1. yüz (Toplam 1 yüz)

Kürt Sorunu - 2 / Prof. Dr. Kerem DOKSAT

İletiGönderilme zamanı: Çrş Ağu 05, 2009 14:03
gönderen Türk-Kan
10101 yazdı:.

Kürt Sorunu - 2

Lûtfen bu yazımı okumadan önce kurt-sorunu-1-prof-dr-kerem-doksat-t21705.html yazımı tekrar okuyunuz. Önce son hâdiseleri gazetelerden iktibasla özetleyeceğim…

***
1990’da Diyarbakır’ın Hazro İlçesi’ne bağlı Meşebağlar Köyü’nde oturan ve dünkü saldırıda öldürülen İzzettin İkilik, aynı köyde yaşayan, soyadları da aynı olan ancak akrabalıkları bulunmayan Zozan İkilik’i evlenmek için kaçırmış. Bunun üzerine Zozan İkilik’in babası Yemlihan İkilik, İzzettin İkilik’in ağabeyi Şahabettin İkilik’i öldürmüş. 1990’da Şahabettin İkilik’in öldürülmesinin intikamını almak isteyen Recep İkilik ve İzzettin İkilik, kaçırılan Zozan’ın dayısının oğlu Hüsnü Zeren’i öldürmüş ve iki âile arasında kan davası başlamış. Zozan İkilik’i kaçıran İkilik Âilesi, kan davasının büyümemesi için bu tarihten sonra Mersin’in Tarsus İlçesi’ne göç etmiş. 1992’de ise aynı köyde oturan İnce Âilesi ile Zeren Âilesi arasında 1984’deki bir yaralama olayı nedeniyle güdülen kan davası alevlenmiş. Aynı yıl Abdulkadir Zeren, Ömer İnce’nin kardeşi Kutmir İnce’yi öldürmüş. Bunun üzerine Tarsus’a göç eden İkilik Ailesi, İnce Ailesi’ni yanlarına çağırmış. İnce Âilesi de kan davasından kaçarak Tarsus’a göç etmişler. İkilik Âilesi, İnce Âilesi’nin ev kiralarını ödeyip, iş bulmalarına kadar her konuda yardım edip kol kanat germiş. 17 Aralık 2006’da, 14 yıl kurşunların hedef gözetmediği kan davası nedeniyle yine Diyarbakır’da silâhlar çekilmiş. 1992’de öldürülen Kutmir İnce’nin kardeşi Zeki İnce ile kardeşleri ve yeğenleri, kan davalıları Zeren Âilesi’nden Abdulkadir Zeren’i öldürmüşler. 9 Şubat 2007’de kan davası bu kez Tarsus’a sıçramış. Abdulkadir Zeren’in intikamını almak için yakınları, İnce Âilesi’nin fertlerinin peşine düşmüşler. Tarsus’ta takip edilen Ömer İnce kardeşi Sabri İnce, Tarsus Tren Garı’nda Diyarbakır’dan gezmeye gelen akrabaları 24 yaşındaki Sinem Zoroğlu’nu karşılamaya gitmiş. Zoroğlu’yu otomobillerine alan İnce kardeşler, silâhlı saldırıya uğramış. Ömer İnce ölürken, Sabri İnce ile Zoroğlu yaralı kurtulmuş. Ramazan, Mehmet, Hilmi ve Mahmut Zeren zanlı olarak tutuklanmış. Bu olayla ilgili İkilik Âilesi’nden Mahmut İkilik de olay sırasında Diyarbakır’daki bâzı kişilerle yaptığı telefon konuşması nedeniyle cinayete karıştığı gerekçesiyle tutuklanmış ama geçtiğimiz hafta tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış.

7 Nisan 2008’de, bugüne kadar 3 âileden 5 kişinin öldürüldüğü kan davası, bir günkü 5 kişinin can verdiği katliama dönüşmüş. Geçen yıl öldürülen Ömer İnce’nin öldürülmesinin intikamını almak isteyen İnce Âilesi, Tarsus’un Şehit Kerim Mahallesi’ndeki eski buğday pazarının bulunduğu kahvenin bahçesinde oturan kardeş ve amca çocukları olan ve Zozan İkilik’i kaçırarak kan davasına neden olan İzzettin (42), Abidin (39), Recep (39) ve Bahri İkilik’i (55) çapraz ateşle başlarından, aynı dakikalarda pusu kurulan Ahmet İkilik (19) de Fahrettin Paşa Mahallesi’ndeki evinden çıktıktan sonra açılan ateşle öldürülmüş. Cinayetlerden sonra M.İ. (15), R.İ. (14) Merkez Polis Karakolu’na giderek teslim olmuşlar. İki kardeşin verdiği ifâde doğrultusunda babaları Mevlüt İ. (53) ile akrabaları Kazım İlten (42) gözaltına alınmış. Olayla ilgili operasyonlarını sürdüren polis, İkilik Âilesi’nden Fikri ve Şahabettin İkilik ile Nihat Ataş’ı da gözaltına almış.

