1. yüz (Toplam 1 yüz)

Mısır Gerçeği / Hüsnü MAHALLİ

İletiGönderilme zamanı: Prş Ağu 01, 2013 11:14
gönderen Balasagun
Büyük Plan

Batı, Türkiye’nin siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik güç ve etkinliğinden yararlanarak tüm Ortadoğu ve Arap Dünyası’na şekil vermeye çalışıyor. Bunun için de İslamcı iktidarları kullanıyor.

Her şey ‘Arap Baharı’ denilen ılıman rüzgarla başlamış gibi gösterildi bize. Oysa coğrafyamızdaki durum 100 yıl öncesinden pek farklı değildi. O zaman da Batılı güçler Osmanlı’yı çökertip bölgeye egemen olmak istiyordu, bugün de aynı güçler Türkiye’nin kendi kontrolleri dışında yükselen siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik güç ve etkinliğini engelleyerek hem bölgeyi hem de bu coğrafyanın en önemli ülkesi Türkiye’yi kontrol etmek istiyorlar.

Daha açık bir ifadeyle, son dönemde olup biten her şeyin en önemli hedefi Türkiye’dir. Tıpkı Haçlı Seferleri’nde ve 100 yıl önce Osmanlı’nın çökertilmesi sürecinde olduğu gibi...

YENİ OSMANLI HARİTASI

Yani 100 yıl önce Osmanlı’yı dağıtarak bölge haritalarını çizenler şimdi Osmanlı mirasçısı Türkiye’yle birlikte eski haritalarda bazı tadilatlar yapmaya ya da tümüyle yeni haritalar çizmeye hazırlanıyor ya da öyle görünüyor.

İşte bu nedenle tümü yerli malı ama planlanan zamanlardan önce olgunlaşan devrimler karşısında başlangıçta neye uğradığını şaşıran Batı, bu devrim süreçlerinin bir yerinden devreye girerek kendi planlarını uygulamaya çalışıyor. Çünkü Batı kendi içindeki ekonomik ve siyasal çıkar çatışmalarına rağmen yüzyıllardır kendine hedef seçtiği bizim coğrafyadan kolay kolay vazgeçmeyecektir. İsrail’i bu coğrafyada kurmanın nedeni budur. Bu nedenle Batı, Arap ülkelerindeki yeni süreçlerin gidişatına bakarak gerektiğinde bu gidişatı savsaklamaya, amaçlarından saptırmaya ve son olarak durdurmaya çalışacaktır. Nasıl olsa bu coğrafyada her zaman kendisinin emrinde olan işbirlikçileri kolay buluyor. Batı’nın bu planında başarılı olup olamayacağını hep birlikte yakında göreceğiz. Çünkü sonuçta toplumsal dinamikler her zaman matematiksel ya da geometrik değildir. Tarih yazan insanlarımızn kanı ise Pentagon’un bilgisayar savaş oyunlarında görünmez.

BATI’NIN HİZMETİNDE REJİMLER

Ama her şeye rağmen Batı’ya göre karışmış ya da karıştırılarak yıllarca sürecek politik ve sosyal kargaşanın içine çekilen bir Arap âlemi (hatta İran) doğal olarak şimdiye kadar olduğu gibi İsrail’i rahatlatacaktır. Nitekim ‘Arap Baharı’ ile birlikte Arap medyası dahil hiç kimse artık İsrail ve İsrail’in Filistin halkına yönelik geleneksel saldırılarıyla ilgilenmemekte, ABD ise BM’de İsrail’i kınayan karar tasarılarını bile veto etmektedir. Oysa aynı ABD ve müttefikleri Suriye konusunda karar çıkartmak için sürekli çaba içindedirler. İşte bu nedenle bunca kalkışmadan sonra Arap halkları Batı destekli iktidarları ve anlayşları gerçek anlamda deviremez ve kendi gerçek demokratik iradesini kullanamazsa o zaman bu coğrafyada demokrasi bir sonraki bahara değil bir sonraki bin bahara kalacaktır. Buna da en çok, alternatifli plan ve projelerle politika üreten ve yürüten Batı sevinecektir. Çünkü bu ülkelerde, örneğin Körfez ülkelerinde iktidarlarını sürdürecek olan çağdışı, rezil, bağnaz, ilkel ve anti-demokratik liderler şimdikinden çok daha fazla Batı’nın hizmetinde olacaklardır.

Hatırlıyorum da Irak halkı Saddam’ı devirmek için onlarca kez ayaklandı ama her seferinde Saddam bildik katliamlarıyla bu ayaklanmaları bastırdı ve suikastlardan kurtuldu. Ama Saddam bilerek ya da bilmeyerek hep Batı’nın hizmetinde oldu ve sonunda Batı’nın darağacında sallandı. Batı’nın müdahalesiyle “demokrasi ve özgürlüğüne” kavuşan Irak’ın halini ise burada anlatmanın anlamı yok. Çünkü biz Irak’ı en az 50 yıl daha konuşacağız. Bir milyondan fazla insanın öldüğü ve Şii-Sünni kırımı ile öldürülmeye devam ettiği Irak’ta bir milyondan fazla da dul kadın ve 4 milyon yetim çocuk var...
Ama kimin umrunda !!

AVRUPA’YLA UYUMLU İSLAMCILIK

Batı’nın coğrafyamızla ilgili alternatifli ikinci planı ise biraz daha farklı ve bir o kadar da ilginç. Batı değişim yaşayacak ülkelerde iktidara gelen ve gelmesi olası ve “Biz AKP gibi olmak istiyoruz” diyen “İslamcı” parti ve gruplarla işbirliği yapabileceğinin sinyallerini verdi, veriyor. Çünkü Batı bu İslamcıların kendi çıkarlarına zarar vermediği sürece onlarla çalışmanın sakıncalı olmayacağını düşünmektedir. Burada ise temel koşul bu İslamcıların Batı politika, plan ve anlayışları ile hep “uyumlu” olmalarıdır.

Batı, “uyumlu” yani teslimiyetçi olmaları durumunda Arap İslamcılarına her türlü yardımı ve desteği vereceğinin sinyallerini verdi, veriyor. Çünkü Batı’ya göre kendisiyle uyumlu ve bulundukları ülkelerin halklarının desteğine sahip Arap Sünni İslamcıları, Şii İran’a karşı kullanmak çok daha kolay olacaktır. Çünkü Batı Mübarek örneğinde olduğu gibi yandaşı Arap diktatörleri halkın desteğinden yoksun oldukları için bu tür planlarda kullanma çabasında hep başarısız olmuştur. Örneğin Irak işgali sonrasında Batı Sünni Arap liderlerine, “Gelin, İran’a karşı birleşin” çağrılarında başarısız olmuş, Sünni Müslüman halklar ise Şii olmasına rağmen Lübnan’daki Hizbullah’ın 2006’da İsrail’i yenilgiye uğratmasından büyük sevinç duymuşlardı.

FİLİSTİN SINAVI

Çünkü yetiştirilme kültürlerinde hep Batı ve İsrail karşıtlığı bulunan Arap Sünni İslamcılarının Batı’yla uyumlu olmalarının hiçbir garantisi yok ve kolay kolay da olmayacaktır. Çünkü halklarının desteğiyle iktidara gelen İslamcılar yine halklarının vicdanında özel bir yeri olan Filistin konusunda kolay kolay taviz vermeyeceklerdir. Çünkü Filistin davasından vazgeçen herhangi bir Arap İslamcı parti “İslamcı olma meşruluğunu” yitirecektir. İşte Batı’nın en önemli sınavı da bu olsa gerek.
Aksi takdirde coğrafyamızdaki son gelişmelerin Arap, Acem, Türk ve hatta Kürtler açısından hiçbir anlamı yoktur ve olmayacaktır. Çünkü Batı, planlarının işlemeyeceğini gördüğü andan itibaren bu ‘devrimlerin’ önünü kesecek ve yeniden her tarafı karıştırmak için her türlü provokasyon ve sinsi oyunlarına başvuracaktır. Buna yönelik bölgeden çok sinyal gelmektedir. Mısır bunun ne ilk ne de son örneği... Bu nedenle Mısır’daki ‘darbe mi değil mi’ tartışması abesle iştigaldir. Yani demokrasi ve özgürlükler Batı’nın umrunda değil ve olmayacaktır. Çünkü Batı’nın bizim coğrafyaya yönelik tutum ve davranışını siyasal, ekonomik, kültürel ve dinsel gerekçelerin yanı sıra genetik dürtüler belirlemektedir. Batı üzerindeki tüm insanları ile bizim coğrafyamızı kıskanmakta, zaman zaman da nefret etmektedir. Haçlı Seferleri yapıldığında bizim buralarda henüz petrol bulunmamıştı

MURSİ’DEN ERDOĞAN TAKTİĞİ

Gezi Parkı Direnişi ve bu direnişle ilgili olarak Türkiye’nin bir çok yerinde milyonlarca insan sokaklara dökülürken tüm dünyada olduğu gibi başta Mısır olmak üzere Arap ülkelerinin medyası ve dolayısıyla kamuoyu Türkiye’yi yakından izliyordu. O günlerde birçok Arap televizyonu bana bağlanarak Türkiye’de nelerin olduğunu anlatmamı istiyordu. Çünkü ‘Arap Baharı’ sürecinde herkese Türkiye’nin model olduğu söylenmiş ve inandırılmıştı. Şimdi ise bu model ülkede devlet ve model hükümet sokaklara çıkan insanlarına orantısız şiddet uyguluyordu. Dünya medyasına yansıyan görüntüler ve başta ABD olmak üzere AKP’nin müttefiği ülkelerin tepkisi ise herkesi şaşırtmıştı. Özetle model tartışılır olmuştu Arap sokaklarında.. Hem de herkesin gözü ve kulağı Mısır’dayken.. Çünkü Mısırlı tüm muhalifler hafatalar öncesinde cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci yıldönümü olan 30 Haziran’da alanları dolduracaklarını açıklamıştı. 30 Haziran yaklaştıkça tansiyon yükseliyordu. Başkan Mursi belki de Başbakan Erdoğan’dan aldığı taktikle ‘Kendi yandaşlarımı tutamam’ mantığı ile Müslüman Kardeşlere ‘sokaklara çıkın’ dedi. Olanlar da işte o zaman oldu.

HAYDİ SAHNEYE

ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi bu bölgede günümüzü şekillendiren en önemli gelişmedir. Mısır, Suriye ve Irak’ta yaşananları BOP’u göz önünde tutmadan değerlendirmek mümkün değildir.

Adı ve başlığı ne olursa olsun geçmişteki plan ve projelerin tümünden farklı olarak günümüz gelişmelerini şekillendiren en önemli gelişme kuşkusuz Büyük Ortadoğu Projesi denilen ve iki tarafı ‘mis’ kokan “Sihirli Değnek...”

6 Kasım 2002’de Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in kızı Elizabeth Cheney’in değişik Arap ülkelerinden topladığı 50 kadar kadınla bir araya gelen Dışişleri Bakanı Harlemli Colin Powell kafasındaki projenin ipuçlarını veriyordu. Powell, “önümüzdeki dönem mücadelelerde kadınların olası rollerini ve ABD’nin onlara desteğini” anlatıyordu. Powell, 22 Arap ülkesine demokrasinin gelebilmesi için kadınlara 29 milyon dolar yardım sözü de vermişti.

SİYAHLARIN AÇIKLADIĞI BOP

Bu toplantıdan beş hafta sonra, yani 12 Aralık 2002’de Jamaikalı çeyrek siyah Powell, işi bu kez daha ciddiye alarak Haritage Foundation salonunda yaptığı konuşmada Büyük Ortadoğu Projesi’ni resmen açıklayacaktı. Powell kendisinden farklı olarak tam siyah olan ve Kaddafi’nin deyimiyle “Afrika’nın Gülü” Condoleezza Rice’tan –ki ulusal güvenlik sekreteriydi– bu projeyi uygulamasını isteyecekti.

Aynı Powell bu söylemine uygun olarak planlar yapacak ve bunun ilk adımı olarak Irak’ın işgalini sağlayacaktı. 9 Nisan 2003’te Bağdat düştükten sonra 3 Eylül 2003’te Şam ve Beyrut’a uçan Powell, Başkan Esad’a, “Ya bize teslim olur dediklerimizi yaparsın ya da başına geleceklere hazırlıklı olursun” tehdidinde bulunur. Esad’a, “İran’dan uzaklaş, Iraklı direnişçilere destek verme ve Hamas ile Hizbullah ilişkilerini kes” diyen Powell ülkesine dönerken yanındaki gazetecilere, “İstediklerimizi yerine getirmezse geleceğe dönük stratejilerimiz için karşı tedbirlerimiz hazır” diyecekti. Powell ve diğer Amerikalı yetkililerin sonraki demeçlerinde hep bu ciddiyeti görecektik. Amerikalılar geçen süre içinde hep Suriye’ye kafayı takmış, Şam yönetimini tehdit etmiş ve bu ülkeye dönük proje geliştirmekten yorulmamıştı. Yani bugün Suriye’de yaşanan her şey 2003’te planlanmıştı.

