ABnin 2008 Türkiye İlerleme Raporu
Gönderilme zamanı: Cum Kas 14, 2008 2:28
ABnin 2008 Türkiye İlerleme Raporu
AB Komisyonu tarafından hazırlanan ve Türkiyenin son bir sene içinde ABye uyum süreci çerçevesindeki ilerleme düzeyini gösteren yeni İlerleme Raporu açıklandı. İlerleme raporları, Türkiyeye yönelik eleştirilerin haklılığı, kullandığı dil ve içerdiği olumlu ya da olumsuz mesajlar nedeniyle Türk kamuoyunun merakla beklediği gelişmelerden biri. Raporların her bir kelimesinin dikkatle okunarak değerlendirilmesi Türkiyenin geleceği ve AB ile ilişkileri çerçevesinde önemli.
Raporda genel olarak, sivil-asker ilişkileri ve Kürtlere yönelik azınlık hakları konuları dışında tarafsızlığın ve ciddiyetin büyük ölçüde korunmuş olduğu, sert ve yıkıcı bir dil kullanılmadığı dikkat çekiyor. Yine de çifte standartların ve Türkiyeye özel düzenlemelerin mevcut olduğu açıkça görülüyor.
Raporda Dikkat Çeken Noktalar
Raporda, Türkiyenin dış politika başarısına, özellikle Orta Doğu, Batı Balkanlar, Kafkaslar ve Afrika ile ilişkilerini geliştirmekte olmasına ve sorunlu bölgelerde yapıcı yöndeki aktif rolüne olumlu yer veriliyor. Bölgesel istikrarı destekleyen ülke olarak tanımlanan Türkiyenin stratejik öneminin ve dış politikadaki etkinliğinin ilk kez bir İlerleme Raporunda bu kadar olumlu bir şekilde ele alındığı görülüyor. Bu konuyla ilgili iki önemli noktaya dikkat çekmek gerek. İlki, Türkiyenin AB sürecindeki ümitsizliğinin, hayal kırıklığının ve Avrupadan aldığı olumsuz sinyallerin dış politikadaki seçeneklerini ve diğer bölge ve ülkelerle olan ilişkilerini geliştirmesinde etkili olması. Her ne kadar Türkiyenin, bunca yıl sadece ABye odaklı dış politikasına yeni kalemler eklemesi zaman zaman ABye alternatif aradığı şeklinde yorumlansa da, aksi tesir göstererek ABnin gözündeki önemini artırmış oldu. İkinci nokta ise, uluslararası düzlemin dinamik olduğunun, bir anda tüm dengelerin tepe taklak olabileceğinin bir kez daha hatırlanması. Rusya-Gürcistan arasında aniden ortaya çıkan gerginliğin beklenmedik bir şekilde büyük bir krize dönüşmesi, enerji alanında Rusyaya ciddi bağımlılığı olan Avrupada daha fazla kesim tarafından ve daha yoğun bir şekilde Türkiyenin enerji tedariki açısından öneminin, hatta sırf bu nedenle dahi AB için vazgeçilmezliğinin fark edilmesini sağladı.
İlerleme Raporunda dikkat çeken bir başka konu, son yıllarda AB sürecini destekleyen hükümete yönelik destek ve övgülerin bu seneki belgede görülmemesi. AK Parti Hükümetinin her ne kadar AB üyeliğine önem verdiğini ifade eden söylemlere sahip olsa da, uyum ve reform konusunda icraatının olmaması hafif bir dille ve sitem düzeyinde sınırlı da olsa eleştiriliyor. Bunun yanında, AB reformları konusunda sürekli çağrıda bulunan cumhurbaşkanı, sadece süreci desteklemesi nedeniyle değil, dış politikadaki başarılı girişimleri nedeniyle de övülüyor.
Her seneki sivil-asker ilişkileri eleştirisinin aynı şekilde tekrar ettiğini görüyoruz. Raporda, yüksek rütbeli askerlerin güvenlikle ilgilisi bulunmayan konularda hadlerini aşan yorumlarda bulunduğu ifade ediliyor. İlginç olan, güvenliğin dışında yer alan bu başlıkların Kıbrıs, laiklik ve güneydoğu sorunu gibi aslında doğrudan güvenlik ve hatta rejimin bekasıyla ilgili konular olması. Avrupanın demokrasi ile bağlantısı olmayan bu eleştirisinin yanlı olduğunu, askerin zayıflatılmak istenmesinin iyi niyet içermediğini söylemek mümkün.