Dünkü saldırıda öldürülen Bahri ve Recep İkilik’in kardeşi çay ocağı işleten 41 yaşındaki Mahmut İkilik, Barbaros Mahallesi’ndeki evinde tâziyeleri kabûl ederken olayın şokunu yaşıyormuş. Diyarbakır’ın Hazro İlçesi’nde İnce, İkilik ve Zeren âileleri arasındaki iki ayrı kan davası olduğunu belirten Mahmut İkilik, kendilerinin de İnce Âilesi ile Zeren Âilesi arasındaki kan davasının kurbanı olduklarını ileri sürmüş. Geçen yıl Ömer İnce’nin öldürüldüğü dakikalarda Diyarbakır’dan kendisini arayarak akrabalarıyla telefon konuşması yaptığını, bu nedenle cinayetle ilgisinin olduğu gerekçesiyle Zeren Âilesi’nden 4 kişi ile birlikte tutuklanıp geçen hafta tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığını ifâde eden Mahmut İkilik, şöyle demiş “İnce Âilesi, bu tutuklama nedeniyle Ömer İnce’nin öldürülmesine karıştığım gerekçesiyle bizim âileden intikam almak için 5 akrabamı öldürdü. Hâlbuki biz Zeren Âilesi ile İnce Âilesi arasında ortaya çıkan kan davasının büyümemesi için İnce Âilesi’ni Tarsus’a getirdik. Onlara kol kanat gerdik. Ev kiralarını bile ödedik. Ama onlar bizi Ömer İnce’nin öldürülmesinden sorumlu tutup katliam yaptılar. İnsanlığımızın cezasını çektik. Sâhip çıktığımız ve bugün gözaltında olan zanlılardan M. ve R.İ.’nin babaları Mevlüt İ.’ye kalb hastası olması nedeniyle âcil istenen kanı bizzat ben ve öldürdükleri kardeşim Bahri verdi. Biz onlara kan verdik, onlar bizim canımızı aldı. İnsanlığımıza böyle karşılık verdiler” demiş.

Olay sırasında çalıştığı motosiklet tamircisinde silâh seslerini duyarak olay yerine gelen ve babasının öldürüldüğü âna tanıklık eden ve cesedine sarılarak gözyaşı döken 13 yaşındaki V. İ., Emniyet Müdürlüğü tarafından koruma altına alınmış. Sosyal hizmet uzmanı denetiminde ifâdesi alınan V. İ., ardından âilesine teslim edilmiş. Olayın şokunu üzerinden atamayan ve bugüne kadar hiç okula gönderilmediği ortaya çıkan V. İ., motosiklet tamircisinde çalıştığını ve zaman zaman ayakkabı boyacılığı yaptığını söylemiş. Silâh sesini duyunca tamirciden sokağa çıktığını belirten V. İ., şunları anlatmış: “Silâhlı bir adam babamı kovalıyordu. Ben de ‘Yapma, babamı öldürme’ diye bağırdım. Bu sıra silâhını bana doğrultup ateş etti. Kurşun ayağımın yanından sekip gitti. Ardından da babama ardı ardına ateş edip kaçtı. Babam yere yığılmıştı, koşarak üzerine kapandım. O ânı düşünmek bile istemiyorum. Babam gözlerimin önünde öldü. Onlar, babamdan ne istedi ki, biz onlara bir şey yapmadık. Ancak şunu unutmasınlar, bizden 5 kişi aldılar, biz onların köklerini kazıyacağız”.

1990’da Zozan İkilik’i kaçırarak kan davasının fitilini ateşleyen ve dün düzenlenen saldırıda kan davasına kurban olan 42 yaşındaki İzzettin İkilik’in resmî nikâhlı eşi Sevim İkilik, 12 çocuğu ile ortada kalmış. Zeren Âilesi ile İkilik Âilesi’nin birbirlerine kan davası nedeniyle düşman olduğunu, ancak kendilerine sâhip çıktıları İnce Âilesi’nin kurbanı olduklarını anlatan Sevim İkilik, “kan davası bir başladı mı kimse bitiremiyor. Onlarca canı toprağın altına da koysak, bu husumet sürüp gidiyor. Anlamsız yere çıkan kan davasında esas acıyı ölenlerin ardında kalanlar yaşıyor. Ben 12 çocuğumla ortada kaldım. Bu çocuklara kim bakacak? Onların günahı ne? Bu husumetin bir gün kapımızı çalacağını düşünerek 15 yıl önce köyümüzden kaçıp buraya taşındık yine de kurtulamadık” demiş. İzzettin İkilik’in oğlu Ferhat İkilik ise (19), kan davalarına bir nokta konulması gerektiğini, kendi gibi gençlerin âileler arasında yaşanan husumetinin piyonu olmamasını arzu ettiğini anlatmış. Ölenlerden Abidin İkilik’in oğlu Hüseyin İkilik de (18) kan davalarına özellikle âilelerin genç çocuklarının kurban olduğunu belirterek, “bu tip olaylarda gençler suçu üstleniyor. Kan davası saçmalıktan öte bir şey değil. Kan davasında âile meclisi kimin suçu üstleneceğine karar veriyor. Âilede gençlerin söz sâhibi olması mümkün değil. Büyükler ölüyor, gençler cezaevinde bir ömür geçiriyor, çocuklar ise yaşadıklarının ve öksüz kalmanın etkisiyle yıllarını harcıyor” diye konuşmuş. Tarsus’ta 5 kişiyi öldürdüğü iddiasıyla gözaltına alınan M.İ., R.İ., babaları Mevlüt İ., akrabaları Kazım İlten ile olaya adı karışan akrabaları Nihat Ataş’ın sorgusu sürüyormuş. Gece düzenlenen operasyonda evlerinde ruhsatsız tabanca bulunduğu gerekçesiyle gözaltına alınan İkilik Âilesi’nden Fikri ve Şahabettin İkilik ise haklarında yasal işlemin ardından serbest bırakılmışlar. Abidin, İzzettin ve Ahmet İkilik öğle saatlerinde Şehir Mezarlığı’nda toprağa verilmiş. Recep ve Bahri İkilik’in de otopsinin tamamlanmasından sonra aynı yerde toprağa verileceği belirtilmiş.