60 YIL CUMHURİYET’LE YÖNETİLDİ

Kuzey Afrika’nın nüfusu en büyük olan ülkesi Mısır, yaklaşık 7 bin yıllık bir geçmişe sahip. Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir vilayet olan Mısır, 1922’de bağımsızlığını kazandı. 1953’te ise Cumhuriyet ilan edilidi. 32 yıl boyunca Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek’ten sonra başa gelen Muhammed Mursi de ordunun yönetime el koyması nedeniyle devrildi. Halkının çoğunluğu Müslüman Araplardan oluşan ülkenin nüfusu 2012 tahminlerine göre yaklaşık 90 milyon. Nüfusun büyük bir bölümünün Nil Nehri boyunca yerleştiği ülkenin başkenti Kahire’dir. Akdeniz ve Kızıldeniz’e kıyısı bulunan Mısır’ın, batısında Libya, güneyinde ise Sudan yer alıyor. Mısır, Asya kıtasında yer alan kısmı Sina Yarımadası üzerinden Filistin ve İsrail ile komşu. Mısır’dan geçen Nil Nehri, sularını Akdeniz’e boşaltıyor. İslam İşbirliği Teşkilatı, Arap Birliği ve Asya Birliği’ne üye ülke, uzun süre hem doğu hem de Batı ülkeleri ile dengeli ilişki içerisindeydi.

YARIN: BOP DENİLEN BÜYÜK OYUN

Hüsnü MAHALLİ, 29 Temmuz 2013

Re: Mısır Gerçeği / Hüsnü MAHALLİ

İletiGönderilme zamanı: Prş Ağu 01, 2013 11:25
gönderen Balasagun
BOP denilen büyük oyun!

ABD’nin 2004’te açıkladığı BOP planı, Şii İran’ı yalnızlaştırıp kuşatma, Arap Coğrafyası’nda ‘uyumlu İslam’ iktidarları yaratma amacını taşıyordu. Bölgedeki pek çok gelişmenin arkasında bu plan uygulanması var

9 Haziran 2004’te ABD’nin Sea Island kasabasında G-8 Zirvesi için toplanan Batılı liderler coğrafyamız için neleri düşündüklerini bu kez net olarak açıkladı. Türkiye, Afganistan, Irak, Cezayir, Ürdün, Bahreyn, Yemen, Gana, Nijerya, Senegal, Güney Afrika ve Uganda liderlerinin de katıldığı toplantıda Büyük Ortadoğu Projesi resmen açıklandı. Projenin tam adı ise: Kuzey Afrika ve Büyük Ortadoğu’da Ortak Gelecek ve İlerleme İçin Ortaklık. Ne kadar da sempatik, müzikal, duygusal ve insani bir başlık!!!

TÜRKİYE EŞ BAŞKAN OLDU

Bu ana başlığın altında alt başlıklarla görev bölümü yapıldı ve Türkiye, İtalya ve Yemen “Demokrasi İnisiyatifi Eş Başkanları” seçildi. Bu ise garip bir seçimdi. Çünkü Yemen’in Osmanlı ve dolayısıyla Türklerle ilişkisi bilinmekte ama daha önemlisi hiçbir şekilde Türkiye’yle aynı kefeye konulacak bir ülke değildi. İtalya ise 1911’de Libya’yı pis bir oyunla Osmanlı’dan almış ve 100 yıl sonra (2011) aynı oyunu tekrarlayarak Libya’ya ilk saldıran ülke olmuştu. Anlaşılan Batılı ülkeler Türkiye’ye yeni roller biçiyordu. Nitekim bu yeni rollerin ilk işareti BOP toplantısından 20 gün sonra İstanbul’da yapılan ve başta ABD olmak üzere aralarında 22 NATO üyesi ülkenin bulunduğu 46 ülkeden liderlerin katıldığı NATO Zirvesi’nde verildi. Başta ABD Başkanı Bush olmak üzere NATO liderleri Türkiye’yi ve Türkiye’nin bölgesel rolünü öve öve bitiremiyorlardı. Zirvede ayrıca ve ilk kez NATO’nun kendi görev alanlarının dışında ve özellikle Irak ve Körfez bölgesinde olası müdahaleleri konuşuldu. NATO, Körfez’de henüz bir iş yapmadı ama İstanbul Zirvesi’nden önce Afganistan’ı işgal etti ve yedi yıl sonra da Libya’ya müdahale etti. Bu arada Obama’nın Türkiye’ye geldiği sırada, yani Nisan 2009’da Ankara önceden kopardığı yaygaraya rağmen itiraz ettiği Rasmussen’in NATO genel sekreteri olmasına onay verdi. Oysa Rasmussen, Peygamber’i hedef alan karikatür ve ROJ TV’nin kapatılmaması konularında Türkiye’yi çok kızdırmıştı! Ama olsun, çünkü NATO’nun Afganistan’daki görevi devam ediyor ve Türkiye hep ISAF komutanlığıyla teselli ediliyordu. Nasıl olsa Afganistan da bir Müslüman ülkeydi ve bir köşesinden BOP sınırları içindeydi.

BOP ise 22 Arap ülkesinden ve bu Arap ülkeleriyle dolaylı dolaysız ilgisi olan beş Müslüman ülkede köklü politik, ideolojik, sosyal, kültürel ve psikolojik değişiklikleri amaçlıyordu. Sonraki ay ve yıllar Batı’nın BOP konusundaki ciddiyetini çok net olarak kanıtlayacaktı. Bu ciddi planlamanın ilk ciddi ve önemli sinyali 14 Şubat 2005’te Lübnan eski başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesiyle geldi. Peşinden İsrail, Haziran 2005’te Gazze’ye kapsamlı bir saldırı başlattı. Bu yetmedi İsrail Temmuz 2006’da Lübnan’a saldırdı. Her iki saldırıda 3.500 kadar Filistinli ve Lübnanlı öldürüldü ama Batılı ülkeler sesini çıkarmadı. Her iki saldırı arasında yaşanan başka iki gelişme BOP için çok önemli kanıtlar veriyordu. Suriye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam Aralık 2005’te Suriye’den kaçarak Paris’e sığındı. 22 yıl süreyle ülkesinin Washington büyükelçiliği görevini üstlenen Bender Bin Sultan ise Suudi Arabistan’a dönerek yeni kurulan Ulusal Güvenlik Konseyi’nin genel sekreterliğine sonra da istihbarat şefliğine getirildi. Sultan, başta Beyaz Saray, CIA ve Pentagon olmak üzere tüm Amerikan kurumlarıyla yakın ve tehlikeli ilişkiler içindeydi.

RICCİARDONE VE SOROS

Kaide ve Taliban’ın kurulmasından ve ABD’nin Arap ve İslam âlemine yönelik tüm pis ve tehlikeli oyunlarında Sultan’ın rol ya da payı vardır. Halen de konumunu koruyan Bender Bin Sultan Riyad’da, Haddam Paris’te, Refik Hariri’nin oğlu Beyrut’ta Suriye ve çevresini dizayn etmeye koyulmuşken Amerika’nın Ankara’daki büyükelçisi Ricciardone Kahire’de çok iyi çalışıyordu. Sayın Büyükelçi 2005’ten başlayarak başta Müslüman Kardeşler olmak üzere Mısırlı muhaliflerle yoğun temas kuruyor ve geleceğe dönük nabız tutup politik gelişmelere yön veriyordu. ‘Arap Baharı’ büyükelçinin o dönem Soros ile birlikte çok iyi çalıştığını kanıtlıyor. Bunun farkına varan dönemin Cumhurbaşkanı Mübarek, Başkan Bush’tan bu adamı derhal görevden almasını istiyor ancak bu isteği 2008 yazında yerine getirilecekti. Gençlik yıllarında İran’da da görev yapan elçi hazretleri Kahire’den Bağdat’a, oradan da Kâbil’e gittikten sonra Ankara’ya geldi. Ankara’ya sık sık gelen başka bir kişi El-Cezir’nin eski genel müdürü Vaddah Hanfar. Müslüman Kardeşler kökenli, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nın Malezya’dan arkadaşı olan ve 2011’de WikiLeaks belgelerinde CIA işbirlikçisi olduğu söylenen ve bundan dolayı görevinden istifa etmek zorunda kalan bu kişi başında bulunduğu kanalı şaşırtıcı bir şekilde Hamas, Hizbullah ve Kaide yanlısı bir kanala çevirmiş ama yönetim kurulunda CIA temsilcilerini barındırmıştı. Herkesin hatırlayacağı üzere Bin Ladin o gizli kasetlerini yalınzca bu kanala göndererek yayınlatıyordu. Hanfar kanalın BOP’a hizmet edecek şekilde örgütlenmesini sağlamıştı. Aynı Hanfer, WikiLeaks’ın patronu

Assange’yle gizlice görüşerek elindeki belgeleri her ne pahasına olursa olsun satın alabileceklerini söylemişti. Hanfer’in bunu patronu ve Katar’ın Emiri Şeyh Hamed adına yaptığı sonra anlaşılacaktı. Çünkü WikiLeaks’te Emir hazretleri ve güzel eşi Moza (Arapçada Muz) ile ilgili bir iki ön bilgi sızdırılmıştı. Oysa yayınlanan ve medyada tartışma yaratan bu belgelerin neredeyse tümü ‘Arap Baharı ‘ ülkeleriyle ilgiliydi.

WIKILEAKS TESADÜF MÜ?

Durum böyle olunca WikiLeaks’in zamanlamasının tesadüf olduğunu düşünmek saflık olurdu. Hatırlayanlar bilir ki Ekim-Kasım 2010’da yayınlanan ilk belgelerin en önemli hedefi Mısırlı Mübarek, Tunuslu Bin Ali, Yemenli Salih ve Libyalı Kaddafi’ydi. Yok diyenler o günlerin arşivine dönebilir. Yine o dönemin belgelerine bakılırsa WikiLeaks’ın hedef aldığı diğer iki ülkenin Suudi Arabistan ve Katar olduğunu görecekler. Bugün ise bu iki ülkenin yönetimi ‘Arap Baharı’ denilen projede ABD’nin tetikçiliğini yapıyor. Bu iki ülke yöneticilerinin sahibi olduğu El-Cezire ve El-Arabiya televizyonları ‘Arap Baharı’ ve özel olarak Suriye konusunda resmen birer CİA ve Mossad operasyon merkezleri gibi çalışıyorlar. Anlaşılan WikiLeaks görevini bilerek ya da bilmeyerek çok iyi bir şekilde yerine getirmiş ya da kendisi oyuna getirilmişti. O günlerde, “Bu işte bir gariplik var” dediğimde bazıları klasik olarak bana kızmıştı. Oysa bugün o beyler başta olmak üzere hiç kimse WikiLeaks’i hatırlamıyor bile. Ama daha önemlisi 270 Amerikan elçilik ve konsolosluklarından gelen yüz binlerce rapordan yalnızca Ankara ve Arap başkentlerinden gelenler ön plana çıkarılmış ve o zaman da söylediğim gibi İsrail’le ilgili hiçbir belge yayınlanmamıştır. Her şey çok iyi kurgulanmıştı. Nasıl olsa ‘Arap Baharı’ bir ay sonra başlayacak ve WikiLeaks’te hikâyeleri anlatılan Tunuslu Bin Ali, Mısırlı Mübarek, Yemenli Salih ve Libyalı Kaddafi’ye yol görünecekti. En çok belgenin gönderildiği Türkiye’de ise içte değil ama dış politikada çok ilginç ve bir o kadar şaşırtıcı gelişmeler yaşandı, yaşanıyor. Örneğin; Ankara’nın Suriye politikası...

PEKİ, OYUN NE?

BOP kararının alındığı Sea Island Zirvesi’nden sonra sürecin nereye gideceği belliydi. Çünkü bu coğrafyada demokrasi gelecekse ancak İslamcıların zaferiyle gelebilirdi! Çünkü solcu, ulusalcı ve milliyetçi güçlerin zayıfladığı ya da türlü yollara başvurularak zayıflatıldığı bir ortamda ancak İslamcılar gücünü ortaya koyabilir. Çünkü 30-40 yıllık Amerikan işbirlikçisi iktidarlar ; Mısır, Tunus, Fas, Libya, Yemen ve diğer ülkelerdeki kitleleri “dine yönlendirmek” için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Daha açık bir ifadeyle Mübarek, Bin Ali, Kaddafi ve benzerlerinin baskıcı politikaları sonunda bu ülkelerde insanların direnme ve mücadele gücü kalmamış ve insanlar ekmekten başka bir şey düşünemez olmuştu. Umutsuz kalan bu insanlar doğal olarak camilere sığınıyor ve hızla kaderci oluyordu. Çok iyi örgütlenen “İslamcı” gruplar bu insanlara rahatça ulaşıyor ve onları etkiliyorlardı . Çünkü o ülkelerin istihbarat örgütleri liderlerinin de talimatıyla, “Vatandaşı rahat bırakın kaderci olsun” diyordu. Tıpkı Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin Amerikan işbirlikçisi liderlerinin her yola başvurarak ve tüm olanaklarını kullanarak yaptığı gibi. Ama bu liderler her ne hikmetse ‘Arap Baharı’ndan hiç etkilenmeyecekti.

OYUN BAŞLIYOR...

Önce Tunus’ta halk ayaklandı. Bu yüzde 100 yerli malı bir devrimdi. Peşinden Batı’nın hızla müdahale ettiği Mısır’da Mübarek’e karşı insanlar yürümeye başladı. Sonra Libya halkı 42 yıldır iktidarı elinde tutan Kaddafi’ye karşı ayaklandırıldı. Ancak Kaddafi, Bin Ali ve Mübarek gibi kolay teslim olmayınca Batılı ülkeler “Libya halkını korumak” bahanesiyle bu ülkeyi BM’nin onayı ve NATO’nun kararı ile bombalamaya başladı. Batı’nın Suriye’ye yönelik planı ise Rusya ve Çin’in engeline takıldı. Bu arada Yemen, Umman, Ürdün, Fas ve Kuveyt’te farklı düzeylerde de olsa halk ayaklanmaları yaşandı. Bahreyn’de halk ayaklandı ama Suudi tankları gelip ayaklanmayı bastırdı. Geriye kalan diğer Arap ülkelerinde, yani Suudi Arabistan, Cezayir, Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde bazı kıpırdanmalar olmasına rağmen ciddi bir sıkıntı söz konusu olmadı.

