1. yüz (Toplam 2 yüz)

Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 26, 2013 11:16
gönderen Balasagun
Resim

BAŞLARKEN...Kim ne kadar farkında veya kimin ne kadar umurunda bilemiyorum ama gelecekte her birimiz için sayfalar hatta ciltler ayrılmış olacak tarih kitaplarında;

Öyle günlerden geçiyoruz.

Kimi devletlerin/imparatorlukların “kuruluş” devri, kimilerinin “parçalanma” ve “çöküşleri” yaşanıyor gözümüzün önünde;

İdeolojiler güncelleniyor... Dinler dönüştürülüyor... Devletler “formatlanıyor”... Sınırlar değişiyor;

Ve rejimler...

“Saltanat”lar el değiştiriyor.

Öyle ya da böyle, biz de müdahiliz bu sürece; Kimimiz sessizliğimizle, kimimiz direnişimizle, kimimiz didinişimizle... Ama illa ki, “Yeni Türkiye”nin, “Yeni Orta Doğu”nun, “Yeni Balkanlar”ın, “Yeni Akdeniz”in, “Yeni Kafkaslar”ın, “Yeni Avrasya”nın, “Yeni Dünya”nın harcının karılıp artık duvarlarının örülmeye başlandığı bu dönemin yapımcıları, yönetmenleri, sponsorları, aktörleri, figüranları, - en fenası- izleyicileri olarak not düşüleceğiz tarihe.

Tarih, yazanının anlattığı şeydir ya aslında;

En azından nefretle değil ibretle anılalım, anlaşılalım diye giriştik bu işe.

Adım adım yürüyeceğiz; dünden bugüne. Olayları harmanlamadan, yoruma boğmadan, sadece peşi sıra dizerek, “hatırlayarak” ilerleyeceğiz; neymişiz, ne olmuşuz, ne olmaya yol alıyoruz onu göreceğiz.

Velakin “kronoloji” kendi başına bir ilim; dolayısıyla istedik ki bütün bu yılları, coğrafyaları, olayları gezerken bir de mihmandar edinelim:

Balyoz ve Ümraniye davalarının “kilit” hedefi “Türk Ordusu” önde biz arkada çıkıyoruz yola... Kâh Diyarbakır, kâh Erbil, kâh Washington, kâh Oslo, kâh Ankara, kâh İmralı dolaşacağız yıllar boyunca;

Son durağımız Silivri olacak nasıl olsa!


“Kürt projesi”nin kumanda merkezi CIA
Resim

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin
CIA’ya hazırlattığı raporla “Kürt sorunu” resmen doğmuş oldu.


Ümraniye ve Balyoz “operasyonları”, PKK ile müzakerelerin ve İmralı’daki cani Öcalan’la mutabakatın, dikensiz gül bahçesinde yapılabilmesi için yol temizliği miydi?

PKK’nın Bekaa’ya yerleştirilmesinin, ABD’nin Hazar ve Orta Doğu petrollerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı günlerde gerçekleşmesi tesadüf mü?



Özel Yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, Silivri’de görülen ve 250’si tutuklu 365 TSK mensubunun yargılandığı Balyoz Davası’ndaki kararını açıkladığında, şöyle seslendi sanıklardan biri:

- Türk Ordusu burada şehit edildi!

İyi de bir devlet neden biricik teminatını kendi elleriyle imha etsindi ki?

Diğeri ekledi:

- Amaç Kürdistan’ı kurmak!

O gün, spor salonundan bozma mahkeme yerinde aklıma ilk gelen, 14 Mart 2010’da Newsweek’te yayınlanan Owen Matthews imzalı analizdi:

- Türk Ordusu yenildi!

Nitekim 11 ay sonra, Özel Yetkili İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, aynı salonda açıkladığı hükmüyle, PKK’lı Şemdin Sakık’ın gizli (!) tanıkları, PKK terör örgütü başı Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki sorgulamasını yapan Emekli Jandarma Albay H. Atilla Uğur ile terörle mücadelede görev almış çok sayıda askerin sanıkları arasında bulunduğu Ümraniye Davası’nın “1. Aşaması” nı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u “terörist” ilan ederek sona erdirdi.

Karar Türk Milleti için “kabul edilemez”di;

Toplum “pusucu”ların istediği kıvama gelmişti.

Son dönemde güya -nihayet- Silivri davalarındaki hak ve hukuk ihlallerinin farkına varan ileri demokratlar dahil medya egemenleri söz birliği etmiş gibi “telafi” yolunu işaret etti:

“Genel af” ilan edilmeli; helalleşilmeliydi! (Üç vakte kalmadı o gün “yok canııım, ne münasebet” diye inkar ettiği bu “söylenti”, Diyarbakır’da Barzani’nin şahitliğinde “toplumsal barış” diye projelendirdi.)

Artık üzerini örtmeye dahi gerek duymadıkları detay şu ki; bahsi geçen “af projesi” İmralı’daki caniyle yapılan mutabakat maddelerinden biriydi.

Hep birlikte düşünelim şimdi:

Öcalan’ın Kenya’dan getirilmesi operasyonunu yöneten eski Özel Kuvvetler Komutanı Emekli Korgeneral Engin Alan’a, daha 1999 yılında, Öcalan’la ilgili olarak, “Bir gün gelecek o Ankara’ya gelecek ben İmralı’ya gideceğim” dedirten neydi?

Tayyip Erdoğan’a en yakın birkaç kalemşordan biri Mustafa Karaalioğlu, Star’daki köşesinde Öcalan’la görüşmelerin nasıl böyle rahat yürütülebildiğini anlatırken sarf ettiği “Çünkü en temel engel ortadan kalktı; askeri vesayet tarih oldu” cümlesiyle aslında ne demek istemişti?


İlk eylemin zamanlaması

Türkiye, “Kürdistan”ı kendi elleriyle kurmaya “ikna edilmiş” olabilir miydi?

Yoksa “sürüklendi” mi, “itildi” mi?

Tam da bu sorulara kafa yormaya başladığım sırada, Balyoz Davası’nda 18 yıl ceza alan emekli Orgeneral Ergin Saygun’un “Türk Ordusuna Balyoz” kitabı çıktı karşıma. Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı, Genelkurmay 2. Başkanlığı, 1. Ordu Komutanlığı görevlerinde de bulunan Saygun, 1978’de Afganistan’da meydana gelen “Sovyet yanlısı darbe” ve 1979’da Humeyni’yi İran’a döndüren “İslam Devrimi”yle birlikte, ABD açısından Hazar ve Orta Doğu petrollerinin tehlikeye girdiğini anımsatarak, şöyle bir soru yöneltiyordu kitapta:

- PKK’nın adını ilk kez duyurduğu “Şanlıurfa eylemi”nin (AP Milletvekili Celal Bucak’ın 8 yaşındaki oğlunu katletmişlerdi) de bu yıllara (1979) rastlaması bir tesadüften mi ibaretti?

Bu sorunun cevabını arayacağımız adres belli. Bakalım Türkiye’nin freni patlamış kamyon gibi 12 Eylül 1980’e yuvarlandığı günlerde Washington’un “Kürtler”e ilgisi ne düzeydeydi?


Brzezinski’den 3 kritik soru

CIA Başkanı Stansfield Turner’ın 16 Mayıs 1979 tarihli “Çok Gizli” damgalı notunda, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin üç kritik soruya verdiği üç kritik cevap saklıydı. İşte Yılmaz Polat’ın “CIA Pençesinde Açılım” kitabında yer verdiği o üç soru ve cevapları:

* İnsan kaynaklarımız ve teknik istihbarat kaynak durumumuz nedir?

Kürt sorunuyla ilgili arşiv geliştirmek için çabalar sürüyor; dengeleme yeteneğimiz zayıftan iyiye doğru gidiyor. Dışişleri raporu Ankara, Tahran, Kuveyt, Moskova ve Şam’daki büyükelçiliklerimizden geliyor. Adana, Türkiye Kürtleriyle ilgili en iyi kaynaktır. Burası mali yılda kapanırsa bilgi akışı büyük zarar görecektir. Irak ve Tahran’la ilgili olarak Dışişleri’nin verdiği bilgilere göre, siyasal engeller ve gezi kısıtlamaları bilgi akışını engelliyor.

Ankara ve Tahran savunma ataşeliklerinin Türkiye’de etkin bilgi toplama programı var. Ancak özellikle Tahran’daki Dışişleri görevlilerinin, karşılaştıkları aynı siyasi engeller ve gezi kısıtlamaları nedeniyle, bilgi toplama olanakları sınırlıdır. Öteki bölge ülkelerindeki savunma ataşeliklerinin ve Moskova savunma ataşeliğinin de Kürt sorunuyla ilgili bilgi iletme görevi vardır. Gerek Dışişleri’nin gerekse Savunma Bakanlığı’nın verdiği bilgiler ikinci ve üçüncü ülke kaynaklarından gelmektedir.


Kürt gazeteci siparişi

* Sovyetler Birliği’nden gelen açık kaynak materyalinin kullanım değeri nedir?