Diyarbakır’ın Hazro İlçesi’ne bağlı Meşebağlar Köyü’nün söyle bir şöhreti varmış: Erkeklerinin eceliyle ölmediği belde! Adamlar aynı kahvede oturuyor, kadınlar birbiriyle muhabbet ediyor ve durmadan çocuk doğuruyorlar; sonra mutlaka o adamlardan birileri ötekileri öldürüyor. Bu arada yeni erler büyüyor, onlar da ötekileri temizleyecek ileride…

Sir Alfred Joseph Hitchcock’un hiç bir filmi bu kadar geremez insanı!

***
İzmir´in Bornova İlçesi’ndeki Taş Köprü Câmii’nde yalnız başına Kur’ân-ı Kerîm okuyan 28 yaşındaki İbrahim Daşğın iddiaya göre, kan davalıları tarafından ensesinden vurularak öldürülmüş. Genç adamın babasının da karşı âileden iki kişiyi öldürdüğü ve cezaevinde olduğu bildirilmiş. Olay, saat 19.00 sıralarında Yeşilova Semti Benat Nevzat Caddesi´ndeki Taş Köprü Camii´nde meydana gelmiş. Akşam namazını kılmak için câmiye gelen emekli 61 yaşındaki Behçet Gülle, câmide kanlar içindeki Daşğın´ı görünce durumu polis ve sağlık ekiplerine bildirmiş. Olay yerine gelen polis ekipleri iki çocuk babası inşaat işçisi 28 yaşındaki İbrahim Daşğın’ı yerde kanlar içinde bulmuş. Kısa sürede olay yerine gelen sağlık ekipleri başından vurulan genç adama kalp masajı yapıp, tekrar hayata döndürmüş. Ambulansla Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastânesi’ne kaldırılan tâlihsiz adam yapılan tüm müdahalelere rağmen hayatını kaybetmiş. Olayla ilgili inceleme başlatan polis ekipleri Daşğın’ın Kur’ân-ı Kerîm okuduğu sırada kimliği belirsiz kişi veya kişilerin câmiye gelerek ensesinden tabancayla tek kurşunla vurduğunu ve olay sırasında kimsenin olmadığını belirlemiş. Genç adamın vurulduğunu haber alan yakınları hastâne bahçesinde sinir krizi geçirmiş. Olayın ardından polis ekipleri Daşğın’ı vuran kişi veya kişileri yakalamak için câmide parmak izi çalışması yapmış ve yakındaki bir iş yerinin kamera kayıtlarını inceleme altına almış.

Kars’ın Sarıkamış İlçesi’nden kan davası nedeniyle İzmir’e gelen Daşğın Âilesi’nin, Polat Âilesi ile 50 yıllık kan davalarının olduğu genç adamın babası Servet Daşğın’ın da Polat Âilesi’nden iki kişiyi tabancayla vurup öldürdüğü ve hâlâ cezaevinde olduğu bildirilmiş.

***
Muş’un Varto İlçesi’ne bağlı Yukarı Hacıbey ile Haksever köyleri arasında dört yıldır süren kan davasının sona erdirilmesi istenmiş. Her iki köy arasındaki kan davası 2004 yılında, 150 hâne, 1200 nüfuslu Haksever Köyü’nde genç bir kızın tecavüze uğrayıp hâmile kalması ile başlamış. Haksever köylüleri, genç kıza Yukarı Hacıbey Köyü’nden gelen bir kişinin tecavüz ettiği söylemiş. Ancak, Yukarı Hacıbey Köyü’nde yaşayanlar bunu kabûl etmemiş. Aynı yıl içinde Yukarı Hacıbey Köyü’ndeki Muhili Aşireti reisi 60 yaşındaki Alican Çelik, Varto’nun Belediye Caddesi’nde öldürülmüş. Bu olaydan 20 dakika sonra Almanya’nın Dortmund kentinde yaşayan Muhuli Aşireti’ne mensup Haksever köylülerinden Muktesim Bingöl, Murat Bingöl’ü öldürüp, Hasan Bingöl’ü de ağır yaralamış. Muhuli Aşireti’ne mensup iki kişi yakalanarak Almanya’da cezaevine konulmuş. Her an ölüm korkusuyla yaşadıklarını ifâde eden 40 hâne ve 250 nüfuslu Yukarı Hacıbey Köyü’nden Abdullah Çelik, “Her iki köyde yaşayanların huzuru kaçtı. Köyde başlayan kan davası yurt dışına sıçradı. Artık köyün dışına bile çıkamaz olduk. Geçim kaynağımız hayvancılık olmasına rağmen dört yıldır yaylaya gidemiyoruz. Vâli, Belediye Başkanı ve komutanlarımızdan tek dileğimiz bizleri barıştırsınlar” demiş.

Sir Alfred Joseph Hitchcock’un hiç bir filmi bu kadar geremez insanı!

