1. yüz (Toplam 1 yüz)

Demokratik savunma mekanizması | Erdal SARIZEYBEK

İletiGönderilme zamanı: Sal Ara 02, 2008 2:33
gönderen Türk-Kan
Cumhuriyet / Strateji


Türkiye’yi içerden ve dışardan saran bölücü akımlara karşı önlem…

Demokratik savunma mekanizması

Bölücü hareketlere verilen iç ve dış destekler artık, normal, gündelik gelişmeler olarak algılanmaya başlandı. Avrupa ülkelerinde bölücü örgütün yandaşlarının topladıkları paralar bunun kanıtı

Erdal SARIZEYBEK

TUSAM İç Güvenlik ve Terör Danışmanı

esarizeybek@tusam.net


Türkiye, AET’nin 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra 31 Temmuz 1959'da topluluğa tam üye olmak için başvurmuş ve 12 Eylül 1963 yılında imzalanan Ankara antlaşması ile de üyelik müzakerelerine başlamıştır. Yıl 2008’dir ve hala bu müzakereler ucu açık bir şekilde sürmektedir. Bu sürecin ne zaman ve nasıl sonuçlanacağına ilişkin bir kehanette dahi bulunmak olası değil, çünkü uzadıkça uzayan görüşmeler ile ilerleme raporlarının içeriği, artık AB’nin terörün ardındaki siyasi güç olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Anlaşılan odur ki, Türkiye “terörle mücadele ve AB’ye üyelik süreci” adına tuzağa çekilmek istenmektedir. Peki, bu durumda Türkiye tuzağa düşmekten kurtulabilir mi?

AB-DTP-ÖCALAN

Birlikte bakalım, Türkiye’nin tuzağa nasıl çekildiğine; ilk olarak AB’ye uyum süreci adına sürdürülen görüşmeler ve bu süreç kapsamında yapılan yasal düzenlemeler önce Öcalan denilen bölücü başını ipten kurtarmıştır. 1999 yılında yapılan yargılaması sonucu idama mahkum edilen Öcalan, idam cezasının AB sayesinde kaldırılması sonucu hayata geri dönmüş ve sözde ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrilen cezasının yeni koşullarıyla örgütü yattığı yerden idare eder, hatta kitap yazar ve basar olmuştur. İkinci olarak, Öcalan’ın kurduğu DEP’in devamı olan DTP’ye en büyük siyasi destek AB ülkelerinden gelmiştir; bu terör destekli partinin ERNK adı altında örgütlenmiş cephe teşkilatı dernekler, bürolar, vakıflar, televizyon ve konfederasyon şeklinde faaliyet göstermekte olup aranan örgüt mensupları ise Avrupa’da cirit atmaktadır. Yine terör örgütünün 500 milyon AVRO’luk kara para trafiği AB ülkelerinde serbestçe dolaşmakta ve kaçaktan ve haraçtan gelen paralar buralarda aklanmaktadır. AB Parlamentosu kırmızı bültenle aranan terör zanlısı Gülabi Dere’nin siyasi eylemlerine açıkça destek vermekte, Yunanistan bir adım öteye giderek bu aranan zanlıya AB kimliği dahi vermekten çekinmez olmuştur. Bu siyasi cephe teşkilatının önlenemeyen faaliyetleri Türkiye’nin içindeki etnik ayrımcılığı körüklemekte ve AB’den çıkan her karar DTP’nin Türkiye’deki siyasi manevra alanını genişletmektedir. OHAL’in ve DGM’lerin kaldırılması, Polis Özel timlerinin çekilmesi, Kürtlere kültürel haklar başlığı altında Kürtçe özel kursların açılması ve devletin resmi televizyonunda Kürtçe programlar yapılmasına ilişkin alınan kararlar hep AB’den gelen siyasi baskıları neticesinde ortaya çıkmış olup aslında bu DTP’nin değil PKK terör örgütünün başlangıçtaki istekleridir. AB-DTP-Öcalan çizgisindeki bu hareketin bundan sonraki olası taleplerini öngörmek için bir kahin olmak gerekmiyor, çünkü bu olası talepler artık gün ışığına çıkmış durumdadır; Anayasa’da değişiklik yapılarak Kürtçe’nin ikinci “resmi dil” olarak kabulüyle etnik farklılıkların derinleştirilmesi, yine anayasal değişiklikle cumhuriyetin kurucu unsuru olan Türk kimliğinin kaldırılması ya da Kürt kimliğinin Anayasa’ya dahil edilmesiyle Türk kimliğinin değiştirilmesi, yerel yönetimlere özerklik düzeyinde yetkiler verilerek merkezi idare gücünün zayıflatılması, Geçici Köy Koruculuğu sisteminin kaldırılarak devletle vatandaş arasındaki bağların koparılması ve nihayetinde Öcalan’a ya da sözde yönetici kadroya af getirilip DTP’nin başına geçirilmesiyle Atatürk cumhuriyetinin ulus-devlet yapısının çökertilmesidir. Bu ihanet senaryosuna Türkiye’de kim dur diyecektir. İşte bu soruya cevap bulunması gereken zorlu bir dönemden geçmekteyiz.