Ayaklanmaların başlangıcında şaşkına dönen ABD ve müttefiği Batılı ülkeler kısa bir bocalamadan sonra süreçlere bir yerinden katılma çabası içine girdi. Libya’da ayaklanan halkın yanında görünen Batılı ülkeler yanlarına “Arap Birliği”ni almalarına ve Katar ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin ajanlarını operasyonlara katmalarına rağmen Arap halklarına, “Biz olmadan başaramazsınız” demeye getirdi. Bununla oyalanan Batılı ülkeler aynı zamanda Büyük Plan’larını uygulamaya başladı.

UYUMLU İSLAMCILAR

Yani Batı; “devrim” yaşayan ülkeler, örneğin Mısır, Tunus ve Libya’da demokratik sürecin sonucunu beklemeden “İslamcı” hareketlere çengel atmaya başladı. Batılı ülkeler bu hareketlere, “Uyumlu olursanız size destek vermeye hazırız” diyerek yeni süreci etkilemeye ve yönlendirmeye çalıştı. Çünkü Batılı ülkeler deneyimleriyle bu hareketlerden nasıl yararlanacaklarını biliyorlardı. Örneğin Batı’ya göre, tümü Sünni olan bu İslamcı hareketlerin iktidara gelmesi durumunda Sünni Arap ülkeler daha kolay örgütlenerek Şii İran’a karşı etkin bir şekilde kullanılabilir. Arap Sünnilerini “Batı’yla uzlaşmayan” Batı; ‘devrim’ yaşayan ülkelerde farklı siyasal, dinsel, mezhepsel, toplumsal, etnik, kültürel ve sınıfsal grupları provokasyonlarla birbirine kırdırmaktan geri kalmayacaktır. Batı; bu yönteme sınırlı da olsa Mısır’da Hıristiyan Kıptilere yönelik provokasyonlarla başladı. Sırada Tunus, Libya ve Yemen var.

BATI’NIN HAÇLI SEFERİ

1916’da Sykes-Picot Antlaşması’yla Arap coğrafyasının haritalarını çizen dönemin emperyalist ülkeleri Fransa ve İngiltere 1917’de Yahudilere destek vererek Müslüman ve Arap toprağı olan Filistin’in Yahudilere bir vatan olarak verilmesini kararlaştırdı. Sevr Antlaşması ise coğrafyamızın 100 yıllık planlanması açısından Batılılar için önemli bir belgedir. Çünkü bu anlaşma ile 1920’de Hıristiyan Ermeniler ve Müslüman Kürtler için birer vatan planlayan Batılılar Lozan’la birlikte bu düşüncelerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Ama Filistin’i Yahudilere verme sözü veren ve İsrail Devleti’nin bu topraklarda kurulmasını planlayan ve bunu 1947’de sağlayan Batılılar Kürt konusunu bir yüzyıl sonrasına, yani 21. yüzyıla ertelemeyi de uygun bulmuştu. Çünkü onlara göre bölgenin kendi kontrollerinde kalması için öncelik 100 yıl sürmesi planlanan iki taraflı Müslüman Araplar ile Yahudilerin ( ki yüz yıla yaklaştı ) çatışmasına verilmeliydi. Bu iş bitince bu kez iki taraflı değil dört taraflı bir problem gündeme alınacaktı. Yani Araplar, Türkler, Acemler ve bu üç ulusun ülkelerinde yaşayan Kürtler. Üstelik Acemler gibi Irak’ın yarısı da Şii. Suriye ve Türkiye’de ise Aleviler var. Yani yine işin içinde etnik, dinsel ve mezhepsel faktörler var ve olacak! Belki de bu nedenle Rus lider Putin, NATO’nun Libya’ya saldırmasından hemen sonra Batı’nın sinsi oyunlarının farkına vararak bu ülkeleri ‘İslam Âlemi’ne yönelik Haçlı Savaşı başlatmakla’ suçlayacaktı.


Hüsnü MAHALLİ, 30 Temmuz 2013

Re: Mısır Gerçeği / Hüsnü MAHALLİ

İletiGönderilme zamanı: Prş Ağu 01, 2013 11:36
gönderen Balasagun
BOP sürecinin ciddiyeti

BOP sürecinin en dikkat çekici aşaması, Barack Obama’nın seçildikten sonra ilk Müslüman ülke olarak Türkiye’yi, ilk Arap ülkesi olarak da Mısır’ı ziyaret etmesidir. Bu ziyaretler Türkiye ve Mısır’ı BOP’un en önemli iki ülkesi yaptı.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin Powell tarafından ilan edilmesi ve ‘Afrika Gülü’ Rice tarafından uygulanmaya konulmasıyla ilgili yüzlerce detay var. Ancak bu sürecin bence en önemli aşaması Başkan Obama’nın ilk Müslüman ülke olarak 6 Nisan 2009’da Türkiye’ye gelmesidir. Türkiye’yi öve öve bitiremeyen ‘Çeyrek Müslüman’ Barack Hüseyin Obama ülkesi ile Türkiye arasında ilk kez “Model Ortaklık”tan söz etti. Bu ortaklığın ne anlama geldiği daha sonra ‘Arap Baharı’ ile anlaşılacaktı. Çünkü TBMM’deki konuşmasında demokrasi konusuna neredeyse hiç değinmeyen Başkan Obama hep İslam ve Müslümanlık vurgusu yaptı. Başkan Bush’un İslam âlemine yönelik Haçlı Seferi’ni ilan ettiğini unutarak, “ABD, İslam diniyle hiçbir zaman savaş içinde olmadı” diyen Başkan Obama, “ABD ile Müslüman dünyası arasında güveni yeniden inşa etmek için uğraşacağını” belirtti ve “ABD’nin Türkiye’yle güçlü ve sürekli bir dostluk kurma çabasını yeniden vurgulamak için buradayım” dedi.

OBAMA’NIN KAHİRE SEÇİMİ

Müslüman ülke olarak Türkiye’yi ziyaret eden Obama ilk Arap ülkesi olarak da Mısır’ı seçecekti. Çünkü herkes Obama’nın Arap ve İslam âlemine neler söyleyeceğini merak ediyordu. 4 Haziran 2009’da Kahire’ye uçan Obama yol üzerinde stratejik müttefik Suudi Arabistan’a uğramayı da ihmal etmedi. Çünkü Kral Abdullah kaç kilo saf altın olduğu bilinmez Kraliyet Nişanı’nı ona verecekti. Senatör olduğu dönemlerde Suudi Arabistan ve Mısır’daki anti-demokratik ve karanlık yönetimleri sık sık eleştirdiği ve bununla ilgili çok ağır yazılar yazdığı bilinen Obama’nın Kraliyet Nişanı’nı alması ve El-Ezher’in başkenti olarak Kahire’yi seçmesi hem ilginç hem de anlamlıydı. Kahire Üniversitesi’nde konuşan Obama, İslam ve Müslümanlık sözcüklerini sık sık kullandı ve dinlerarası diyalog çabalarına katkısından dolayı Suudi Kralı’na (Nasıl olsa bir gün önce ondan 24 ayar altın Kraliyet Nişanı’nı almıştı!) ve Medeniyetler İttifakı’na karşı tutumundan dolayı Türkiye’ye teşekkür etti.

Obama “diyalog ve ittifakın Afrika’da sıtma hastalığına karşı mücadelede ve deprem gibi doğal afetler zamanlarında çok önemli olduğunu” söyleyerek bizleri aptal yerine koymaya çalıştı.

Belki de Dinlerarası Diyalog ve Medeniyetlerarası İttifak girişimleriyle Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğerleri dünyanın tüm sorunlarını çözmüş ve bir tek sıtma meselesi kalmış da bizim haberimiz olmamıştı! Belki de bağımsız Filistin devleti kurulmuş ve Türkiye AB’ye girmiş de yine bizim haberimiz olmamıştı.

ABD’NİN İSLAM SEVDASI

Özetle Kahire’de biraz demokrasi ama daha çok İslam ve Müslümanlık vurgusu yapan Obama’nın neden bunu yaptığı 20 ay sonra anlaşılacaktı. Çünkü Türkiye’de bulunduğu sırada İstanbul’da düzenlenen Medeniyetler İttifakı Forumu’na bile katılma zahmetinde bulunmayan ve bu foruma gelerek karikatür konusunda Müslümanlardan özür dilemeyeceğini söyleyen NATO’nun yeni genel sekreteri Rasmussen’in seçilmesinde etkin rol oynayan Obama ve yönetimi Mübarek’ten kurtulmaya karar vermiş ve Büyük Oyun’un ilk işaretini Ankara’dan sonra Kahire’den vermişti.

30 yıl önce “bir genç kız” olarak Amerikalılara gelin giden Mübarek, Amerikalılar tarafından terk edileceğini hissediyordu ama yapacağı çok fazla bir şey de yoktu. Mübarek Amerikalıların vefasız olduğunu anlamaya başlamıştı. Ama aynı Mübarek Amerikalıların kendisine vize vermediği için İran devriminden sonra Tahran’dan kaçıp Mısır’a sığınan ve orada ölen İran Şahı’nın acı sonundan ders almamıştı. Şah da güzel eşi Farah’la birlikte Mübarek gibi Amerikalılara ve İsrail’e 30 yıl süreyle hizmet etmiş ama pis bir ölümden kurtulamamıştı. Tıpkı Saddam Hüseyin gibi.
Bu coğrafyada anlaşılması en zor olan şey de bu olsa gerek. Çünkü hiç kimse başkasının başına gelenlerden ders almıyor ve yaşamdan çıkardığı dersleri ibret olsun diye başkalarına aktarmıyor. İhanetler hep ihanetlerle kanıtlanıyor ama yine de çoğalıyor. Bu ise yalnızca maddi çıkarlarla açıklanamaz!

Bir düşünün, 30 yıl süreyle ABD hizmetinde olan bir Mübarek şimdi kafeste ve ihanetiyle ilgili bir kelime söyleyip bir kez olsun kahraman olmayı ya da en azından vicdanı rahat ölmeyi düşünmüyor ya da göze almıyor, alamıyor. Belki de ABD başından beri Mübarek ve benzerlerini seçip iktidara taşırken bunun böyle olacağını biliyor.

‘ARAP BAHARI’ BAŞLIYOR

Çok zekice hazırlandığı ve uygulanmasına kurnazca başlandığı daha sonra anlaşılacak olan BOP’un yaşama geçirilmesi uğraşı içinde ABD bölgede çok şey yaptı. Obama’nın Kahire ziyareti BOP’un bu ülkeden başlayarak coğrafyamızı değiştireceğinin sinyaliydi. Çünkü Mısır Arap ve Müslüman âleminin önemli bir ülkesiydi, Suveyş Kanalı’nı kontrol ediyor ve ABD’nin bölgesel politikalarının en önemli unsuruydu. Üstelik Amerikalılar Mısır’daki değişim için yıllardır çalışıyor ve hesaplarını çok iyi yapıyorlardı. Çünkü Mısır’da iktidara getirilecek İslamcılar başta Türkiye olmak üzere tüm bölge için önemliydi. Çünkü İslamcıların ideolojik kaynağı Müslüman Kardeşler hareketi 1928’de Mısır’da doğmuş ve tüm Arap ve Müslüman ülkeleri etkilemişti.

Ancak Tunus’ta Buazizi’nin beklenmedik bir anda kendisini yakması ve halkın sokaklara dökülmesiyle ABD ve müttefiği Batılı ülkeler şok yaşamalarına rağmen bu gelişmelerle başlangıçta ilgilenmediler ya da öyle göründüler. Çünkü hiç kimse Tunus gibi önemsiz bir ülkede başını solcu, komünist ve Arap milliyetçilerinin çektiği bir ayaklanmayla meşgul olmak istemiyordu. Üstelik 23 yıldır iktidarda olan Bin Ali bu “çapulcuları” yenebilecek güçteydi! Ancak Tunus halkı Batı’nın bu beklentisini boşa çıkarttı. Geç de olsa sonunun geldiğini anlayan Bin Ali klasik silahına başvurarak Batı’nın desteğini aradı ve “Ben gidersem radikal İslamcılar gelir” dedi. Dedi ama Batı beklenildiği gibi oralı olmadı ve Bin Ali’nin 23 yıl süren iktidarının son bulmasında sakınca bulmadı. Böylece ülkesine ve halkına 23 yıl süreyle kötülüklerin en kötülerini yapan namıdeğer Gestapo Bin Ali 23 gün süren halk ayaklanması sonucu 14 Ocak 2011’de kaçmak zorunda kaldı ya da kaçırıldı. Önce Fransa’ya yöneldi ama Sarkozy inişine izin vermeyince Batı’nın kölesi gerici Suudi Arabistan’a yöneldi. Kaddafi uçaklarının korumasıyla havada dolaşan Bin Ali, Başkan Obama’nın Suudi Kralı Abdullah’ı arayarak, “Al bu garibanı” demesiyle Cidde Havaalanı’na inebildi. Batı ise o sıralar, “Biz bu halk devriminden nasıl yararlanırız?” hesabı yapıyordu. Nasıl olsa Tunuslu generaller hep ABD ve Fransa’nın dostuydu ve başta İslamcı El-Nahda’nın lideri Gannuşi olmak üzere birçok muhalefet lideri yıllardır Paris, Londra ve Berlin’de yaşıyordu.