Türkiyede ABnin en fazla eleştirilmesine neden olan konulardan biri de Kürt meselesi. ABnin azınlık başlığı altında sadece Kürtleri değerlendirmesi, birçok AB ülkesinde bile bulunmayan hakların talep edilmesi bu sene de yer alıyor. Kürtlerin dillerini öğrenme fırsatına sahip olmadıkları, önceki yıllarda açılan Kürtçe dil kurslarının kapatıldığı ifade edilirken, bu özel kursların başvuru olmadığı için kendi istekleri ile kapatıldığı belirtilmiyor. İspanyada ETAyı terör örgütü olarak tanımayan ve eylemlerini kınamayan bir siyasi partinin kapatılması tüm AB tarafından desteklenirken, teröre aktif destek verdiğini dahi iddia edebileceğimiz DTPye yönelik kapatma davasının, terör propagandası yapan Roj TVnin Danimarkada kapatılmaması için mektup yazan belediye başkanlarına yönelik davaların eleştirilmesi ABnin hangi tarafta durduğunu belli ediyor.
Türkiyenin içinde bulunduğu hassas konum ve yıllardır süren terörle mücadele çerçevesinde değerlendirilmesi gereken birçok konunun sanki ülkede büyük bir terör sorunu yokmuş gibi ele alınması da iyi niyet dışına çıkıyor. Türkiyenin, terörle mücadele eden, dolayısıyla maddi ve manevi çok büyük kayıpları olan ve toplumsal bir yarası bulunan bir ülke olduğundan, ABden bazı alanlarda esneklik beklemesi kadar doğal bir durum olamaz. Avrupanın buna cevabı, ABnin bir standartlar birliği olduğu, hiçbir ülkeye farklı muamele yapılmadığı, dolayısıyla özel durum diye bir istisnanın kabul edilerek ilkelerin dışına çıkılamayacağı. Ne yazık ki, ABnin özel durum anlayışında herhangi bir ilkeye sahip olmadığını en belirgin iki örnekle göstermek mümkün. İlki, başta Yunanistan olmak üzere 2004 yılında üye olan birçok eski Doğu Bloku ülkesi ile son genişlemede yer alan Romanya ve Bulgaristanın, AB kriterlerini yerine getirmeden teknik değil siyasi bir kararla üye yapılmasıdır. İkincisi ise, Türkiyenin gerek nüfus gerek alan olarak çok büyük olmasının yarattığı özel durumu nedeniyle serbest pazarın unsurlarından olan kişilerin serbest dolaşımı uygulaması ile bölgesel politikaların dışında tutulmasının istenmesidir. Dolayısıyla, ABnin özel durum şeklinde ilkesel bir duruşu olmayıp, kendi çıkarları doğrultusunda kolaylıkla farklı şekillerde uygulandığı açıkça görülüyor.
2008 yılının değerlendirildiği raporda yıl içindeki bazı gündem başlıklarını ABnin nasıl değerlendirdiğine baktığımızda yine ilginç sonuçlarla karşılaşıyoruz. PKK terörünün bir cümle ile saptanması, DTP tahriki ile kamusal düzenin bozulmasına yönelik eylemlerin hiç yer almaması, Deniz Feneri davasının skandal içerikli boyutlarına hiç yer verilmemesi, PKKlı teröristlerin hakları için büyük baskı yapılırken Ergenekon adı verilen davada terörist suçlamasıyla yargılananların hakları için herhangi bir baskı bulunmaması, AKP kapatılma davasındaki gerekçeler ve partinin kapatılmamasına rağmen aslında suçlu bulunmasına değinilmemesi örneklerden bazıları.
İlerleme Raporunu üye devletlerin değil Komisyonun hazırladığını, dolayısıyla aslında siyasi değil teknik bir belge olması gerektiğini belirtelim. Konsey ve Parlamento ile birlikte ABnin üç organından biri olan Komisyon, üyelerin ulusal çıkarlarından ve siyasetten mümkün olduğunca bağımsız, üyeler için değil ABnin çıkarları için çalışan bir kurum. Aslında gerçekten de büyük ölçüde teknik olan ve gerçek eleştiri ve değerlendirmeler içeren raporun iyi niyet ve adalet ilkelerini hiçe sayan ve siyasi yorumlamalar içeren bölümlere sahip olmasını raporu hazırlayanların insan olmasına, dolayısıyla önyargılarından ve siyasi hırslarından arınamamış olmalarının da doğal, insanlık hali olmasına bağlamak mümkün. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Komisyonun birçok üyesi, Türkiye ile müzakere sürecinin iç politika malzemesi yapılmasını, siyasi nedenlerle engellenmeye hatta durdurulmaya çalışılmasını, ortada atılmış imzalar ve başlamış bir süreç varken üyeliğe karşı çıkılmasını, dolayısıyla Türkiyenin üyelik sürecinin teknik boyutu aşarak siyasi hale gelmesini, ABnin itibarına ve güvenilirliğine verdiği zarar nedeniyle eleştiriyor.
