1. yüz (Toplam 1 yüz)

Popüler Yazar Olmak Ve/Veya Yazı Adamı Olmak / Hayrullah Mahmud Özgür

İletiGönderilme zamanı: Pzt Tem 09, 2012 18:12
gönderen Kemalist Manifesto
“Popüler Yazar” olmak ve/veya “Yazı Adamı” olmak?!

(ya da Halit Çapın’ın fişini kim çekti ve/veya Yılmaz Özdil & Fatih Altaylı’nın fişini kim çekecek?!)

“Demokratik bir rejimde, basın yalan söy­lerse, rejim de ölüme mahkum olur!”
Pierre Lazareff
…………………

* Yılmaz Özdil!?
* Fatih Altaylı?!

- Renkleri “beyaz”!
- Vicdanları “kara”!
- Bu iki gazeteci de, kolpadan gazeteci, yazar!

- Biri kolpadan muhalif, gaz alıcı yazılar yazmaya devam ediyor.
- Eyyamcı!?

- Diğeri korkudan Gülen Cemaati’ne yattı, yatış o yatış.
- Öcalan’la görüşmeye gitti, Esad’a gidemedi!
- Karısının kitaplarının PR danışmanı!
- Muhalefeti unuttu, meslek kurallarına “F” standardını getirdi.

Nitekim…

* Fatih Altaylı, Sabah’a genel yayın yönetmeni olduğunda İlker Sarıer ve Ömer Lütfi Mete’nin köşelerini okunmuyor diye kapatmıştı.
* Sanal ortamda İlker Sarıer’in yazdıkları ortada, Altaylı aradan geçen “zaman” içinde o yazıların yanına yaklaşabilmiş mi?!
* Hayır!

* 2012 yaz vakti, F’Altaylı’yı okuyan, ciddiye alan kalmış mı?!
* Hayır!
*Eşi daha lüks yaşasın, hava atsın diye kalemini, mesleğini “satan”ların dokunaklı halleri ortada!

Demem o ki:

* Yılmaz Özdil’in de geçmişinde bir yazar cesedi var.
* Fatih Altaylı’nın geçmişinde de!
* F’Çekirge’nin kankası Yılmaz Özdil, Sabah’ta yazarken Takvim’e, İskender Baydar üzerinden genel yayın yönetmeni olduğunda, ilk yaptığı icraat, “Bu adam ne yazıyor böyle” deyip, Halit Çapın gibi bir yazı üstadının köşesini kapatmak, işine son vermek olmuştu.
* Çapın, “Yazılarımı keserseniz beni hayata bağlayan fişi çekersiniz, ölürüm” demişti!
* Ne var ki, Özdil dinlemedi, fişi İskoç’a çektirdi ve Çapın öldü.
* Şimdi Özdil, Hürriyet’teki karşı devrim ve/veya Gülen Cemaati’ne yatış bağlamında kalemini kullandırtıyor, sanki muhalefet ediliyormuş havası içinde “laf cambazlığı” yapıp, ihaneti, ak vurgunları gölgelemeye çalışıyor.
* Başarabilirse, değerli bir yazar’ın fişini çekmesi yetmiyormuş gibi şimdi de duygu merkezli ulusalcıların duyguları üzerinden laik Türkiye’nin fişinin çekilmesine katkıda bulunacak!

Ki…

- Hürriyet ve/veya F’ürriyet’teki değişim, dönüşüm de ortada!
- Özdil’i bu bağlamda “süslü, içi boş söyleşiler” üzerinden “konu mankeni” olarak kullanmaya (marka) devam ediyorlar!
- Hürriyet’ten yazarlar gönderilirken, gerçek haberciler sansüre uğrarken susan, üç maymun oynayan bir “majestelerinin muhalifi”ni, kim neden ciddiye alsın?!
- AKP & Gülen iktidarında, gerçek muhalifler kaybederken, zulm’e uğrarken, Yılmaz Özdil kazanıyor ise bu durumda ne düşünmeliyiz?!
- Başarılı muhalefetin ödüllendirildiğini mi?!
- Ya da Aydın Doğan hiçbir yazarını korumazken, Yılmaz’ı ne diye koruyor?!
- İşine yaradığı, başını iktidarla belaya sokacak yazılar yazmadığı, gaz aldığı için olabilir mi?!
- Rahmetli Teoman Erel’in dediği gibi “Geçiniz bunları bir kalem, bizim memleket zaten bir alem”!

Demem şu ki:

* F’Altaylı beğenmediği, köşesini kapattırdığı Ömer Lütfi Mete’nin ölümünden sorumludur.
* Ömer Lütfi Mete gibi değerli bir yazar bu diyardan küs gitti ise sorumlusu Altaylı’dır.
* Kaldı ki, Haber”Kürt”te okunan yazar diye kimlerin “yazar” diye piyasaya sürüldüğünü bilmeyen, görmeyen, duymayan kalmadı!
* Halit Çapın, İlker Sarıer, Ömer Lütfi Mete’nin çapları da yazıları da ortada!

http://www.toplumsalbilinc.org/forum/in ... pic=6664.0
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/10/05/yaz57-40-115.html

Onlara bühtanda bulunan dışı beyaz içi karaların da!

Sözün özü:

- Hiçbir yalan, iftira, üçkağıt uzun soluklu değildir.
- Güneş balçıkla sıvanamaz!
- Hakikatler öyle ya da böyle ortaya çıkmaya mahkum’dur!

Netice:

En iyi musahhih / düzeltmen zamandır!

Bu kapsamda bir Çin atasözü şöyle der:

“Uzun süre bir nehrin başında oturursanız, bütün düşmanlarınızın cesetlerinin önünüzden geçtiğini görürsünüz.”

Nokta.

9 Temmuz 2012
Hayrullah Mahmud Özgür
…………………..


---------------** ZAMAN TÜNELİ **-----------------

“Yazı Adamı” olmak?!

Fransız Dışişleri Bakanları’ndan Clemenceau, La Justice (Adalet) gazetesinin Yazı İşleri Müdürü iken, işe yeni başlayan bir muhabire, haberde üslubun önemini anlatmak için şu öğüdü verir:
“Genç adam bir cümle yazarken, önce bir isim, bir fiil, bir de tümleç kullanacaksın. Sıfat kullanmak istiyorsan, önce benim iznimi almalısın!”
Çünkü gazetecilik mesleğinde “sıfat kullanmak” ustalık mertebesine tekabül eder.
Maalesefki bu basit kurala, bıraktım “stajyer muhabir”leri, “yeni jenerasyon” gazete yöneticileri içinde de pek uyan yok!
Nitekim…
Bugün “Usta”lık makamına paraşütle inen “çiçeği burnunda” bir genel yayın müdürü, meslekte yazılı olmayan bu basit kurala uymamış.
Okuru olduğum bazı yazarlar hakkında yakışıksız, mesnetsiz bir “sıfat” kullanmış.
Oysaki, eskiler, taç giyen baş, akıllanır, derler.
Bence akıllanmalı da!
Ertuğrul Özkök, “çiçeği burnunda” deyiminin Hürriyet’te kullanımını yasakladığını söylese de, aslında, yerinde kullanmak şartıyla güzel bir deyimdir bu!
Hiç kış veya yaz, soğuk ya da sıcak görmemiş, her konu hakkında oturduğu yerden ahkam kesen, emek vermeden yükselen “yeni yetme”leri bu deyim çok güzel tasvir eder.
Gazetecilik mesleğinde, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden “egosantrik yönetici” tipine cuk oturur.
Yıllardır “gerdeğe girecek damat” gibi genel yayın müdürlüğü makamı için sabırsızlanan Fatih Altaylı, görevine son verdiği yazarlarla ilgili, Mediacat Dergisi’ne son derece yakışıksız bulduğum şu sözleri söylüyor:

ÇAPSIZ SÖZLER

“Ömer Lütfi Mete ve İlker Sarıer’in köşelerini kapattık. Hiç kimse şaşırmadı. Kimse niye kapandı bu köşeler demedi. Herkes bu köşelerin niye kapandığını gayet iyi biliyor çünkü. Başka köşeler de kapanabilir. Bu konuda bir kriterimiz var. Gazetenin amacı okunmaktır. Sabah gazetesi gibi her gün yaklaşık 500 bin adet satan ve her gün yaklaşık 5 milyon kişi tarafından okunan bir gazetede kimsenin okunmayan yazılar yazmasına izin vermem. Sabah gazetesinde kimsenin kendi dar cemaatini mutlu etmek için yazı yazmasına izin vermem. Ben Sabah yazarlarının arkadaşlarına mektup yazmasını istemiyorum. On tane yakın arkadaşınızın size ‘Ne güzel yazmışsın’ demesi için yazı yazıyorsanız, teksir makinesinde çoğaltırsınız yazınızı, arkadaşlarınıza dağıtırsınız. Bizim mektup yazmamız gereken, 500 bin Sabah alıcısı ve 5 milyon Sabah okuyucusudur. Bizim mektubumuz onlara gitmek zorundadır. Bu gazeteyi alan insanların bu gazetenin her santimetrekaresinde bir şeyler bulma hakkı vardır.”
Göreve yeni başlayan Başbakan’lara, genel müdürlere, genel yayın müdürlerine, hülasa herkese yeteneklerini sergilemek için, asgarisi 100 gün olmak kaydıyla, belli bir süre vermek gerekir.
Ama değerli gördüğüm iki meslektaşıma, meydanı boş bulunca “bühtan”da bulunan bu çiçeği, “burnunda solmaya” yüz tutmuş, genel yayın müdürüne gene okur – yazar kimliğim ile cevap vermek farz oldu.

Madem “500 bin satan, 5 milyon kişinin okuduğu” bir gazetenin yönetmeni bu sözleri sıkılmadan söylüyor; o zaman ben de günde bir tek yazısı 500 bin civarında e-mail adresine ulaşan, aynı yazısı 48 saat içinde 2 milyon okurla buluşan bir yazar olarak itiraz hakkımı kullanıyorum. (Bu okunma oranını da, Başbakan Erdoğan’ın önüne konulan ‘Sanal alemde kim ne kadar okunuyor’ konulu ölçüm tablosunu kaynak göstererek söylüyorum. Bu çiçeği burnunda genel yayın müdürü, verdiğim rakamı abartılı bulacak olursa, gerekli yerlerden bilgi temin edebilir.)
İşte bu anlamda birkaç satır:

1- “Türkiye’de çok köşe yazarı var” deniyor. Yanlış! Zannedildiğinin aksine, doğru bir görüş değildir bu! Türkiye’de, köşede yazan birçok isim var. Ama yazar ağırlığını taşıyan isim sayısı çok az. Türk basını, Avrupa ve ABD basınının karışımı bir içeriğe sahiptir. Hem “tabloid”tir hem de entelektüel derinliği vardır. Hürriyet de Sabah da Vatan da böyle gazetelerdir. Hem New York Times gibi ciddi haber ve analiz verirler, aynı zamanda İngiliz gazeteleri gibi “tabloid” bir görünüme sahiptirler. Bu iki lezzeti yanyana koymak zordur ama Türk basınında yıllardır başarı ile uygulanıyor. Yalnız, bu bize özgü bir aroma! Güneri Cıvaoğlu, Hasan Cemal, Yalçın Doğan, Cengiz Çandar, Fehmi Koru, ABD’de yapılan gazetecilik kriterlerine göre “yazar”dan ziyade “uzman muhabir” kapsamına girerler. Siyasi ve diplomatik haberleri analiz eden en yetkili muhabirdirler. Orada muhabirlik ucuz kavram olmadığı için bu tür yazıları yazan kalemler hem iyi kazanırlar hem de itibarlı tanınmış isimlerdir. Yani Türk basınında, bu tazenin sandığının aksine, ABD basını ayarında yıllardır haber ve analiz yazan, aynı zamanda iyi kazanan uzman muhabirler var! Türkiye’de bir farkla, bu isimler hemen her gün yazıyor ve de zaman zaman uzman olmadıkları alanlarda da, okuyucuya değişik bir tad sunmak için farklı konulara kayabiliyorlar. Bu da kaçınılmaz bir şey! Her gün siyasete dair ne yazabilirsiniz ki!

MENTAL PARADOKS

2- Ömer Lütfi Mete gibi bir fikir adamını, belli bir tarikat çevresi okuyor olabilir. Ama bu neyi değiştirir ki! Mete’yi aynı zamanda sağduyulu birçok kesim okuyor. Şu anda ABD’de de Türkiye’de de, İran’da da, İsrail’de de belli bir tarikate yaslanan siyasiler iktidarda! Tabii sadece “Başbakanlık” makamına fokuslanınca, o Başbakan’ın hangi cemaat kültüründen geldiğini bir anda unutabilir insan. O zaman da bu tür hatalar yapabilir. Popüler gazete yapıp satanların, en başta hitap ettiği kitleyi, okur olan halkını tanıması gerekmez mi?! Türkiye sadece Bebek, Alsancak, Çankaya, Nişantaşı semtlerinde yaşayan insan tiplerinden ibaret değil ki! Kur’an-ı Kerim’i, İncil’i, Tevrat’ı kaç genel yayın müdürü okuyup, dinler tarihi üzerine kafa yormuştur? ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de tarikatler var. Popüler anlamda İbrahim Tatlıses’in de Cem Yılmaz’ın da peşlerinden sürükledikleri belli bir kitleleri, onları destekleyen cemaatleri ya da modern zamanların dili ile söyleyeyim “fun clup”leri var. Modern zamanlarda bizler de bu isimlerle ilgili haberleri yapıp, okuyucuya satmıyor muyuz? Aksi halde Hülya Avşar’ın evlenip boşanmasından, Cem Yılmaz’ın yeni aldığı arabasından, İbrahim Tatlıses’in hangi kadınla yattığından bana ne, bize ne, kime ne?! Ya da bu haberleri verince modern, ilerici, Batıcı mı oluyoruz?! Bunlar son derece insan zekası ile alay eden düşünce kalıpları! Ömer Lütfi Mete, sağ kulvarda saygı duyulan değerli bir fikir adamıdır. Görüşlerini beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz o ayrı konu! Ama bu “çiçeği burnunda” genel yayın müdürüne hatırlatmak isterim ki, geçmişte küfür edip aşağıladığı, Başbakan olunca bir anda badem gözlü ilan ettiği Recep Tayyip Erdoğan da cemaatlerin içinden gelmedir ve hala o cemaatlerin içinde yaşamaktadır! Cemaatlerin içinden gelen Erdoğan’ı Başbakan olduğu için alkışlamak, köşesini kapattığı bir yazarı da tarikat bağlantısı var diye aşağılamak hoş bir şey değil! Bu tür bir aşağılama hangi insan haklarına, hangi ilkeli gazetecilik kriterlerine sığar?! Kullanılan üslup tek kelime ile “Ayıp”tır!

