedir.
Ancak tıpkı Atatürk gibi Bolivarın da içi boşaltılır. Sağcısı da Amerikancısı da gericisi de Bolivarın resmini arkasından eksik etmez. Chavez, Bolivarın gerçek anlamını yani antiemperyalizmi ortaya çıkararak onun Latin Amerika için temsil ettiği büyük devrimci mirası büyük bir enerjiye dönüştürmeyi hedefliyordu. Bolivar bağımsızlık için savaşmıştı ama Venezüella artık bağımsız değildi. Bolivar insanların eşitliği için savaşmıştı ama insanlar artık sömürülmekteydi. Bolivar Latin Amerikanın birliği için savaşmıştı ama artık Latin Amerika parçalanmıştı. Öyleyse Chaveze göre Bolivar tatlı bir anı olarak tarihe mal olamazdı. Onun ilkeleri için kalınan yerden mücadeleye devam edilmeli ve Bolivarcı Devrim tamamlanmalıydı. Bugünkü gerçek Atatürkçülerin gardırop Atatürkçüleriyle mücadele ettiği gibi, Chavez de Bolivarın gerçek anlamını saklayan Amerikancılara kin besliyordu. Yıllar sonra başarılı oldu ve ülkesinin adını Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti olarak değiştirdi. 2002deki başarısız darbe sırasında karşıtlarının ilk işi devletin adından Bolivarcı ifadesini silmek oldu. Chavezin dediği gibi artık her şey yerli yerindeydi. Artık hiçbir gerici ve sömürücü Bolivar isminin arkasına sığınamamaktadır. Bolivar tamamen halkındır.
Chavez 1970li yıllarda ordudaki arkadaşlarını örgütlemek için ilk baştan itibaren Bolivarcı söylemi tutturdu. Genç Chavez ile bugün Chavezi birleştiren temel eksen buydu. Hatta o yıllarda solcu gerillalara hem Chavez hem de diğer radikal subay arkadaşları sempati duyarken, Chavez arkadaşlarını ikna etmek için Bolivar örneğini veriyordu. Chaveze göre silahlı mücadele veren gerillalar çıkmaz bir yola girmişti. Bolivarcı hareket bu yolu tutamazdı: Gerillalara katılamayız, orada her şey yapıldı ve bitti. Ayrıca her halükarda bizim bakış açımız ve eğitimimiz onlarla uyuşmaz.
Chavez bunun yerine ordudaki devrimci subayların örgütlenmesini ve halkla birleşerek bir devrim hareketi örgütlenmesini savunuyordu.
Chavezin esin kaynaklarından bir diğeri ise Bolivarın en yakın dostu ve öğretmeni, ilerici düşünür, Simon Rodriguezdi. O da 19.yüzyılda yaşamış, Bolivarın uzun ve çatışmalı yıllar boyunca uygulamaya koyamadığı halkçı düşünceleri yaşatmaya çalışmıştı. Bolivardan sonra oligarşinin elinde soysuzlaşan ve ABDnin uydusu haline gelen Latin Amerikadaki yeni devletlerin yöneticilerine karşı köylülerin ve Kızılderililerin haklarını savunmuş, ilerici fikirlerinden dolayı dışlanmıştı.
Chavezin diğer bir referansı ise yine 19. yüzyılın ortasında tüm yoksul halkı ayağa kaldıran bir köylü isyancısı olan Ezequiel Zamoraydı. Zamora, Bolivara ihanet eden ve ideallerini ayaklar altına alan oligarşiye karşı 1848-50 arasında büyük bir köylü ve yerli isyanına komuta etmişti. Tıpkı Chavez gibi o da ihanet edilen devrimin ve Bolivarın ideallerinin takipçisiydi. Temel sloganları toprak ve özgürlük, genel seçim ve kahrolsun oligarşiydi. Chavezin memleketi bu isyanın kalbindeydi ve Chavezin büyük dedeleri Zamoranın ordusunda askerdiler. Oligarşi Zamorayı hep bir eşkıya olarak gördü. Ancak halkın ezici çoğunluğu Zamorayı tıpkı Bolivar gibi bir kahraman olarak görüyordu.