İlerleme Raporları, her ne kadar bazı konularda taraflı değerlendirmeler içerse de, Türkiyede dikkate alınması durumunda, birçok alanda yol gösterici bir rehber olarak kullanılabilir. 2008 yılının İlerleme Raporunda önceki yıllardan farklı olarak, azınlıklarla ilgili gerçek sorunlara ölçülü bir şekilde yer verildiği görülüyor. Sosyolojik açıdan azınlık kavramını, genel olarak belirli bir topluluk içinde sayısal bakımdan azınlık oluşturan, başat olmayan ve çoğunluktan farklı niteliklere sahip olan grup şeklinde tanımlayabiliriz. 1954 yılında sosyolog Louis Wirth; azınlığı, eşitsiz muamele sonucu toplumdan dışlanan ve kendisini kolektif ayrımcılığa maruz hisseden grup olarak ifade eder. Bu tanım pek çok durumda ezilmişlik kavramını da içerir ve buna göre kadınlar, çocuklar, eşcinseller, travestiler bile azınlık grubuna dâhil edilebilir. Azınlıklar, dünyanın hiçbir ülkesinde tam anlamıyla ayrımcılıktan korunamamaktadırlar. Türkiyede de, çocuklar, kadınlar, eşcinseller, özürlüler ile birlikte Romanlar, Aleviler ve kimi zaman gayri Müslimler bazı alanlarda çoğunlukla tam anlamıyla eşit haklara sahip olamıyorlar. Türkiyede toplumsal huzur ve bireysel mutluluğun azami düzeye çıkarılması için yukarıda belirtildiği şekilde azınlık haklarına daha fazla özen gösterilmesi, siyasi alanda gerçekleştireceği ilerlemelerden daha önemli olmalıdır. Örneğin aile içi şiddetin önüne geçilmesi veya özürlülerin toplumsal hayata katılımlarının kolaylaştırılması siyasi partiler kanunundan önce gelmelidir.
ABnin çifte standartları konusunda genişleme sürecinin diğer adaylarının konumuna bakmak belki de yeterli. Sırbistanın 2009 yılı içinde aday statüsü alabileceği, Hırvatistanın ise 2009da müzakereleri tamamlayarak 2011de üyeliğinin gerçekleşeceği açıklandı. Türkiye dışındaki tüm adaylara yapıldığı gibi tarih verilen Hırvatistan 2004 yılında aday kabul edilmiş, bir sene sonra Türkiye ile birlikte müzakere sürecine başlamıştı. ABye katılım için, eğer üye yapılmaya karar verilirse, önünde en iyi ihtimalle 15 sene olduğunun söylenmesi ve hiçbir zaman tarih verilmemesi çifte standardın en belirgin göstergelerinden.
Yugoslavya dağıldıktan sonra devlet olan, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, insan hakları, bağımsız yargı gibi değerlerle yeni yeni tanışmakta olan Hırvatistan, her ne kadar iki yıl içinde bir AB üyesi olacaksa da bazı sorunları bulunuyor. Mafya tarzı yaygın şiddet kullanımı, organize suçların yoğunluğu, ciddi oranda yolsuzluk, savaş suçlularının yakalanmasında yaşanan sıkıntılar, mültecilerin dönüşüne yönelik çabaların bulunmaması başlıca sorunlar arasında. AB üyesi ülkelerin kendi arasında ve kapalı kapılar ardında Hırvatistanın AB ile uyumun çok uzağında olduğuna ve reform sürecinin çok yavaş ilerlediğine dair tartışmalar olduğu biliniyor. Diğer taraftan Romanya ve Bulgaristanın kriterleri tamamlamasına daha çok yol olmasına rağmen üye kabul edildikleri ABnin her düzeydeki yetkilisi tarafından kabul ediliyor. Aynı hatanın Hırvatistanın katılımında yapılmayacağı zaman zaman belki de gözdağı vermek için dile getiriliyor. Ancak yine de, Hırvatistana AB için yola çıkışının başında üyelik güvencesi verilmiş olması, hiçbir zaman üyeliğine karşı çıkılmaması, kısa süre içinde hızlı bir ilerleme sağlanmış olması hatırlatılmalı.