SIRA MISIR’DA

Herkes Tunus’ta olup bitenlerle uğraşırken 30 yıldır Mübarek yönetimi altında her şeyini kaybetme aşamasına gelen Mısır halkı 25 Ocak 2011’de “Ben de varım” dedi. Hızla gelişen halk ayaklanması ile 17 gün gibi kısa bir sürede Mısır halkı bölgenin en rezil ve herkes için çok tehlikeli liderini devirdi. Mübarek de 30 yıl süreyle hizmet ettiği Batı’ya, “Ben gidersem İslamcılar gelir” diyerek kurtarılmasını bekledi ve halkı yumuşatmak amacıyla İstihbarat Daire Başkanı Ömer Süleyman’ı kendisine yardımcı atadı ama işe yaramadı. Çünkü Amerika’dan gelen talimatlarla 11 Şubat’ta duruma el koyan generaller Mübarek’i istifaya zorladı ve iktidarı devraldı. Askerlere, “Darbe yapın” diyen Savunma Bakanı General Tantavi ayaklanmadan kısa bir süre önce Washington’daydı. Genelkurmay Başkanı Sami Anan ise darbe yapılmadan önce 28 Şubat’ta Amerika gezisini yarıda keserek Kahire’ye dönmüştü.. Mübarek’in yıkılmasının birinci yılında Tantavi bir kez daha ABD’ye gitti ve nelerin yapılacağını konuştu!

2008 tarihli WikiLeaks belgesinde ABD Kahire Büyükelçiliği’nin bir belgesinde Tantavi için, “O çok kibar ve terbiyeli bir general” deniyordu. Üstelik Tantavi ve Anan Amerika’nın telkinleriyle 2005’te, yani BOP ilan edildikten sonra bu görevlerine sürpriz bir şekilde (Kenan Evren olayında olduğu gibi) Mübarek tarafından getirilmişti. Yani ABD 2005’ten itibaren çok sevip güvendiği (!) Mübarek’ten kurtulmanın hesabını ta o zaman yapmaya başlamıştı. 9 Şubat 2011’de New York Times’ın başmakalesinde ise Amerikan yönetiminin generallere çok güvendiğini ve bu generallerin halka asla ateş açma emri vermeyeceğini yazacaktı. Gelgitli bir dönemden sonra generaller İslamcıları iktidara getirecek seçimlerin yolunu açtı. Seçim kararı alınmadan önce bile İslamcılar yoğun bir kampanya başlatmış ve Tunus’ta olduğu gibi kendilerinden başka herkesi “liberal” başlığı altında toplayarak “kâfir” ilan etmişti. Onlara göre tüm laik, solcu, komünist, milliyetçi ve benzerleri liberal idi ve İslam düşmanıydı. Fetvaların havada uçuştuğu günlerde Müslüman Kardeşler ve Selefi Nur Partisi’nin yandaşı din adamları akla gelmeyecek her konuda fetva vererek insanları etkilemeye ve kendi lehlerine oy kullanmaya yönlendiriyorlardı. Örneğin Selefi din adamı Mahmud Amer ilginç fetvasında, “namaz kılmayan Müslüman’a ve şeriatı uygulayacağını söylemeyen Kıpti, liberal ve laiklere oy verilmemesini” isteyecekti. Yine Selefilerin en önemli din adamlarından Abdülnebi Şahhat, “Nobel sahibi Necip Mahfuz’un kitaplarının rezilliklerle dolu olduğunu ve küfre davet ettiğini” söyleyerek “yasaklanmasını” istemiş ve demokrasinin de kâfirlik olduğunu savunmuştu.

SELEFİLER VE KADINLAR

Kadın ise seçim kampanyasının en ilginç malzemesiydi. Selefi din adamları kadınların hiçbir şekilde çalışmamasını savunurken bazıları, “Çalışabilir ama asla yönetici olamaz” diyordu. Bazıları ise çarşıya çıkıp “muz ve hıyar almamasını”, bazıları da kızların hiçbir şekilde laik, liberal erkeklerle evlenmemesi gerektiğini söylüyordu. Ünlü Selefi din adamı Hazem Salah ise kadınlarla erkeklerin hiçbir şekilde kamu kurumlarında birlikte çalışmamaları gerektiğini söylüyordu. Selefi El-Nur Partisi milletvekili adayı Muhammed Abdülhadi de partisinin mutlaka seçimi kazanacağını, çünkü Kuran’ın buna işaret ettiğini söyleyecekti. Din adamı Mustafa Adavi kadınların kıvırtarak yürümelerine neden olduğu için yüksek topuklu ayakkabıların yasaklanmasını istiyordu. Başka biri ise erkeklerin isterlerse ölümünden 6 saat içinde eşleriyle cinsel ilişki kurabileceklerini söyleyecek kadar çılgınlaşmıştı. Bir başkası ise hamilelerin hastanelerde değil mutlaka kendi evlerinde doğurmalarını ve asla erkek doktorlara görünmemelerini istiyordu.

Özetle Mübarek ve ekibinin “laik ve liberal” olması, İslamcı partilerin işini kolaylaştırmıştı. Çünkü İslamcılar liberal ve laik düşünce ve uygulamalarının olumsuzluklarıyla örnek vermeye kalkıştıklarında insanlara hemen Mübarek döneminin her alandaki kötülüklerini anlatıyorlardı. El-Ezher ise İslamcılara oy vermesi beklenen yoksul Mısırlıları motive etmek için “oy kullanmamanın haram olduğunu” söyleyecek kadar ileri gidecekti. Birçok imam ve hatip Libya, Fas ve Tunus seçimlerinde olduğu gibi Mısır seçimlerinde de Cuma namazına gelen insanlara, “Oy kullanmak namazdan daha büyük bir ibadettir” diyerek insanları sandıklara ya da direkt olarak İslamcı partilere oy vermeye yönlendirdiler. Suudi Arabsitan ve Katar’ın milyarlarca dolarları ise oy satın almak için Müslüman Kardeşler ve Selefilere transfer ediliyordu.

Kasım 2011’de başlayan ve 10 Ocak’ta biten üç aşamalı seçimlerde sonuçlar beklenildiği gibi çıktı. Ortada tek bir sürpriz vardı, o da Selefi Nur Partisi’nin ilginç zaferi.

SEÇİM SONUÇLARI

*Mısırlı İçin Demokratik İttifak (Müslüman Kardeşler’i temsil eden Özgürlük ve Kalkınma Partisi ile 9 parti ve grubun oluşturduğu seçim ittifakı) 235, *İslami Güçler İttifakı (Selefi El-Nur Partisi ile 3 İslamcı grubun oluşturduğu İttifak) 121 *Liberal El-Vafd (12 partinin oluşturduğu İttifak) 36 *Mısır Bloku (liderliğini daha çok Kıptilerin oluşturduğu Özgür Mısırlılar Partisi ile 13 parti ve grubun oluşturduğu ittifak) 34 *Yeni Ortam 10 n Reform ve Kalkınma Partisi 8 *Devrim Devam Ediyor Partisi 7 *Özgürlük Partisi 4 *Milliyetçi Mısır Partisi 4 *Mısırlı Vatandaş Partisi 3 *Birlik Partisi 2 *Demokratik Barış Partisi 1 *Arap Mısır Birliği Partisi 1

YÜZDE 8 KATILIM

Oy kullanma oranının % 46 civarında olduğu bu seçimlerde İslamcıların zafer kazanması kendi aralarında bir türlü birlik sağlayamayan laik parti, örgüt ve grupları şaşkına çevirmiş herkesin moralini bozmuştu. Şubat’ta yapılan senato seçimlerinde ise oy kullanma oranı bu kez % 8’i geçmedi ve kazanan yine Müslüman Kardeşler ile Selefiler oldu.

YARIN: MISIR DENİLEN İLGİNÇ ÜLKE


Hüsnü MAHALLİ, 31 Temmuz 2013

Re: Mısır Gerçeği / Hüsnü MAHALLİ

İletiGönderilme zamanı: Prş Ağu 01, 2013 14:15
gönderen Balasagun
Mısır denilen ilginç ülke

Bugünü anlamak için Mısır’ın geçmişini de anlamak gerekiyor. Birçok analizde Mısır ile Türkiye arasında hep bağ kurulur, gerçekten de Arap aleminin en büyük ülkesi Mısır’la, İslam âleminin liderliğine soyunan Türkiye arasında çok benzerlik vardır

Birçok analizde Mısır ile Türkiye arasında hep bir bağ kurulur. Çünkü Mısır Arap âleminin en büyük ülkesi, Türkiye ise İslam âleminin liderliğine oynuyor. Şii İran’ı bir yana bıraksak bile Mısır ile Türkiye arasında ilginç bağları görebiliriz. Bugün bölgemizde yaşanmakta olan gelişmelerde olduğu gibi geçmişte de bu “tesadüfi” bağlar hep anlamlı olmuştur. Örneğin Ağustos 1516’da Mercidabık Savaşı’nda I. Selim Memluklu, yani Türk kökenli Sultan Kansu Gavri’yi yenerek Suriye’ye girmiştir. Selim Mısır’ı da Memluk Sultanı Tomanbay’ı Ridaniye Savaşı’nda yendikten sonra Ocak 1517’de Kahire’yi alarak Müslümanların halifesi olmuştu.

1805’ten sonra Kahire ile İstanbul arasındaki sorunlarda yine bir Osmanlı subayı olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve sonraki dönemlerde onun ailesini görürüz. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ve Osmanlı’nın dağılmasından sonra Kahire-İstanbul ve sonrasında Ankara ilişkileri farklı anlamlar içermeye başladı.

NASIR’IN CUMHURİYETİ

Resim
Mısır'da kraliyete son verip cumhuriyeti kuran Cemal Abdül Nasır, dünya sosyalist
hareketiyle de yakın ilişkiler kurdu. Nasır bu fotoğrafta Che Guevera'ya plaket veriyor.


Örneğin Atatürk Ankara’sı ile Lozan görüşmelerine hazırlanan İngilizler 24 Şubat 1922’de Mısır’ın bağımsızlığını tanırlar ama askeri varlıklarını bu ülkede sürdürürler. 24 Temmuz 1923’te ise Mısır ile Türkiye ilişkileri tümüyle sonlandırılır ve Lozan’da Osmanlı-Mısır bağlantısı 17, 18, 19. maddelerle tümüyle kesilir. Böylece 1517’de başlayan Osmanlı’nın Mısır ilişkisi 406 yıl sonra son bulur. Ama Kahire yönetiminde yine de Kavala’nın torunları iktidarlarını 1952 yılına kadar sürdürür. Çünkü 23 Temmuz 1952’de Cemal Abdülnasır’ın başını çektiği Hür Subaylar Grubu askeri bir darbeyle iktidarı ele geçirmiş ve Haziran 1953’te Mısır’da kraliyet sistemine son vererek yeni bir cumhuriyet kurmuşlardı. Ama o sırada Nasır’ın tersine Ankara’da ABD, NATO ve Batı’yla bütünleşen bir DP iktidarı vardı. Bu iktidarın Arap ve Ortadoğu politikası sonucu Ankara-Kahire ilişkileri hızla gerginleşiyordu. Suriye’nin Nasır’a yanaşması ise Kahire-Ankara ilişkilerini daha da gerginleştiriyordu.

İşte bu dönemde (1950-1960) Türkiye Bağdat Paktı’na girer, onlarca Amerikan ve NATO üssünün kendi topraklarında yerleşmesine izin verir. Ankara bu üslerin Lübnan ve Ürdün’de halk ayaklanmalarına karşı kullanılmasına izin verir ve 1956’da Mısır’a saldıran İngiltere, Fransa ve İsrail ordularının bu üsleri kullanmalarına ses çıkarmaz. 1957’de İsrail Başbakanı Ben Gorion’la Ankara’da gizlice buluşan Menderes hiçbir anlamı yokken Suriye sınırına 1 milyon mayının döşenmesine onay verir ve Suriye sınırına asker yığar. Aynı Menderes Hükümeti BM’de 1958-1960 döneminde yapılan oylamalarda Fransa’dan yana Cezayir halkının bağımsızlığına karşı oy kullanır. Ama tüm bunlara rağmen ABD Menderes’in idam edilmesini önlemek için hiç bir şey yapmadı.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER’İN DOĞUŞU

Resim
Müslüman Kardeşler 1928'de Mısır'da Batılı emperyalistlerin desteğiyle kuruldu ve
bundan sonra da hep Batı tarafından kullanılmaya devam etti.


Mısır-Türkiye ilişkilerinde bir başka boyut da “laik-İslamcı” ilişkisidir. Çünkü Türk İslamcılarının esin kaynağı olan Müslüman Kardeşler hareketi Mısır’da doğmuştur. Doğumun zamanlaması da oldukça ilginçtir. Lenin’in büyük desteğiyle “laik” Atatürk, Osmanlı terekesi olan Türkiye’de yeni bir cumhuriyet kurup önce saltanatı (Kasım 1922’de, yani Mısır bağımsız olduktan 8 ay sonra), sonra da hilafeti (Mart 1924) kaldırınca bu cumhuriyet bölgedeki kurtuluş ve bağımsızlık için mücadele eden halklar için esin kaynağı olmuştu. Bu yeni süreç emperyalist ülkeleri ve özellikle İngiliz ve Fransızları tedirgin etmişti. İşte bu nedenle İngilizler cumhuriyetin kurulmasından sonra bu genç cumhuriyeti içte ve dışta sıkıştırmak için elinden gelen her şeyi yaptı. İngilizlerin Türkiye içi ilk ayaklanmalardaki rolünü ve Musul konusundaki pis oyununu herkes bilmektedir. Dışarıda ise İngilizler Müslüman Kardeşler hareketinin Hasan Benna tarafından 1928 yılında kurulmasına anti-emperyalist ve yurtsever içeriğine rağmen çok sevinmişlerdi. Çünkü onlara göre bu hareketin motive edeceği dinsel duygular zamanı geldiğinde çok iyi kullanılabilirdi. İngiliz bu hesabı çok iyi yapmıştı ve bu hesap sonraki yıllarda başarılı bir şekilde ve özellikle komünistlere ve komünizme, hatta her türlü sol söyleme karşı çok iyi kullanılmıştı.