***
İçiniz mi daraldı? Durun hele… Bir de töre ve namus cinayetlerinden bahsedelim:

Dicle Üniversitesi (DÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Mazhar Bağlı başkanlığındaki 8 kişilik ekip, Töre ve Namus Cinayetleri’ne ilişkin araştırma kapsamında 36 cezaevinde töre ve namus cinayeti işleyen 170 kişiyle görüşmüşler. Doç. Dr. Bağlı, töre ve namus cinayetlerinin Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olduğunu, ancak şimdiye kadar bu konunun akademik olarak ciddi bir şekilde araştırılmadığını söylemiş. Bölgede görev yapan akademisyenler olarak bu eksikliği gidermek amacıyla kapsamlı bir proje hazırladıklarını belirten Doç. Dr. Bağlı, bunun, töre ve namus adına cinayet işleyen suçlu ve zanlıların sâhip oldukları toplumsal değer yapıları, âile ilişkileri, kişilik özellikleri ve bunların sosyo-ekonomik analizine ilişkin yapılan bir araştırma olduğunu söyledi. Hem DÜ’den hem de Selçuk Üniversitesi’nden öğretim üyeleri ile birlikte kapsamlı bir şekilde hazırladıkları projeyi TÜBİTAK’ın kabûl ettiğini ifade eden Doç. Dr. Bağlı, amaçlarının Türkiye’de çok konuşulan töre ve namus cinayetleri ile ilgili bilinmeyen yönleri açığa çıkararak bu sorunun önlenmesi için yapılacak çalışmalara yön verecek veriler oluşturmak olduğunu bildirmiş. Doç. Dr. Bağlı, araştırmanın bu yılın Ağustos ayında tamamlanacağını ve proje kapsamında 44 cezaevinde 200 kişi ile görüşeceklerini ifâde ederek, “18 ay sürecek projede 12 ayı geride bıraktık. Bu süreçte de 36 cezaevinde töre ve namus cinayeti işleyen 170 kişi ile görüştük” demiş ve “dünyada ilk kez töre ve namus cinayetlerini akademik bir biçimde ele alarak konunun gündeme taşınmasını ve uygulanabilecek çözüm yollarının ortaya çıkarılmasını sağlayacak bir envanter hazırladıklarını söylemiş. “Akademisyenler olarak sorunu ortaya koyduktan sonra konunun daha iyi tahlil edileceğini, daha doğru çözüm önerilerinin üretileceğini düşünüyoruz” diye de ilâve etmiş. Antropolog, sosyolog, sosyal hizmet uzmanı ve psikologlardan oluşan bir ekiple cezaevlerinde yaptıkları görüşmelerde hükümlülerin hayat hikâyelerini dinlediklerini ve hazırladıkları 250 sorudan oluşan anketi uyguladıklarını belirten Doç. Dr. Bağlı, Türkiye’de töre ve namus cinayetlerini önlemeye yönelik yürütülen çalışmaların daha çok hukuk üzerinden yürüdüğünü söylemiş ve şöyle devam etmiş:

“Görüşmelerde töre ve namus cinayeti işleyenlerin sosyo-ekonomik özellikleri, eğitim durumları, töre ve namusu nasıl tanımladıkları, pişman olup olmadıkları, çevrede nasıl bir tepki gördükleri, cezaevinde itibar görüp görmedikleri, mahkeme sürecinin nasıl devam ettiği, avukat tutup tutmadıklarını öğrenmeye yönelik genel sorular sorarak psikolojik bir test uyguluyoruz. Ülkemizde cezaî yaptırımların artırılmasına gidilerek bu problemin çözülebileceği düşünülüyor. Bu ziyaretlerden edindiğimiz izlenimler doğrultusunda cezaî yaptırımların artırılması belki bir faktör olarak düşünülebilir, ama kesin çözümü ortaya çıkarabilecek bir etken olarak görülmesi doğru değildir. Tutuklu ve hükümlülerle yaptığımız görüşmelerde hemen hemen hiç kimse cezaî yaptırımların artırılmasının caydırıcı olacağını düşünmüyor.” Doç. Dr. Mazhar Bağlı, proje kapsamında 36 cezaevinde yaptıkları görüşmelerde 170 tutuklu ve hükümlünün işlediği cinayetten dolayı pişmanlık duymadığını söylediğini bildirdi. Araştırmada, cinayetlerin kamuoyunda ifâde edildiği şekliyle gerçekleşmediğini tesbit ettiklerini aktaran Doç. Dr. Bağlı, özellikle ceza indiriminden faydalanılması için küçük çocuklara bu suçun işletildiğine dâir yaygın olan kanaâtin doğru olmadığını gördüklerini söylemiş. Kamuoyunda dedikodular üzerinden basit nedenlerle cinayet işlendiğine dâir bir görüşün hâkim olduğuna değinmiş ve “biz görüşmelerimizde böyle bir durumla karşılaşmadık. Töre ve namus cinayeti işleyenler plânlı ve hazırlıklı bir şekilde hareket ediyor” diye eklemiş. Doç. Dr. Bağlı, filmlerde görüldüğü gibi âilelerin kendi aralarından seçtiği bir kişiyi cinayeti işlemesi için yönlendirmediğini ifâde ederek, âile bireylerinin bunu bir görev gibi algıladığını ve töre ve namus adına bir sorun yaşandığını düşündüklerinde kendiliğinden devreye girdiklerini belirtmiş. Akademik açıdan yürüttükleri araştırmada konuya doğru bir açıdan yaklaştıklarını söyleyen Doç. Dr. Bağlı, “Görüşmelerimizde genel düşünce hâline gelmiş pek çok bilinenin gerçekte doğru olmadığını tesbit ettik. İşledikleri cinayetten ötürü pişman olan yok. Töre ve namus cinayeti işleyenler öldürdükleri kişi için değil, kendi hayatları için pişmanlık duyuyor” demiş. Doç. Dr. Mazhar Bağlı, töre ve namus cinayetlerinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri ile özdeşleştiğini, ancak 12 ay süresince yürüttükleri araştırmalarda Türkiye’nin bütün bölgelerinde töre ve namus adına cinayet işlendiğini tespit ettiklerini ifâde etmiş.