AB Haber, Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehnin sözcüsü ile konuştuğunda Türkiyeye tarih vermenin spekülasyon olacağı şeklinde bir yanıt almıştı. Alt yapısını tamamlamış olmasına rağmen açılmamış başlıklar bulunmasının nedeni sorulduğunda ise yanıtsız kalmıştı. Müzakere başlıklarının bir kısmının son derece haksız bir şekilde Kıbrıs nedeniyle, bazılarının ise Fransız Cumhurbaşkanının selefinin imzalarına rağmen Türkiyenin üyeliğine onay vermekten vazgeçmesinden ötürü cumhurbaşkanının isteği ile dondurulmuş olması gibi bir durumun başka hiçbir aday ülkede örneği bulunmuyor. Türkiyeye tarih verilmemesi Türkiyede giderek daha yaygın bir şekilde bizi asla almayacaklar düşüncesinin benimsenmesine neden oluyor. Yukarıda da belirtildiği gibi, üyelik kararı teknik değil siyasi şekilde veriliyor. Müzakereleri sürdüren ve teknik değerlendirmesini yapanın Komisyon olmasına rağmen üyelik kararını üye devletlerin liderleri tarafından temsil edildikleri Konseyin vermesi, sonucun siyasi olduğunun göstergesi. Aslında, ABnin bir ülke ile müzakereleri başlatıp kriterler tamamlandığında üye kabul etmesi şeklinde bir durum yok. Aksine, AB bir ülkenin üye olmasını istediğine karar verdikten sonra uyum sorununu asgariye indirmek için bir süre müzakere gerçekleştiriyor. Önceki genişleme süreçlerine baktığımızda, bugün henüz aday bile olmayan Batı Balkanlara yapıldığı gibi, çoğunlukla aday ülkenin üyeliğinin sürekli garantilendiği görülüyor.
2008 yılının İlerleme Raporunda şaşırtıcı herhangi bir nokta bulunmadığını söyleyebiliriz. Türkiyeye yönelik yapılan eleştirilerde daha önce bazı yıllarda görülen fazlasıyla sert olan ifadelerin, uzun uzadıya yer verilen eleştirilerin bulunmadığı da görülüyor. Bunun sebebini ABnin kendi sorunlarının büyüklüğüne bağlamak mümkün. Global finans krizi, Lizbon Anlaşmasının onaylanmaması, Kafkasya krizi, enerjide Rusyaya bağımlılığın panik haline getirilmiş olması gibi nedenlerle ABnin genişleme konusuyla, hele Türkiye gibi yakın vadede katılımı söz konusu olmayan bir adayla uğraşma enerjisinin kalmadığını ileri sürebiliriz.
Diğer taraftan, Türkiyedeki reform sürecinin neredeyse durma noktasına gelmiş olmasının raporda tek cümleyle geçilmiş olması da ilginç gibi görünüyor. Aslında ABnin reform yapmayan bir ülke ile müzakereleri sürdürmenin bir anlamı olmadığını söyleyerek durdurması bile mümkün olabilirdi. Ancak, her ne kadar açıkça dile getirenler çok az sayıda olsa da Avrupa, Türkiyedeki reform sürecinin sekteye uğramasının nedeninin kendisi olduğunun farkındadır.
Sonuç olarak, Türkiye-AB ilişkilerinin aslında durma noktasına gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. AB tarafından yapılan çoğu olumsuz bazı yorumlar dışında müzakere sürecine yönelik her iki taraftan da herhangi bir adım atmadığı görülüyor. ABnin güvenilirliğini kaybetmiş olması ve üyeliğe inancın artık kalmaması Türkiyedeki isteksizliğin; ABnin iç sorunlara sahip olması, her ne kadar adına Birlik dense de kendi aralarında ciddi uyumsuzluk sorunları yaşaması, her ne kadar demokrasi, insan hakları, adalet, hukuk devleti, eşitlik gibi ilkelerin dünyaya yayıldığı kıta olduğunu iddia etse de aslında bu alanlarda büyük uçurumların bulunması da ABdeki durgunluğun nedenlerinden. Türkiyenin, ne AB sürecini sonlandırmak ne de AB üyeliğini ümit etmek çıkarına olacaktır. Üzerine düşen ve tabi ki hepsinden önemlisi işine gelen reformları gerçekleştiren, toplumsal huzur ve mutluluğu tüm meselelerin önünde tutan, dünyanın diğer bölgelerinde de aktif politikalar yürüten Türkiyenin AB üyesi olup olmamaya kendisinin karar vereceği günler gelecektir.
