1. yüz (Toplam 1 yüz)

Ortadoğu'da Roller Değişiyor

İletiGönderilme zamanı: Sal Eki 14, 2008 21:11
gönderen Türk-Kan
Ortadoğu'da roller değişiyor

İç siyasette yaşanan sonu gelmez çekişmeler, “tencere dibin kara…” deyişini hatırlara getiren siyaset-medya kapışmaları ve mürekkebi kurumadan değişen eğreti ve yapay gündem(cik)ler ile meşgul olan, daha doğrusu meşgul edilen Türkiye, her zaman olduğu üzere etrafında olan bitenlere, yani dış dünyada, özellikle de Türkiye’nin kaderini çok yakından ilgilendiren Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere teğet geçmek durumunda kalıyor. Şimdi diyeceksiniz ki “ama neredeyse Ortadoğu’daki tüm görüşmelerde Türkiye’nin adı geçiyor, hatta Türkiye bizzat arabuluculuk yapıyor.” Evet, doğrudur; özellikle “arabuluculuk” bağlamında son dönemde Ortadoğu’da adı en çok geçen ülkelerden biri olan Türkiye, Ortadoğu’nun müzmin sorunlarına tabir-i caiz ise “el atmış”, diplomasi trafiği son derece canlı bir ülke profili çiziyor son dönemde. Hatta öyle ki ziyaretçi listesine şöyle bir bakınca Beşşar Esad’dan, Ahmedinecad’a, Afrika’nın önde gelen liderlerine, Ortadoğu’nun son derece popüler isimlerini görmek işten bile değil. Ancak bu noktada biraz durup, aynı zamanda düşünüp cümlenin devamını şöyle getirmek pek bir aklıselim olacaktır. Nitekim tüm bu diplomatik hareketlilik ve karşılıklı ziyaretlerle ortaya dış politika açısından oldukça hoş bir tablo çıkıyor ve böylelikle Türkiye gerçekten Ortadoğu’da adı en çok geçen ülkelerden biri oluyor olmasına lakin adının geçmesi sözünün de geçtiği/geçeceği anlamına gelmiyor maalesef. Zira Türkiye, (büyük) Ortadoğu sahnesinde, hükümetin iktidar koltuğuna oturduğu ilk günden bu yana heves ettiği “Neo (yeni)-Osmanlı” karakterine bürünmüş “sözü geçen ağabey” rolünü değil de daha düşük seviyede bir rolle, Arap basınının deyimi ile “kolaylaştırıcı” ya da “koridor” rolü ile yetinmek durumunda kaldı. Ne var ki bu rol, Türkiye’de özellikle hükümete yakın basın kuruluşlarında mevcudiyetini aşan, abartılı ifadeler kullanılarak yorumlandı. Gönül isterdi ki Türkiye gerçekten Ortadoğu’da “barışın anahtarı” olsun hatta garantörü olsun ama mevcut konjonktürde ve mevcut konumlamalar ile buna ne bölgesel sistem izin verir ne de küresel sistem. Türkiye’nin sistemi zorlayacak gücü yok mu derseniz, elbette ki potansiyel olarak var ancak yukarıda değinildiği üzere son derece yapay gündemlerle kelimenin tam anlamı ile enerjisi çalınan ve bu anlamda istikrarlı bir “istikrarsızlık” sahibi olan Türkiye’de söz konusu söylemlerin gerçek eylemlere dönüşmesi oldukça zor bir olasılık olarak görülüyor.

Görünen köy kılavuz istiyor

Hal böyle olunca da Türkiye’nin oynamak istediği bu rol güç dengeleri ve küresel/bölgesel parametreler çerçevesinde farklı adreslere doğru yol alıyor. İşte bu sebepten olsa gerek aylardır açık, çok daha uzun bir süredir de fizibilite açısından gizli yürütülen İsrail-Suriye görüşmelerinin “arabulucusu” olan Türkiye’nin rolü, Ortadoğu’ya açılım yapmak; belki daha doğrusu Ortadoğu’yu yeniden Fransa’ya açmak için kolları sıvayan Sarkozy Fransa’sı tarafından çalınmak üzere. Suriye’nin başkenti Şam’da 4 Eylül’de ''İstikrar İçin Diyalog'' sloganıyla düzenlenen Suriye-Fransa-Türkiye-Katar dörtlü zirvesi ile Suriye-İsrail barış görüşmeleri farklı bir düzleme taşındı. Her şeyden önce Türkiye’nin tek başına yürüttüğü arabuluculuğa açıkça ortak olmaya istekli olduğu hatta yukarıda değinildiği üzere söz konusu rolü üstlenmeye niyetli olduğu bilinen Fransa bu konuda ciddi bir başarı sergiledi. Zira manda dönemi Fransa’sını akıllara getiren yeni Ortadoğu politikasını şekillendirip, hızlı bir şekilde uygulamaya geçiren Nicolas Sarkozy zirve sonrasında her ne kadar “Türkler müthiş bir iş çıkardı. Bu, doğrudan müzakerelerle sonuçlanmalı. Giriştiği bu eylem nedeniyle bütün Avrupa Türkiye'ye minnettardır” ifadesini kullanarak Türkiye’nin ağzına bir parmak bal çalıp, hükümetin koltuklarını kabarttıysa da olaylar aslında Ankara’dan göründüğü gibi değildi. Öyle ya her zaman “görünen köy kılavuz istemez” diye bir şey yok, bu defa görünse de kılavuz istiyor.