Sol ulusallaşınca
Chavezin gençliğindeki diğer sol akımlara yönelik bizim bakış açımız ve eğitimimiz onlarla uyuşmaz eleştirisi önemli bir gerçeği işaret etmekteydi. Chavez bir solcu ve devrimciydi. Ama her şeyden önce tam bir milliyetçi ve vatanperverdi. Onun kahramanları hep Venezüeallanın tarihinin derinliklerinden seçilmişti. 1960larda ve 1970lerdeki Venezüella solundan daha farklı bir çizgiydi bu. Ulusal sol bir çizgiydi.
Aslında Latin Amerikadaki sol, dünyanın diğer pek çok bölgesinden farklı olarak 20. yüzyılda da yerel ve ulusal renklerini her zaman korudu. Bu kıtada solun halkla çok daha bütünleştiği ve ulusal kültüre nüfus ettiği bir gerçektir.
Öncelikle Küba dâhil kıtadaki bütün sol hareketlerin çıkış noktaları enternasyonalizm veya Sovyetik sol değildir. Tersine hareketlerin ismi bile genellikle ulusal kahramanlardan veya özellikle Kızılderili milliyetçi motiflerinden etkilenir.
Meksikada Zapata, Nikaraguada Sandino, Kübada Jose Marti, Perudan Uruguaya kadar bir dizi ülkede Kızılderili isyancısı Tupac Amaru ve son olarak Simon Bolivar
Hemen hemen her ülkede sol hareketler Marksist Leninist ideolojiyi savunsa bile kendini ulusal bir liderle özdeşleştirir.
Venezüellada ise 1960ların sonuna kadar bu gelenek yadsınmıştı. Kıtanın belki de en enternasyonalist ve ulusal anlamda renksiz komünist partisi Venezüelladaydı. Parti, Moskovanın tavrına göre ülkedeki iktidarı bazen destekler bazen idareye karşı çıkardı.
O tarihlerde Venezüella solcularına göre Bolivar asla bir devrimci değildi. Bolivarı bir burjuva olarak görüyorlardı. Şabloncu sol, Marksın 19. yüzyılda Bolivar ve onun bağımsızlık hareketi üzerine yazdığı yazılardan yola çıkıyor ve Bolivarı oligarşik bir devlet adamı hatta Amerikan ve İngiliz emperyalizminin İspanyaya karşı kullandığı uşağı olarak damgalıyordu.
Marksın pek çok yazısı sömürgelerdeki isyan hareketlerini mahkûm eder. Bunları kapitalizmin üretici güçleri geliştirme eğilimine karşı çıkan gerici hareketler olarak tanımlar. Bolivar da aynı değerlendirmeye kurban gitmişti. İşin ilginci Bolivarın memleketindeki solcular da bu yargıya sahip çıkıyor ve kendi bağımsızlık liderlerini reddediyorlardı. Türkiyedeki komprador solun bir tek bize has olmadığı, Üçüncü Dünyaya sızmış bir beşinci kol olduğu anlaşılıyor. Atatürke karşı sahte solun aldığı tavrın aynısı Venzüellada da Bolivara karşı alınmaktaydı.
Chavez yıllar sonra bu tür solcular için tanrıdan devrimciliğin tekelini almışa benziyorlar demişti. Venezüellada bu tür sol bugün de Chaveze karşıdır. Ancak artık sol içinde marjinal ve ajan damgası yiyen bir akım konumundadır. Ana akım artık Chavezin ulusal soludur.
Türkiyede sol ve Venezüellada sol
Venezüella solunun ulusallaşması 1960ların sonunda başladı. Castrocu hareketin kıtaya yayılması bunda etkili oldu. Venezüella Komünist Partisinin karşı çıkmasına rağmen ülkedeki binlerce devrimci kırlara gidip tıpkı Kübadaki gibi bir gerilla hareketi başlattılar. Bu harekete en çok Moskova ve Venezüella Komünist Partisi karşı çıktı; ancak partinin kendi tabanı yeni isyanı destekledi.