Kürt sorunuyla ilgili açık kaynaklardan bilgi toplama olanağı çok zayıftır; çünkü FBIS (Foreign Broadcast Information Service - Yabancı Yayınlar Bilgi Servisi)’in şu anda Kürtçe yeteneği yoktur ve Kürt yanlısı olmayan medyada yayınlanan bilgiler de sınırlıdır. Kürt dilini bilen görevli bulunması için çalışılmaktadır.

Kürt medyası dışındakilerin haberlerinde Kürt aşiretleri, askeri kuruluşların planları, niyetleri ve benzeri konularda bilgi bulunmuyor. FBIS Kürt sorunuyla ilgili iki Kürt gazeteci sipariş etti...


Bir Amerikan istihbarat karargahı olarak Adana

Brzezinski’nin üçüncü sorusu “Kürt direniş hareketlerine dış destek konusunda ABD’nin bilgisinin ne düzeyde olduğu”ydu. CIA, bu soruya cevaben kendisine “Libya, İsrail ve Sovyetler Birliği”ni kapsayan ayrıntılı bir rapor sundu.

CIA’nın, -hâlâ gizlilik derecesi kaldırılmadığı için büyük bölümü okunamayan- “Collection Summary; The Kurdısh Problem” başlıklı ek değerlendirmesini de okuyan Brzezinski, 1980 yılı mali bütçesini hazırlarken Adana’yı da “kapatılacak konsolosluklar” arasına alan ABD Başkanı Jimmy Carter’a karşı çıktı:

- Irak ve İran’dan zaten sınırlı bilgi sağlıyoruz. Görevlilerimizin bu ülkelerde gezileri siyasi gerekçelerle engelleniyor. Türkiye ve İran’da birer askeri ataşemiz var. Bağdat’ta ise yok. Ataşemiz Türkiye’de Kürt sorunuyla etkin biçimde ilgileniyor.

Brzezinski’nin bildirdiğine göre “Türk Hükümeti, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Büyükelçilik görevlilerine tanıdığı gezi özgürlüğünü, konsolosluklara da tanıyor”du. Ve böylece de Adana, ABD için Orta Doğu’ya açılan en stratejik “istihbarat karargahı”na dönüşüyordu.

YARIN: CIA HEDEFİ TESPİT ETTİ; TÜRKLÜK

Selcan TAŞÇI, 25 Kasım 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 26, 2013 12:20
gönderen Balasagun
“Türklüğü” hedef gösteren rapor
Resim

ABD Ankara Büyükelçiliği’nin “Kürt Sorunu”nu analiz eden 19 Eylül 1979 tarihli kriptosunda Türkiye’nin etnik temelde bölünmesini engelleyen en güçlü yapıştırıcının Atatürk’ün ortaya koyduğu şekliyle “Türklük” kavramı olduğuna dikkat çekildi; böylece “tasfiye”nin hedefi de belirlendi

Her gün bir yerlerde bombalar patlıyor, birilerinin üzerine mermi yağıyor, onlarca eve ateş düşüyor, insanların yüreği yanıyordu. Şehirler, kasabalar, köyler, sokaklar, isimler, “taraf”lar değişse de manzara aynı kalıyordu;

Sonu gelmeyen cenazelere omuz veren acılı, öfkeli, karamsar kalabalıklar...

Türkiye’de kanın oluk gibi akmaya başladığı o günlerde, tam da “darbe” için “şartlar olgunlaşırken” , kenara köşeye sıkışmış küçücük bir haber yer aldı gazete sayfalarında:

- Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Devlet Bakanı Hikmet Çetin’in önümüzdeki günlerde Irak’a gideceği bildirildi!

6 Nisan 1979 günü yayınlanan (Milliyet Gazetesi) bu haberi takip eden günlerde gerçekten de Irak’a gidildi. Görünürdeki gündem Irak’la yaşanan petrol kriziydi ama o sırada Türkiye’nin tek sıkıntısı bu değildi. “Apocular” Diyarbakır’ı başkent ilan etmişlerdi ve Irak’ta -aslında- “Kürt sorunu” görüşülecekti.

Pakistan eski Devlet Başkanı Zülfikar Ali Butto ile İran eski Başbakanı Amir Abbas Hüveyda’nın idam edildiği, Orta Doğu’nun -bizim neslin “Arap Baharı” vasıtasıyla tanık olduğuna benzer- bir kaosta debelendiği o günlerde Milli Savunma eski Bakanı H. Esat Işık’tan gelen açıklama dikkat çekiciydi:

“Orta Doğu yeni bir siyasi harita oluşturma çalışmalarına sahnedir.”

Ve ne tesadüftür ki o sahnede rolü her gün biraz daha parlatılan Kenan Evren, sonraki süreçte “bölge valilikleri” adı altında ülkenin idari yapısını “eyalet modeli” ne dönüştürmeyi deneyecek, “çok bayraklılığı” önerecekti!


Türkiye’nin bölünme süreci nasıl başlar

“Bizim Çocuklar” ın kendilerine verilen görevi yerine getirip getiremeyeceğini dikkatle izleyen ABD’nin de gündemi farklı değildi. Türkiye’de yaktıkları ateş her mahalleye, her amfiye, hatta her aileye sıçramış çoktan alev almıştı. “Müdahale” gününe kadar beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı; onlar da “Kürt Sorunu”na (Yıllar sonra Erdoğan’ın ağzından duyduğumuz “Kürt Sorunu” bir “kavram” olarak Turner tarafından hazırlanan CIA raporunda kullanılmıştı) odaklandı.

ABD Ankara Büyükelçisi Ronald Spiers’ın, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın talimatı üzerine Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile yaptığı görüşme içeriğiyle ilgili 19 Eylül 1979 tarihli kriptosunda dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in tutumu da rapor edilmişti. Büyükelçi Spiers, ABD’ye Türkiye’nin bölünme sürecinin “Kürtlerin ayrı bir etnik topluluk olduğunu kabulden geçtiğini” bildirdi:

“Artan etnik bilinçlenme, Türkler’in Türkiye’nin Doğu illerindeki gelişmelerle ilgili olarak duydukları kaygıları arttırmıştır. Birçok Türk, Ecevit hükümetinin tartışmalı görüşlerin ortaya konmasına gösterdiği hoşgörünün, Türkiye’nin etnik çözülmesinin başlangıcı olabileceğinden kaygı duymaktadır. Türk seçkinleri bir biçimde yan tutmamakla birlikte Türklük kavramının, Atatürk’ün de söylediği gibi, etnik ve kültürel çeşitliliğe sahip ülkeyi bir arada tutmada gerekli bir yapıştırıcı olduğu yolundaki ortak inancı paylaşmaktadır. Bu kişilerin çoğu Kürtlükten açıkça söz edilmesinin ve Kürtlerin ayrı bir topluluk olduğunu kabul etmenin Türkiye’nin bölünmesinin başlangıcı olabileceği yolundaki kaygılarını bize söyledi.”

Spiers’a göre Türkiye’de bir Kürt ayaklanması için uygun koşulların bulunmamasının yegane sebebi TSK idi:

“Doğuda Türk askeri kuvvetlerinin sayısı çok büyük. Radikal Kürt Grupları kendi güçlerini “abartabilir” ya da Türk ordusunun zayıflığını ya da kararlılığını yanlış hesaplayabilirler.”

ABD “bölmeye karar verdiği” nde neyi ortadan kaldırması gerektiğini böylece öğrenmişti:

Türklük!

Bu yoğun ilgiden anlaşılıyor ki, Türklüğe nişan alırken kullanacağı silahı da çoktan seçmişti:

Kürtlük!

Veya genelleme ile söylemek gerekirse;

Etniklik!


CIA’nın gözü TSK’nın üzerinde

ABD Dışişleri Bakanlığı, Spiers’ın Evren’le “Kürt Sorunu” nu görüşmesini ezbere istememişti. Bu görüşmeden sadece birkaç hafta önce CIA Başkanı Stansfield Turner’ın masasına bir rapor geldi:

“The Kurdish Problem in Perspective” (20 Ağustos 1979)

Raporun hazırlanmasını Turner istemişti. Önündeki belge, Türkiye, İran, Irak, Suriye ve Sovyetler Birliği’ndeki CIA birimlerine verdiği “Sorumlu olduğunuz ülkelerle ilgili ortak bir çalışma yapın ve en kısa zamanda bir Kürt raporu hazırlayın” talimatının neticesiydi.

Yazılanlara bakılırsa ABD’li istihbarat yetkililerinin gözü TSK’nın üzerindeydi:

“(Türkiye) Doğu ve Güneydoğu’daki askeri birliklerini güçlendirdi. Hükümetin kaygısının nedeni Türkiye’deki Kürtlerle komşu ülkelerdeki Kürtler arasındaki haberleşmenin ve silah kaçakçılığının artması olmakla birlikte, asıl neden, zaman zaman Kürt azınlıkla daha önce meydana gelen çatışmaların devlet bütünlüğünü tehdit etmesiydi.”


Tarihimizle yüzleştiriyorlar!!!

Vurgulardan biri bugün sıkça başvurulan “tarihimizle yüzleşelim-hesaplaşalım” söylemlerinin temeli gibiydi. Raporda, Atatürk’ün modernleştirme ve merkezileştirme reformlarına karşı çıkan Kürtlerin, devlet karşıtı etkinliklerinin “acımasızca” bastırıldığı söylenmişti.