***
MKD notu: Doç. Dr. Mazhar Bağlı konuyu yumuşatmak için bilimsel olmayan bir yorum yapmış. Tabii ki İskandinavya’da dahi namus cinayeti işleniyor ama töre cinayeti bizim buralarda sâdece Kürtler’e has bir olgudur. Biliyorum, gördüm, Güneydoğu’da ve Türkiye’nin her tarafına yayılmış Kürtler’le görüştüm. Şimdi de, Devletlû ile Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu arasındaki muharebeye bir bakalım:

***
Devletlû ile Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu arasındaki görüşmede çıkan “dürüstlük” tartışması büyüyormuş. Tanrıkulu ile Devletlû arasında, anadilde eğitim konusunda çıkan tartışma, Devletlû’nun Diyarbakır Baro Başkanı’na “sen dürüst değilsin” sözleri ile alevlenmiş, Tanrıkulu da bu söz üzerine toplantıyı terk etmiş. Olayın basına yansıması üzerine açıklama yapan Başbakanlık ise, görüşmenin içeriğinin “eksik, çarpıtılmış ve tek taraflı olarak yansıtıldığını” bildirmiş. Başbakanlık açıklamasında, Tanrıkulu’nun sözleri “propaganda amaçlı” olarak nitelendirilmiş ve “bunun doğru olmadığı kendisine söylendi, bu konuşmaların medyaya yansıtılmasının dürüst bir yaklaşım olmadığı da konusunda kendisi uyarıldı” denilmiş. Tanrıkulu Başbakanlık açıklamasına yanıtını, Gülümüz’ün Diyarbakır hey’etini kabûlünden sonra yapılan açıklama sırasında vermiş. Devletlû’nun “anadilde eğitim hakkı konusunda yeterli bilgiye sâhip olmadığını” savunarak, “Başbakan bu yüzden agresif” demiş. Tanrıkulu, “bugün basına yansıyan konuşmalar dünkü toplantıda geçen konuşmalardır. Ben Sayın Başbakan’ın ana dilin öğrenilmesi, ana dilin eğitimi ve ana dilde eğitim olarak kategorileştirilecek anadil sorunuyla ilgili olarak yeterli bilgiye sâhip olmadığını düşünüyorum” diye konuşmuş. Anadil hakkının dünyanın birçok ülkesinde olduğunu ancak Devletlû’nun Almanya’daki Türkler’in durumunu örnek verdiğini, bu örneğin ise yanlış olduğunu savunan Tanrıkulu, “dolayısıyla bu talebimizin yalan veya dürüstçe olmayan bir tutum olarak değerlendirilmesini Sayın Başbakan açısından da tâlihsizlik olarak değerlendiriyorum” demiş.

Devletlû’nun tartıştığı Diyarbakır sivil toplum heyetine, Gülümüz’ün ise son derece farklı bir tonda yaklaştığı öğrenilmiş. Hey’ette yer alan Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı Kaya, Cumhurbaşkanı’na sorunları anlatıp, çözüm önerilerini sunduklarında, Gülümüz’ün kendilerine “tamamıyla hemfikir olduğunu” söylediğini ifâde etmiş. Kaya, “sorunlarla ilgili Cumhurbaşkanı hemen hemen bizimle hemfikir. Cumhurbaşkanımız, Türkiye’nin demokrasisi iyileştikçe problemlerinin biteceğini, şiddet ve teröre karşı çıkarak her şeyi konuşabileceğimizi, GAP’a çok önem verdiğini, teşvik yasasının bölgeyle ilgili farklı uygulanması gerektiğini ve bunu telkin ettiğini söyledi ve ‘farklılıklar zenginliğimizdir’ dedi. En kısa sürede Diyarbakır’ı ziyaret edeceğini söyledi” diye konuşmuş. Diyarbakır’ın ve bölgenin sorunlarını Gülümüz’e, Hükûmet’e ve muhalefet partilerine anlatmak için Ankara’ya gelen Diyarbakır sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin son durağı Çankaya Köşkü olmuş. Hey’ette yer alan Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası, Baro ve İşadamları Derneklerinin temsilcileri, hükümete, muhalefet partilerine ve Gülümüz’e, “bölge sorunları ve çözüm önerileri” başlıklı bir de rapor sunmuşlar. O da paşa paşa dinlemiş ve şu mesajları almış:

—Kürt sorunu bir devlet sorunudur. Çözümü de hükûmet tarafından değil, tüm devlet organlarınca ortaklaşa aranmalıdır.

—Çözüm için sivil inisiyatife kulak verilmelidir.