ABD-HÜKÜMET-BARZANİ

Öte yandan, ABD ile geliştirilen ilişkiler Türkiye’nin içine çekilmek istendiği tuzağın ikinci sarmalıdır ve bu sarmal, AB-DTP-Öcalan sarmalına karşı çıkanlar için ikinci bir seçenek yani kötünün kötüsü olan bir seçenek olarak kurgulanmıştır. Özeti şudur; ABD, 14 Mayıs 1948'de Filistin topraklarının işgali sonucu kurulan İsrail Devleti’yle Ortadoğu’ya fiili adımını atmıştır. İsrail, M.Ö. 500’lü yıllarda yıkılan Yahuda Krallığı’ndan binlerce yıl sonra Ortadoğu’da kurulan ilk Yahudi Devleti’dir ve ABD çıkarlarının temsilcisi durumundadır. İsrail’in işgal edilmiş topraklarda ne pahasına olursa olsun yaşaması ABD’nin Körfez politikasının temelini oluşturmaktadır. İsrail, Büyük Orta Doğu projesinin temel taşıdır. Bu dış politik esaslar çerçevesinde 1991 Körfez savaşıyla silahlı gücünü Körfez’e taşıyan ABD, 2003 Körfez savaşıyla belki bir daha çekilmemek üzere Irak’ı işgal etmiş ve İsrail’in yaşam stratejisine uygun olarak Irak’ı etnik köken ve dini mezhep farklılıkları temelinde parçalamıştır. İşgalle birlikte ortaya çıkan Barzani müttefikliği mevzi kazanmış ve sözde Büyük Kürdistan Projesinin siyasi lideri konumuna getirilmiştir. Günümüzde Barzani, ABD tarafından Öcalan’a karşı iyi bir seçenek olarak Türkiye’ye sunulmaktadır. Çünkü PKK örgütü terörist bir örgüttür ama Barzani değildir, üstelik Türkiye’nin Doğu bölgelerinde yaşayan halkımızla Barzani’nin aşiret ve dini mezhep bağları vardır, dolayısıyla Türkiye’nin Öcalan yerine Barzani’yi muhatap kabul edip masaya oturmasında bir sakınca yoktur. Buradaki tuzak; Türkiye ile ABD’nin 50’li yıllardan süregelen müttefiklik ve NATO ilişkileri nedeniyle silahlı güç siyaseti uygulanamayacağı için, yerine Barzani önderliğinde siyasi güç kullanılarak Türkiye’yi parçalama stratejisinin uygulamaya konulmuş olmasında yatmaktadır. Sarmal tuzağın bu seçeneğinde amaç; Barzani liderliğinde Irak’ta oluşturulan Kürt devletinin tanınmasını sağlamak ve sonrasında Türkiye üzerindeki bölücü siyasetin liderliğini Öcalan’dan alıp Barzani’ye devretmektir. Böylece Türkiye kendi iç sorunlarıyla boğuşup üniter devlet yapısını korumaya çalışırken ABD, silahlı güç kullanarak bölge ülkelerini parçalama stratejisini “etkisiz ve tepkisiz Türkiye” üzerinden sürdürecek ve muhtemelen ilk olarak da karşısına Suriye ve İran’ı alacaktır. Peki, bu ihanet senaryosuna Türkiye’de kim dur diyecektir?