İhtiyaç hasıl olduğunda yönelinecek “hedef kitle” de tespit edildi:

“Kürt milliyetçilik duyguları, şimdi çoğu eğitilmiş olan ve çoğu kentlerde politize olmuş Kürt gençler arasında yayılıyor. Kültür derneği adıyla oluşturulan kuruluşlar, özerklik ve bağımsızlık için çalışıyorlar...”

“Kürt birliği” nin sağlanmasına da çalışmayı planlıyor olmalı ki, CIA ajanları “Türkiye’deki Kürtler ile Irak ve İran’dakilerin işbirliği yapamamasının en temel nedeninin lehçe ayrılığı olduğu” konusuna özellikle değinmişti.

Rapor bir de önemli bir “eksikliği” gündeme getirmişti:

“Kürt gruplarını birleştirme yeteneğine sahip tek bir liderin bulunmaması...”


Dağdaki terörist hapisteki lidere dönüştürüldü

“Kürt sorununu çözecek lider arayışı” başka bir boyutuyla yabancı olmadığımız bir konu aslında. Henry Barkey ve Graham Fuller’in önce 1997, ardından da 1999’da tekrarladıkları o sözleri hatırlayın:

“Kürtler hem geleneksel partiler, hem de kendi partileri aracılığıyla TBMM’de seslerini duyurma çabalarında başarılı olamıyor. T.C. yasaları ” bölücülük “ damgası vurarak tüm girişimleri engelliyor. Türkiye’de bu sorunu askeri olmayan yöntemlerle çözme cesaretini gösterecek lider yok.”

Ümraniye Davası sanıklarından Oktay Yıldırım “Savaşmadan Kaybetmek / Türkiye’nin Silahsız İşgali” kitabında, Öcalan’ın Türkiye’ye tesliminin “Kürtler için siyasal lider inşası projesi” nin parçası olduğu notunu düşüyordu:

“Proje orta vadede Irak’ın kuzeyindeki parça ile birleşmektir (...) 1998’de ABD’de Irak’ı Kurtarma Yasası adında bir yasa çıkartılıp bütçesi bile o yıllarda hazırlandı. Bu siyasallaşmanın sembolü olarak Abdullah Öcalan’ın teslim edilmesi ile dağdaki terörist, hapisteki lidere dönüştürüldü.”

Hapiste bulunan öteki “cesur lider” in kim olduğunu, iktidara getiriliş hikayesiyle birlikte ayrıca anlatacağız.


Oğul Barzani sırasını bekliyor

Moda tabirle “büyük fotoğraf” ı doğru kavrayabilmek için “Büyük Kürdistan” projesinin çok ayaklı olduğu gibi çok “lider adaylı” olduğunu da hatırdan çıkarmamak lazım:

Türkiye’nin “radikal Kürt gruplar” ın Sovyetler Birliği himayesinde olduğundan neredeyse emin olduğu 1979 yılında, ABD ilginç bir misafiri ağırlıyordu.

Daha 1966’da “İstiklal davamızı bir gün muhakkak kazanacağız. ’Kürdistan’haritasını dünya milletlerine kabul ettireceğiz. Irak’tan sonra ikinci mücadele cephemiz Türkiye olacaktır. Fakat bu mücadele için zaman çok erkendir” diyerek, eski ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1920 tarihli haritasına bağlılığını ortaya koyan Molla Mustafa Barzani, kendisini Georgetown’da Amerikan hekimlerine emanet etmişti!

Molla Mustafa Barzani sadece Irak’ta değil Türkiye’deki “bölücü Kürtçü” hareket üzerinde de etkin bir figürdü. 1958 darbesinden sonra Irak’a dönen ve IKDP’yi kuran Barzani 1961’de Irak’a karşı ayaklandı. 1974’te Irak’ın ayaklanmayı tam manasıyla bastırması ve IKDP güçlerini dağıtmasından etkilenen ülkeler arasında Türkiye de vardı. İran ve Suriye ile birlikte Barzani’ye bağlı militanların bir bölümü de Türkiye’ye sızdı. Bu olay Türkiye’de “din” ile iç içe geçirilen ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki isyanların karakteriyle örtüşen, tekkelerinde Said-i Nursi’nin görüşleri üzerinden etnikçilik yapan, Fakilerce desteklenen “Kürt-İslamcı” kanadın yeniden palazlanmasını sağladı.

Akciğer kanseri olan Molla Mustafa Barzani 3 Mart 1979’da, tedavi gördüğü ABD’de öldü. Oğul Mesud Barzani ise, babasının “mirasını” devralacağı günü beklemek üzere, Virginia’da CIA binasının yakınındaki evinde “yasa” büründü.

Acaba, ABD’nin mavi boncuk dağıttığı adaylar arasından sıyrılarak “cesur lider” olmayı başarabilecek miydi?

YARIN: NEO-CON’LARIN DOĞUŞU

Selcan TAŞÇI, 26 Kasım 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Çrş Kas 27, 2013 10:23
gönderen Balasagun
NEO-CON’ların dünyayı dönüştürme planları
Resim

Resim

Ronald Reagan’ın, Yahudi asıllı Savunma Bakanı Casper Weinberger liderliğindeki,
Richard Perle, Paul Wolfowitz gibi “sabıkalı” isimlerden kurulu Pentagon kadrosu tarafından
uygulanan “Yeni Wilsonculuk” politikasının ayaklarından bir tanesi de “Kürdistan” dı.
“Neo-con” ların “böl-parçala-yönet” hevesi; yıllar sonra, Irak’ın işgali sırasında çok sayıda
karikatüre de konu oldu.



ABD’nin Yahudi Asıllı Savunma Bakanı Weinberger’in, “Karanlıklar Prensi” olarak bilinen Richard Perle ve Paul Wolfowitz gibi isimlerden oluşan Pentagon ekibi, Irak Kürtleri ile İsrail arasında örtülü bir ittifak inşa ederken, eş zamanlı olarak TSK’ya dönük “dayatmalar dönemi” de başlıyordu

1980 sadece Türkiye değil ABD için de “değişim” yılı oldu. Ronald Reagan’ın 4 Kasım 1980’de yapılan seçimlerde elde ettiği ezici üstünlük başkanlığın yanı sıra 28 yıl sonra ilk defa Senato’nun da Cumhuriyetçilerin eline geçmesini sağladı.


Yeni muhafazakarlar işbaşı yapıyor

Reagan’ın kadrosundaki isimler ufukta bir “neo-con” (neo-conservative/yeni-muhafazakar) dalgası olduğunun işaret fişeği gibiydi. Türkiye’ye Orta Doğu’da biçilen rolün de temeli olan birçok kavram, özellikle Yahudi asıllı Savunma Bakanı Casper Weinberger’in Richard Perle, Douglas Feith, Harold Rhode, Elliot Abrams ve Paul Wolfowitz’li Pentagon ekibi öncülüğünde oluşturulacaktı.

Tam bu noktada, Weinberger’in uzun yıllar “Gizli Dünya Devleti” yahut “Yeni Dünya Düzeni’nin Derin Devleti” kabul edilen ve Türkiye’de AKP’nin kuruluşundaki rolüyle yeniden tartışılmaya başlanan CFR (Council of Foreign Relations / Dış İlişkiler Komitesi)’nin üyelerinden biri olduğunu da hatırlatmalı. Dünya çapında finans, politika, medya, istihbarat servisleri, teknoloji ve üniversite çevrelerinde tam manasıyla bir “ağ” ören CFR’nin, ABD’nin (Rockefeller ailesine ait Gulf and Standard Oil’in yüksek menfaatleri uğruna) 2. Dünya Savaşı’na girmesinde, İran’da Musaddık’ın (yine petrol şirketlerinin çıkarlarıyla çatıştığı gerekçesiyle) devrilmesinde, Güney Amerika ülkelerindeki darbelerde yönlendirici olduğu biliniyor.


Wilson’un bıraktığı yerden...

“Amerikan değerlerini muhafaza” ilkesiyle yola çıkan “neo-con” ların, içeride “dindarlık ve milliyetçilik” üzerine kurguladıkları politikanın taarruz hedefinde, dünyanın başka coğrafyalarındaki “dindar” ve “milliyetçi” kitlelerin yer alıyor olması manidardı. “Zafer”e giden yolda “neo-con”lar için olmazsa olmaz olan teknoloji ve yüksek savunma harcamaları ile desteklenen “silahlanma”ydı. Beyaz Saray’da etkin olamadıkları dönemler de Foreign Affairs, Heritage Foundation, Jewish Institute for National Security Affairs gibi kuruluşlar eliyle “iç ve dış düşmanlarla çevrili bir toplum algısı” inşa etmeyi başaran “neo-con”lar, kullanılmayan gücün bir anlam ifade etmediğine inandıklarından “ABD’nin gücünü tüm dünyaya ispat etmesi, hegemonyasını hâkim kılması gerektiğini” savunuyorlardı. Hedef “Yeniden Amerikan yüzyılı” ydı!