3- Örneğin; Mehmet Barlas, Türkiye’nin en çok eleştirilen, aynı zamanda yıpranmış ve yıpratılmış yazarıdır. Eğer Barlas hırpalanmayı hak ediyorsa, bilmenizi isterim ki, Yavuz Donat, Barlas’tan da fazla hırpalanmayı hak etmiştir. Dönem dönem bu isimleri ben de eleştiririm. Ama bu Barlas’ın iyi bir yazar olduğu gerçeğini hiçbir zaman ortadan kaldırmaz! Türkiye’de ortalama iktidar süresi 2 yıldır. En uzun iktidarı Atatürk gördü. Suikastler atlattı, genç yaşta öldü. Menderes 10 yıl Başbakanlık yaptı, o da idam edildi. Bir de Özal! O da Çankaya’da ölmedi, suikaste kurban gitti. Demirel ise gidip gelmeleri ile meşhur bir siyasetçi. Söyler misiniz Allah aşkına, böylesi bir siyasi coğrafyaya yazar mı dayanır! Erbakan iyidir, diyorsunuz, göz açıp kapama mesabesinde yok oluyor. Mesut Yılmaz, Erdal İnönü, Murat Karayalçın, Tansu Çiller, Altan Öymen diyorsunuz, arkanızı dönüp bir de bakıyorsunuz ki, yerlerinde yeller esiyor. Militaristseniz Çevik Bir’in hali ortada! Yazar, siyasi anlamda taraf olan adamdır. Mehmet Barlas gibi “yazar”lara bakıyorum da, bunca zaman iyi dayanmışlar diye iç geçiriyorum. Bu isimler ABD’de ya da Avrupa’da bir ülkede yazı yazıyor olsalardı, hiç bu kadar yıpranırlar ya da hırpalanırlar mıydı?! Bir düşünün. Onun için gerçek anlamda yazı yazan, fikir işçilerinin görüşlerine katılmasanız da, saygı duymak şart! Gün gelir o saygıya, bu iftirayı atan taze yönetici adayları da ihtiyaç duyabilir. İngilizler, “Rüzgar eken fırtına biçer”, diye boşuna söylememişler.

SESSİZ ÖFKE

4- Sanılanın aksine, Türkiye’de yazarlar, köşeleri kapanınca okuyucu gazeteye hücum etmez. Eğer ortada böyle bir hareketlilik var ise herkes bilir ki, bu organize bir eylemdir. Radikal sağ, radikal sol’un yaşama hakim olduğu o karanlık günlerde, gazeteler de aynı havayı solurlardı. Bir dönem Çetin Altan’ın peşinden okur-yazar sürüklemesi de bu yüzdendir. Bunun için bağlı olduğunuz sol ya da sağ “ideolojik tarikat”ın, yayın politikasını beğenmediğiniz bir gazete için “Boykot” kararı vermesi yeterliydi. 1980 öncesinde, her kampın şair, yazar ve politik figürleri vardı. Günümüzde öyle mi; Fethullah Gülen cemaati gibi organize yapılar dışında hayır. Örgütlü toplumun kimseye zararı olmaz. Keşke her zaman hızla organize olunabilse! Can Ataklı gazeteden ayrıldığında da okuyucu ayağa kalkmadı, Zafer Mutlu, Selahaddin Duman Vatan’a gittiğinde de! Dinç Bilgin gazeteden ayrıldığında da! Vatan ayrışmasında, Sabah’ın hem yazarı hem internet editörü hem de okuyucu mektupları köşesinin yöneticisiydim. Gazeteye yansıyan tepkileri en yakından bilen kişiyim. Tüm editör mailleri bana gelirdi. Şu anda Sabah’ı Sabah yapan ekip Vatan’da! Ama Sabah yaşamaya devam ediyor. Neden?! Niçin?! Niye?! Çünkü Sabah’ı Sabah yapan ekip gitti ama giderken yanlarına Sabah’ı Sabah yapan ruhu almayı unuttular. Şimdi “marketing” anlamında eski Sabah’ı hatırlatan bir tek Hıncal Uluç var. O da gitti mi, Sabah defteri kapanır! Sabah’ın en kötü gününde kemik okuyucusu 220 bindi! Sabah bu rakamın altını hiç görmedi. (Hıncal Uluç, Sabah’ı Sabah yapan değerleri üstünde toplayan son isim. Dönem dönem yazı işleri ile “yerim dar” diye gerilim yaşar. Oysa, Hıncal’a Cumartesi, Pazar günkü eklerde tam sayfa yer açılsa, o da elindeki tüm stok yazıları kitabından okur mektuplarına dek burada değerlendirse, sorun kalmaz. Kavga etmek isteyen kavga eder, sorun çözmek isteyen yönetici ise sorun çözer. Neticede iş yapmak sorun çözmektir.) Özetle Türk gazete okuru abartılı tepki göstermez. Sessizce tepkisini ortaya koyar. Yüzyüze geldiğinde de hesap sorar. Nereden mi biliyorum! Mahkemede davama bakan hakim, “Neden Sabah’tan ayrıldın, ne güzel yazılarını okuyorduk” diye hesap sorduğunda, okunduğunu anlıyorsun. Ya da bankadaki görevli, “star’a ne zaman döneceksiniz” dediğinde takip edildiğinizi hissediyorsunuz. Bu sadece benim için değil, hepimiz için geçerli! Yalnız bu izleyici/okurların hiçbiri, sizin için ne gazeteye e-mail atmışlığı vardır, ne telefon açmışlığı ne de mektup yazmışlığı! Hülasa, zamansız ve zeminsiz her ayrılık çift taraflı kaybettirir!

5- Eskiler taş yerinde ağırdır, derler. Testiler çarpışınca biri kırılır biri de çatlarmış! Vatan’a giden yazarlar için de o günlerde çığ gibi mail yağmamıştı gazeteye. Şimdi ne oldu; eskiden Cem Yılmaz kadar meşhur Selahaddin Duman’ın yazılarını şu an kaç kişi tartışıyor ya da Güngör Mengi’nin eski ağırlığı kaldı mı veya Güngör Ağabey’in yerine Sabah’ta yazan Erdal Şafak, Başyazı sütununda o ağırlığa hiç ulaşabildi mi?! Hayır! Gazete manzum bir eserdir. Lego gibidir. Parçaların biraraya gelmesinden bütün oluşur. Güneri Cıvaoğlu Sabah’a geldiğinde, gazete çok şey kazanmıştı, ama gittiğinde okuyucu sayısından bir şey kaybetmedi. Okuyucu azalmadı diye Güneri Cıvaoğlu okunmadığını kim iddia edebilir! Böylesi bir imada bulunmak dahi saygısızlıktır.

