1. yüz (Toplam 1 yüz)

DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

İletiGönderilme zamanı: Cmt Ağu 10, 2019 1:15
gönderen Habip Hamza Erdem
DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ
Her kavramı olduğu gibi, ‘Düşünce Özgürlüğü’ kavramını da yanlış kullanıyoruz.
Çünkü bilmiyoruz.
Geçenlerde Emre Kongar bu konuda yanlış yaptığımızı söyledi.
Doğrusu, dedi, ‘İfade Özgürlüğü’ (liberté d’expression) dür.
Ne var ki, kendisi bu yanlışa dikkat çektiği onsekiz dakikada, ‘ifade özgürlüğü’ yerine onsekiz kez yine ‘düşünce özgürlüğü’ dedi.
İşte ahvalimiz tam da budur.
Descartes (1596-1650)’la birlikte, «düşünmeyi becerebildiğim andan itibaren varolduğum söylenebilir » (Cogito erge sum) formülü genelleşmiş oldu.
Düşünmeyi becerebilmek düşünme bilincine varmak demek.
Demek ki, uluorta düşünüyorum, düşünüyorsun, düşünüyor demekle, gerçekte bir ‘düşünme eylemi’ yapılıyor olmamaktadır.
Belirleyici olan ‘düşünme bilinci’ne ulaşmış olmaktır.
Denildiği üzere, tavuk da ‘düşünüyor’ olabilir.
Burada, Descartes gibi ‘varlık’ı ‘bilinç’e bağlamak niyetimiz yok.
Burada ‘bilinç’ üzerinde durmamız gerekiyor.
Değil mi ki, bir önceki yazıda, ‘bilgi’ ile ‘bilinç’i ayırdetmek gerekir demiştik; işte o konuyu biraz açmak durumundayız.
Descartes’ın çağdaşı Hollandalı Spinoza (1632-1677) ise, Devlet ve cumhuriyet üzerine düşünürken, ‘ifade özgürlüğü’ yani bizim yanlış bir biçimde ‘düşünce özgürlüğü’ dediğimiz şeye, ‘bilinç özgürlüğü’ diyordu.
Buraya bir mim koyalım.
Gelelim, neden İspanyalı Baruch Spinoza’ya Hollandalı dediğimize.
Özde Baruch Spinoza İspanyalı bir düşünür.
Doğal olarak ‘İspanyol’ dememiz gerekir.
Ancak, İspanyol yahudileri Baruch Spinoza’yı afaroz ettikleri için, o da Hollanda’ya yerleşiyor.
Hollanda da ise, yine iki önceki yazımızda sözünü ettiğimiz üzere, o dönem Avrupa’sında, ‘ifade özgürlüğü’nü tanıyan tek ülke.
‘Yurttaşlık’ konumunu tanıyan ilk Devlet de denilebilir.
Karl Jaspers’in deyimiyle, antik sınıflandırmaya göre aristokrasiye dayanan bir ‘monarşi’ değil, ama ‘yurttaşlık hakkı’nı tanıyan bir ‘monarşi’.
Günümüzde ‘demokrasi’ye örnek gösterilen çoğu ‘monarşi’ gibi bir monarşi.
Neredeyse ‘modern cumhuriyet’...
Bu konuyu başka yerlerde açmak üzere, yukarıda koyduğumuz mim’e dönersek; ‘ifade özgürlüğü’ yerine ‘bilinç özgürlüğü’nü kullanmanın daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü ‘bilinç’siz ifadeleri özgürce dillendirmenin kime ne yararı olabilir?
Kaldı ki, ‘yarar’dan çok ‘zarar’ı dokunmaktadır.
Şu televizyonlara çıkan ‘bilinç’siz Dr, Doçent, Profesör ya da kimi kendi alanının uzmanlarını dinlemenin ne ülkeye ve ne de Devlet’e yarardan çok zararları dokunmamakta mıdır?
Böylece ‘bilgi’ ile ‘bilinç’ ayırımına yeniden gelmiş olacağız.
Sözgelimi, cenaze namazında imam ne diyor?
-Ölüyü nasıl bilirdiniz?
– nasıl tanırdınız, ya da tanıyor muydunuz diye sormaz.
Çünkü cenaze namazına gelen herkesin ölüyü ‘tanıdıkları’nı varsaymaktadır.
Tanımak, yani Fransızcası ile (connaître) ile bilmek (savoir) arasında dağlar kadar fark var.
Her ne kadar, ‘tanıma’ (connaissance) belli bir oranda ‘bilgi’ içerse de, bilmek (savoir) aynı zamanda ‘bilgi’nin ta kendisidir.
İşte gerçek bilgiye ulaşmak, tanıma eylemiyle başlasa da, bilinçsiz bir tanımayla bilimsel bilgiye ulaşmak mümkün değildir.
Belki de bu nedenle, bilim (science) sözcüğü de tanımak (connaissance)tan türetilmiş olmaktadır.
Komşunu tanıyabilirsin ama ‘ne mal’ olduğunu ancak yıllar sonra ‘bilebilir’sin.
Kuşkusuz bu konu da uzun açıklamalar gerektiriyor.
Ancak, bence sorun, ‘ne mal’ oldukları bilimsel olarak bilinebilen ‘şey’leri, hâlâ ‘tanıdıkları’ kadarıyla yetinenlerin durumudur.
Bunların ‘bilinç’ten yoksun ‘düşünce’leri ‘ifade’ edilse n’olur edilmese ne?