SEDAT’IN AÇTIĞI YOL

Resim
Nasır'dan sonra Devlet Başkanı olan Enver Sedat ülkeyi yeniden Batı'ya ve İsrail'e
yaklaştırdı. 1979'da çekilen bu fotoğrafta, Sedat (solda), ABD Başkanı Jimmy Carter (ortada) ve
İsrail Başbakanı Menahem Begin ile el sıkışıyor.


İngiltere ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında yerini alan ABD, siyasal İslamcılardan çok iyi bir şekilde yararlandı, yararlanıyor. Bugün Arap âleminde ABD yanlısı ve işbirlikçisi tüm iktidarlar farklı düzey ve formatlarda kendilerini “İslamcı ya da Şeriatçı” olarak kabul edip öyle ilan etmektedir. Örneğin Suudi Arabistan Amerikan köleliğinde ön saflarda ama kral hazretleri “hadem el-haremin”dir. Yani kutsal mekânların (ABD adına) hizmetkârıdır. 56 Müslüman ülkede iktidarda olsun ya da olmasın tüm siyasal ve dinsel güçler hep din adına ülkeyi yönettiklerini söylerler. Birçoğunun anayasasında, “Kuran toplumun şeriatıdır” ya da “Yasama kaynaklarından en önemlisidir” türünden cümleler bulunmaktadır. Oysa Kuran-ı Kerim hiçbir ayetinde ABD, İngiltere, İsrail ve benzeri ülkelerle işbirliği yapılmasından söz etmiyor. Oysa bu ülkeler ve benzeri yandaşı ülke ve güçler Kuran’ı hep kendi çıkarları doğrultusunda kullanmış ve şimdi de yine Kuran-ı Kerim’i ve bu Kuran’a inananları kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu yolu da onlara Enver Sedat açmıştı.

NASIR’IN ATATÜRK SEVGİSİ

Atatürk hayranı ve “Askeri kıyafeti Atatürk’ten dolayı, siyasi liderliği de Gandi’den dolayı sevdim” diyen ve Nasır’ın 1970’te ölümünden sonra başkan olan Sedat, Batılılara yanaşmak için ilk önemli mesajını Nisan 1972’de verdi ve bir günde Mısır’da çalışan 70.000 kadar asker ve sivil Sovyet teknisyen ve danışmanını kovdu. Kasım 1977’de İsrail’e gidip Kenesset’te konuşma yaparak herkesi şaşırttı. Eylül 1978’de İsrail’le imzaladığı Camp David Antlaşması’yla Sedat tümüyle Batı’nın adamı olduğunu kanıtlayacaktı.

Gençliğinde Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan Benna’yla tanışan ve ‘onun iyi bir insan’ olduğunu yazıp anlatan Sedat’ın, Camp David Antlaşması’ndan dolayı İslamcılarla arası hızla bozulmaya başlamıştı. Suudi Arabistan İstihbarat Şefi Kemal Edhem ve CIA yöneticilerinin tüm çabalarına rağmen bozulan bu ilişkiler bir türlü düzelmedi. Eylül 1980’de Kahire’ye giderek ABD ve Sedat’ın birlikte İslamcılardan yararlanması gerektiğine dikkat çeken namıdeğer Bzrezinski bu İslamcıları Afganistan’ı işgal eden Sovyetler’e karşı Yeşil Kuşak teorisi içinde kullanabileceklerini söyledi. Ama tüm bu çabalara rağmen Sedat İslamcıları bir türlü sevmemişti. Kaide’nin şimdiki lideri Eymen Zavahiri’nin de kurucuları arasında olduğu El-Cihat grubu sonunda Sedat’ı 6 Ekim 1981’de askeri geçit töreni sırasında öldürdü. Başkanlık korumaları ise Hüsnü Mübarek’i alıp kaçırdılar. Çünkü Mübarek bir gün sonra başkan olacaktı. Mübarek ise, “Ne Nasır gibi sert ne de Sedat gibi yumuşak olacağım” diyerek işe başladı ve İslamcılarla diyalog kapılarını araladı. Hızla güçlenmelerinden tedirgin olan Mübarek yeniden İslamcılara karşı cephe aldı ve onlarla mücadele etmeye başladı. İslamcılar da toplumun farklı kesimlerinde örgütlenerek güç kazanmaya çalışıyorlardı. Mübarek’in sağ kolu olan ve ülkenin tüm istihbarat kurumlarından sorumlu Ömer Süleyman ise onların peşindeydi ama bu kontrol altına alınmalarına yetmedi. Birçok radikal İslamcı yakalanıp zindanlara atıldı ama Müslüman Kardeşler’e sınırlı da olsa çalışma izni resmi olmamakla birlikte veriliyordu. Ömer Süleyman ise Mübarek devrilmeden önce cumhurbaşkanı yardımcılığına atandı ancak halk karşı çıkınca bu plan işlemedi ve generaller ABD’nin talimatıyla darbe yaptı.

Ömer Süleyman dünyadaki her türlü İslamcı parti, hareket, grup, cemaat ve benzeri tüm oluşumları ve ilişkilerini çok iyi bilirdi. Süleyman; Mossad ve CIA’le de çok iyi ilişkileri olan bir istihbaratçıydı. Örneğin CIA’in işkence uçaklarında görev almış ve Kaidecilerle hep yakından ilgili olmuştu.

PEKİ SÜLEYMAN’A NE OLDU?

Önce Mayıs 2012’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday oldu. Adaylığı kabul edilmeyince ortadan kayboldu. Sonra da grip olunca ABD’ye gittiği söylendi. 12 Temmuz 2012’de de öldüğü haberi geldi. Hem de tüm sırları ile birlikte!!

YARIN: MURSİ NASIL İKTİDAR OLDU?

Hüsnü MAHALLİ, 1 Ağustos 2013

Re: Mısır Gerçeği / Hüsnü MAHALLİ

İletiGönderilme zamanı: Cum Ağu 02, 2013 14:09
gönderen Balasagun
Mursi nasıl iktidar oldu?

Muhammed Mursi, katılımın çok düşük olduğu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, toplam seçmenin ancak yüzde 22’sinin oyunu alarak Cumhurbaşkanı oldu ve peşinden yargıda kadrolaşmaya ve devleti İslamileştirmeye girişti.

2012 yılında İslamcıların kontrolündeki parlamento ve Şûra Meclisi yani senato yeni anayasa hazırlığı yaparken ülke cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanıyordu. 13 adayın çekiştiği seçimlerde Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi ile Mübarek’in eski Başbakanı Ahmet Şefik ikinci tura kaldı. 23-24 Mayıs ile 16-17 Haziran 2012’de yapılan ikinci turda oy kullanma oranı % 42 olarak gerçekleşti. Ve oyların % 51.71’ni alan Mursi başkan oldu. Yani %22 ile Mısır’ın başkanı oldu. Bu oranla oldu ama ilk iş olarak kendi yandaşlarını devletin önemli kurumlarının başına getirmeye başladı. İşe devlete bağlı basın-yayın organları ile başladı. Sonra başsavcıyı görevden aldı. Peşinden Müslüman Kardeşler yandaşlarını önemli valiliklere atadı.

ORDUDA TASFİYE

Ama Mursi en önemli ve şaşırtıcı kararını 13 Ağustos 2012’de alarak Genelkurmay Başkanı Anan ve Savunma Bakanı Tantavi’yi emekliye sevk etti. Mursi kendisine iktidar yolunu açan iki komutanı ve onlarla birlikte 70 emekliye sevk ederek orduyu ele geçireceğini düşünüyordu. Hatta o sıralar herkes Savunma Bakanlığı’na atanan El-Sisi’nin aslında Mursi’nin adamı olduğunu söylüyordu.

Kısa bir süre sonra bunun doğru olmadığı anlaşılacaktı. Çünkü El-Sisi bu göreve geldikten 6 ay sonra Başkan Mursi ile zıtlaşmaya başlayacaktı. Çünkü anayasanın tümüyle İslamcıların kontrolünde referanduma sunulması ve halkın bu referanduma ilgi göstermemesi ( katılım % 29 ) başta El-Sisi olmak üzere askereleri çok rahatsız etmişti. Bu arada Müslüman Kardeşler ile halkın diğer kesimleri arasında gerginlik hızla tırmanıyor ve ülke iç savaşa doğru sürükleniyordu. Çünkü iktidarı tek başlarına kontrol eden Müslüman Kardeşler Meclis çoğunluğuna güvenerek her şeyi yapabileceklerine inanıyordu. Üstelik çok da aceleci davranıyorlardı.

İSRAİL’E DOSTLUK MEKTUBU

İşte bu acelecilik başta askerler olmak üzere toplumun tüm kesimlerini rahatsız edip korkutuyordu. Bir Müslüman Kardeş olarak Mursi’nin İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e gönderdiği mektubun samimi ve duygusal dostluk mesajları içermesi herkesi kızdırmış ve şaşkına çevirmişti. Tıpkı Hamas’ı Türkiye ile Birlikte MOSSAD ile masaya oturtması ve Gazze ile sınır boyunca tünelleri yıkmasının herkesi kızıdırdığı gibi. Kızanların başında da başkanlık seçimlerinde Mübarek’in adamı Ahmet Şefik yerine Müslüman Kardeşlerin adayı Mursi’ye oy veren Tahrir gençleri ile ‘yetmez ama evet' diyerek Mursi’yi destekleyen liberal aydınlar. Yanıldıklarını erken anlayan bu kesimler de muhalefet cephesine katıldı. Tam da o sırada Mursi’nin ABD ve genel olarak Batı ile ilişkileri hızla bozuluyordu. IMF ve Dünya Bankası’ndan para alamayan Mursi’nin ise içte durumu giderek zorlaşıyordu. Mursi, çok zor durumda olan halkın hiçbir beklentisine karşılık veremeyerek beceriksiz olduğunu kanıtlıyordu. Çünkü Müslüman Kardeşler tarihlerinde ilk kez iktidar olmuştu ve hiçbir siyasal, ekonomik ve sosyal programları yoktu. Bu nedenle her şeyi ele geçirmek için çok aceleci davranıyorlardı. Müslüman Kardeşler iktidarından destek ve yardım alan her türlü İslamcı grup da hızla güçleniyor ve radikalleşiyordu. Bu da ABD ve Batıyı tedirgin ediyordu. Üstelik Müslüman Kardeşler’in Libya, Mısır, Tunus, Fas ve Türkiye’deki iktidarı Suriye’de Esad’ın devrilmesine yetmemişti. Oysa Suriye bölgesel, Arapsal ve uluslararası hesaplar açısından Mısır için stratejik öneme sahip bir ülkedir. Nitekim Suriye krizinin başladığı ilk günden itibaren Şam karşıtı tüm bölgesel oyunlar hep Kahire’de serginlendi ama işe yaramadı.

SONUNU SURİYE GETİRDİ

Mursi’nin Suriye konusundaki son hamlesi kendi sonunu getirecekti. 15 Haziran 2012’de halka yönelik bir konuşma yapan Mursi heyecanını kontrol etmeyerek Suriye ile ilişkilerin kesildiğini söyledi. Generaller bu işe çok kızmıştı. Çünkü Mısırlı generallere göre İsrail ile olan tarihsel hesaplaşmanın doğu cephesinde Suriye var ve hep öyle kalmalıdır. Musri’nin bu İslamcı duygusal kararı askerleri çok kızdırmış ve Mursi’den kurtulma kararlarını uygulamaya koymak için hızlı davranmaya itmiştir. Çünkü El-Sisi ve ordu yönetimi son 4-5 ayda Başkan Mursi’ye gidip ‘muhalefetle diyalog kur, söylediklerini dinle ve gerektiğinde erken seçimi düşün’ türünden telkinlerde bulunuyor ve baskı yapıyorlardı. Ancak Mursi ‘anayasal meşruluğuna ve meclis çoğunluğuna’ güvenerek ve biraz da Ankara’dan aldığı telkinlerle ne askerleri ne de sivil muhalefeti dinliyordu. Hem de danışmanlarının , sözcülerinin, hükümet sözcülerinin ve 6 bakanın istifasına rağmen. Bu sırada binlerce Mısırlı Müslüman Kardeş ise Türkiye’de misafir ediliyor ve farklı alanlarda eğitilerek hızla ülkelerine gönderiliyordu. Mısırlı Müslüman Kardeşlerin akıl babaları olduğu kadar hocaları da AKP idi...

MÜSLÜMAN KARDEŞLER KİMDİR?