Bunu engelleyebilecek her türlü söylemi, girişimi, ülkeyi, “küresel tehlike” olarak tanımladıkları için lügatlerinde “anlaşma”ya yer yoktu; her koşulda tek metot “müdahale” olacaktı. Bu arada bir de “önleyici müdahale” kavramı ortaya çıktı; artık ABD’nin harekete geçmek için bir “saldırıya uğramasına”da ihtiyacı kalmamıştı! (Türkiye, Süleymaniye’de Amerikalı işgalciler tarafından Türk askerlerinin kafasına çuval geçirilen olayda “önleyici müdahale”yle onursuz bir biçimde tanıştı...)

“Yok etmeye” dönük bu yeni stratejinin bir diğer önemli ayağı “Yeni Wilsonculuk” olarak adlandırılan “değerler ihracı”ydı; “neo-con”lar bütün dünyayı kapsayan bir “dönüşüm projesi”nin uygulayıcılarıydı.


TSK ile ABD’nin “Karşılıklı Anlayış”ı

ABD’nin 1980’lerin ilk yarısındaki en stratejik “önleyici dokunuşu” PKK’nın Bekaa’ya yerleştirilmesi oldu. “Türk Ordusuna Balyoz” kitabında konuya değinen Emekli Orgeneral Ergin Saygun, bu olayı ABD’nin Türk birliklerini Körfez bölgesine yığabilmek için bir “tehdit” yaratmaya ihtiyaç duymasıyla ilişkilendiriyordu:

“1975 yılında (...) Helsinki Nihai Senedi imzalandı. (...) Buna göre Avrupa ülkeleri sınırlardan 200 km’yi kapsayan bir bölge içerisinde birbirlerine doğru olan intikallerini, birliklerin garnizonlardan çıkışlarını ve garnizon dışı faaliyetlerini bildireceklerdi. (...) Türkiye’nin Avrupa ülkesi olmayan İran, Irak ve Suriye ile de sınırları olduğu için bu ülkelerden 200 km mesafeyi kapsayan bir alan bildirim dışı bırakıldı. Yani Türkiye; İran, Irak ve Suriye ile komşu olan bu geniş bölgeye istediği miktarda birlik ve silah konuşlandırabilecekti. (...) SSCB’nin İran’la beraber Körfez bölgesine müdahale etme ihtimaline karşı çaresiz kalan Batı ve ABD için bu durum yeni bir fırsat yarattı. Bu bölgede hatırı sayılır bir askeri güç toplanabilirse, Basra Körfezi bölgesine müdahale edebilecek Sovyet birliklerinin “yanını” tehdit edecekti. Tamamen TSK’dan oluşuyor olsa da bu güç bir NATO kuvveti olacağından, sağlayacağı caydırıcılık nedeniyle Sovyetler muhtemelen bu kuvvete “bulaşmaktan” kaçınacaktı. Bu suretle Türkiye, ABD Körfez bölgesinde gerekli tedbirleri alıncaya kadar gerekli olan zamanı kazandıracaktı.

Ancak bu bildirim dışı bölgeye çok sayıda Türk birliğinin gelmesini sağlamak için bölgede yeni bir tehdit yaratmak gerekiyordu. Bunun için ise, Bekaa Vadisi’ndeki PKK devreye sokuldu.”


PKK’nın hayatımıza kanlı girişiyle eş zamanlı olarak, 1980’lerin ilk yıllarında, ABD Savunma Bakanlığı da “Batı’nın çıkarlarını korumak gerektiğinde Orta Doğu’ya müdahale edebileceğini” duyuruyordu. Bir NATO brifinginde tebliğ edilen bu karar, ABD’ye Avrupa’nın savunması için NATO’ya tahsisli kara-deniz-hava birliklerini kendisi için kullanma ayrıcalığı veriyordu.

1981’de Savunma Bakan Yardımcısı olan “neo-con” Perle’ün ilişkilerini geliştirmeye giriştiği kurumlardan ilki hiç şaşırtıcı olmayan biçimde Türk Silahlı Kuvvetleri oldu. “İlişki” ifadesine aldanmayın, süreç Pentagon’un dayatmaları ve Genelkurmay’ın kabulleri biçiminde ilerliyordu.

Perle, 29 Kasım 1982’de Brüksel’de 12 Eylül darbecisi heyet ile “Memorandum of Understanding (Karşılıklı Anlayış Belgesi) i imzaladı. Anlaşma, Türkiye’deki 10 Amerikan üssünün yenilenmesini, Batman ve Muş’ta da iki yeni üs kurulmasını öngörüyordu. Bunu 1983 yılı Eylül ayında Amerikan General Dynamics şirketiyle imzalanan “160 adet F-16 savaş uçağının ortak üretimi” projesi takip etti.


Teröristler için Barzani köprüsü

Washington-Ankara trafiğinin hızlanmış göründüğü bu dönemde ABD’lilerin bir eli de hemen dibimizde Irak sınırına yığılan PKK’lı teröristlerin üzerindeydi. Tam da Yahudi kökenli “neo-con”ların işbaşı yaptığı günlerde Irak Kürtleri ile İsrail “ortak çıkarları”nı keşfetti. Yeni sürecin kilit ismi Barzani’ydi. Nitekim, ABD ile Irak arasında “diplomatik ilişki”nin bulunmadığı 1983 yılında Bağdat’taki Belçika Büyükelçiliği’nin Amerikan görevlisi William Eagleton, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’de cirit atmakla kalmıyor, “Kürt kilimleri üzerine kitap yazmak ve Kürtçeyi incelemek” bahanesiyle girdiği Barzani kamplarında da PKK’lılar ile “iyi ilişkiler” geliştiriyordu. Öte yandan, PKK ile Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) arasında imzalanan “dayanışma protokolü” çerçevesinde, PKK, bugün AKP’nin en kıymet verdiği müttefiklerinden olan Barzani sayesinde, saldırıları için kullanacağı “Irak-Türkiye geçişi” ne kavuşmuş oldu.


“Irkçı örgüt”ün ciğerini biliyorlar

PKK, Türkiye’nin sorunuydu ama Washington terör örgütü hakkında Ankara’nın sahip olduğundan çok daha fazlasını biliyordu. CIA “The PKK: Insurgents Who Use Terrorism” başlıklı raporunda “PKK’lı teröristler Güneydoğu’da hükümet yetkililerine köy korucularına onların ailelerine, öğretmenlere ve okullara saldırıyor” diyerek terör örgütünü “IRKÇI” olarak tanımladı. Dahası PKK’nın saldırılarını büyük kentlere yayacağı öngörüsü de ilk kez bu raporda yer aldı.

CIA 5 Mart 1984 tarihli bir başka çalışmasında “Türk Güvenlik Güçleri” ni adım adım takip ettiğini ortaya koyuyordu:

“Türk Güvenlik Güçleri, Irak ve Suriye sınırları boyunca önlemleri artırıyor. Komando birlikleri, Kayseri’den sınır bölgesine kaydırıldı. Geçen yaz Suriye sınırı boyunca tel örgü yapılmasına başlandı. Aynı bölgeye 36 askeri gözetleme kulesi ve 15 küçük askeri istasyon yapıldı.

Ek olarak Siverek yakınında yeni bir komanda üssü ve eğitim tesisi yapıldı. Bu komando birliği Suriye’de ya da Suriye sınırı boyunca operasyon yapabilir. (...) Son zamanlarda Irak’ın Kürtlere özerklik vereceği yolundaki söylentiler ve bunun Türk Kürtlerini de etkileyebileceğinden duyulan kaygı, Türk Kuvvetlerinin hareketini tetiklemiş olabilir. Kürt ayrımcılığı ve sınır boyundaki Türk kuvvetlerine yapılan taciz Ankara için sorun oluyor. Irak’ın İran’la savaşması Kuzeydeki Kürtler üzerindeki denetimi azalttı. Bu nedenle Bağdat geçen ilkbaharda Türklere Irak’ta operasyon yapması için izin vermiş olabilir.”


YARIN: ÖZAL’IN RIZASI İLE “KÜRDİSTAN”

Selcan TAŞÇI, 27 Kasım 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Prş Kas 28, 2013 13:02
gönderen Balasagun
ABD, Özal’ın Başbakan olacağını nasıl bildi?
Resim

1970’li yıllardan itibaren Washington’la “iyi ilişkiler” içinde olan Özal, henüz Başbakanlık koltuğuna oturmadan “12 Eylül Hükümeti’nin Başbakanlık Müsteşarı” olarak katıldığı CSIS toplantısında “çok önemli kişi” muamelesi görüyor; Amerikan Dışişleri ve Pentagon yetkililerince ağırlanıyordu...


Sıkıyönetimin kaldırılması “PKK büyüsün” demekti!

Turgut Özal’ın Güneydoğu politikası yüzünden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’ya müdahalesi 10 yıl gecikmeseydi, Kuzey Irak’ta Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden Barzani bölgesi oluşmayacaktı...