—Çözümün bir yöntemi de AB’den geçer. Türkiye’nin AB üyeliği, sorunun çözümünü de beraberinde getirecektir.

—Hazırlanacak yeni Anayasa’da vatandaşlık kavramı, kültürel haklar, ana dille eğitim ve yayın konusu, yerel yönetimlerin yetkileri de yeniden düzenlenmeli.

—İşsizliğin azalması için ek önlemler alınmalı. Yerli, yabancı yatırımcılar bölgeye yatırıma teşvik edilmeli.

Hey’ete başkanlık eden Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kaya, Çankaya Köşkü’ndeki görüşmenin ardından medyaya da yüklenerek, özellikle ulusal medyanın, bölgeyi sürekli çatışmalı bir ortamda gösterdiğini ve bunun da yatırımcıların Güneydoğu’ya yatırım yapma heveslerini kırdığını söylemiş.

***
MKD notu: Şimdi de, Antalya’daki muharebenin medyaya yansımasına bir bakalım:

Fitili ateşleyen kız mes’elesiymiş (MKD: Yerseniz).

Tüm Türkiye’de “1980 öncesine mi dönüyoruz” endişesi yaratan Akdeniz Üniversitesi’ndeki olayların başlama sebebinin “kız mes’elesi” olduğu anlaşılmış. 4 Nisan Cuma gecesi Ahmet Bekmez, karşıt görüşteki Tahir Deniz Uysal’ın nişanlısı genç kızı tâciz etmiş. Pazar günü, karşıt gruplar birbirlerine girmiş.

Akdeniz Üniversitesi’nde pazar günü silâhlı provokatörlerin de sahneye çıkmasıyla Türkiye’nin gündemine oturan olayların fitilini, karşıt görüşlü (MKD: Yerseniz) iki öğrencinin aynı kıza âşık olması ateşlemiş. PKK sempatizanı olduğu ileri sürülen Ahmet Bekmez adlı öğrencinin, MHP sempatizanı olduğu iddia edilen Tahir Deniz Uysal’ın sözlüsü B.Ü.’yü 4 Nisan cuma gecesi tâciz etmesiyle kontrolden çıkan olaylar, pazar günü iki öğrenci grubunun çatışmasına dönüşmüş. 21 kişinin yaralandığı, 45 kişinin gözaltına alındığı ve 6 kişinin tutuklandığı olaylar şöyle gelişmiş:

Diyarbakır Dicle nüfusuna kayıtlı 20 yaşındaki Ahmet Bekmez, bu öğretim yılı başında Akdeniz Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu Harita Kadastro Bölümü’ne başlamış. Aynı tarihlerde, Girit göçmeni İzmirli 19 yaşındaki B.Ü., Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Muhabesebe Bölümü’ne, Samsunlu 20 yaşındaki Tahir Deniz Uysal da Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Seyahat İşletmeciliği Bölümü’ne kaydını yaptırmış. Bu üç öğrenci, kampus içerisindeki Akdeniz Öğrenci Yurdu’na kayıt olmuş. Bir süre sonra Uysal, B.Ü.’ye arkadaşlık teklif etmiş. Genç kızın olumlu cevabıüzerine iki genç arkadaşlığa başlamış. Kısa süre sonra da, terör örgütü sempatizanı olduğu ileri sürülen Bekmez, kantinde karşılaştığı B.’ye arkadaşlık teklif etmiş, ancak olumsuz cevap almış. İddiaya göre buna rağmen B.’nin peşini bırakmayan Bekmez, birçok kez kampusun değişik yerlerinde genç kıza tâcizlerini sürdürmüş. Genç kız da durumu MHP sempatizanı olan ve sözlendiği belirtilen sevgilisi Uysal’a anlatmış. Bunun üzerine, önderliğini Bekmez’in yaptığı terör örgütü sempatizanı grupla, Uysal’ın da aralarında bulunduğu MHP sempatizanı grup arasında zâten var olan kutuplaşma, gerginliğe dönüşmüş. Kız mes’elesi’nden yaşanan gerginliğin üzerine siyasî görüş ayrılığı (MKD: Yerseniz) da eklenince, iki grup arasında 7 Mart’ta ilk kavga çıkmış. Uysal’ın yurtta kalan arkadaşları Yalovalı 19 yaşındaki Çağrı Kasap ve İstanbullu 22 yaşındaki Serkan Hindistan’a, kampus karşısında bulunan bir restoranda yemek yedikleri sırada PKK sempatizanı bir grup öğrenci küfür etmiş. Bunun üzerine restoran önünde çıkan kavgada Kasap ve Hindistan bıçakla yaralanmış. Polis, iki genci yaralayan ve döven Bekmez ile Tuncelili Ayvaz Ötekıvılcım (22), Özgür Şahin (24) ve Suat Doğan (21), Diyarbakırlı Özkan Aydın (20), Eman Seyrek (22) ve Caner Aydın (19), Bitlisli Muzaffer Çelebi (26), Malatyalı Münür Aktan (23) ve Adıyamanlı Mehmet Çelik (23) gözaltına almış. İki gün boyunca sorgulanan gençler, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış (MKD: Aferin benim polisime ve adliyeme).