1927’de üniversiteden mezun olan Hasan El-Benna Mısır’ın İsmailiye kentinde öğretmenliğe başladı ve Mart 1928’de 6 arkadaşı ile birlikte Müslüman Kardeşler örgütünü kurdu. Örgüt ; Müslüman bir birey, aile, toplum, hükümet ve devlet için mücadele edeceğini açıklamıştı. Mısır ise o sıralar daha çok İngilizlerin kontrol ettiği hükümetler tarafından yönetiliyordu. Müslüman Kardeşler ise onlara karşı tavrı ile dikkat çekiyordu. Müslüman Kardeşler İsrail devletinin kuruluş sürecinde (1947-1948) Filistin’e gönderdiği gönüllerle daha da ünlendi ve güç kazandı. Filistin’den dönen Müslüman Kardeşler içerde eylemlere hazırlanmaya başladı. Başbakan Nagraşi Aralık 1948’de ulusal güvenliği tehdit ettiği gerekçesiyle Müslüman Kardeşler örgütünü yasakladı ve mallarına el koydu. Nagraşi daha sonra öldürüldü tıpkı Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan El-Benna gibi ( 12-2-1949) gibi. Cemal Abdulnasır’ın baş rol oynadığı ve ülkeyi krallıktan çağdaş bir cumhuriyete taşıdığı 23 Temmuz 1952 devrimi ya da darbesi ile Müslüman Kardeşler yeni bir döneme hazırlandı. Başlangıçta Nasır ve devrim konseyi üyesi Sedat ile yakın ilişkiler geliştirmeye çalışan Müslüman Kadeşler Nasır’ın giderek sola kayması ile iktidar ile ilişkilerini gerginleştirmeye başladılar. Bunu fırsat bilen İngiltere ve ABD Müslüman Kardeşlere çengel attı. Müslüman Kardeşler artık Soğuk Savaşın en önemli figürlerinden biri olmuştu. Çünkü ABD ve İngiltere İslamı Komünizme, Sovyetler Birliği’ne, her türlü sola ve genel olarak Nasır’ın temsil ettiği Arap milliyetçiliğine karşı kullanmaya başlamıştı. Bunda da hep başarılı oldu.

NASIR’A SUİKAST

26 Ekim 1954’te Müslüman Kardeşler CIA’nin bir planı ile Nasır’ı öldürmeye kalkıştı ama başarılı olmadılar. Müslüman Kardeşler ile CIA ve MI6 arasında artık çok ciddi ve günlük işbirliği başlamıştı. Nitekim Müslüman Kardeşler Temmuz 1965’te bir kez daha daha Nasır’ı öldürmeye kalkıştı ama yine başarılı olmadı. Nasır da bunun intikamını Müslüman Kardeşlerin ideologu olan Seyyid Kutup’ı idam ettirdi. Müslüman Kardeşler ile Nasır ve bölgedeki tüm sol kesimler arasında savaş en kızgın hali ile devam ediyordu. Bunu fırsat bilen ABD ve Batı anti-komünist Müslüman ülkeleri İslam Konferası Örgütünde bir araya getirdi (1969). Hem de İsrail’in Mısır, Suriye ve Ürdün’ü Haziran 1967 savaşında yenmesinden sonra...

YEŞİL KUŞAK

ABD bölgede istediği her şeyi yapıyordu.. Hem de İdeolojik kaynakları Müslüman Kardeşler olan İslamcılar üzerinden.. İşte Brzezinski’nin ‘Yeşil Kuşak’ teorisi de böyle bir ortamda geliştirildi. Yani ABD İslamı kullanarak Sovyetler Birliğini dağıtacaktı.. Ya da İslamcılar hep ABD’nin emrinde olacaktı.. Bu tüm Arap ve müslüman ülkelerde hep böyle oldu.. Ama Afganistan’da farklı oldu..Çünkü dünyanın tüm İslamcıları CIA ile işbirliği yaparak Sovyet işgaline karşı savaşmaya başladı. Bilerek ya da bilmeyerek. Tabii Suudilerin ve zengin Körfez ülkelerinin Kral, Emir ve Şeyhlerinin parası ile... Sonrası da malum.. Kaide, 11 Eylül, Afganistan ve Irak işgali ve şimdi de ‘Arap Baharı’... İslamcılar baş rolde .. Farklı, çelişkili ve karmaşık konumlarda olmalarına rağmen...

MISIR ORDUSU’NUN SİYASETTEKİ YERİ

MÖ 3200 yılından itibaren Mısır’ı yöneten Firavn’ların ne kadar asker olduklarını bilmiyorum ama bu ülkeyi yöneten sonraki tüm uygarlıkların örneğin Grekler, Romalılar, Araplar, Osmanlılar ve son olark İngilizlerin hemen hemen tümü asker kökenliydi. Tıpkı son dönem Mısır’ı yönetenler gibi .. 23 Temmuz 1952’de askeri darbe ile işbaşına gelen Nasır, onun yardımcısı Sedat ve onun yardımcısı Mübarek...

ORDUNUN EKONOMİK GÜCÜ

Durum öyle olunca doğal olarak askerler hep forslu ve dolaysıyla etkili ve yetkili oluyor. Bu da yetmiyor ekonomik gücü de ele geçiriyorlar. Örneğin yapılan araştırmalarda Mısır Ordusu ülke ekonomisinin neredeyse % 25’ni kontrol ediyor. Ordu tüm karmaşık çıkar ilişkileri ile fabrikaları, hastaneleri, turizm tesisleri, AVM’leri ve daha neleri var. Üstelik anayasa gereği parlamentonun bunların hesaplarını inceleme yetkisi yok. Yabancı stratejik araştırma kurumlarına göre bölgenin en önemli ordularından biri olduğu söylenen Mısır Ordusu bu gücü ile doğal olarak Batı’nın ilgisini çekmiştir.

ABD YARDIMI

1978 Camp David Anlaşması işte bu ilgi çerçevesinde ABD arabuluculuğu ile Sedat ve Begin arasında imzalanmıştır. Amaç Mısır Ordusunu İsrail için bir tehlike olmaktan çıkartmaktı. Bunun için de ‘Washington her yıl Mısır Ordusu’na 1.3 milyar dolar vermektedir’ denir. Oysa bu doğru değil. Bu paranın büyük bölümü Mısır Ordusu’na silah satan Amerikan şirketlerine verilmektedir. Bir taşta iki kuş vurulmaktadır. Mısır Ordusu Amerikan silahları ile yeniden örgütlenmekte diğer yandan Amerikan silah şirketlerine iş çıkmaktadır. ABD her yıl Mısır ordusundan 150 kadar üst düzey komutanı Amerikan harp okullarında eğitmektedir. Bunlar arasında şu andaki Savunma Bakanı El-Sisi de var. Ancak Camp David’ten bu yana devam eden ve binlerce generali kapsayan bu beyin yıkamaya rağmen Amerikalılar bir çok Mısırlı generalin milli ve yurtsever duygu ve inançlarını yok edemedi. Son askeri müdaheleye de bu çerçevede bakılabilir. Sonuçta ne kadar ABD işbirlikçisi olursa olsun Mısır’lı generallere göre Mısır’ın tarihsel, dinsel, milli ve coğrafi düşmanı İsrail’dir. Bu gerçek, Mısırlı generallerin beyinlerinin bir yerinde her zaman var olmuştur. Tabii kendi kişisel ve kurumsal çıkarları ile birlikte... Bu gerçekleri ve Mısır Ordusunun tüm sırlarını bilen ABD ise bir tek şeyi önemsiyor: Bu ordu ve dolaysıyla 90 milyon nüfusu ile Mısır binlerece yıl önce bu ülkeden kaçan İsrailoğulları için tehlike oluşturmamalıdır. ABD’nin şimdiki Mısır hesapları da bu çerçevededir. Tıpkı bir zamanlar Türk Ordusu’nu da Sovyetler Birliği’ne ve bölgesel komünistlere karşı kullanma hesapları yaptığı gibi..


Hüsnü MAHALLİ, 2 Ağustos 2013

Re: Mısır Gerçeği / Hüsnü MAHALLİ

İletiGönderilme zamanı: Cmt Ağu 03, 2013 15:19
gönderen Balasagun
Böyle devrildi Mursi

Usta gazeteci Hüsnü Mahalli, “Mısır Gerçeği; Mısır’da ne ve neden oldu?” yazı dizisinde bugün Mursi’nin devrilmesini anlatıyor. Ama sadece bu değil. Mursi’nin mensubu olduğu Müslüman Kardeşlerin bölgedeki faaliyetlerini de irdeliyor.

Halk hareketi sonrasında Hüsnü Mübarek’i deviren generaller, yine halk hareketi sonrasında Mursi’yi devirdi. Mübarek’i deviren orduyu kutlayan Ankara, Mursi’yi deviren aynı orduya çok kızmıştı.

Muhalefet 30 Haziran mitinglerine hazırlanırken Müslüman Kardeşler destekli Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi kendi yandaşlarına “Sokağa çıkın” dedi. Durum gittikçe gerginleşiyordu. Askerlerin ‘Halkı yatıştırın ‘telkinlerine de kulağını tıkayan Mursi, birçok kentte meydanları dolduran 20 milyon Mısırlı’yı dinlemeyeceğini söyledi ve 2 Temmuz gecesi yaptığı son konuşmasında onlarca kez “Ben anayasal meşruluğu temsil ediyorum” dedi. Dedi ama ertesi gün iktidardan düşürüldü. Düşürüldü ama başta ABD olmak üzere hiç kimse de ‘Mısır’da darbe oldu’ demedi.

KATAR BİLE SESSİZ KALDI

ABD’nin bölgesel müttefikleri Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE ve diğerleri Mübarek’i deviren generallere destek verdikleri gibi, Mursi’yi deviren generallere de destek verdiler. Bu ülkeler daha ilk günde yeni yönetime milyarlarca dolar yardım etti. Müslüman Kardeşler hariç Mısır halkı rahatlamıştı. Dışarda ise Mübarek’i deviren orduyu kutlayan Ankara çok kızmıştı Mursi’yi deviren aynı orduya. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun stratejik müttefiği ve kişisel dostları olan Katarlı Şeyh Hamed bile sessiz kalmayı tercih etti.

SEÇİM SÖZÜ

Bu durumdan yararlanan yeni yönetim işe hızlı bir şekilde başladı. Anayasa askıya alında, geçici başkan ve hükümet atandı, yeni anayasa için özel bir kurul oluşturuldu, 6 ay içinde seçim yapılacağı sözü verildi.

İHVAN KABULLENMEDİ

Zaman zaman yaşanan gerginlik ve kanlı çatışmalara rağmen durum giderek normalleşir. Ama her şeye rağmen Müslüman Kardeşler’in (İhvan) bu yeni durumu kabullenmeleri pek de kolay değildi. Çünkü ilk kez iktidar olmuşlardı ve iktidarın nimetlerinden yararlanmaya başlamışlardı. Yapılacak seçimlerde tekrar iktidar olmazlarsa işte o zaman ortam gerginleşebilir. Çünkü ordu ve muhalefet Müslüman Kardeşler’in yeniden iktidara gelmemesi için her şeyi yapıyor, yapacaktır. Müslüman Kardeşler’in lider ve şeyhlerinin söylemlerine bakılırsa ülke kanlı bir çatışmaya sürüklenebilir.

RADİKALİZM TEHLİKESİ

Müslüman Kardeşler ve yandaşı gruplar giderek radikalleşebilir ve belki de İslamın radikalleşmesi ihalesi onlara ve onların bölgesel ve uluslararası yandaşlarına verilir. Üstelik Mısır dinsel, siyasal ve toplumsal yapısı ile provakasiyona uygun bir coğrafaya. Ülkede 10 milyon Kıpti Hıristiyan ve Müslüman Kardeşlerle hareket ettikleri görülen çok sayıda radikal İslamcı grup var. Hepsi de provakasiyon için pusuda. Tıpkı bölgesel ve uluslararası istihbarat örgütleri gibi. Müslüman Kardeşler’in ise 72 ülkede kolu var ve bunların temsilcileri Mursi’nin devrilmesinden sonra 14 Temmuz’da İstanbul’da toplanıp ortak strtejileri konuşmuşlardı.

SURİYE VE TARİHİN TEKERRÜRÜ

1976’de Lübnan’da iç savaş başlayınca komşu ülke Suriye o savaşın direkt tarafı oldu. Bunu fırsat bilen Müslüman Kardeşler (İhvan) Hafız Esad’ın ‘dikta’ yönetimini bahane ederek kademeli olarak bir ayaklanma başlattı. Onlara göre Hafız Esad ve iktidarı Alevi dolaysıyla öldürülmeleri gerekiyordu. Subayların öldürülmesi ile başlayan bu ayaklanma süreç içinde herkesi hedef almaya başladı. Müslüman Kardeşler militanları hergün devlet kurumlarına, aydınlara, askerlere, doktorlara, hocalara ve Baas yanlısı olarak bildikleri ya da sandıkları herkese yönelik kanlı saldırılar düzenliyorlardı. Hergün onlarca kişi öldürülüyordu.

İHVAN’A BATI DESTEĞİ

Suriye, Mısır Cumhurbaşkanı Sedat’ın 1977’de İsrail’i ziyaret etmesi ve bir yıl sonra İsrail ile Camp David Anlaşmasını imzalamasına karşı gelince İsrail ve Batı intikam almak istedi. Devreye giren CIA Ürdün ve Irak yönetimleri ile işbirliği yaparak Müslüman Kardeşler’e yoğun askeri destek sağladı. Paralar klasik olarak yine Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden...

ESAD’A SUİKAST

Bundan yararlanan Müslüman Kardeşler saldırılarını yoğunlaştırdı ve Haziran 1980’de Başkan Hafız Esad’a suikast girişiminde bulundular. Bu ve sonraki suikastlardan kurtulan Esad yakalanan birçok Müslüman Kardeş militanını idam ettirdi. Geri adım atmayan Müslüman Kardeşler CİA, Mİ6, Mossad ve bölgesel ve uluslararası güç ve devletlerden aldıkları destekle saldırlarını yoğunlaştırdı ve hergün onlarca kişiyi öldürmeye başladılar. İnsanlar sokakağı çıkamaz ve bombalamanın hedefi olan askeri kışlalar, polis karakolları, devlet organları, üniversiteler, barolar ve benzeri kurumlar çalışamaz olmuştu.