Bu dönem kurulan gerilla birliklerinin çoğu ismini Bolivardan, Zamoradan ve onların silah arkadaşlarından alıyordu. İlk kez halkla ve köylüyle kaynaşan devrimciler kutsal kitapların yazdığının tersine, 19. yüzyılın ulusal kahramanlarının halk için hâlâ kurtarıcı olarak görülen büyük devrimciler olduğunu keşfettiler. Kristal kulesinden inen sol, devrimciliği halktan yeniden öğreniyordu.
Bu sırada Venezüella Komünist Partisinden ayrılan ve Venezüella Devrimci Partisini kuran devrimciler yeni bir kavram ortaya atmışlardı: Marksizm-Leninizm-Bolivarcılık. Bu tür çıkışlar resmi komünist görüşe taban tabana zıttı. Ama artık resmi parti marjinal bir parti haline geliyordu. Yeni partinin ideoloğu Pedro Duno, amaçlarını Venezüella solunu millileştirmek olarak nitelendiriyor ve Simon Rodriguezden alıntı yaparak bağımsızlığı vurguluyordu: Amerika körü körüne taklitçi olmamalı, tersine özgün olmayı istemeli.
1970li yıllar boyunca ulusal referanslarla yola çıkan silahlı hareket devam etti. Fakat hareketin başarısızlığı kesinleşince tüm silahlı gruplar dağıldı. Ancak solun ulusallaşması ve resmi Stalinist ve muhalif Troçkist çizgilerin marjinalleşmesi artık kaçınılmaz bir süreç olarak başlamış oldu.
Türkiyede solun ulusallığını yitirip Batılılaşması ve halktan kopmaya başlamasıyla aynı yıllarda Venezüellada tam tersi gerçekleşiyordu. İşte iki ülke arasındaki temel fark budur. Bugün Venezüellada sol çok güçlüdür; çünkü ulusaldır. Türkiyede ise ne yazık ki tersi söz konusudur.
Neo-Kemalizm
Chavez ve hareketi partiler üstü daha doğrusu partiler dışı bir halk hareketi olarak ortaya çıktı. Ancak Chavezin Beşinci Cumhuriyet Hareketinin önemli kadrolarının çoğu 1970lerde kurulan bir dizi ulusal sol çizgideki partilerden gelmiştir. İşin ilginç yanı artık bugün Venezüella Komünist Partisi de Bolivarcı Devrimin destekçisi konumundadır.
Chavezin kadrolarının diğer önemli bir kaynağı ise kendisiyle birlikte devrimci eylemlere katılan ama çoğu 1992deki başarısız ihtilal deneyiminden sonra ordudan atılan aydın ve devrimci askerlerdir.
Türkiyedekinin tersine Venezüellada askerler sadece formal ordu eğitimi almazlar. İsterlerse üniversite eğitimi de alabilirler. Bu özellikle 1970lerde yetişen kuşağın son derece aydın ve hatta genellikle sosyalist olmasına neden olmuştur. Ancak Venezüella ordusundaki sol eğilim aslında kıtaya has bir sol cuntacılık geleneğinden beslenmektedir. Bolivarcılık ve solculuğu harmanlayan ABD karşıtı bir radikalizm her zaman mevcut olmuştur.
20. yüzyılda Latin Amerika genellikle hep cuntalarla anıldı. Genellikle bu cuntalar Pinochet ve diğer Amerikancı diktatörlerle özdeşleştirildi. Ancak aslında kıtanın sağ cuntacılara karşı çıkan ve hatta devrimci halk hareketleriyle birleşen oldukça zengin bir sol cuntalar geleneği vardır. Tıpkı Türkiyedeki 27 Mayıs-12 Mart ve 12 Eylül karşıtlığı gibi karşıt iki eğilim orduda ve iktidarda sürekli mücadele eder.
Chavez özellikle 1970lerde Peruda ve Panamada hüküm süren ve hatta kendilerini sosyalist ilan eden solcu askeri idareleri bizzat inceledi. Askeri görev bahanesiyle bu ülkeleri ziyaret etti. Şüphesiz ki Chavezin üstünlüğü kendini cuntacı çerçeveye hapsetmemesidir. Tersine Chavez tıpkı Atatürk gibi sivil bir halk devrimcisi olarak iktidara geldi. Biri devrimci olduğu için Osmanlı, diğeri Venezüella Ordusundan ayrılmak zorunda kaldı. Ama mücadelelerine esas bu noktada başlamış oldular.