AB’NİN PKK-BARZANİ RAPORU

AB'nin ortak çalışma ve dış politikasına katkıda bulunması için kurulan Avrupa Güvenlik Çalışmaları Merkezi'nin (ISS) geçtiğimiz hafta açıklanan bir raporunda, PKK ile ilgili yapılan değerlendirmeler tarihin yinelendiğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Irak'taki Kürt yönetiminin görüşlerine yer verilen raporda; PKK'nın bölgede 'sempati kaybettiği', Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin (KBY) terör örgütünü 'rahatsız edici' gördüğü, ancak KBY'nin PKK ile savaşmayı göze alamayacağı şeklinde bir değerlendirme yapılmıştır. Yine bu rapora göre, bölgesel yönetimin PKK'nın üslerinin yerini bildiği ve örgütün stratejilerinden haberdar olduğu belirtilmiştir. Ayrıca KBY’nin, bahar aylarından bu yana, PKK'ya verdiği destek kesilmiş olsa da, örgüte karşı bölgede "açık bir tolerans" gösterildiği ifade edilmiştir. ISS’nin bu raporuna göre, örgütün para kaynaklarına Avrupa ve sınır ticaretinden (kaçakçılık) alınan paylar temel teşkil etmekte, lojistiği ise İran’dan sağlanmaktadır. Rapor, görüşülen Kürtlerin PKK sorununun çözümü konusundaki önerilerini beş maddede toplamaktadır; ;

    ■ Sorun, askerî çözümlerle değil ancak müzakere yoluyla çözülebilir,

    ■ PKK, bölünme hedefini terk ederek ideolojisinde radikal bir değişim yaptı,

    ■ Örgüt, barış istiyor ve silah bırakmaya hazır,

    ■ Bunun için, Türkiye kapsamlı bir af çıkarmalı ve Kürt kimliğini tanımalı,

    ■ Eğer PKK bunu reddederse, Kürt kamuoyundaki kredibilitesini kaybeder,

    ■ ve KBY, PKK'dan kurtulması için Türkiye'ye yardım etmeyi düşünebilir.
Yine rapora göre, AB'nin Kürt yönetim alanında etkinliğini artırmasının bölgenin gelişimine ve normalleşmesine katkıda bulunacağı, AB'nin Erbil'de bir ofis açmasıyla AB'nin Bağdat'taki varlığını güçlendireceği yorumunda bulunulmuş ve Türkiye'yi gerekli reformları yapmaya ikna etmenin de tek yolunun bu olduğunu ileri sürülmüştür. Kısacası bu rapor, PKK terör örgütünün siyasi taleplerinin AB tarafından yapılmış bir tercümesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Biz bunu; Türkiye’ye kurulan AB-DPT-Öcalan tuzağı ya da sarmalı olarak ifade etmekteyiz.