Devir;

“Bizim Çocuklar” darbesini (12 Eylül 1980) takiben Türkiye’nin, Abdullah Öcalan’ın “Bizi en iyi o anlıyor. Hatta eminim, bize biraz da olsa sempatiyle bakıyor. Bizimle ilgili çok düşünüyor. Bu belli. Belki beni aramayı bile düşünüyordur” dediği, etnik kimliğini öne çıkaran, federasyondan söz eden Turgut Özal’lı “sivil iktidara” devir teslim dönemi.


İrangate’te suç ortağı

1970’li yıllardan itibaren Washington’la “iyi ilişkiler” içinde olan Özal, 1981’de “12 Eylül Hükümeti’nin Başbakanlık Müsteşarı” olarak katıldığı CSIS (Center for Strategic and International Studies / Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi) toplantısında “çoook önemli kişi” muamelesi görüyor; Amerikan Dışişleri ve Pentagon yetkililerince ağırlanıyordu. Toplantıya, adı -tesadüfe bakın ki Özal dönemine denk gelen ve “16 no’lu ülke” namıyla fişlenen Türkiye’nin de “CIA’nın buradaki muteber adamları” eliyle suç ortağı yapıldığı- İRANGATE skandalına (ABD’nin İran-Irak Savaşı’nda çift taraflı davrandığını ortaya çıkaran silah satışı olayı) karışacak olan BCCI bankasının üst düzey yöneticileri de katılacaktı.

Özal’la aynı günlerde ABD bir başka “çok önemli” misafire daha ev sahipliği yapıyordu. İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın sebebi ziyareti “NATO savunma kalkanının genişletilmesi”ydi.


CIA’nın Özal raporu

AKP’nin kuruluşunu hatırlatır biçimde ANAP’ı kurmadan önce 1983’te ABD’de bir dizi lobi faaliyeti yürüten Özal, darbeci Kenan Evren’e yaptığı “izin” ziyaretinde “Amerika’da düşündüm; eski partilerle hiç ilgisi olmayacak yeni bir parti kurmayı düşünüyorum” diyordu.

Özal, partisinin Milli Güvenlik Konseyi’nde veto yememesini bir NATO komutanına borçluydu. Orgeneral Haig “kendi çocukları” gibi gördükleri Evren’e “Amerika’nın Özal’ın partisine sempatiyle baktığını” çıtlatarak bir anlamda “mesajı vermişti”.

Özal, Washington’a bir sonraki gezisini 1985’te ANAP Genel Başkanı ve Başbakan sıfatıyla yaptı.

Nisan ayında gerçekleşen gezi öncesinde, CIA, 29 Mart 1985 tarihli “Özal Visit: The Turkish Economy Under Özal” başlıklı raporunda “Özal’ın siyasi geleceği” ni değerlendirdi:

“Özal’ın kaderi ekonomik programına bağlı ve kısa sürede ABD’nin desteğine ihtiyacı olacak...”

Mesele ABD’nin Özal’a bu “desteği” hangi koşullarla sağlayacağı idi.


Ankara rehin alınmış gibi

5 yıllık dönemi sona eren SEİA (Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması)’nın yenilenmesi görüşmeleri sırasında manzara netleşti;

ABD isteyecek, Türkiye de verecekti.

Nitekim anlaşma, 16 Mart 1987’de Türkiye’nin askeri yardımlarda kesintiyi ve tekstil kısıtlamalarını kaldırma istekleri kulak ardı edilerek imzalanabildi.

Yılmaz Polat “CIA Pençesinde Açılım” kitabında 1980’lerin Ankara’sını şöyle tarif etti:

“Ankara adeta rehin alınmış gibiydi. Yönetim yalnızca uyarmak ve önerilerini rapora geçirmekle kalmıyordu. Raporu hazırlayanlar da Ankara’ya gönderildiler ve birer müfettiş gibi Türkiye’yi denetlemeye başladılar.”


PK-Barzani-Talabani arabulucuları

Polat’ın bahsettiği raporlar İnsan Hakları İzleme Örgütlerine aitti. Türkiye, eleştiri düzeyini giderek daha da şiddetlendiren bu raporlar üzerinden hedef haline getirildi. “İnsan hakları ihlalleri” kavramının yerini kısa sürede ABD eliyle “azınlık hakları ihlalleri” aldı. 1988’de ABD’de yayınlanan raporlarda Kürtlerden “azınlık” olarak bahsediliyordu. “Kürt Sorunu” vurgusu yapan insan hakları raporları, “Kürt azınlığa haklarının bir an önce verilmesi” çağrılarına başladı. Aynı yıl ABD’den Türkiye’ye “turist” patlaması da yaşandı. Amerikalıların özel ilgi gösterdiği bir yer vardı;

Ağrı Dağı!

Bakanlar Kurulu sadece 1988 yılında “akademisyen” olduğunu söyleyen 100 Amerikalı’ya Ağrı Dağı’nda “inceleme” izni verdi.

Ve yine o yıl, Halepçe katliamından bir ay sonra Washington’a gelen Celal Talabani burada deyim yerindeyse “krallar gibi” karşılandı. Polat’ın anlatımıyla “Amerika Celal Talabani’nin Washington’a gelmesiyle birlikte Türkiye’yi de kapsayan geniş bir ” Kürt açılımı “ başlattı. Talabani’nin düşlerini de savaş sonrası kurulacak olan bir Kürt devleti süslüyordu.

Talabani’nin Amerika’dan ayrılmasının ardından ilginç gelişmeler yaşandı. Turgut Özal, devlet kurallarının ve geleneksel politikanın dışına çıkarak bazı gazeteciler aracılığıyla Iraklı Kürtlerle görüşmeye başladı. Bu arada KDP temsilcisi Sefin Dizai, gizlice Ankara’ya getirildi. Washington’da da Kürt temsilciler Pentagon’a girip çıkmaya başladılar. Özal hayranı olan CIA ajanı Fuller, Özal’ın Pandoranın ‘kutusunu’ açtığını söylüyordu. Ona göre Özal, Kuzey Irak’ta fiili olarak özerk bir Kürt bölgesinin kurulmasına izin veriyordu. Daha da önemlisi Özal, bağımsızlık yolunda en önemli adım olarak Kuzey Irak’ta Kürdistan seçimlerine razı olmuştu.”



Ulakları Cengiz Çandar

Özal’ın aracıları arasında Cengiz Çandar, İlnur Çevik gibi isimler vardı.

1991 yılında Londra’da gerçekleşen Cengiz Çandar-Celal Talabani görüşmesinden kısa süre sonra gizlice Türkiye gelen Talabani ve Barzani, Özal ile buluştu.

Çandar “görevi” başarmanın gururunu yaşıyordu:

“Talabani ve Barzani’yle Cumhurbaşkanı Özal arasındaki ilişkilerin kurulmasını sağladım. Yani Irak Kürtleriyle ilişki kurulmasının mimarıyım...”

Çandar’ın ulaklığıyla övündüğü Talabani, PKK katliamları başladığında terör örgütüne 10 bin dolar bağışta bulunmuştu. TSK’nın 1992 yılındaki Kuzey Irak operasyonunda da Türkiye’yi sırtından hançerleyen Talabani’den başkası değildi. Özal’ın kadim işbirlikçisi Talabani, Osman Öcalan ve beraberindeki 1000-1500 PKK militanının güvenli bölgelere kaydırılmasını sağlayarak TSK’ya karşı korumaya almıştı.

Polat’tan devamla;

“Özal’ın temsilcileri Bekaa’ya gidiyor; Abdullah Öcalan’la görüşüyor ve izlenimlerini Özal’a iletiyorlardı. (...) 1990’da PKK kamplarının sayısı Türkiye’de 20’ye ulaşmış, Kuzey Irak’ta 10’un üstüne çıkmıştı.”


Terör örgütünü kim büyüttü

Reagan yönetimine göre Güneydoğu’da baş gösteren olaylar “Kürt ayaklanması” ydı. “Güneydoğu bölgesi dışında yaşayan Kürtlerin ulusal yaşam içinde eritildiğini” ileri süren Amerikan yönetimi Lozan’ı tartışmaya açtı.

2004 yılında Hulki Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu programına katılan emekli Tümgeneral Osman Özbek, PKK ile mücadele açısından Özal’lı yılları şöyle özetleyecekti:

“PKK çıkmadan önce sıkıyönetimi kaldırsa bir şey demeyeceğim, PKK çıktıktan 3 yıl sonra kaldırıyor. OHAL yasaları getiriyor, hafifletilmiş tedbirler oluyor. Sonra ne oluyor? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne diyor ki, “Siz beni yargılayabilirsiniz” (...) Bunlar o dönemin hükümetinin yaptığı bence çok ağır gafletler, bir bölümü de ihanet. Tekrar ediyorum; siz normal bir durumda değilsiniz, sıkıyönetimi kaldırıyorsunuz, yani “PKK büyüsün” anlamına geliyor bu biraz. (...) Silahlı Kuvvetler 1993’e kadar devreye girmedi, 9 yıl,10 yıl devreye girmedi. Bu Silahlı Kuvvetler’in istemediğinden değil, siyasi iktidarın olayı küçümsemesinden veya başka kötü niyetleri de olabilir.”


Osmanlı Cumhuriyeti!

Cengiz Çandar’ın ifadesiyle Özal’ın hedefi “PKK’yı dağdan indirip siyasi sisteme entegre etmekti.”