HAMA AYAKLANMASI

Ne kadar da benziyor şimdiki duruma!!! Şubat 1982’ye gelindiğinde Müslüman Kardeşler kapsamlı ayaklanma çağırısı yaptı. Bunun önlemini alan ordu ve istihbarat Halep’te başlaması planlanan ayaklanmanın liderlerini o gece yakaladı. Telefonlar kesilince Hama kentindekiler bundan habersiz olarak ertesi sabah ayakalanma başlattıklarında ordu kenti kuşatmıştı. ‘Teslim olun’ çağırılarına önceden depolanan ağır silahlarla karşılık veren Müslüman Kardeşler Halep’teki durumdan habrersiz saldırılarına devam ettiler. Bir gün süreyle karşılık vermeyen Suriye Ordusu Müslüman Kardeşlerin saldırısı daha da yoğunlaşınca Müslüman Kardeş militanlarının yoğun bulunduğu bölgeleri bomblamaya başladı. 6 gün süren bombalama ve çatışmalar sonucu ordu kenti ele geçirdi. Kentin birçok yeri yıkılmış ve binlerce Müslüman Kardeşler militanı öldürülmüştü.Tarihe geçen olay işte böyle gelişmiş ve Hama Katliamı olarak anılmaya başlamıştı.

Yani hiç kimse bu katliamın neden ve nasıl geliştiğini anlatmak istemez. Hiç kimse 1976-1982 yılları arasında Müslüman Kardeşler militanlarının bölgesel ve uluslararası devlet ve güçlerden aldığı yardım ve destekle ne tür katliamlar yaptığını anlatmaz.

Tıpkı şimdi ‘ÖSO’ ya da Nusra ve diğer silahlı grupların Suriye’de yaptıklarını anlatmadıkları gibi!
Hepsinin ideolojik kökeni Müslüman Kardeşler. Boşuna dememiş Mehmet Akif “Ders alınmazsa hep tekerrür eder tarih.”

BİR LABORATUVAR OLARAK CEZAYİR

1980’li yılların başı ve özellikle Kaide’nin kurulduğu 1988’den sonra yüzlerce Cezayirli genç Afganistan’da savaştı. Sovyet işgalinin son bulmasıyla ülkesine dönen bu gençler, “Bağımsızlıktan bu yana ülkeyi yöneten solculardan –ki onlara göre bunlar komünistti– kurtulma zamanı geldi” diyerek hızla örgütlenmeye başladılar. Silah ve para bulmak ise pek zor değildi. Çünkü arkalarında CIA vardı. CIA ise Cezayir’de etkin olan Sovyetler Birliği ve Fransa’dan kurtulmak istiyordu.

CEZAYİR BAHARI

Ekim 1988’de, yani Kaide’nin kurulmasından iki ay sonra Cezayir’in başkenti Cezayir’de büyük gösteriler yapıldı. Gösterilere “Cezayir Baharı” denildi. Bazıları da “Ekmek Gösterileri” dedi. Günlerce süren bu gösteriler sonrasında Cumhurbaşkanı Şazili Bin Cedid anayasada değişiklikler önerdi ve çok partili sisteme geçmeyi kararlaştırdı. Bunun üzerine birçok İslamcı genç bir araya gelerek FIS, yani Kurtuluş İçin İslami Cephe örgütünü kurdu. Liderliğini Abbas Medeni ve Ali Bilhac’ın yaptığı Cephe, Haziran 1989’da yapılan yerel seçimlerde 1.200 kadar belediyenin 856’sını kazandı. Çünkü halk iktidardaki partinin yolsuzluk ve başarısız ekonomi politikalarından bıkmıştı.

ASKERLER YÖNETİME EL KOYDU

Herkesi şaşırtan bu sonuç içte ve dışta tartışmalara neden oldu. Ancak katı laik ve Fransa destekli Başkan Bin Cedid Batının ve içteki askerlerin duruma müdahale etme çağrılarına rağmen parlamento seçimlerinin yapılması kararından geri adım atmadı. Aralık 1991’de yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda bu kez birçok İslami grupla birleşen ve ortak olarak seçime giren İslami Cephe 228 sandalyeden 188’ini kazandı. İktidardaki Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi Partisi ise 16 sandalye kazanmıştı. Bunun üzerine ülkeyi bağımsızlıktan bu yana yöneten Kurtuluş Cephesi ve ona bağlı sivil-asker bürokrasi gidişatın tehlikeli olduğuna karar vererek ikinci turun iptalini sağladı ve kısa bir süre sonra askerler yönetime el koydu.

200 BİN KİŞİ ÖLDÜ

Dönemin Fransa Başkanı François Mitterand, “Fransa, İslamcıların komşu Cezayir’de iktidara gelmesini engellemek için hemen askeri müdahaleye hazırdır” diyecekti. İktidara gelen askerler şimdi Arap Baharı’nı destekleyen Batı’dan aldıkları destekle ilk iş olarak FIS’ı yasakladılar. Buna hazırlıklı olan FIS derhal silahlı mücadeleye başladı. Bugüne kadar süren iç savaşta en az 200 bin insan öldü. Şimdiki Cumhurbaşkanı Butaflika sorunun çözümüne yönelik birçok af ya da toplumsal barış ve milli mutabakat yasaları çıkardı ve FIS’ı parçalamak için çok uğraştı. Bunda da başarılı olduğu söylenebilir. Çünkü 2007’de yapılan seçimlerde oyların %18’ini alan 5 İslamcı parti Mayıs 2012’de yani ‘Arap Baharı’nın gölgesinde yapılan ve seçmenlerin ancak % 43’ünün sandığa gittiği seçimlerde 462 sandalyenin yalnızca 48’ni kazanacaktı. Demek ki Butaflika’nın İslamcılara yönelik politikası işe yaramış ve halk ne yapacağı belli olmayan İslamcılara ‘Arap Baharı’nın rüzgarına rağmen oy vermemişti. Nitekim halk bağımsızlıktan bu yana ülkeyi yöneten Ulusal Kurtuluş Cephesi Partisi, sol eğilimli Demokrasi İçin Ulusal Birlik ve ılımlı Müslümanları temsil eden Barış Toplumu Hareketi koalisyonuna oyunu vermişti.

BÜYÜK OYUN

1989-1991’de İslamcılara karşı tavır alan Batılı ülkeler bu kez de sesini çıkarmadı. Bağımsızlığının ellinci yıl dönümünü kutlayan Cezayir’in geleceği daha çok Fransa’yı ilgilendirecektir. Bunun da birçok nedeni vardır. Çünkü Cezayir eski bir Fransız sömürgesi ve Cezayirlilerin ezici çoğunluğu Fransızcayı Arapçadan daha iyi konuşuyor. Ama daha önemlisi Fransa’da en az 7 milyon Cezayir kökenli insan yaşıyor ve bunların sosyal, kültürel ve dinsel problemleri, dinsel ve etnik ırkçılığın giderek yükseldiği Fransa’da ciddi sıkıntılara neden olmaktadır. Amerikan, Fransız, Rus, Çin ve diğer uluslararası petrol şirketlerinin iştahını kabartan Cezayir’in doğalgaz ve petrol kaynakları ise Cezayir’e yönelik ilginin bir diğer nedenidir. Çünkü günde 2 milyon varil petrol ve yılda 85 milyar metreküp doğalgaz üreten bir ülke yalnızca “demokrasi”den dolayı Batı’nın ilgisini çekmeyecektir. Üstelik bu ülke Batı’ya çok yakın ve petrol ve doğalgaz zengini Körfez ülkelerinden farklı olarak bölgesel herhangi bir risk taşımamaktadır. 2,4 milyon kilometrekarelik yüzölçümü ve olağanüstü yeraltı zenginlikleriyle Cezayir Fransızların iştahını 132 yıl kabartmışsa bundan sonra da Fransızlarla birlikte Amerikalıların ve yandaşı tüm ülkelerin iştahını kabartacaktır. Hele hele bu zenginliklerin büyük bölümü bağımsızlıktan bu yana Sovyetler Birliği ya da şimdiki adıyla Rusya’ya akıyorsa. Belki de bu nedenle Libya’yı kaybeden Moskova, ABD ve yandaşlarının bölgeye yönelik planlarına karşı çıkıyor ve son kale Suriye’nin arkasında duruyor.


Hüsnü MAHALLİ, 3 Ağustos 2013

Re: Mısır Gerçeği / Hüsnü MAHALLİ

İletiGönderilme zamanı: Pzr Ağu 04, 2013 13:31
gönderen Balasagun
Şimdi ne olacak?

Müslümanlarla, Hıristiyan Kıptilerin olası kapışması ya da kapıştırılması var. Bir yandan gerginlik ve çatışmalar devam edecek diğer yandan olağanüstü iç ve dış provakasyonlar olmazsa normalleşme süreci de adım adım ilerleyecek. Yeni anayasa referandumu ve parlamento seçimlerinden sonra yeni başkan seçilecek. Müslüman Kardeşler kaybedeceklerini yani yeniden iktidar olmayacaklarını anladıkları andan itibaren ülkeyi kaosa sürükleyebilirler. Onlara bu çabasında mutlaka destek verecek bölgesel ve uluslararası güçler olacaktır. Çünkü Mısır’ın istikrara kavuşup önemli ve güçlü bir ülke olmasını istemeyen bir çok ülke vardır. Bu ülkelerin başında da İsrail gelir.

İSRAİL’İN PLANI

Nasıl ki Irak’ın işgal edilip perişan edilmesinden ve Suriye’nin demokrasi adına iç savaşa sürüklenmesinden İsrail tek kazançlı çıktıysa Mısır’ın iç savaşa sürüklenmesinden de İsrail büyük kazanç sağlayacaktır. Hele hele Mısır’da olup bitenler Müslüman Kardeşler’in koalisyonlarla da olsa iktidarda olduğu Tunus, Fas, ve Libya’yı etkilerse. Öyle sinyaller de gelir oralardan..

İHVAN SEÇİMİ KAYBEDERSE

Çünkü Mısır’daki Müslüman Kardeşler olayı şu anda Arap âleminde çok geniş ve farklı boyutları ile tartışılıyor ve herkes kendine göre sonuç ve dersler çıkarıyor. Bu tartışmaların özeti ise: Yapılacak seçimlerde Müslüman Kardeşler tekrar iktidara gelmezse o zaman işleri çok zor olacak. Ya zaman içinde ve gelecek yeni iktidarın başarılarına paralel olarak güçlerini kaybedecekler ya da radikalleşerek farklı bir alanda savaşacaklardır. Bu da Kaide ve benzeri örgütlerin işine yarar. Çünkü dünyadaki tüm radikal İslamcı örgütlerin kökeni Müslüman Kardeşler’dir ve Kaide’nin şimdiki lideri Eymen Zavahiri orjin olarak Mısırlı ve Müslüman Kardeşler kökenlidir. Kardeşi de şu anda Mısır’da ve İslami hareketin önemli isimlerinden.. Muhalefet ve ordunun ne yapıp yapıp Müslüman Kardeşlerin tekrar iktidara gelmesini önleyeceği kesindir.

BATI VE İSLAMCILAR

Müslüman Kardeşler’i bir yıl süre ile deneyip sonuçlar çıkaran ABD ve genel olarak Batının ise ne yapacağı şimdilik belli değil. Batı önümüzdeki 5-6 ay içinde Suriye’deki gelişmeler ve İsrail-Filistin barış sürecinin gelişime bağlı olarak Mısır’daki politikasını belirleyecektir. Daha açık bir ifade ile Batı bu ve benzeri gelişmelerin seyrine göre önümüzdeki dönemde İslamcılara olan desteğini ya azaltacak ya da durduracak. Bu arada asker ve laik muhalefetin kendisi ile gelişecek ilişkilerini ve bunların politik ve ekonomik becerilerini değerlendirecektir.

HIRİSTİYANLAR VE SELEFİLER

Yani böyle bir Batı doğal olarak Mısır’daki Müslüman Kardeşlerle olan dayanışmasından vazgeçebilir. Böyle bir durum bölgedeki radikallerin işine yarayacak ve belki de Batı onları Suudilerin desteğindeki Selefilerle dengelemeye çalışacaktır. Yani Irak’la başlayarak tüm bölgeye yaygınlaştırılmak istenen Şiilerle Sünnilerin savaşı belki de şimdi Sünnilerle Sünnileri içine alacaktır. Nasıl olsa artık ortada Sovyetler Birliği, komünistler ve sol parti ve güçler yok.
Tabi yedekte Müslümanlarla Hıristiyan Kıptilerin olası kapışması ya da kapıştırılması var.

TÜRKİYE NE YAPACAK?

Kahire’deki askeri müdahaleye karşı tepki gösteren tek ülke Türkiye. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün daha yumuşak tavırına rağmen Başbakan Erdoğan ve bir çok AKP hükümet ve parti yöneticisi hergün Mısır ile ilgili çok sert demeçlerle Müslüman Kardeşler’e destek veriyorlar.

Yeni Mısır yönetimi de sessiz kalamayarak Ankara’ya ‘İç işlerimize fazla karışmayın ve Mısır’ın büyük bir ülke olduğunu unutmayın’ diyordu.. Mısır medyası ise Müslüman Kardeşler’e destek veren AKP’ye savaş ilan etmiş durumda.