AB RAPORUNA KARŞI BAŞBAKAN MEKTUBU

Basına yansıyan 14 Kasım günlü ve ”AB’ye PKK için uyarı mektubu” başlıklı habere göre; Başbakan Erdoğan, PKK’nın siyasi ve finansal kaynaklarında önemli rol oynadığı düşünülen Avrupa Birliği ülkelerinin liderlerine, net uyarıların yer aldığı bir mektup göndermiştir. Erdoğan mektubunda Avrupalı liderlerden, kanlı terör örgütü için yapılması gerekenin, sadece terör örgütü olarak tanımak değil, ona karşı samimiyetle harekete geçmek olduğunu bildirmiştir. Avrupa’nın tutumunun Türkiye için önemli olduğunun vurgulandığı mektupta, PKK’nın kıta Avrupa’sındaki yapılanmasının çökertilmesine yönelik en kısa sürede adım atılması istediği de belirtilmiştir. Yine aynı mektupta;”terör örgütünün yönetim kadrosundan bazı isimlerin Avrupa’da rahatça dolaştığı ve Türkiye’nin isteklerine rağmen iadeleri konusunda halen adım atılmadığının belirtildiği” ifade edilmiştir. Kısacası bu mektuptan anlaşılan; terörle mücadele adına AB cephesinde bir değişikliğin bulunmadığıdır, çünkü altı yıl öncesi ile bugün arasında değişen bir şey yoktur. O halde gerçeğin gün ışığı gibi ortada olmasına karşın gerek AB raporu gerekse Başbakanlık Mektubu ne anlama gelmektedir ve bununla halkımıza ne gibi bir mesaj verilmek istenmektedir?

SARMAL TUZAK NETLEŞİYOR

AB raporu açıktır; PKK terör örgütü silah bırakmaya hazır, siz de buna karşılık siyasi görüşmelerin yolunu açın yani PKK terör örgütü ile masaya oturun yani Öcalan ya da Karayılan gibi sözde lider kadroyu muhatap alın, diyor bu rapor. AB raporu açıktır; teröristlere af getirin, teröristlere siyaset yapma hakkı tanıyın, ovaya insinler siyaset yapsınlar, diyor bu rapor. Anayasal düzenlemelere gidin ve Kürt kimliğine anayasal tanım getirin, Kürtçeyi ikinci dil yapın, eğitim ve öğretim sistemine alın, diyor bu rapor. AB raporu açıktır, diyor ki; Barzani’yi tanıyın yoksa biz AB olarak Irak’ın kuzeyinde temsilcilik açıp tanıyacağız. Başbakan’ın da ağzı yarım mektubu açıktır; bakın, ben AB’ye uyarı mektubu gönderdim, vazifemi yaptım, terörle hala mücadele ediyorum ama buna rağmen AB, terör örgütüne karşı siyasi çözüm de ısrar ediyor, Türkiye tam üye olacağı için ben de fazla ses çıkaramıyorum, diyor. Başbakan diyor ki; Türkiye’nin üyelik hakkına helal gelmesin, diye AB’ye fazla yüklenemiyorum, işte görüyorsunuz, elimizden geleni yapıyoruz. Başbakan’ın mektubu çok açıktır, diyor ki; TSK’ye yetki verdik olmadı, terörle mücadele kararlılığımızı sürdürdük olmadı, AB’yi uyardık yine olmadı, ne yapalım başka çare yok, akan kanlar dursun da ne olursa olsun, en iyisi şu teröristlerle bir masaya oturalım, şu Barzani’yi tanıyalım, bakalım ne olacak, bir de bu şansımızı deneyelim. Eğer ki senaryo bu ise, DTP ile AKP aynı yolda yürüyecektir, nasıl mı, birlikte görelim…