6- Polemiğe giren her yazar çok okunur, ama her yazar da polemiğe girecek diye bir kural yoktur. Gazetelerin smokin yazarlara da ihtiyacı vardır, Hıncal Uluç gibi bohem yazarlara, sevgi kelebeklerine de! Bir yazar, diğer bir yazarı okunmuyor diye gönderdim diyorsa, bu çok yanlış bir şeydir! Gazete yayın politikasını, çizgisini değiştirecekse, emekleri için teşekkür edip, yolları ayırmak en doğru olanıdır! Arkadan konuşmak yiğitliğe sığmaz. Zira, bu iddiayı seslendiren “çiçeği burnunda” yayın müdürü de bir yazar. Eski çalıştığı gazete, kendisi ayrıldıktan sonra satışını artırdı. Şimdi buna bakıp, okuyucu bu ayrılığı destekledi diyebilir miyiz? Bence hayır, diyemeyiz! Gazete yapmak lezzetli bir yemek yapmaktan farksızdır. Her eklenen ya da eksilen bir unsur, tadı ya güzelleştirir ya da varolan, hissedilen taddan bir şeyler götürür. Bence Sabah’ın eski lezzetinden çok şey gitti, gitmeye de devam ediyor. Yoksa Sabah’ta esprileri ile meşhur o arkadaşa atıf yapıp, “tüm yazı işleri ile aram iyi, herkes beni kabullendi” diye dışarı mesaj vermenin, kimseye faydası yok. Bilen bilir. Çünkü o arkadaş, bu tür espirileri ile meşhurdur. Çekinmez, bulduğu her fırsatta her genel yayın müdürüne yapar!

7- Meslekte Bedii Faik, Çetin Altan, İlhan Selçuk, Hasan Pulur gibi usta yazarlar yetişmiyor. Günümüzde Hıncal Uluç gibi peşinden okuyucuyu sürükleyen yazarlar da pek kalmadı. Halit Çapın, Selahaddin Duman, Engin Ardıç, Fehmi Koru, Serdar Turgut, Haşmet Babaoğlu, İlker Sarıer, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Can Ataklı, Ömer Lütfi Mete! Sayın bakalım Türkiye’de daha kaç yazar sayabiliyorsunuz. Tabii ki “Life Style” yazarları da olmalı! Yalnız gazetelerin haftasonu eklerine dönüştüğü bir ortamda, o zaman, Ahmet Hakan gibi “çiçeği burnunda” yazarların bir dönem tartışılan şarkıcı Pakize Suda’nın köşesinin yanında “light” kalmasını da garipsememek gerekiyor. Ekranlarda en güvenilir haber spikeri seçilen Ali Kırca’nın köşesinde sergilediği derinlik ortada! Haber anlatım tarzı ile eleştirilen Reha Muhtar, bence Ali Kırca’dan daha ciddi bir yazar! Belki etliye sütlüye karışmayınca iyi spiker olunuyor olabilir ama ne yazık ki iyi yazar olunmuyor!

GAZETE KATLETMEK

Öte yandan…
Yazı yazmak, fikir üretmek adamı yıpratır.
Aynen içimize her gün çektiğimiz oksijenin insan bedenini tüketmesi gibi bir şey bu!
Gazete yazarı olmak demek, 24 saat cam fanusun içinde gözlenen bir hayatı yaşamayı en baştan kabul etmek demek.
Yıllar geçse de, sorulduğunda, her satırınızın hesabını vermek demek.
Şimdi atv’nin başında olan Mehmet Tezkan da bir dönem yazar olmayı denemişti.
Hıncal Uluç köşesinde birkaç defa eleştirince korkup, yazılarını kesmeyi tercih etti.
Köşesini kapattı!
Direnseydi iyi yazar olacaktı!
Çünkü düşünen bir kalemi vardı.
Yazılarını beğenerek okuduğum Yılmaz Özdil, star’da yazmaya çekindi ama şimdi Sabah’ta yazıyor. Çünkü yazı yazmak demek, yerde kar olmasa dahi, her gün hayata kalıcı izler bırakmak, demektir. Uzan’dan kaçarken, kimi zaman Ciner’e yakalanmak demektir.
Yazı yazmak, bir nevi duruşunla yaşama meydan okumaktır.
Herkes bilir ki, işini ya da canını kaybetmekten korktuğu için düşündüğünü yazamayan, düşündüğünü savunamayan adamdan “köşe yazarı” olsa bile “yazar” olmaz.
Hele hele “fikir adamı” hiç olmaz!
Olsa olsa “majestelerinin yazarı” olur!
Her şeye rağmen doğruları, sadece varolan doğruları, halkın gerçekleri öğrenmesi için, gelecek nesiller adına, her ortamda, bedeli ne olursa olsun söylemek gerekir.
Fikir adamlığının çapı bunu gerektirir.
Yoksa herkesin geçindirmekle sorumlu olduğu bir ailesi, çocukları vardır.
Bu meslekte havalı bir rütbe olduğu için “köşe yazarı” olan da gördüm, genel yayın yönetmeni olup eşine “İşlem tamam” diye mesaj çeken de!
Keşke gazetecilik mesleği bu kadar basit olsa!
Yalnız unutmamak gerekir ki, az doktor adamı canından, az gazeteci de milleti özgürlüklerinden eder.
Bu bakımdan “gazete yazarlığı” da zordur, “gazete yöneticiliği” de “gazete patronluğu” da!
Son yıllarda uğradığı deformasyona rağmen, gazetecilik meşakkatli bir iştir.
Bazen bir yanlış tüm doğruları götürür.
“İmparator” lakaplı Erol Simavi, şimdi Türkiye’de değil yurtdışında yaşıyor.
Neden?! Niçin?! Niye?!
Bazen bir doğru, uğruna bir ömür verilir.
Abdi İpekçi öldürüldü!
İpekçi cinayetini araştıran, Uğur Mumcu katledildi.
Onun için “yazı adamı” olmak demek, her gün hayata yeniden meydan okumak, demektir.
Ve…
Son olarak…
Bir gazete patronu kadar hürdür.
Genel Yayın Müdürü kadar cesurdur.
Başyazarı kadar demokrattır!
Gerisi laf-u güzaftır!
Sevgiler