EN ÖNEMLİ MÜTTEFİK

Oysa Müslüman Kardeşler hem AKP’nin ideolojik kaynağı hem de bölgesel siyasal projesinin en önemli müttefiğidir. Yani Arap ve İslam alemi ile ilgili tüm söylem ve planlarında Başbakan Erdoğan ve Bakan Davutoğlu Mısır’ı en önemli ve olmazsa olmaz müttefik olarak görüyorlardı. Hem de Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte. Ancak Suudilerin kendilerinden bekleneni yaparak Ankara’ya kazık atması, Kahire’deki yeni yönetime destek vermesi ve Katar’ın da ABD’nin sopasından korkarak sessiz kalması Başbakan Erdoğan’ı çok zor durumda bıraktı. Tam da Ankara’nın Suriye ile ilgili tüm politikalarında başarısız ve bölgenin iki önemli ülkesi Irak ve İran ile düşman olduğu bir sırada. Başbakan Erdoğan’ı mezhepsel söylemler konusunda provake ederek destek veren Suudi Arabistan, Katar ve Körfez ülkeleri artık Ankara’nın yanında değil ve olmayacaklardır. Özetle Mursi devrildi ama mutlak kaybeden Başbakan Erdoğan ve AKP. Mursi’siz bir Erdoğan artık bölgede hiçbir şey yapamaz.

Mursi’siz ve aynı zamanda birçok Arap ülkesinin Müslüman Kardeşler’e cephe almasıyla yalnız bırakılan bir Erdoğan bölgede hiç bir projesini gerçekleştiremeyecektir. Yani Erdoğan ve AKP artık Arap ve Müslüman ülkeler için bir model değildir. Suudiler asla bunu izin vermezler.. Model olmaktan çıkmış ya da çıkarılmış bir Erdoğan’ın BOP içinde ‘Eş Başkan’ olmasının da bir anlamı kalmayacaktır. Hele hele ABD yeni bölgesel denklemler içinde BOP’tan vaz geçer ya da yeniden formatlarsa. BOP’suz ya da yeni formatı ile BOP’lu bir Arap ve İslam âleminin nasıl bir şey olacağını ise Mısır seçimleri, Suriye’deki gelişmeler ve bu gelişmelerin bölgesel yansımaları, Ruhani yönetiminde İran ile Batı arasındaki yeni ilişkiler, Irak ve Lübnan’ın geleceği ve son olarak en önemlisi olası Kürt devleti hesapları belirleyecektir. Böylesi karmaşık denklemler içinde Müslüman Kardeşler’in Mısır ve Suriye’de kaybetmesi Başbakan Erdoğan’ı bölgesel ilişkilerinde yalnızlaştıracaktır.

AKP’NİN DİLEMMASI

Bundan böyle hiç kimse Ankara’ya gidip gelmeyecektir. Bölgede Başbakan Erdoğan’ın tek müttefiği kalcaktır: Bölgede herkesin ya karşı ya da düşman olduğu Müslüman Kardeşler... Ya da Kuzey Irak’taki Kürtler... Sorun da o zaman başlıyor. Çünkü Mısır’daki gelişmelere tepki olarak Müslüman Kardeşler radikalleşirse o zaman Başbakan Erdoğan ne yapacaktır? Ya da Irak ve bölgedeki Kürtler Ankara’nın beklentilerinin tersine kendi planlarını uygularlarsa Başbakan ne yapacaktır? Ya da Suriye’de Kürtlerle İslamcılar karşı karşıya geldiğinde ki geldi, Ankara nasıl ve kimden yana olacaktır? Başbakan ya Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in radikal söylem ve davranışına sahip çıkacak ve Suriye’de olduğu gibi onlara destek verecektir ya da o da Katar ve Suudi Arabistan gibi var olan tavrından vazgeçip onları yalnız bırakacaktır.

RADİKALLER VE TÜRKİYE

Başbakan Erdoğan için bu kolay bir seçim olmayacak. Türkiye gibi bir ülke AKP yönetiminde olsa bile bölgesel dengeler içinde radikallerin yanında daha fazla olamaz. Bu, Türkiye’nin siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel ve dinsel olarak tüm verileriyle çelişir. Başbakan Erdoğan tüm bu çelişkileri göze alır mı bilinmez ama farklı etnik, mezhepsel, sosyal ve siyasal farklılıkları ile Türk toplumu bunu kaldıramaz.
Arap İslamcıları, AKP gibi ‘yumuşak’ ve Arap olmayan bir İslamcı partinin kendilerine model ve önderlik etmesinden hoşnut değiller ve olmayacaklardır. Çünkü sonuçta Müslüman Kardeşler örgütünü onlar kurmuş ve dini, dillerinden dolayı başkalarından çok daha iyi anlıyor ve uyguluyorlar. En azından onlar öyle düşünüyor...

ANKARA YALNIZ VE ÇARESİZ

Arap İslamcılarıyla AKP’nin düşüncesi hep ters düşecektir. Tıpkı diğer konularda olduğu gibi.. Örneğin bölgenin geleceği .. AKP bölgeyi kendi planları çerçevesinde şekillendirmeye çalışırken bölgede bulunan ve bulunmayan herkes de benzer hesaplar yapmaktadır. Suriye’de yaşanan olaylar ve ülkenin geldiği durum bunun somut kanıtırdır. Müslüman Kardeşler’in bu ülkede iktidara geleceğini hesaplayarak politika yürüten Ankara’nın şimdi geldiği duruma bakın. Müslüman Kardeşler iktidara gelmedi, Mursi iktidardan düştü, Suriye dosyası Suudilerin kontrolüne geçti, Türkiye sınırından girerek Nusra ve benzeri Kaide’ci gruplara katılan radikal İslamcı militanlar Ankara’nın başına bela oldu ve daha da olacak. Bu arada PKK yanlısı PYD Suriye’nin Türkiye ile olan sınırının 550 kilometresini kontrol eder duruma geldi. Ankara yalnız, tek başına ve çaresiz. Böyle bir Ankara’nın Başbakan Erdoğan’ın moralini bozacağı kesindir. Morali bozuk bir Başbakan içte de kendi plan ve projelerini uygulayamaz bir duruma düşebilir. Örneğin başkanlık sistemi konusunda. Örneğin ikinci Yauz Sultan olma konusunda!


Hüsnü MAHALLİ, 4 Ağustos 2013

Re: Mısır Gerçeği / Hüsnü MAHALLİ

İletiGönderilme zamanı: Pzt Ağu 05, 2013 11:28
gönderen Balasagun
İslamcılık ve demokrasi

Gazetemiz yazarı Hüsnü Mahalli’nin kaleme aldığı “Mısır Gerçeği; Mısır’da ne ve neden oldu” başlıklı yazı dizisi “İslamcılık ve demokrasi” makalesiyle sona eriyor.

Müslüman Kardeşler’in iktidara geldikten sonra adım adım demokratikleşmekte olduğu, Mursi’nin devrilmesiyle bu sürecin kesildiği sıkça dile getirilen bir iddia... Oysa İhvan’ın yapısı ve ideolojisi demokrasiyle uyuşmuyor.

Siyasal kavramlar içinde Müslüman Kardeşler’in ne tür bir toplum ve devlet amaçladıklarını dizinin önceki bölümlerinde özetlemeye çalışmıştım. Söylem ile pratik arasında farklılıkları görmek ise işin özünü oluşturur. Yani Batı siyaset kuramları içinde İslamı ve İslamın siyasal değer ve kavramlarını yorumlamak ya da bir yerlere oturtmak her zaman yanıltıcı olmuştur ve olacaktır. Örneğin Suriye ve geçmişte Mısır’da Müslüman Kardeşler’in (İhvan) silah zoru ile iktidarı ele geçirmek için yaptıkları ile şimdi Mısır’da Müslüman Kardeşler’in ‘demokrasi’ ile iktidara gelmesi arasında özünde çok fazla bir fark yoktur ve olamaz.

İHVAN VE TAKİYE

Her iki koşulda iktidara gelmeyi amaçlayan bu İslamcılar sonuçta devleti ve toplumu İslamlaştırmayı hedeflemektedirler. Bu amaçlarını engelleyecek her kim olursa olsun onlar için o saf dışı bırakılması gereken bir düşmandır. Mısırlı Müslüman Kardeşler’in aydın ve din adamları arasında bir gecelik sohbet bu gerçeği çok net ortaya çıkarır. Söylem ile eylem arasındaki farkın yani takiyenin ne kadar keskin olduğu hemen anlaşılır. Mısır seçimleri sırasında ve sonrasında Müslüman Kardeşler ve Selefi din adamlarının günlük ve saatlik fetva ve davranış biçimleri bu gereçeği yeterince kanıtlamaktadır. Bu fetvalarla Batı siyaset kuramları arasında bağlantı kurmaya çalışmayanlar ya bu coğrafyanın gerçeklerini bilmiyor ya da İslam dininin hiçbir gerçeğini anlamıyorlar veya bilerek demagoji yapıyorlar. Arap ve Müslüman toplumlarını ise hiç bilmiyorlar. Çünkü, Türk toplumu bir çok yanı ve özelliği ile bu toplumlardan çok farklıdır. Bunun da belki de tek bir nedeni vardır: Cumhuriyet geleneklerinin seküler alışkanlıklarının Türk toplumu üzerindeki sosyal ve dolaysıyla dinsel karakteri üzerindeki etkisidir.

Böyle bir etki bugün Türk toplumunu bir çok özelliği ile Arap ve diğer Müslüman toplumlarından farklı kılmış ve Arap ve Müslüman ülkelerinin dini anlayış ve uygulamaları ile Türkiye’nin dini anlayış ve uygulamaları arasında çok keskin farklılıklar yaratmıştır. Daha açık bir ifade ile AKP’de hiçbir din adamı yok iken bugün Mısır, Tunus, Libya, Fas, Yemen, Suriye Müslüman Kardeşlerin yönetim kadrolarının neredeyse tümü din adamıdır. Yani çok kolay okuyup anladıkları Kuran-ı Kerim’e göre politika üretip uygulamaktadırlar ya da uygulamak zorundadırlar. Kuran’ın demokrasi konusunda ne dediği ya da demokrasiden ne anladığı ortadadır. Kuran’da ise ılımlı, uyumlu, yumuşak, radikal, demokrat, seküler ve benzeri kavramlar yoktur. Müslüman Müslümandır. Ama bu Müslüman asla bugün İslam Alimleri Konseyi Başkanı Yusuf Kardavi gibi değildir ve olamaz. ‘Arap Baharı’ öncesinde Esad’ı, Lübnan’daki Hizbullah’ı, Başbakan Erdoğan’ı göklere çıkaran bu ünlü Mısırlı din adamı şimdi Esad’a, Lübnan’daki Hizbullah’a düşman olmanın ötesinde Alevi, Şii ve Acemlerin öldürülmesi yönünde fetvalar vermekte ve Mısır ve bölge Müslüman Kardeşlerine yol göstermektedir.

ABD VE İSRAİL’İN HİZMETİNDE

Hem de ABD’nin gösterdiği demokrasi yolunda! Tıpkı bazı Müslüman Kardeşler’in ya da demokrasi uğruna geçici de olsa ılımlaşan Müslümanların İslam dinini farklı başlıklarla ABD ve dolayısıyla İsrail hizmetine sokmak istediği gibi.

Bunun için Batı’nın tüm siyaset, sosyoloji ve felsefe kuramları seferber edilebilir ve gerektiğinde istenildiği gibi yorumlanabilir. Bu da olmadı gerektiğinde Kuran-ı Kerim bile yeniden tefsir edilebilir. Ne demiş Batılı kuramcılar: “Amaçlar bazen araçları haklı kılabilir.” Peki, ‘demokrasi’ bir amaç mıdır yoksa araç mıdır?

ABD’NİN BÖLGE POLİTİKASI DEĞİŞİYOR

ABD’nin bölgede yeni dengeler peşinde olduğunun ilk sinyali Gezi Parkı Direnişi’ne verdiği tepkidir. İkinci sinyal Katar’dan geldi. Babasına darbe yaparak 1975’te iktidara gelen Şeyh Hamed Washington’ın telkinleri (!) ile iktidarı 25 Haziran 2013’te 33 yaşındaki oğlu Temim’e bıraktı. Temim ise iktidara gelir gelmez Başbakan ve Dışişleri Bakanı Şeyh Hamed’i görevden aldı. Oysa Emir hazretleri Şeyh Hamed ile amacası oğlu Şeyh Hamed ‘Arap Baharı’ sürecinde Müslüman Kardeşlere sınırsız destek vermiş ve Türkiye ile birlikte bölgesel liderliğe soyunmuştu. Belki de bu nedenle Şeyh hazretleri Başbakan Erdoğan’dan önce Gazze’yi ziyaret etmiş ve Amerikalılara ‘Ben size Suudilerden çok daha iyi hizmet ederim’ demişti. Ama anlaşılan Amerikalılar Müslüman Kardeşlere destek veren Hamed ve Erdoğan’ı değil Selefilere destek veren Suudileri tercih etmişti.

Mursi’nin düşürülmesi, muhalif Suriye Ulusal Koalisyonu başkanlığına Suudilerin adamı Ahmet Carba’nın seçilmesi ve Suudilerin ABD’nin talimatları ile Mısır’daki yeni yönetime 6 milyar vermesi, değişen ABD politikasının kanıtlarıydı. Suudi destekli Selefi Nur Partisi de Mursi’nin devrilmesine destek verecekti.

Hüsnü MAHALLİ, 5 Ağustos 2013