15 Ekim 1991’de Hürriyet’e yaptığı açıklamada “Federasyon dahil her şeyi konuşmalıyız” diyen Özal, 6 ay sonra 2 Nisan 1992’de de Aktüel’e verdiği röportajda, anlamı bugün çok daha iyi kavranan o soruyu ortaya attı:

- Atatürk Cumhuriyeti kurarken Osmanlı Cumhuriyeti derse ne olurdu?

Rivayet o ki, Özal kendisiyle bu röportajı yapan Reha Mağden’den teybini kapatmasını istemiş ve şunu eklemişti:

- Türkiye’nin ismi Anadolu Cumhuriyeti olsaydı bugün yaşadığımız sorunlar olur muydu?

(Korkut Özal yıllar sonra “Rahmetli ağabeyim sorunun çözülmesi için Türkiye’nin isminin değiştirilebileceğini, Anadolu yapılabileceğini söylemişti. 8. Yüzyılda Müslümanlıkla tanışan Türkler, kurdukları devletlerde Türk ya da Müslüman adını kullanmadı. Ağabeyimin söylediği odur. Türkiye Cumhuriyeti yerine Anadolu Cumhuriyeti derken bunu kastediyordu. Devlete Türk adını koymak sıkıntı yaratmıştır” diyerek bu anekdotu doğruladı.)

YARIN: TSK’DA TASFİYE GİRİŞİMLERİ BAŞLIYOR

Selcan TAŞÇI, 28 Kasım 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Cum Kas 29, 2013 11:47
gönderen Balasagun
TSK’da ilk “Kuzey Irak” tasfiyesi
Resim

1. Körfez Savaşı, Silahlı Kuvvetler’in sonraki 20 yılındaki komuta kademesinin belirlenmesinde etkili oldu. Necdet Üruğ’un, Necdet Öztorun’un Genelkurmay Başkanlığı yolunu açmak için emekli olması, Evren-Özal ikilisinin Öztorun’un önünü kesmesi ve Genelkurmay Başkanlığı’na gelen Necip Torumtay’ın da ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a ikinci cepheyi açmak istemesi üzerine istifa etmesiyle başlayan sürecin, bir Genelkurmay Başkanı’nın “terörist” yaftasıyla müebbede mahkum edildiği bu günleri haber verdiğini kimse tahmin etmemişti

ABD Ankara Büyükelçisi Morton Abromowitz, peşmergelerin Adana Konsolosluğuna yağmur gibi yağdırdığı şikayetleri inceledikten sonra, 2 Haziran 1990’da Washington’a yolladığı telgrafta “Iraklı Kürt sığınmacıların Türk hükümetinden memnun olmadığını” bildirdi.

1990’ların ortalarına doğru ABD’nin “peşmerge” meselesine dahli o denli artacaktı ki; Delta Force birlikleri Kuzey Irak’taki Kürtlerin “silahlı eğitimi” ni üstlenecekti.

1960’larda, Toplumsal Kalkınma Projeleri namı diğer Barış Gönüllüleri ile Türkiye’nin etnik ve dini yaralarını kaşımaya başlayan ABD, 1980’lerde aynı misyonla oluşturduğu “Project Democracy (Ulusal Demokrasi Fonu) aracılığıyla “demokrasi, çağdaşlık, çok kültürlülük ihracı” na başladı. Yahudi asıllı sivil darbe finansörü George Soros da bu “operasyon” un yarattığı figürler arasındaydı. Soros’dan fonlanan TESEV’in “PKK açılımı” ve “Öcalan ile mutabakat” süreçlerinde üstlendiği rolü bir de bu bağlamda ele almalı.


İnsanlar ölüyor ama kaygılanacak bir durum yok!

Özal, “sıkıyönetim”i kaldırmış yerine 11 ilde “Olağanüstü Hal” ilan etmişti ama ABD’lilere göre OHAL de engeldi. Abromowitz, 29 Haziran’da, Washington’a, bu kez kendi şikayetlerini bildirecekti. OHAL’den dolayı Güneydoğu Anadolu’daki şehirlere yaptıkları “inceleme” gezileri “izne bağlanmıştı” ve Abromowitz bu uygulamadan hiç memnun değildi. Türkiye’nin tutumunun, Viyana Anlaşması’nın diplomatların gezi özgürlüğünün kısıtlanamayacağını öngören 26. maddesine aykırı olduğunu savunuyordu.

“Küresel tehlike” kavramının arkasına sığınarak “karşılıklı taraf olma” durumunu, dolayısıyla da “uluslararası anlaşmaları” taca çıkaran ABD’nin, kendi işine geldiğinde “gizli niyetlerine” kalkan yapmak üzere “uluslararası anlaşmaları” kullanması manidardı.

Güneydoğu Anadolu’ya, bölgeyi “uluslararası mesele” ye dönüştürecek kadar düşkün olan Amerikalı diplomatlar, bölgedeki terör olaylarında meydana gelen can kayıplarınaysa kayıtsızdı. ABD Adana Konsolosluğu, 19 Temmuz 1990’da Güneydoğu’daki terör olaylarında ölenlerin sayısının 1988 ve 1989 yıllarındakinin iki katına ulaştığını bildirmek üzere Ankara Büyükelçiliği’ne yolladığı telgrafta “Her şeye rağmen kaygılanacak bir durum yok” diyordu!


ABD donanması limanlarımızı kuşatacaktı

ABD’nin Kuveyt işgalinin başlamasından beş gün sonra, Turgut Özal, Kerkük-Yumurtalık Boru Hattını kapatma kararı aldı. Türkiye petrol ihtiyacının yüzde 40’ını karşıladığı hattı kapatarak, BM’nin mali ve askeri ambargo kararına uyan ilk ülke oldu.

Ya Özal, kendisini “Bush’un gözdesi” yapan bu kararı almasaydı?

CIA eski Başkanı Stansfield Turner’ın ağzından cevaplamak gerekirse:

“ABD donanması Türk limanlarını abluka altına alır ve iki ülke ilişkileri bir hayli tatsızlaşırdı.”


Savaşın beyni İncirlik

Bölgenin en stratejik noktası, İncirlik’teki Amerikan üssüydü. “Araçlar elden geçiriliyor, hava kuvvetlerine yer desteği sağlanıyor, üsse inecek birliklerin ihtiyaçları tespit ve temin ediliyor, yeni malzemeler ısmarlanıyor” du. Amerikan belgelerine göre İncirlik;

“30 Muharebe Birliği, 5 bin 400 kişi, 129 Taktik ve Destek Uçağı, 400 ton uçak parçası, 37 milyon dolarlık malzeme” ihtiva ediyordu. “Ek olarak 24 milyon galon yakıt pompalandı. 6 bini aşkın uçağa bakım yapıldı. 22 bin ton yük taşındı. 26 bin kişi konuk edildi. Tahliye edilen ailelere 24 saat hizmet verilerek 7 milyon dolarlık muhasebe işlemi yapıldı. 500 bin dolar Türk lirasına çevrildi. Malzeme ve ticari mallar için toplam 4 milyon dolar ödendi.”


Gül’e ilginç ABD ödülü

İncirlik’in Körfez Savaşı sırasında misafir ettiği isimlerden birine özellikle değinmeli:

Meksika, Nijerya, Bosna, Guatemala’daki “insani görev” lerinden sonra “Iraklı Kürt sığınmacılara yardım etmek üzere” Türkiye’ye gelen Fred Cuny, peşmergeleri helikopterle geldikleri bölgelere taşıdığı iki ay zarfındaki denetimsiz uçuşlarıyla Türkiye’den Irak’a, ve Irak’tan Türkiye’ye başka kimleri, neleri sokmuştu hâlâ muamma;

Tıpkı kendi akıbeti gibi.

Irak’tan sonra Bosna ve Somali’ye giden Cuny, son görev yeri olan Çeçenistan’da kayıplara karıştı; bir daha kendisinden hiçbir haber alınamadı.

(Cuny’nin Abromowitz ile birlikte Soros fonuyla kurdukları ICG’nin 2007 yılı ödülü o dönem Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Abdullah Gül’e verildi!)


Kuzey Irak’ta federasyon atağı

CIA, 24 Eylül 1992’de “The Kurds: Ricing Expectations, Old Frustrations (Kürtler: Artan Beklentiler Eski Sürtüşmeler) raporunda Iraklı Kürtlerin “federasyon” talebini gündeme getirdi:

“Komünizmin çöküşü ve bunun sonucunda etnik temele dayalı küçük devletlerin ortaya çıkması, Kürtlerin de uluslararası destek alma umudunu artırdı. En azından bazı Batılı hükümetler, Kürtlerin özerklik beklentilerini desteklemeye daha istekli olabilirler: Çatışma uzar ve önümüzdeki bir kaç yılda daha da yoğunlaşırsa, Kürt toprakları için federal veya konfederal düzenleme istekleri daha da artabilir.”

Ki Türkiye bunun işaret fişekleriyle dolu bir yıl geçirmişti. 9 Mart 1991’de Talabani’nin “gizlice” Ankara’ya gelişi tam bir sürprizdi. Bunu skandal boyutundaki bir başka sürpriz! izledi. Özal, Barzani ve Talabani’nin Washington Büyükelçiliğindeki temsilcileri Hoşyar Zebari ile Behram Salih’i 29 Ekim resepsiyonuna resmen davet ettirdi!