Hayrullah Mahmud
5 Şubat 2006
……………………

TAKVİM / HALİT ÇAPIN YAZIYOR

İlk, ölümü gördüm..
"Küçüktüm küçücüktüm,
Oltayı attım denize
Birüşüşüverdi balıklar
Denizi gördüm
Büyüdüm, işsiz kaldım, aç kaldım
Girdim insanların içine
İnsanları gördüm"
Orhan Veli
Demek o kadar olmuş ha? Vay be! 50 yıl ha? Ben bu mesleğe 50 yıl önce girdim ve daha ilk başlarda, en başlarda ölümü gördüm..
Hiç bilmediğim, tanışı olmadığım ölümü..
O tek ve en büyük gerçeği..
İdam infazlarını seyredip yazmayı görev olarak verirlerdi bana.. Ben gider, asılan adamları yazardım.. Bu meslekle, gazetecilikle gözümü açtım, ölümü gördüm önceden önce..
Ama gelin baştan alayım.. (İnsanlar, insanların hayatlarını merak ederler.. Öyle değil mi?)
Bu işe bulaşmam mı? İnanın ben masumdum..
Çokça gelirlerdi bir zamanlar öğretmenlerince görevlendirilmiş bazı gençler.. Çoğunlukla lise öğrencileri.. Mülakatın ne olduğunu bilmeden, mülakat yapmaya bana: "Efendim sizinle bir mülakat yapmamız görevi verildi bize.. Gazeteciliğe nasıl başladınız?"
Ve ben cevaplıyor ve söylüyordum ki "Kader.." diye..
Kaderim batsın..
Kitabi olmak..
Ben liseye giderken, ki son yılımda İzmit'in Derince'sinin Petrol Ofisi'nde yaz tatili günleri 6 liraya yövmiye ile çalışırdım.. Vana işçisi olarak..
Kadrom öyleydi, vana işçisiydi ama, bana kıyamadıkları için mi ne muhasebe servisine almışlardı..
Orda Kalamoza defteri tutturmaya.. Ama o Kalamoza defterinin şimdilerde bile ne olduğunu biliyorsam alçağım.. Nah koskoca bir deftere, sabahtan akşama kadar önüme gelen kağıtları işlerdim..
Birtakım rakamlar.. Oysa kendi iç dünyam, çayır çimen.. Dünyam derya deniz.. Dünyam İstanbul ve ben daha o yaşlarda bir vana işçisi ve Kalamoza defterine rakamlar döşeyen..
Zamanı gelince, kişiye çocukluğu ve gençliği hesap soruyor..
O Kalamoza defterinin başında rakamlardan soluklandığımda, hep yedekleri olan en çok Varlık yayınlarını kovalardım.. Onlara gömülür, onlara yumulurdum; satır satır, yutarcasına..
Ömer Seyfettin'ler, Reşat Nuri Güntekin'ler, Kerime Nadir'ler, Muazzez Tahsin Berkant'lar, hatta Halide Edip'ler geride kalmıştı.. "İki Çocuğun Devri Alemleri", "Pardayyanlar", Fantomalar", "Arsen Lüpenler" .. "Çocuk Haftaları", "Binbir Romanlar" .. Hatta "Bozkurtlar", "Bozkurtların Ölümü..", "Bozkurtlar diriliyor" gibisince Nihal Atsız kitapları..
Jack London'lar, Hemingway'ler, Panait İstrati'ler, yani ne bulursam onları hatmediyordum.. İstanbul'da bilmediğim kiralık kitapçı yoktu..
Okuyordum, iyi bok yiyordum..
Bir Naşit Abi vardı.. Şimdi öbür tarafa göçenlerden.. Petrol Ofisi'nin Derince'deki muhasebecisiydi.. Aynı zamanda İzmit'in hatırı sayılan kişilerinden..
Günlerden bir gün..
Ve günlerden bir gün, o İzmit Kağıt Fabrikası'nın üst düzey yöneticileriyle İstanbul'a inmeye karar veriyorlar.. İzmit Kağıt Fabrikası, o zamanlar gazetelerin tapındıkları, kuyruğa girdikleri bir yer.. Çünküm şundan ki, kağıt yoksa gazete yok.. Kağıtsa, o kişilerin ağızlarında..
Naşit Abi tutturdu, "İlle de geleceksin.." diye.. Koca koca adamlar.. Ben İstanbul'da onlarla ne işleyeceğim, ne edeceğim, ne eyleyeceğim.. Ula, bir ısrar, bir ısrar.. "Sakın bunlar beni 'Ağalık, yiğitlik olsun..' diye İstanbul'da Madam Atene'nin, ya da belkim Lüks Nermin'in evine götürüp oradaki hurilerle halvete sokmak, bir ziyafet çektirmek istemekteler mi acep?" diye, hayal ötesi bir şeylere kapılmadım değil..
Öyle bir zamanlar idi ki, aşk hiç karın doyurmuyordu.. "Düşün düşün boktur işin.." bir sevdalanmalar.. "Elim eline değdi..", "Değmedi.."
bir küsmeceler.. Pembemavi mektuplar.. Hayaller, hayallenmeler..
O tarihlerde 5-6 saatte mi ne gidiliyordu tapon otobüslerle İzmit'ten İstanbul'a.. "Dön baba dönelim.." bir yol.. Kafile yola çıktı..
İndik ve doğru Beşiktaş'a.. Abi benim çocukluğum zaten orada kavrulmuş, Beşiktaş Ortaköy'de Kabataş Lisesi'nde..
Tercüman gazetesi (Şimdikilerle kesinlikle ilintisiyok..), o zamanlarda Beşiktaş'ta deniz kenarında, Nuri Demirağ Tesisleri'nde.. Gazetenin başında Cihat Baban.. Ben ne bilirim Cihat Baban'ı? Ne bilirim bir beladan dağ silsilesi olduğunu? Daha 18 yaşlarımda filanım.. Ve gelsin kahveler, çaylar..
Naşit Abi, benim Kalamoza defteri işlemekten çok devamlı okuduğumu gördüğünden, "Bu çocuk olsa olsa gazeteci olur.." diye düşünürmüş, kendi kafasınca, takıntısınca.. Yani o zamanlar gazetecileri hep okuryazar sanırmış herhal ondan.. Ula işe bak.. Başıma gelene bak.. Hikayeyi sonra anlattı Naşit Abi.. Sarmayı çok önceden hazırlamış.. Benim buraya gazeteci olmaya getirilişim, planlı programlı.. Şansımı düzeyim.. Ve Naşit Abi lafa langadak daldı: "Cihat Bey, bu genç arkadaşımızı size getirdik, gazeteci olması için.."
O tarihlerde, ben ve yaşıtlarım Türk filmi seyretmeye gittiğimizde perdeye bir dansöz düşmeye görsün, herkesler birbirlerinden habersiz, aynı anda "Eyi muzzz!" diye bağırmaya, ünlemeye koyulurduk..
O anda etrafta hiç dansöz filan yok ama ben içimden "Eyi muzzz!" dedim.. Yafu ulan bu ne mene bir iş? Kaderim demek öyle yazılmış.. Batsın bu dünya.. Jet pilotu olmak istiyorum ve defterim gazeteci olarak dürülüyor..
Bazı şeyler hiç unutulmaz..
Cihat Bey, şöyle bir 10 saniye düşündü..
Ya da düşünür gibi yaptı..
Gelenler, benim gazeteci olmamı isteyenler, İzmit Kağıt Fabrikası'nın kalantorları.. O zamanlar gazetelerin en büyük derdi kağıt.. Öyle ithali filan yok..
Gazete çıkartıyorsan, İzmit Kağıt Fabrikası'na gebesin arkadaş.. Kağıt altın.. Cihat Bey üslubuna yakışır bir şekilde "Hayır, hastirin.." dese, muhtemelen başına iş alacak..
"Eğer siz uygun görmüşseniz pekiy, tabii.."
dedi.. Bana kimsenin bir bok sorduğu yok ve ben gazeteci oluyorum arkadaş.. Dedim ya "Kaderim batsın.." ..
Cihat Baban bana döndü:
"Gazeteciliğin hangi dalında çalışmak istersin?" diye gayetle vahşi vahşi sordu..
Ula Aksaray çocuğuyuz.. (Şimdiki değil, o zamanki Aksaray..) Uyanıklığımız kendimize yeter..
(Şimdiki uyanıklar, Kasımpaşa'dan çıkıyor..)
Hafta sonlarında, Mithatpaşa ya da anlayın işte İnönü Stadı'nın Teksas ismi verilmiş duhuliyesinde maç kovalamaktayım ama kulak asma.. Duhuliyede maç kovalamaktan boynum uzamış, olmuş devekuşu boynu.. Futbolcuları ayaklarından tanıyorum, çünküm yüzlerini görmek mümkünsüz.. Gazeteci ayağına, serbest giriş kartı olursa mis.. Söyledim ki:
"Spor muhabiri efendim.."
Lafımı çükeydim..
Cihat Baban, haso deli dolu bir adamdı..
Kağıdı, kağıt fabrikasını unuttu bir an.. Beni oralara getirip gazetesine sokuşturmaya çalışanlara edemediği lafı bana etti:
- Hastir ulan! Hadi çık git, sor bulursun..
İstihbarat Servisi'nde bekle.. Seninle konuşacağım sonra..
Başlayış..
Ve çağırttı.. Gittim.. Anlattı ki ben her sabah, Eminönü'ne düşüp İstanbul Hali'ndeki sebzemeyve fiyatlarını öğreneceğim.. Altının, gümüşün, durumlarına bakacağım... Borsa benden sorulacak.. Yafu ben okulda logaritma cetvelini tersten okumakla ünlenmiş bir kişiyim, bunlar benim hiç yiyebileceğim cinsten haltlar değil.. Emir demiri keser.. Cihat Bey söyledi mi yapacaksın.. Yoksam herkesin gözü önünde döver..
Bir süre elma, armut, ıspanak, lahana.. Altın, gümüş..
Sonra polis, adliye muhabirliği..
Ve işte o işe soyundurduklarında beni, ölümü gördüm.. Şimdilerde artık pek yadsımadığım ölümle, orada tanış oldum.. Önümde, 23 metre ötemde asılan kişileri seyrederekten..
Hani şu Sultanahmet Meydanı'nda.. Hani Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Dikilitaş'la birlikte..
İşte 50 yıllık bir macera.. Başlangıcı, daha sankim düncesine belleğimde..
Ama boş koyun bu meslekte 50 yılı.. Kim takar, kim sallar? Sadece okurlarınızdır uzaktan uzağa selam sarkıtan..
***