Her şeyden önce Sarkozy, bir önceki Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac döneminde, Chirac’ın yakın dostu olarak bilinen Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin, Batı tarafından fail olarak Suriye’nin gösterildiği bir suikasta kurban gitmesi nedeniyle oldukça gergin olan Fransa-Suriye ilişkilerini yeniden yüksek seviyelere çıkarmak için adeta fırsat kolluyordu. Sarkozy’nin şansı yaver gitmiş olacak ki kafasındaki kurgu buysa eğer tıkır tıkır işledi ve tabii ki konjonktüründe yardımı ile “Sarko” kolladığı fırsatı fazlası ile yakaladı. Aslında şimdinin penceresinden geçmişe doğru bakıldığında, hani derler ya “çorap söküğü gibi” işte o denli hızlı bir şekilde gerçekleşen Suriye-Fransa yakınlaşması Suriye’nin Annapolis’te yapılan Ortadoğu Barış Konferansı’na katılması ile başladı. Suriye Annapolis’e düşük seviyede de olsa katılarak uzunca bir süredir karşı saflarda yer aldığı Batı’ya göz kırpmış oldu. Annapolis’in ardından da olaylar oldukça sistemli bir şekilde gelişti. Önce Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Fransa’nın sözü edilen “yeni Ortadoğu açılımı”nın önemli ayaklarından biri olarak görülen “Akdeniz için Birlik” toplantısına katılmak üzere Paris’e gitmesi, 2005 yılından bu yana devam eden Lübnan-Suriye geriliminde bir türlü çözüme yanaşmayan tarafları Sarkozy’nin birden uzlaştırıvermesi hatta kurulduklarından beri diplomatik ilişkileri bulunmayan iki ülkeyi karşılıklı olarak diplomatik temsilcilik açmaya ikna edivermesi ve son olarak da Sarkozy’nin Şam sokaklarında ellerinde Fransa bayrakları ile coşkulu bir kalabalık tarafından büyük bir heyecanla karşılanması…

Açıkça görüldüğü üzere Manda döneminden bu yana aşk ve nefret arasındaki o ince çizgi etrafında dolanan Suriye-Fransa ilişkileri pozitif yönelimli yeni bir yörünge çiziyor kendisine. Pekiyi bu yeni yörünge taraflara ne getiriyor? İşte Ankara’dan bakınca görünmeyen tarafı da burada başlıyor meselenin. Nitekim bu yeni dönem sadece “ılımlı ilişkiler” vaat etmiyor Şam-Paris ikilisine. Bilindiği üzere Suriye artık ABD-Batı baskısından kurtulmak için sisteme şirin görünmenin peşinde ve bunun için de ABD’ye olan yakınlığını açıkça dile getirmiş olan bir de üstüne AB dönem başkanı olan Sarkozy Fransa’sına yaklaşmak oldukça akılcı bir yaklaşım gibi görünüyor. Yani bu yakınlaşma süreci ile Suriye etrafındaki prangalardan birini kırmış oluyor. Hatta belki en büyük tehdit unsuru ABD ile arasında Fransa sayesinde bir diyalog kapısı aralanmış bile olabilir. Gelelim Fransa’ya, Fransa neler kazandı bu süreçten? Fransa ilkin Ortadoğu’ya “sıkı bir şekilde” dönüş yapmış oldu Suriye açılımı ile. Hatta öyle ki Sarkozy, Şam'da “Charles de Gaulle” adı verilen yeni bir Fransız okulunun açılışını bizzat yaptı. Yeni bir Fransız okulu demek toplumsal olarak da Fransa’nın yeniden Suriye’ye merhaba dediğinin bir kanıtı olarak kabul edildi. Bunlar dışında Türkiye’de dikkatlerden kaçmış olabilir ama bu süreçle birlikte Fransa ve Suriye arasında stratejik değeri oldukça yüksek olan ikili anlaşmalar imzalandı. Fransa, Rusya’nın da askeri üs kurmak istediği stratejik Lazkiye’de yapılacak olan havaalanı inşaatının büyük kısmını üstlendi. Ayrıca Fransız enerji şirketi TOTAL’e Suriye’de petrol arama izni verildi. Kısacası ikili ilişkiler sırf “uluslararası barış ve diyalog” vs. klişeleri için bu denli sistematik bir şekilde geliştirilmedi. İki tarafın da birbirinden alacağı kozlar vardı ve hem Suriye hem de Fransa rollerini oldukça ustaca oynayarak Ortadoğu’daki yeni evrilme sürecinde hanelerine iyi puanlar yazdırdılar. İşte bu noktada akıllara Türkiye’nin kazanç hanesinin durumu geliyor. Sahi Türkiye’nin elince kaç koz var, bilen var mı?




H. Miray VURMAY - ORTADOĞU ARAŞTIRMALARI MASASI / 22.09.2008
Resim