2 Ocak 1991’de, NATO, hareket yeteneği yüksek bir birliğin Türkiye’ye yerleştirilmesini kararlaştırdı.

Yakın tarihin Türk Ordusu’nu hedef alan en çarpıcı tasfiye girişimlerinden biri de bu sürece paralel gelişmişti:

ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft, 7 Kasım 1986’da Ankara’ya yaptığı 24 saatlik ziyaret sırasında, çantasında, daha önce 1965 ve 1974 yıllarında da Türkiye’ye dayatılan “Musul ve Kerkük’ü alma planı” da vardı. Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ, Taft’ın bu planı görüşme isteğini reddetti. “Kenan Evren’e rağmen” Genelkurmay Başkanı olan Üruğ, bu olaydan sonra, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Necdet Öztorun’un önünü açmak için emekliye ayrıldı. 2000 yılına kadar Türk Ordusu’nun komuta kademelerini belirleyecek olan bu görev değişimi Özal tarafından engellendi.

(Üruğ, Kenan Evren’in TSK içinde 12 Eylül’ün altyapısını hazırlamaya çalıştığı günlerde “1. Ordu Komutanı olarak 27 Mayıs tipi bir müdahaleyi kabul etmediğini” bildirmişti.)

Evren’in de desteğini alan Özal, Org. Öztorun’u emekli ettirdi. Ancak yerine Genelkurmay Başkanı olan Org. Necip Torumtay da 1991’de, 1. Körfez Savaşı’nda, ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a ikinci cepheyi açmak istemesi üzerine Özal’la ters düştü ve “İnandığım prensiplerle ve devlet anlayışımla hizmete devamı mümkün görmediğim için istifa ediyorum” deyip süresi dolmadan görevi bırakan ilk Genelkurmay Başkanı olarak tarihe geçti.

Torumtay’ın istifasından 4 yıl sonra anılarını kaleme alırken verdiği mesajlar manidardı:

Bir ülkenin, savunma dışında bir savaşa girmesi, bağımsız ve egemen milletlerde, o ülkenin kendi milli iradesiyle olur. İttifak içerisinde dahi, o ittifakın gerektirdiği yükümlülükler milli menfaat ve hedeflerle bağdaştırılarak milli siyaset doğrultusunda, yine milletin kendi iradesiyle ve yetkili organları ile savaşa girme kararı verilir. Aksi takdirde, başka ülkelerin milli menfaatleri doğrultusunda bir savaşa sürüklenilmiş olunur. Savaş, millet için bir zorunluluk olmadıkça bir cinayettir.

(...)

Türk Ordusu’nun Irak’a girmesi gerektiğini öne sürenler, bu hareketi Türkiye için hayati derecede zorunlu mu görüyorlar? Bu konuda bir kamuoyu baskısı, milli bir görüş birliği mi var? Ülkenin bir savaşın, hem de bataklığa dönen komşu coğrafyada, Türkiye’deki çeşitli etnik ve dinsel kökenden vatandaşların akrabalarının yaşadığı bir coğrafyada süren bir savaşa çekilmesini, ne Türk halkı, ne Türk Ordusu ister...

Kuzey Irak’taki “kukla devlet” leşme süreci de yine Özal döneminde, Çekiç Güç’ün onaylanmasıyla hayata geçirildi.

YARIN: EMPERYALİZMİN ÇEKİÇ GÜÇ ETKİSİ

Selcan TAŞÇI, 29 Kasım 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Cmt Kas 30, 2013 12:08
gönderen Balasagun
CIA’dan özerklik talebine teşvik
Resim


“Türkiye, Irak ve İran’daki Kürtlerin, merkezi hükümetlerinden daha çok özerklik ve siyasi tanınma istemeyi sürdürmelerini bekliyoruz” diyen CIA’ya göre en olası senaryo Kürtlere bağımsızlık yolunu açmaktı: “Her üç durumda da ulusal davaları çerçevesinde hareket edeceklerdir. Zamanla ortak çıkarları ve birbirlerine bağımlılıkları arttıkça birbirleriyle işbirliğine gitmeleri de daha önem kazanabilir. Ancak kısa dönemde bunların olmasını önleyecek önemli gerginlikler ve rekabetler olduğunu görüyoruz..

Resim

Emperyalizmin çekiç güç etkisi

CIA bildiriyor:

“Türkiye’de giderek artan direniş, özellikle Ankara’nın PKK’ya karşı askeri operasyonu arttırması, Güneydoğu’da Kürt direnişçilere daha yoğun operasyon yapması ve Amerika’dan da bu operasyonlara destek vermesini beklemesi durumunda, Türk-Amerikan ortaklık ilişkilerinde daha büyük gerginlikler oluşabilir”

Balyoz Davası’ndan mahkum olan, ayrıca Cizre Kuştepe’deki kazılarda çıkan kemiklerle ilgili olarak da 9 kez ağırlaştırılmış müebbet istemiyle yargılanan E.J. Albay Cemal Temizöz cezaevinde yazdığı ve terör örgütünün kuruluşunu, infazlarını, katliamlarını kapsamlı biçimde anlattığı Siyasallaşan PKK Terörü kitabında Körfez Savaşı’nın maliyetini şöyle özetliyor:


“Kürdistan”ın temel atma savaşı

1991’de Orta Doğu’da zengin enerji kaynaklarına sahip Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini fırsat bilen ABD, Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti oluşturma fikrini gerçekleştirmek için, Körfez krizine müdahale bahanesiyle Irak’a müdahil harekatta bulunmuş, Irak’ı 36. paralelin güneyine hapsederek, bugünkü K.Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin temellerini atmıştır.

1991 yılında K.Irak’taki yeni oluşum nedeniyle doğan otorite boşluğu ve Irak ordusunun bölgeyi boşaltması sırasında Irak’a ait silah ve mühimmat depoları KDP tarafından ABD’ye rağmen PKK’ya aktarılmıştır.

ABD, Barzani bölgesi Behdinan’da 1500, Talabani bölgesi olan Hakurki ile Süleymaniye arasındaki Soran’da 2500 PKK’lıya müdahalede bulunmadığı gibi TSK’nın K.Irak’taki PKK kamplarına yaptığı operasyonlara sınırlama getirmiş, engellemiştir. PKK’nın kırsaldaki sınırlı gücünün yanında, Erbil’de açtığı temsilcilik ile de K.Irak’ta var olduğunu göstermiştir.

ABD’nin PKK’yı kollamasının nedeni, herhalde Orta Doğu’da yapacağı müdahalelerde Türkiye’yi PKK ile çatıştırarak bağımsız politika üretmeden koşulsuz desteğini almak olarak değerlendirilebilir.”

Diğer devletlerin PKK’ya verdiği desteği altı safhaya ayıran Temizöz, Körfez Savaşı’nı “Avrupalı NGO’ların örgüt ile açık ilişkilerini geliştirmeye başladıkları, hatta değişik ülkelerden üst düzey bürokrat, yargı mensubu ve milletvekillerinin de direkt ve dolaylı ilişki kurmaya başladığı süreç” olarak nitelendiriyor.


“Yeni etnik devlet”in çıkarlarını koruma hazırlığı

Avrupalıların terör kamplarına ilgisi, ABD’nin sahadan çekildiği anlamına gelmiyor tabii. “Emperyalizmin Çekiç Güç etkisi” ni Yılmaz Polat’ın CIA Pençesinde Açılım kitabından aktarmaya devam edelim:

CIA, Çekiç Güç’ün Türkiye’deki Kürtlerin geleceğinin belirlenmesinde etkili olacağını bildirdi ve olası gelişmeleri değerlendirdi:

Çekiç Güç, Irak ve Türkiye’deki Kürtlerin geleceğinin belirlenmesinde en önemli öğe olacaktır. Çekiç Güç’ün süresinin uzatılmaması durumunda Bağdat, Kürt bölgelerindeki denetimini, yeniden güçlendirmek için harekete geçecektir.

Ankara’nın kararı da Türkiye’nin, Çekiç Güç’ün Kürtlerin amaçları üzerindeki etkisine ilişkin tutumlara, PKK direnişinin gücüne, Washington’la ilişkiler konusundaki kaygılara ve koalisyonun Saddam’la ilgili stratejilerine bağlı olacaktır.

Amerika’nın Türkiye ve Irak’ın şimdiki sınırlarına desteği, Kürt grupların yükselen siyasi istekleriyle ve özellikle Irak’ta Saddam karşıtı koalisyonun parçası olan grupların çıkarlarıyla çatışabilir.

Türkiye’de giderek artan direniş, özellikle Ankara’nın PKK’ya karşı askeri operasyonu artırması, Güneydoğu’da Kürt direnişçilere yoğun operasyon yapması ve Amerika’dan da bu operasyonlara destek vermesini beklemesi durumunda Türk-ABD ortaklık ilişkilerinde daha büyük gerginlikler oluşabilir.