Ve o gece hem 70 yaşıma, hem meslekte 50 yılıma, önce Özkan Şahin geldi.. Daha ne kadar çocuklardık, MALABADİ KÖPRÜSÜ' nün oralarda zamanenin eşkıyalarını kovalarken, Yezidi köylerinde şeytana tapma ayinlerinin öykülerini dinlerken.. Özkan gelirken, Divan Pastaneleri'ni getirdi..
Sonra Hamamizade Faris.. Cağaloğlu Hamamı'nın patronu.. O, Çiçek Pasajı'nı tekmili birden taşıdı.. Hatun kişiler, masayı alladılar-pulladılar..
Ve Takvim'in Genel Yayın Yönetmeni Oğuzhan Beyaz'ın kendi cebinden pastası, bir de bir bakıma lütfedip gazetede asistanlığımı yapan Rabun Kız'ın aynı şekilde çiçeği..
Adam olana çok bile..
Ve ben 50 yıllık süreç içinde çok gazete sahibi, patronu gördüm..
Hürriyet'in patronu iken onun gazetesinde de yazdım epey bir süre.. Kulakların çınlasın patron, hep sevgiyle kal Erol Simavi..
Ve aklınız durur, ben ne genel yayın yönetmenleri gördüm..
Dedim ya başta Orhan Veli'nin dizeleriyle..
"Büyüdüm, işsiz kaldım, aç kaldım Girdim insanların içine İnsanları gördüm"
Devam edelim bu konulara.. Hani bu tip anlatılara, evrak-ı metrukelere.. Başımıza iş alır mıyız acep?
Ben çok denizler yüzmüş gelmişim, hiç de umrumda değil hani.. Bundan sonrası "ipimle kuşağım" ın..
Lafın gerisini siz getirin artık.. Yüzünüze güller olsun..

4 Şubat 2006 Cumartesi
***

TAKVİM / HALİT ÇAPIN YAZIYOR

Yaşam bir 'Putana'!