AKP, DTP İLE ANLAŞACAK

Tüm bu gelişmeler AKP’nin DTP ile gizli de olsa anlaşacağını işaret etmektedir. Nasıl bir anlaşma; terör örgütünün sözde lider kadrosuna yarı özgürlük yarı siyaset hakkı tanıyan bir af, Kürt kimliğinin Anayasa’da yer alması için yasal düzenlemeler, yerel yönetime merkezi idareyi yok edici yetkiler, koruculuk teşkilatının süreç içerisinde kaldırılması gibi bir gizli mutabakatla anlaşma olacaktır. Peki, böyle bir anlaşma sağlanırsa ne olur; Doğu’da çaresiz kalan halkımızın oyları büyük bir çoğunlukla AKP’ye, göstermelik bir azınlıkta DTP’ye gidecektir. Başka; DTP ile AKP arasında karşılıklı rekabet var gibi söylemler artacak ama aşağılarda gizli görüşmeler sürdürülecektir. Başka; AKP görünen terör olaylarına son verme iddiası ile yola çıkacak ve “akan kanları durdurdum” diyerek, ülke genelinde yapılacak seçimlerde tek başına iktidar olabilecek oyu alacaktır. Başka; PKK ara sıra eylem yapacak, Barzani ise göstermelik teröristleri Türkiye’ye teslim edecek, teröre karşı olduğunu söyleyecek ve bu sözde iyilikleri karşılıksız kalmayacak, Türkiye Barzani’yi tanıyacak ve olası Kürt devletini tanımanın da yolunu böylece açacaktır. Başka; AB açıklama üstüne açıklama yapacak, Türkiye’nin iyi yolda süratle yürüdüğünü, hiç kimsenin artık Türkiye’nin tam üyelik sürecini durduramayacağını söyleyecek ve bu gelişmeler karşısında asıl tehlikeyi gören ulusal direncin temsilcileri susacak, konuşmaya kalkarsa eğer işbirlikçi medya onların Türkiye karşıtı olduğunu, hatta vatana ihanet ettiklerini anlatarak kamuoyunun tepkisini ülkesini sevenlere yöneltecektir. Başka; bizler gibi ülkesi ve milletinin iyiliğinden başka bir şey düşünmeyip olası tehditleri yazan ve çizenler, seslerini duyurdukları ölçüde “bu ihanet senaryosuna Türkiye’de kim dur diyecektir”, diye sormaya devam edecektir. Gerçekten de senaryo böyle işlerse bu ihanete kim dur diyecek?

KİM DUR DİYECEK?

Türkiye’deki siyaset, demokratik sistemin öz savunma mekanizmasını kilitlemiştir. Türkiye’de demokrasinin değil AKP’nin AB ve ABD yörüngesinde işleyen siyasetinin kuralları işlemektedir. Doğu’da yaşayan halkımız demokratik sistemin dışına itilerek AKP ve DTP’nin eline bırakılmıştır, halk güvenlikten ve özgür iradesinden yoksun hale getirilmiştir. Türkiye’de iktidar partisi tarafından açık ve de seçik etnik köken ve dini mezhep farklılıkları üzerinden siyaset yapılmaktadır ve muhalefet partileri bu siyaset karşısında etkisiz hale getirilmiştir. Bu ayrıştırıcı siyaset İsrail’in parçalama stratejisiyle bire bir örtüşmektedir. Türkiye’nin AB üyelik süreci artık amacı dışına çekilmiş ve AB, bu ayrıştırıcı siyasetin destekçisi haline gelmiştir. Türkiye’nin ABD ile ilişkileri müttefik sınırlarını aşmış, ulusal çıkarların çatıştığı iki hasım ülke ilişkileri şekline, kaçınılmaz olarak, dönüşmektedir. Bundan böyle Türkiye ulusal güvenliğine asıl tehdit olarak PKK terör örgütünü değil Barzani’yi görmelidir. Bu senaryo Türkiye’yi dönüşü olmayan bir yola sürükleyecek olan bir senaryodur ve buna karşı, Türkiye’yi korumakla yükümlü dinamik güçlerin de kendi ulusal senaryolarını çizme zamanının geldiği artık düşünülmelidir. Kimdir bu dinamik güçler; muhalefetteki siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri. Başka; Türk Adalet Sistemi ve Türk Silahlı Kuvvetleri. Türkiye’nin böylesi bir karanlık yola girmesini engelleyecek bir demokratik savunma mekanizması gerçekten yok mudur?


Erdal SARIZEYBEK, 1 Aralık 2008 - esarizeybek@tusam.net


Cumhuriyet / Strateji