Bu olaydan sonra yurttan ayrılan Bekmez, 4 Nisan Cuma akşamı gizlice yurda girip B.Ü.’yü yine tâciz etmiş. İddiaya göre aşkına karşılık bulamadığı B.Ü.’ye “Seni o faşiste yâr etmem” diye bağırıp olay çıkaran Bekmez, güvenlik görevlilerince yurttan çıkarılmış (MKD: Burada “faşist” olan, kızın nişanlısı ha, sakın karıştırmayın; yurt yöneticilerine de helâl olsun; polis dahi çağırmıyorlar. Belli ki korkuyorlar). B.Ü., olup bitenleri erkek arkadaşı Uysal’a anlatmış. Ardından, Uysal’ın da aralarında bulunduğu 10 kadar sağ görüşlü öğrenci, Bekmez’i aramaya başlamış. Bekmez’i bulamayan grup, yurda dönmüş. Bunu duyan Bekmez ise, 80 kişilik bir grupla bir saat sonra yurt yakınlarında sağ görüşlü 9 öğrenciyi dövmüş (MKD: Buradaki 1/8 oranı, Kürtler’in çoğalma oranıyla aynı; ilginç tesadüf değil mi). Pazar günü ise, bütün Türkiye’nin kamera kayıtlarından izlediği ve provokatörlerin silâhlarını ateşlediği çatışma meydana gelmiş. Olaylardan sonra ortadan kaybolan Ahmet Bekmez hakkında mahkeme dün gece gıyabî tutuklama kararı vermiş. B.Ü. ve Tahir Deniz Uysal’ın ise, silâhların da kullanıldığı çatışmada yer almadığı kaydedilmiş. Gözaltına alınan zanlılar ifâdelerinde, olayların fitilini PKK sempatizanı olduğu belirtilen Ahmet Bekmez’in, MHP sempatizanı olan Tahir Deniz Uysal’ın sözlüsü B.Ü.’yü tâciz etmesinin ateşlediğini ifâde etmişler. Tahir Deniz Uysal ile 7 Mart’ta çıkan kavgada bıçaklanan öğrenciler Serkan Hindistan ve Çağrı Kasap, dün eski MHP Antalya İl Başkanı Nizamettin Sağır’ın basın toplantısında da yer almışlar. Gazeteciler Cemiyeti’nde düzenlediği basın toplantısında üniversiteli 3 genci yanına oturtan Sağır, “7 Mart’ta yaşanan ilk kavganın sanıkları ile pazar günü yaşanan çatışmanın zanlılarının aynı kişilerdir” demiş.

Ömer Ulusoy namlı alnından antisosyallik okunan ve özellikle videoya çekilmek için poz verdiği intibâı alınan acayip yaratığın yakınlığı sebebiyle Bahçeli, Antalya MHP teşkilâtını feshetmiş! Antalya Vâlisi Alaaddin Yüksel, üniversitede gereken tedbirlerin üniversite yönetimine âit olduğunu söylemiş, büyük bilim adamı YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan “tekrarlanabilir, önlem alacağız” demiş ama topu Rektör Mustafa Akaydın’a atmış (MKD notu: Herhâlde sayın rektör Uzakdoğu sporları ve Türk HAARP projesi üzerinde çalışmaya başlamıştır. Ayrıca, bu rektörümüzün diğer görevini ve çıkışlarını da hatırlarsak, kendisinin yıpratılması için de bu “kız kavgası” birilerinin fena hâlde işine gelmekte).

Sir Alfred Joseph Hitchcock’un hiç bir filmi bu kadar geremez insanı!

***Maâlesef mes’ele çok çok ama çoook basit.

Diyarbakır, Van ve diğer Güneydoğu illeri fiilen çoktan Kürtleşti ve Kürtçüleşti. Adam, Başbakan’a posta koyabiliyor, sıradan vatandaşına “ananı al da git, cibilliyetsiz” diyebilen Devletlû’nın gıkı çıkmıyor, çıkamıyor; o gösterişten ibâret çıkışa çocuklar dahi güler. Zâten Gülümüz hemencecik ortamı güllük gülistanlıklaştırıveriyor.

Mersin elden çıktı çıkacak, Kürdistan’ın limanı diye görülüyor.

Bu olaylar, Antalya’nın da “düşmesi” için yapılan gayet plânlı programlı eylemlerdir. Nitekim İzmirli kızımız tahsilini bırakıp kaçmış, Yurt’taki talebelerin 2000 küsuru da terk-i diyar eylemişlerdir.

Gönül verdiği, gönlünü de aldığı kızı tâciz edip kendisine de dayak atan Türk delikanlısı ne yapsın? Adında “milliyetçi” ibâresi olan partiye sempati duymuş ve oraya sığınmış.

O partinin Genel Başkanı ne yapmış?

Rolünü kötü oynayan bir psikopatın İl Başkanı ile beraber fotoğrafı var diye veya başka sudan bahanelerle Antalya MHP teşkilâtını feshetmiş ve bütün Ülkücüler’e de “susun, oturun ve hiçbir şeye karışmayın” demiş.

Yâni, nişanlısı tâciz edilen, nâmertçe çıkarılan kavgada dayak yeyip bıçaklanan Serkan Hindistan ve Çağrı Kasap’ın ve daha nice Türk’ün kendilerinin on misli sayıda ve gözü dönmüş Kürtçü kalabalıkla linç edileceği pek yakındaki günlerde onların yalnız kalacaklarını net olarak ifâde etmiş.

Antalya da bitmiştir!