Dr. Deniz Altınbaş
AB Komisyonu tarafından hazırlanan ve Türkiyenin son bir sene içinde ABye uyum süreci çerçevesindeki ilerleme düzeyini gösteren yeni İlerleme Raporu açıklandı. İlerleme raporları, Türkiyeye yönelik eleştirilerin haklılığı, kullandığı dil ve içerdiği olumlu ya da olumsuz mesajlar nedeniyle Türk kamuoyunun merakla beklediği gelişmelerden biri. Raporların her bir kelimesinin dikkatle okunarak değerlendirilmesi Türkiyenin geleceği ve AB ile ilişkileri çerçevesinde önemli.
Raporda genel olarak, sivil-asker ilişkileri ve Kürtlere yönelik azınlık hakları konuları dışında tarafsızlığın ve ciddiyetin büyük ölçüde korunmuş olduğu, sert ve yıkıcı bir dil kullanılmadığı dikkat çekiyor. Yine de çifte standartların ve Türkiyeye özel düzenlemelerin mevcut olduğu açıkça görülüyor.
Raporda Dikkat Çeken Noktalar
Raporda, Türkiyenin dış politika başarısına, özellikle Orta Doğu, Batı Balkanlar, Kafkaslar ve Afrika ile ilişkilerini geliştirmekte olmasına ve sorunlu bölgelerde yapıcı yöndeki aktif rolüne olumlu yer veriliyor. Bölgesel istikrarı destekleyen ülke olarak tanımlanan Türkiyenin stratejik öneminin ve dış politikadaki etkinliğinin ilk kez bir İlerleme Raporunda bu kadar olumlu bir şekilde ele alındığı görülüyor. Bu konuyla ilgili iki önemli noktaya dikkat çekmek gerek. İlki, Türkiyenin AB sürecindeki ümitsizliğinin, hayal kırıklığının ve Avrupadan aldığı olumsuz sinyallerin dış politikadaki seçeneklerini ve diğer bölge ve ülkelerle olan ilişkilerini geliştirmesinde etkili olması. Her ne kadar Türkiyenin, bunca yıl sadece ABye odaklı dış politikasına yeni kalemler eklemesi zaman zaman ABye alternatif aradığı şeklinde yorumlansa da, aksi tesir göstererek ABnin gözündeki önemini artırmış oldu. İkinci nokta ise, uluslararası düzlemin dinamik olduğunun, bir anda tüm dengelerin tepe taklak olabileceğinin bir kez daha hatırlanması. Rusya-Gürcistan arasında aniden ortaya çıkan gerginliğin beklenmedik bir şekilde büyük bir krize dönüşmesi, enerji alanında Rusyaya ciddi bağımlılığı olan Avrupada daha fazla kesim tarafından ve daha yoğun bir şekilde Türkiyenin enerji tedariki açısından öneminin, hatta sırf bu nedenle dahi AB için vazgeçilmezliğinin fark edilmesini sağladı.
İlerleme Raporunda dikkat çeken bir başka konu, son yıllarda AB sürecini destekleyen hükümete yönelik destek ve övgülerin bu seneki belgede görülmemesi. AK Parti Hükümetinin her ne kadar AB üyeliğine önem verdiğini ifade eden söylemlere sahip olsa da, uyum ve reform konusunda icraatının olmaması hafif bir dille ve sitem düzeyinde sınırlı da olsa eleştiriliyor. Bunun yanında, AB reformları konusunda sürekli çağrıda bulunan cumhurbaşkanı, sadece süreci desteklemesi nedeniyle değil, dış politikadaki başarılı girişimleri nedeniyle de övülüyor.
Her seneki sivil-asker ilişkileri eleştirisinin aynı şekilde tekrar ettiğini görüyoruz. Raporda, yüksek rütbeli askerlerin güvenlikle ilgilisi bulunmayan konularda hadlerini aşan yorumlarda bulunduğu ifade ediliyor. İlginç olan, güvenliğin dışında yer alan bu başlıkların Kıbrıs, laiklik ve güneydoğu sorunu gibi aslında doğrudan güvenlik ve hatta rejimin bekasıyla ilgili konular olması. Avrupanın demokrasi ile bağlantısı olmayan bu eleştirisinin yanlı olduğunu, askerin zayıflatılmak istenmesinin iyi niyet içermediğini söylemek mümkün.