Bir meslekte 50 yıl uzun süre.. Söyledim ve yazdım ya dünkü gün: "Gazeteciliğe başladığımda ben ilk ölümü gördüm.." diye..
Aynen öyle.. Daha "Selamı aleyküm..", "Aleyküm selam.." ; ben asmaları, asılmaları, ipte sallananları gördüm.. Onları yazdım, anlattım..
Daha 20 yaşlarımda bile değildim..
Üç-beş adım ötemde asılan o adamlar, bilinç altımda hep kalıcılıklarını korumuşlardır.
Ve gerçektir ki, eski zamanlar acılarıyla, tatlılarıyla eğer bir iyice özümlenmişlerse, kolay kolay bırakıp gitmezler kişiyi.. Zorlarlar.. En olmadık zamanlarda gelip takılı takılıverirler oralarınıza, buralarınıza.. Yüz çizgilerinize, iç dünyalarınıza hüzün katarlar.
İdamlı zamanlar..
1950'li yıllardı.. O zamanlar, idamlıklar şimdikince üç-beş yıl yatıp yeniden sokaklara bırakılmazlardı.. Bırakılmazlardı yeniden öldürsünler diye..
İpte sallandırılırlardı..
Hemi de günümüzde hem sayfiye hem seyirlik, hem İstanbul turizminin merkezi, Sultanahmet Meydanı'nda..
Eminönü Meydanı'nda da idam seyretmişliğim vardır; ama en çok Sultanahmet'te..
Bu gazetecilik mesleği sayesinde ben ilk ölümü o meydanda gördüm.. Üçbeş metre ötemde ve canlı canlı.. "Az sonra.." değil, anında..
İyi ki sizler oralarda yoktunuz..
Herkese serbest bir seyirlik işlerdendi idamlar.. Binlerce kişi, çok öncesinden hazırlanırdı o gösteriye..
Bar kızları, sosyete hanımları, kellifelli adamlar, eğlence yerlerinden çıkmış yığınlar, köfteciler, tereyağlı, nohutlu pilav satıcıları, Abdülvahit Yeni Turan marka karakela satan çocuklar.. (O zamanlar, ne lahmacun ne çiğ köfte daha İstanbul'a gelmemişti..)
Sehpa.. O idam sehpası, hep meydanın yola yakın bir tarafına kurulurdu ki; gece idamı seyretmeye gelemeyenler, sabahları tramvaylarla geçenler ibreti alem olarak görsünler diye..
Ve gecenin o sabaha yanaşık saatlerinde meydana doluşan kalabalık, asılma işini bir daha iyice, bir daha yakından seyre durabilmek için acayip itişir, kakışır, kavgalar çıkartırdı..
Biz gazetecilere, o işi seyretmek için en önde özel bir yer hazırlanırdı..
Sehpaya taş çatlasa üçdört metre bir mesafe..
Lanet olsun, lanet olsun!
Sultanahmet Meydanı..
İdamların yapılacağı, infazın olacağı geceler açıklanmazdı.. Sadece sehpa kurulurdu.. Ondan anlaşılır ve ardından bir bekleyiş..
Ve vahşetin çağrısına teşne binlerce kişi, o sehpanın kurulduğu haberini aldıktan sonra Sultanahmet Meydanı'na taşınmaya başlarlardı geceleri..
Sanırım ki çok utanırlardı bu görüntülerden Sultanahmet Camii ile Ayasofya.. Bir de Dikilitaş..
Sehpa kuruldu mu, şimdi otel olan Sultanahmet Mahpushanesi'nin bütün koğuşlarındaki mahkumlar uykuyu yasak ederlerdi kendilerine, bazen çok süren o gece bekleyişlerinde..
Geceler boyunca yığınların Sultanahmet Meydanı'ndaki kurulu sehpaya koşuşturmaları.. Asılacak adamın gelmemesi hallarında isyanlar, bağrışlar, çağrışlar:
"Yau Müslüman kısmına bu eziyet neden? Eğer asmayacaksanız neden bekletiyorsunuz milleti sabaha kadar buralarda.." diye isterik çığlıklanmalar..
Lanet olsun, lanet olsun!
Meslekte 50 yılım ve benim o işin başlangıcındaki hallarım..
İlk gördüğüm ölümün adı, Hayri Uyumaz'dı..50 yıl geçti aradan, hiç belleğimden çıkmaz.. İçime bir yerlere kazımışımdır.. Onun adına af, bağış falan istediğimden değil.. Daha 20'li yaşlarına bile varmamış ben akran bir çocuğun ipte uzaması.. Ölürken ağlaması.. (Sonraları epey insan gördüm, idam edilirken değil kendi hallerinde ölürken ağlayan.. Kendim bile "Aha şimdi ben ölmeye yattım.." diye içime çok gözyaşları akıttım..)
Bu Hayri Uyumaz, aslında bir pislikti..
Miniminnacık bir kızın ırzına geçip boğmuş, öldürmüş.. Ve tek celsede, hakime kalem kırdırıp idam cezasını yemişti..
Onu asacaklardı Sultanahmet Meydanı'nda..
Sehpa kurulmuştu.. İdamı kovalamak benim işimdi.. İki hafta her gece oralardaydım.. Yer belliydi ama saat hiç belli değil.. Günlerce, gecelerce Sultanahmet Meydanı'na taşındığımı, kalabalıklara karışıp bir ölümü beklediğimi, hala çok net bir şekilde anımsarım..
Ve sonunda vakt-i saati geldi.. Ölümlü insan için o vakt-i saat bir yerlerde hep gelir.. Ama ben o günlerde hiç bilmiyordum, bu ölümle, insanoğlunun ne zaman, nasıl, hangi koşullarda sarmaş dolaş, haşir neşir olacağını..
Güç bela yığınları, kalabalığı yara yara gelen o eski püskü cezaevi arabasından indirildi Hayri Uyumaz.. (Günümüzde sokaklar o Hayri Uyumaz'larla dolu..)
Doğaları vahşetle harmanlanmış yığınlar, çığlıklar atmaya başladılar bir ölümü yakından görecekleri için.. Feryatlar, alkışlar, gırla.. Daha ön taraflara, ölümü en yakından görme çabalarına, ne bileyim işte öyle şaşmış kalmış ben.. Bir itiş kakış ki, açlık zamanlarının ekmek kuyruklarında olmayan..
İp..
Benden çok çok üç metre mesafedeydi asılacak adam..
Saçları üç numara kesilmiş olduğundan, daha 13-14 yaşlarında bir çocuk görüntüsünde.. Bakışları donuk ki adeta buzlu cam..
Ve ben onunla aynı yaşlardayım..
İki görevli, koltuk altlarından kavramış bir hallerde getirdiler sehpanın altına.. Ölmeden önce ölmüş gibi bir halları vardı..
Sonraları çok ölümler, ölüler gördüm.. Ve dahi üç-beş kez kendi ölümümü dahi..
Ama o ilkti.. Bende hep kalakaldı..
Üzerine bembeyaz bir mintan giydirilmişti.. Sayın ki kefen..
O bembeyaz kefeni içinde, daha ölmeden önce ölmüş biriydi o..
Meydandaki uğultu giderek artıyordu.. Seyre gelmiş ahali ölüme sabırsızlanıyordu..
Sonra çıkarttılar sehpanın üzerine.. Boynuna urganı geçirdiler..
Ben oradaydım, elimde kağıt-kalem..
Sanırım celladı Kara Ali idi.. İstanbul'da idamlar ondan sorulurdu.. İçer, öyle sarhoş hallarda adam asardı..
İstanbul ahalisi tanırdı onu.. O yüzden, gündüzleri pek sokağa çıkmazdı.. Tramvaya filan binemezdi korkusundan..
Sonra sehpanın altında çıkartıldığı sandalyeye bir tepik ve ipin ucunda aşağıya sarkarken kırılan boynun çıkarttığı ses.. Dilin dışarıya sarkması, gözlerin patlayacak raddelere gelmesi.. Kopan omurilik..
Ölüm bazen kolay gelmez..
Ve yere değmeye çalışan ayakların çırpıntıları arasında, zeminde biriken bir meni ve idrar birikintisi.. Kendi ekseni etrafında durmaksınız bir dönüş..
Putana yaşam..
50 yıl önce, ben böyle görüntülerle başladım bu mesleğe..
Umarım bir pazar gününüzü berbat etmedim..
Ve 50 yıl öncesiydi, ben eve gittim.. Annem camlardaydı, beni bekliyordu.. Girdim banyoya kustum, kustum, kustum.. Anama sarılıp ağladım, ağladım.. Anam kadın da ağladı.. 50 yıl öncesiydi..
Bakmayın siz bana.. Ve dahi anama.. O, sonradan söylemişti ki, Giritli ağzıyla bir "putana"ya, yani bir "orospu"ya takıldım sanmış.. Ağlamalarımı sevdaya yormuş..
Ona hiçbir şey demedim.. Bir sonraki günkü gazeteyi eve de getirmedim..
Anam hiç bilemedi ölümü o kadar yakından gördüğümden ötürü ağlayıp kustuğumu.. O gece ağlayışımın nedenini hep bir "putana" sandı..
İmdilerde düşünüyorum da, gerçekte "Yaşam.." denilen şey bir "PUTANA", yani bir orospu..
Bazen güzel, bazen çirkin, bazen iyi, bazen kötü, bazen müşfik, bazen acımasız bir PUTANA "Yaşam.." denilen o kısacık hikaye..
***

Ustalara saygı?!

Halit Çapın!.
Türk yazı dünyasının çok önemli bir ismi!..
Türkçeyi çok iyi kullanan bir kalem.
Usta bir gazeteci!
Usta bir yazar!
Aynı zamanda:
Önce insan, sonra gazeteci!
Nitekim…
Şimdi, o da, yazdığı köşeyi kaybeden yazarlar kervanına katılıyor!
Sebebi de; ne patron tasarrufu, ne siyasi iktidarın sansür baskısı, ne de okunmama!
Tamamıyla, histerik tüketim gündemine dair mücbir (!) sebepler.
Ezcümle, Maraba Televole hayatlar; bir yazarın daha köşesini elinden aldı, alıyor!