Arap Kürt Partisi ve Ayrılıkçı Kürt Partisi’nin ortaklaşa gayretleriyle olmuştur bu. Artık, kolay kolay kimse evlâdını Antalya’da okumaya filân yollamaz.

İlginç olanı da, sözüm ona komünist olan ve her türlü ırkçılığa muhalif olmaları gereken bâzı “sol” örgütlerin bunlarla işbirliği içerisinde olmaları… Eh, bunlar Kürt Irkçılığı ve yapılanlar faşizm değil mi? Neden karşı çıkmıyorsunuz?

Çünkü siz de ihânet çemberinin içerisindesiniz; bilerek veya bilmeyerek Türklüğün ortadan kaldırılmasına hizmet ediyorsunuz.

BİRGÜN ne olacak biliyor musunuz? Ankara’da, İzmir’de, İstanbul’da yanınıza gelip Kürtçe lâflar eden birilerine anlayamayıp da “efendim?” dediğinizde linç kurbanı olacaksınız.

Ama O GÜN zâten çok geç olacak.

O arada Ergenekon Mergenekon diye sindirip korkutacaklar hepimizi, tırsıp susacağız saba karşı içeri atıverirler diye.

***
Senelerce mütareke başgazetesindeki köşesinden Ne Zaman Adam Olacağımızı bize anlatan(!), sonra da şutlanınca aslan kesilen Fatih Altaylı şöyle yazılar yazıyor:

Barroso’ya (MKD: Fatih dayak atacak, hazır olun)

Osmanlı’nın son günlerine geri döndük.

O zaman İstanbul’daki Avrupa Büyükelçileri sadrazamları aşağılayarak, Türkler’e söverek Osmanlı’yı “Adam etmeye” çalışıyorlardı.

Şimdi o işi AB bürokratları yapıyor.

Üslûp aynı, değişen bir şey yok.

Adamlar kendilerini Afrikalı ilkel kabilelere medeniyet öğretmeye gelmiş misyonerler zannediyorlar.

Bir yanda Olie Rehn, bir yanda Lagendjik, bir yanda Barroso…

Türkiye’nin sistemine, yargısına, Anayasası’na demediklerini bırakmıyorlar.

Barosso isimli “Câhil” daha da ileri giderek diyor ki, “Lâiklik bir halka dayatılamaz”.

A be, câhil, a be densiz, lâiklik olmadan demokrasi olur mu?

Çoğunluğu Müslüman olan ama lâik olmayan ülkelerde var mı bir demokrasi örneği. Varsa eğer neden yıllardan beri Türkiye’yi İslâm ülkeleri arasında örnek ülke olarak gösteriyordunuz. Avrupa “100 yıl savaşlarını” niye yaptı!

Birliğinizin ülkeleri kiliseyi siyasetin dışına itinceye kadar yüzlerce yıl uğraşmadı mı, kan dökülmedi mi?

Türkiye, Atatürk isimli bir adamın dehâsı sayesinde, bunu kan dökmeden ama sizin tâbirinizle “Dayatmayla” yaptı. Ya dayatmayla olacaktı, ya kan dökülecekti, ya da Türkiye din devleti olacaktı?

Siz Avrupalılar Türkiye için hangisini tercih ederdiniz?

Biliyorum da, söylemeye içim elvermiyor. Türkiye lâik ve demokratik bir ülke olmasaydı AB üyeliği için yaptığı başvuruyu kabûl eder miydiniz?

Hadi söyle Barosso Efendi, eder miydiniz?

Niyetiniz Türkiye’yi AB’ya almamak için yeni bir koz elde etmek ve “Siz din devletisiniz. AB’ye giremezsiniz” demekse bilemem. Bana sanki öyleymiş gibi geliyor. Lâiklik dayatılamazmış. Siz yıllardır Türkiye’ye her şeyi dayatıyorsunuz da, Anayasamız’ın en önemli ilkesi mi size dayatma geliyor.

Bak Barroso Efendi, ben Türkiye’de sayıları giderek azalan AB yanlılarındanım. Türkiye’nin o kulübe üye olmasını isteyenlerdenim. Hem de çok. Ama bu tavrınız beni bile AB’den soğutuyor (MKD: Vallahi çok müteessir ve müteessif oldum Fatih).

“Allah belânızı versin” demek geliyor içimden. Beni bu hâle getirdiyseniz, gerisini siz hesaplayın. Ama dediğim gibi belki de amacınız bu.

Eğer öyleyse gerçekten başarılısınız.

Yok değilse, o zaman aptalsınız.
***
Aslanım, cengâverim Fatih, sana ve senin gibilere inanmıyorum; kusuruma bakma. Katıldığım iki programında da, e-posta ile eleştirmek istediğimde görmezden geldiğinde de samimiyetsizdin. Şovdu işin gücün.

Fatih gibiler, senelerce “sisteme” körü körüne hizmet ettiniz. Şimdi kükrüyorsunuz ama bunu da her zamanki seviyeniz ve üslûbunuzla yapıyorsunuz. Bunu miyav şeklinde dahi işiten yok artık.

Ben gene de Serdar Akinan ve Güler Kömürcü gibi, sâhici ve samimi olan bir avuç medya mensubuna saygı duyuyorum; onlar da çırpınıyorlar, kahroluyorlar, farkındayım.

Allah sonumuzu hayretsin…

Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 12 Nisan 2008 Cumartesi