Türkiyede ABnin en fazla eleştirilmesine neden olan konulardan biri de Kürt meselesi. ABnin azınlık başlığı altında sadece Kürtleri değerlendirmesi, birçok AB ülkesinde bile bulunmayan hakların talep edilmesi bu sene de yer alıyor. Kürtlerin dillerini öğrenme fırsatına sahip olmadıkları, önceki yıllarda açılan Kürtçe dil kurslarının kapatıldığı ifade edilirken, bu özel kursların başvuru olmadığı için kendi istekleri ile kapatıldığı belirtilmiyor. İspanyada ETAyı terör örgütü olarak tanımayan ve eylemlerini kınamayan bir siyasi partinin kapatılması tüm AB tarafından desteklenirken, teröre aktif destek verdiğini dahi iddia edebileceğimiz DTPye yönelik kapatma davasının, terör propagandası yapan Roj TVnin Danimarkada kapatılmaması için mektup yazan belediye başkanlarına yönelik davaların eleştirilmesi ABnin hangi tarafta durduğunu belli ediyor.
Türkiyenin içinde bulunduğu hassas konum ve yıllardır süren terörle mücadele çerçevesinde değerlendirilmesi gereken birçok konunun sanki ülkede büyük bir terör sorunu yokmuş gibi ele alınması da iyi niyet dışına çıkıyor. Türkiyenin, terörle mücadele eden, dolayısıyla maddi ve manevi çok büyük kayıpları olan ve toplumsal bir yarası bulunan bir ülke olduğundan, ABden bazı alanlarda esneklik beklemesi kadar doğal bir durum olamaz. Avrupanın buna cevabı, ABnin bir standartlar birliği olduğu, hiçbir ülkeye farklı muamele yapılmadığı, dolayısıyla özel durum diye bir istisnanın kabul edilerek ilkelerin dışına çıkılamayacağı. Ne yazık ki, ABnin özel durum anlayışında herhangi bir ilkeye sahip olmadığını en belirgin iki örnekle göstermek mümkün. İlki, başta Yunanistan olmak üzere 2004 yılında üye olan birçok eski Doğu Bloku ülkesi ile son genişlemede yer alan Romanya ve Bulgaristanın, AB kriterlerini yerine getirmeden teknik değil siyasi bir kararla üye yapılmasıdır. İkincisi ise, Türkiyenin gerek nüfus gerek alan olarak çok büyük olmasının yarattığı özel durumu nedeniyle serbest pazarın unsurlarından olan kişilerin serbest dolaşımı uygulaması ile bölgesel politikaların dışında tutulmasının istenmesidir. Dolayısıyla, ABnin özel durum şeklinde ilkesel bir duruşu olmayıp, kendi çıkarları doğrultusunda kolaylıkla farklı şekillerde uygulandığı açıkça görülüyor.
2008 yılının değerlendirildiği raporda yıl içindeki bazı gündem başlıklarını ABnin nasıl değerlendirdiğine baktığımızda yine ilginç sonuçlarla karşılaşıyoruz. PKK terörünün bir cümle ile saptanması, DTP tahriki ile kamusal düzenin bozulmasına yönelik eylemlerin hiç yer almaması, Deniz Feneri davasının skandal içerikli boyutlarına hiç yer verilmemesi, PKKlı teröristlerin hakları için büyük baskı yapılırken Ergenekon adı verilen davada terörist suçlamasıyla yargılananların hakları için herhangi bir baskı bulunmaması, AKP kapatılma davasındaki gerekçeler ve partinin kapatılmamasına rağmen aslında suçlu bulunmasına değinilmemesi örneklerden bazıları.
İlerleme Raporunu üye devletlerin değil Komisyonun hazırladığını, dolayısıyla aslında siyasi değil teknik bir belge olması gerektiğini belirtelim. Konsey ve Parlamento ile birlikte ABnin üç organından biri olan Komisyon, üyelerin ulusal çıkarlarından ve siyasetten mümkün olduğunca bağımsız, üyeler için değil ABnin çıkarları için çalışan bir kurum. Aslında gerçekten de büyük ölçüde teknik olan ve gerçek eleştiri ve değerlendirmeler içeren raporun iyi niyet ve adalet ilkelerini hiçe sayan ve siyasi yorumlamalar içeren bölümlere sahip olmasını raporu hazırlayanların insan olmasına, dolayısıyla önyargılarından ve siyasi hırslarından arınamamış olmalarının da doğal, insanlık hali olmasına bağlamak mümkün. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Komisyonun birçok üyesi, Türkiye ile müzakere sürecinin iç politika malzemesi yapılmasını, siyasi nedenlerle engellenmeye hatta durdurulmaya çalışılmasını, ortada atılmış imzalar ve başlamış bir süreç varken üyeliğe karşı çıkılmasını, dolayısıyla Türkiyenin üyelik sürecinin teknik boyutu aşarak siyasi hale gelmesini, ABnin itibarına ve güvenilirliğine verdiği zarar nedeniyle eleştiriyor.