Chavezin bizzat Atatürkü ve onun devrimci idaresini araştırdığı anlaşılmaktadır. 1992de girdiği hapisten çıktıktan hemen sonra en yakın danışmanı Arjantinli meşhur gerilla lideri ve düşünür Norberte Ceresole oldu. Chavez bu isim sayesinde Atatürkçü ve Nasırcı uygulamalarla ilgili bilgi edindi.
Yıllar sonra Norberte Ceresoleyi saygıyı hak eden büyük bir entelektüel ve dost olarak nitelendiren Chavez, 1998de kitabında onun fikirlerinden esinlendiğini şöyle ifade ediyordu: Norberto Ceresolenin çalışmalarını ve fikirlerini tekrar ele alıyorum. Onun Brezilya, Arjantin ve Venezüellanın omurgasını oluşturacak bir kıta birliği kurmak düşüncesini ben de savunuyorum.
Ceresole, Arjantindeki sol-Peronist hareketin lideriydi. Yıllarca yer altında mücadele eden silahlı Montoneros örgütünün üyesiydi. Bu hareketin amacı sol-Peronizmi iktidar kılmak ve Arjantini sosyalist anavatan haline getirmekti. Ceresole cunta yıllarında Arjantinden kaçtı. Ancak Falkland Savaşları sırasında milliyetçi düşüncelerinden dolayı İngiltereye karşı Arjantini desteklemekten gocunmadı. Fidel Castronun ve Arap liderlerinin yakın dostuydu. Kendisi ayrıca Perunun devrimci cunta lideri Alvaradonun danışmanlığını yapmıştı.
Ceresole daha sonra bazı sol kesimler tarafından aşırı-milliyetçi ve faşist olmakla suçlandı. Ancak özellikle Latin Amerikanın kıtasal birliğini öne çıkaran ve anti-siyonist düşünceleriyle Castro ve Arap sosyalistleri arasında itibarı yükseldi.
Ceresolenin sol cuntacılık ve sol milliyetçiliğe karşı ilgisi çoktu. Çalışmalarının önemli bir kısmı Atatürk ve Nasır üzerine eğiliyordu. Sol-peronculuğu Kemalizme ve Arap Sosyalizmine yakınlaştırmaya çalışıyordu.
Chavezin tek bir esin kaynağı veya akıl hocası yok. Her şeyden önce kendi kafasıyla düşünen bir milliyetçi Ancak Ceresolenin Atatürkçülük ve Nasırcılıktan esinlenen düşüncelerinden Chavezin de yararlandığına kesin gözüyle bakılabilir. Zaten Chavez hareketini örgütlediği en önemli iki yıl boyunca 1994-1995 yıllarında Ceresoleyi yanında ayırmadı ve en önemli danışmanı yaptı.
Chavezi 1998 seçimlerinden önce karalamak isteyen Amerikancı ve sağcı karşıtları sürekli Chavezin asker ve ihtilâlci kökenine vurgu yaptılar. Chavezi Atatürk ve Nasır gibi despot ve diktatör bir asker olmakla suçladılar. Bugün de Amerikancı muhalefet sürekli Chavezi Atatürk gibi tek adam diktatörlüğü kurmakla suçlamaktadır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin cepheler hep aynı. Bizim cephemizde Tupac Amaru, Bolivar, Jose Marti, Atatürk, Nasır kurtarıcıdır. Onların cephesinde despot
Dolayısıyla saptamanın doğruluğu tartışılmaz. Chavezin kendisi bir neo-Kemalist kabul edilebilir.
Bize de Kemalistler olarak Chavezci olmak düşüyor. Dünyanın bir ucundaki insanlar emperyalizmden kurtulmak için Atatürkü keşfederken bizim kör olmaya hakkımız var mı?
Not: Bu makaledeki bilgiler için Richard Gottun Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim kitabına başvurulabilir.
Ali Özsoy