TÜRKİYENİN HEMINGWAY’İ

Ki…
Usta yazar Halit Çapın ile ömr-ü hayatımda hiç yüzyüze gelmedim.
Kısmet olmadı.
Kendisini sadece yazılarından tanırım.
Birkaç kez de, hastane sonrası, telefonda sesini duymuşluğum vardır, hepsi bu.
Ne var ki, yazılarını her okuduğumda, keşke Sabahta, Hürriyette, Vatanda, Milliyette vb gazetelerde yazıyor olsa derim.
Çünkü en tepede olmayı hak etmiş bir isim!
Herkesin bilmesi, tanıması, okuması gereken bir kalem!
Görmüş, geçirmiş, hayatı en dibine dek yaşamış, Azraille defalarca yüzleşmiş bir yazar!
Ernest Hemingway tadında, kısa öyküler kaleme alan, çok güçlü bir kalem!
Bana göre Halit Çapın, Türk basınının tek Hemingwayi!
Şimdi o da yazmıyor!
Köşesi kapatıldığı için yazamayacak!
O halde sorarım size:
Halit Usta yazmazsa, kim yazacak?!
Filvaki, bugünkü yazısını; Günaydın hüzün, elveda dostlar diye bitirmiş.
Üzüldüm!
Hem de mesleğim adına çok üzüldüm.
Sonradan görme bir kesimin adını, Yüksek moda koyduğu sayfalarda, anlaşılan artık kalem ustalarına yer yok!

YIKIL SEZAR

Oysa ki…
Halit Çapın, bir yazardan ziyade bir sanatçı!
Kalemi ile bir ressam ustalığında, köşesinde eşi menendi olmayan tablolar yapan bir sanatçı!
İşte buraya not düşüyorum:
72 milyonluk Türkiyede, 17 bin kişi ile döndüğü söylenen Televole hayatlar, çok yakında, duvara öyle bir toslayacak ki!..
İlk altında kalanlar da, usta gazeteci Selahhaddin Dumanın üslubuyla söyleyecek olursak, bu sonradan görme medya leşgerleri olacak!
Görmemiş medyanın görmemiş yöneticileri, görmemiş yazar-cık-ları, görmemiş patron-cuk-ları olacak!
Filhakika, Hayat sadece, Hülya Avşarın kiminle çiftleşeceğinden, Mehmet Ali Erbilin kimin donunu indireceğinden, İbrahim Tatlısesin karışık ilişkilerinden ibaret değil!
İşte yanı başımızda savaş var!
Masum insanlar, hiçbir günahı olmayan bebeler ölüyor!
İçinde yaşadığımız coğrafyada, büyük yangın ha çıktı, ha çıkacak!
Buna rağmen hala birileri, batmakta olan Titanikin güvertesine kurulmuş bir halet-i ruhiye içinde, köşelerde, gazete sayfalarında, tv ekranlarında Televole defilesi yapmakla, yaptırmakla meşgul!
Kim adına?!
Kimin adına?!
Tek kelime ile geline nokta için söylüyorum:
İnsanlık adına utanç verici!
Ve…
Son olarak…
Türk Basınında, ölümcül hastalığına rağmen, Azraile direnmiş, yazmayı bırakmamış Halit Çapın gibi bir ustaya da yer kalmadı ise!..
O vakit; denilebilecek şudur:
Yıkıl Sezar!

Saygılar
Hayrullah Mahmud
***

TAKVİM / HALİT ÇAPINDAN VEDA?!

Hüzün..

Ne zaman bir gazeteden ama böyle, ama şöyle sebepler yüzünden ayrılsam, içimi bir yalnızlık duygusu kaplar.. Kendimi eskimiş hissederim..
Adet edinmiştim öyle durumlarda Topkapı'daki büyük bit pazarına gidip oralarda dolanmayı..
O Topkapı bit pazarı bir alemdi.. Neler görürdüm neler.. Baştan sona bir eskimişlik.. Ve de büyük bir karmaşa..
Beni Topkapı bit pazarına çeken gördüklerimdi..
Bebek..
Kafası gövdesinden biraz yana düşmüş, giysileri hırpani, çığlıklar içindeki o bebek, o karmaşaya ağlıyordu.. O bebek, bir zamanlar kimbilir hangi kız çocuğunun kucağındaki en yakın arkadaşı, sırdaşıydı..
Kollarından biri yerinden ha çıkmış ha çıkacak.. Ne üstünü giydiren, ne mamasını yediren.. Ne kucaklayan, ne salıncak kurup sallayan.. Ne de geceleri yatağına alıp koynunda uyutan biri.. Sapsarı saçları darmadağın, bir dolu ıvır zıvır artığın arasında doğduğuna doğacağına bin pişman, gelip kendisini alacak, eski hallarına döndürecek birisini bekliyordu..
Biraz ötesinde müstamel teyplerin, pikapların arasında, geçmişte zangır zangır İkinci Dünya Savaşı'nı anlatmış bir radyo.. Eskilerde insanoğlunu başına toplamış, günde 3-5 kez tozu alınmış, geceleri suskunluğa geçildiğinde evin en güzel örtüleriyle örtülmüş, televizyonlu bir dünyada geçmiş günlerin görkemi ile avunmaktan çok uzak..
Ahhh o gerçek bit pazarları.. Eskimişliğin, zamanını doldurmuş olmanın, yalnız insanlarda değil eşyalarda bile ne kadar hüzün verici olduğunu sadece oralarda görebilirdiniz..
Sahipleri belirsiz..
İlk sahipleri belirsiz, belki ikincileri, üçüncüleri de, boy boy sutyenler.. Geçmişte ne dikitler ne sarkıtlar görmüş o sutyenler, burada yeni bir mekan için beklemekteler.. Kadın elbiseleri, kadın kazakları, iç çamaşırları.. Kimbilir kimin giydiği belirsiz, kimbilir hangi kentleri, nice güzelleri sarmalamış onlar..
Dertop bir hallerde durmaktalar.. Ya o kümelenmiş duran eski çocuk ayakkabıları? Gelip onlardan alan, bebelerine giydiren analarbabalar.. Ya o anababalardaki sancılar? Bir köşelerde yorganlar, döşekler.. Ya da vaktiyle yorgan, yatak olan, altlarında, üstlerinde ne hazlar, ne mutluluklar yaşanmış yığınlar.. Yan taraflarda bir yerlerde kullanılmış diş fırçaları, protezler.. Bu pazarda ne ararsanız var..
Ama en çok seyir var..
Bir keresinde ben, mendile benzer bir çaputun üstüne koyduğu boş bir Remmy Marten konyak şişesini satmaya çalışan bir adam görmüştüm.. Çok çok dolanıp durmuştum boş şişenin satılmayacağını görmek için.. Onu kimse almamıştı.. Ben de almamıştım.. Şimdi olsa alırdım..
Eski sigara paketleri..
Eski ama çok eski, fareler tarafından kemirilmiş sabun kalıpları..
Ve akşamın geceye doğru yaklaştığı saatlerde toparlanma başlıyordu.. O sarı saçlı bebek, bir dahaki pazara kadar çuvalların içine giriyordu.. Bir eski plakta Hafız Burhan dönüyordu..
Ben o eski daktilo makinelerini düşünüyordum..
Satanlar kimbilir hangi bencileyin kişilerdi.. Satış sebepleri acep neydi? Açlık mı? O daktiloların tuşları değil, ah bir dilleri olsaydı.. Ah bir dilleri olsaydı..
Ve anlatsalardı bana geçmişteki sahiplerinin parmaklarıyla yaşadıkları aşkları.. Bir piyano gibi yazarken yaptıkları müzikleri.. Ah bir dilleri olsaydı..
10 günlük bir iznim var..
10 gün sonra eğer oluruna gelirse 10 yıldır beraber olduğum sizlerle vedalaşacağım.. Eğer oluruna gelirse..
Günaydın hüzün..
Elveda dostlar..
…………………..


9 Temmuz 2012
Hayrullah Mahmud Özgür