İlerleme Raporları, her ne kadar bazı konularda taraflı değerlendirmeler içerse de, Türkiyede dikkate alınması durumunda, birçok alanda yol gösterici bir rehber olarak kullanılabilir. 2008 yılının İlerleme Raporunda önceki yıllardan farklı olarak, azınlıklarla ilgili gerçek sorunlara ölçülü bir şekilde yer verildiği görülüyor. Sosyolojik açıdan azınlık kavramını, genel olarak belirli bir topluluk içinde sayısal bakımdan azınlık oluşturan, başat olmayan ve çoğunluktan farklı niteliklere sahip olan grup şeklinde tanımlayabiliriz. 1954 yılında sosyolog Louis Wirth; azınlığı, eşitsiz muamele sonucu toplumdan dışlanan ve kendisini kolektif ayrımcılığa maruz hisseden grup olarak ifade eder. Bu tanım pek çok durumda ezilmişlik kavramını da içerir ve buna göre kadınlar, çocuklar, eşcinseller, travestiler bile azınlık grubuna dâhil edilebilir. Azınlıklar, dünyanın hiçbir ülkesinde tam anlamıyla ayrımcılıktan korunamamaktadırlar. Türkiyede de, çocuklar, kadınlar, eşcinseller, özürlüler ile birlikte Romanlar, Aleviler ve kimi zaman gayri Müslimler bazı alanlarda çoğunlukla tam anlamıyla eşit haklara sahip olamıyorlar. Türkiyede toplumsal huzur ve bireysel mutluluğun azami düzeye çıkarılması için yukarıda belirtildiği şekilde azınlık haklarına daha fazla özen gösterilmesi, siyasi alanda gerçekleştireceği ilerlemelerden daha önemli olmalıdır. Örneğin aile içi şiddetin önüne geçilmesi veya özürlülerin toplumsal hayata katılımlarının kolaylaştırılması siyasi partiler kanunundan önce gelmelidir.
ABnin çifte standartları konusunda genişleme sürecinin diğer adaylarının konumuna bakmak belki de yeterli. Sırbistanın 2009 yılı içinde aday statüsü alabileceği, Hırvatistanın ise 2009da müzakereleri tamamlayarak 2011de üyeliğinin gerçekleşeceği açıklandı. Türkiye dışındaki tüm adaylara yapıldığı gibi tarih verilen Hırvatistan 2004 yılında aday kabul edilmiş, bir sene sonra Türkiye ile birlikte müzakere sürecine başlamıştı. ABye katılım için, eğer üye yapılmaya karar verilirse, önünde en iyi ihtimalle 15 sene olduğunun söylenmesi ve hiçbir zaman tarih verilmemesi çifte standardın en belirgin göstergelerinden.
Yugoslavya dağıldıktan sonra devlet olan, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, insan hakları, bağımsız yargı gibi değerlerle yeni yeni tanışmakta olan Hırvatistan, her ne kadar iki yıl içinde bir AB üyesi olacaksa da bazı sorunları bulunuyor. Mafya tarzı yaygın şiddet kullanımı, organize suçların yoğunluğu, ciddi oranda yolsuzluk, savaş suçlularının yakalanmasında yaşanan sıkıntılar, mültecilerin dönüşüne yönelik çabaların bulunmaması başlıca sorunlar arasında. AB üyesi ülkelerin kendi arasında ve kapalı kapılar ardında Hırvatistanın AB ile uyumun çok uzağında olduğuna ve reform sürecinin çok yavaş ilerlediğine dair tartışmalar olduğu biliniyor. Diğer taraftan Romanya ve Bulgaristanın kriterleri tamamlamasına daha çok yol olmasına rağmen üye kabul edildikleri ABnin her düzeydeki yetkilisi tarafından kabul ediliyor. Aynı hatanın Hırvatistanın katılımında yapılmayacağı zaman zaman belki de gözdağı vermek için dile getiriliyor. Ancak yine de, Hırvatistana AB için yola çıkışının başında üyelik güvencesi verilmiş olması, hiçbir zaman üyeliğine karşı çıkılmaması, kısa süre içinde hızlı bir ilerleme sağlanmış olması hatırlatılmalı.
AB Haber, Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehnin sözcüsü ile konuştuğunda Türkiyeye tarih vermenin spekülasyon olacağı şeklinde bir yanıt almıştı. Alt yapısını tamamlamış olmasına rağmen açılmamış başlıklar bulunmasının nedeni sorulduğunda ise yanıtsız kalmıştı. Müzakere başlıklarının bir kısmının son derece haksız bir şekilde Kıbrıs nedeniyle, bazılarının ise Fransız Cumhurbaşkanının selefinin imzalarına rağmen Türkiyenin üyeliğine onay vermekten vazgeçmesinden ötürü cumhurbaşkanının isteği ile dondurulmuş olması gibi bir durumun başka hiçbir aday ülkede örneği bulunmuyor. Türkiyeye tarih verilmemesi Türkiyede giderek daha yaygın bir şekilde bizi asla almayacaklar düşüncesinin benimsenmesine neden oluyor. Yukarıda da belirtildiği gibi, üyelik kararı teknik değil siyasi şekilde veriliyor. Müzakereleri sürdüren ve teknik değerlendirmesini yapanın Komisyon olmasına rağmen üyelik kararını üye devletlerin liderleri tarafından temsil edildikleri Konseyin vermesi, sonucun siyasi olduğunun göstergesi. Aslında, ABnin bir ülke ile müzakereleri başlatıp kriterler tamamlandığında üye kabul etmesi şeklinde bir durum yok. Aksine, AB bir ülkenin üye olmasını istediğine karar verdikten sonra uyum sorununu asgariye indirmek için bir süre müzakere gerçekleştiriyor. Önceki genişleme süreçlerine baktığımızda, bugün henüz aday bile olmayan Batı Balkanlara yapıldığı gibi, çoğunlukla aday ülkenin üyeliğinin sürekli garantilendiği görülüyor.
2008 yılının İlerleme Raporunda şaşırtıcı herhangi bir nokta bulunmadığını söyleyebiliriz. Türkiyeye yönelik yapılan eleştirilerde daha önce bazı yıllarda görülen fazlasıyla sert olan ifadelerin, uzun uzadıya yer verilen eleştirilerin bulunmadığı da görülüyor. Bunun sebebini ABnin kendi sorunlarının büyüklüğüne bağlamak mümkün. Global finans krizi, Lizbon Anlaşmasının onaylanmaması, Kafkasya krizi, enerjide Rusyaya bağımlılığın panik haline getirilmiş olması gibi nedenlerle ABnin genişleme konusuyla, hele Türkiye gibi yakın vadede katılımı söz konusu olmayan bir adayla uğraşma enerjisinin kalmadığını ileri sürebiliriz.
Diğer taraftan, Türkiyedeki reform sürecinin neredeyse durma noktasına gelmiş olmasının raporda tek cümleyle geçilmiş olması da ilginç gibi görünüyor. Aslında ABnin reform yapmayan bir ülke ile müzakereleri sürdürmenin bir anlamı olmadığını söyleyerek durdurması bile mümkün olabilirdi. Ancak, her ne kadar açıkça dile getirenler çok az sayıda olsa da Avrupa, Türkiyedeki reform sürecinin sekteye uğramasının nedeninin kendisi olduğunun farkındadır.
Sonuç olarak, Türkiye-AB ilişkilerinin aslında durma noktasına gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. AB tarafından yapılan çoğu olumsuz bazı yorumlar dışında müzakere sürecine yönelik her iki taraftan da herhangi bir adım atmadığı görülüyor. ABnin güvenilirliğini kaybetmiş olması ve üyeliğe inancın artık kalmaması Türkiyedeki isteksizliğin; ABnin iç sorunlara sahip olması, her ne kadar adına Birlik dense de kendi aralarında ciddi uyumsuzluk sorunları yaşaması, her ne kadar demokrasi, insan hakları, adalet, hukuk devleti, eşitlik gibi ilkelerin dünyaya yayıldığı kıta olduğunu iddia etse de aslında bu alanlarda büyük uçurumların bulunması da ABdeki durgunluğun nedenlerinden. Türkiyenin, ne AB sürecini sonlandırmak ne de AB üyeliğini ümit etmek çıkarına olacaktır. Üzerine düşen ve tabi ki hepsinden önemlisi işine gelen reformları gerçekleştiren, toplumsal huzur ve mutluluğu tüm meselelerin önünde tutan, dünyanın diğer bölgelerinde de aktif politikalar yürüten Türkiyenin AB üyesi olup olmamaya kendisinin karar vereceği günler gelecektir.
Dr. Deniz Altınbaş