Pek olası görmesek de Kürtler, daha ciddi bir bağımsızlık hareketi başlatırlarsa, Batı, uzun zamandır izlediği politikaları değiştirmek ve yeni bir etnik devletin barışçı bir şekilde kurulmasını kolaylaştırmak, bu arada ilgili devletlerin stratejik çıkarlarını korumaya çalışmak zorunda kalabilir.


Özerklik talebine teşvik

“Türkiye, Irak ve İran’daki Kürtlerin, merkezi hükümetlerinden daha çok özerklik ve siyasi tanınma istemeyi sürdürmelerini bekliyoruz” diyen CIA’ya göre en olası senaryo Kürtlere bağımsızlık yolunu açmaktı:

“Her üç durumda da ulusal davaları çerçevesinde hareket edeceklerdir. Zamanla ortak çıkarları ve birbirlerine bağımlılıkları arttıkça birbirleriyle işbirliğine gitmeleri de daha önem kazanabilir. Ancak kısa dönemde bunların olmasını önleyecek önemli gerginlikler ve rekabetler olduğunu görüyoruz..

Bunların tümü göz önüne alınırsa Iraklı Kürtler daha güçlü bir konuma sahip olacaktır.

Çekiç Güç’ün görevi sürdükçe, Bağdat’ta güçlü bir merkezi hükümet kurulsa bile Kürtler kendi kurdukları kurumları ve oldu bittiye getirdikleri özerkliği korumayı başaracaklardır. Saddam Hüseyin’in devrilmesi yüzünden Çekiç Güç’ün görevi sona ererse Irak’ta kısa süreli bir kargaşa yaşanabilir ve Kürtler, bu karışıklıktan kendi amaçlarını gerçekleştirmek için yararlanabilirler, ancak bunun doğuracağı sıkıntılardan zarar (da) görebilirler.”



Özal-Talabani bağlantısının iç yüzü

CIA, Iraklı Kürtlerin, Ankara’nın kendi siyasal etkinliklerine gösterdiği hoşgörünün Çekiç Güç’ten sonra da süreceğine inanmadıklarını ve “Yine de karayolları için Türkiye’ye bağımlı olduklarından, bu bağları güçlendirmek için uğraşacaklarını” belirttikten sonra Özal-Talabani bağlantısının içyüzünü açıklıyordu:

“Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve KYB lideri Talabani, Türkiye ile Kuzey Irak arasında özel bir ilişki kurulmasını istediklerini söylediler. Buna bağlı olarak, bir ” Nüfuz Bölgesi’oluşturulması ve hatta Osmanlılar zamanında Türklere ait olan Musul’un Türkiye’nin denetimine verilmesinin de bulunduğu bildiriliyor.

Ancak Başbakan Demirel ve Türk yetkililerin büyük bölümü, sınırla ilgili herhangi bir değişiklik yapılması ve Türkiye’nin nüfusuna daha fazla Kürt’ün eklenmesi olasılığından rahatsızlık duyuyor. Iraklı Kürtlerin birçoğu da Türkiye’ye daha çok bağımlılık düşüncesine karşı çıkıyor ve Talabani’nin bu görüşleri taktik nedenlerle desteklediğini düşünüyor.”



Türkiye’ye “Kedi bile vermeyen” müttefik (!)

1992 yılında dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ve Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Necati Özgen’i Kuzey Irak’a gönderen ve bölgede Barzani-Talabani güçlerini yerleştirmek üzere karakollar inşa etmeyi planlayarak peşmerge liderlerini “milli güvenlik stratejisi”nin temel unsurlarından biri haline getiren Türkiye, bu “Güven”in karşılığında bakın ne aldı:

“Türkiye bizden PKK yetkililerini istiyor. Kürt yetkililerin yakalanması ve teslim edilmesi gerçekleşmeyecek bir rüyadır. Biz, değil bir Kürt’ü bir Kürt kedisini bile teslim edemeyiz.”

Yıllarca Türkiye Cumhuriyeti Devleti pasaportu taşıyan Talabani, Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla 2007 yılında Erbil’den Türkiye’yi böyle tehdit edecekti.

Talabani’nin PKK’ya, terörün en kanlı günlerinde hem Turgut Özal’ın hem de Süleyman Demirel’in Abdullah Öcalan’la “dolaylı müzakereleri”ni yürütecek kadar yakın olduğunu hatırlayınca bu çok da şaşırtıcı olmamalıydı. Kaldı ki, Abdullah Öcalan 1999’da İmralı’da, -şimdi Ümraniye davasından hükmen tutuklu olarak Silivri’de olan- H. Atilla Uğur tarafından yapılan sorgusunda, “Başlangıçta Özal’ı çok eleştirmiştim ama Talabani’yi ateşkes için bize göndermesi kanaatimi değiştirdi...” diyerek “işporta siyaseti”yle meşhur Talabani’nin tarafının anlaşılmasına yeter malzeme vermişti.


ABD’nin asıl prensi Barzani

Öcalan aynı sorgunun devamında, bugünlerde bir kere daha hatırlamayı gerektiren başka şeyler de söyledi:

“Amerika’nın bütün meselesi Barzani ve Talabani’yi devlet haline getirmektir. Asıl prensleri Barzani’dir, aynı İsrail’in prensi olduğu gibi...”

Yeniden Talabani’ye dönersek;

Bugün yaldızlı başlıklarla kamufle edilen “süreç” gibi, 1990’ların başında da “ateşkes” kılıfıyla yutturulmaya çalışılan “terörle müzakere” kapsamında Ahmet Türk, Kemal Burkay, Sırrı Sakık, Feridun Yazar, Sedat Yurttaş, Hatip Dicle, gibi birçok ismi PKK kamplarına, Öcalan’a taşıyan kişi de Talabani’ydi. 4 Temmuz 2003 günü Süleymaniye’de 11 askerimize esir tulumları giydiren ve başlarına çuval geçirerek sorgulayan ABD askerlerine “rehberlik” eden kişi ise tesadüfe bakın ki Celal Talabani’nin oğlu Befal’den başkası değildi.

Ve AKP iktidarı yıllar sonra, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı Berlin’e, işte bu Talabani’nin ayağına göndererek PKK ile pazarlık sürecinin arabuluculuğunu üstlenmesini isteyecekti.

YARIN: 1991 RUHU

Selcan TAŞÇI, 30 Kasım 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Pzr Ara 01, 2013 14:45
gönderen Balasagun
Resim


İlk taşı en günahsızı atsın;
Resim

TBMM’deki Kürtçe yemin şovundan sonra, terör örgütü üyeliğinden hapse mahkum
olan Leyla Zana, AB’nin yoğun çabalarıyla yeniden yargılanmak üzere serbest bırakıldığında
ilk iş, PKK’nın Türkiye’ye tamamen yerleştiği 1991 yılındaki “mücadelelerini” dirilteceklerini söyledi


“1991 ruhu”nu kim iktidar yaptı!

CIA ne planlarsa planlasın, ABD ne amaçlarsa, AB neyin zeminini hazırlarsa hazırlasın; günlerdir anlattığımız “kirli tezgâh” eğer 30 yıldır, 40 yıldır,-dön en başa ta Şark Meselesi’nden bu yana, ta Hamidiye Alaylarından, ta Aşiret Mekteplerinden, ta Sevr’den, Şeyh Sait’ten bu yana-hâlâ tıkır tıkır işleyebiliyorsa; tersler bu kadar kolay düz, düzler bu kadar kolay ters kabul edilebiliyorsa, -hem de evlat acısı varken arada-sindirilebiliyorsa bir toplumda; demek ki “çuvaldız”ı hak edenler burada, içimizde bir yerlerde...

Çok değil, 20 yıl önce Adana’da, Bursa’da, İstanbul’da, Kars’ta askerler ve polisler “Hükümet istifa” diye yürüyorlardı bu ülkenin sokaklarında. Meslektaşlarının “al bayrağa” sarılı tabutları omuzlarında, adım adım ilerlerken şehitliklere, yer gök inliyordu “şehitler ölmez” diye!

Şimdi gidin, “Tekbir” deyip “ölümsüzlüğünü” ilan edin bakalım şehidinizin; o cami avlusunda, musalla taşının başında ilk kim yapışacak yakanıza?

Çok değil, 20 yıl önce terör eylemleri karşısında, “insan hakları”, “demokrasi” maskesiyle sinmeye meyleden hükümete karşı -Cumhuriyet tarihinde başka kaç örneği vardır bilmem- devletin polisi, devletin askeri “nümayiş”te bulmuştu çareyi!

Bugünlerde “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyeni terörist ön kabulüyle yaka paça gözaltına alan “Türk polisi” bundan 20 yıl önce, “mevzu bahis vatan” olduğu için alenen kafa tutuyordu siyasilere:

“Askeri, polisi şehit eden bölücüleri hapishanelerde rahat ettirmek için çaba sarf edenler devleti korumada neden sessizler? Soruyoruz; Meclis kürsüsünde paçavra bayrak göstermeleri yetmedi mi, daha ne kadar taviz verilecek?”

Yetmemişti!


“15-20 sene sonra Türkiye’yi demokratik yolla ele geçirecekler”

Meşhur “90’lar”ın arifesinde, “işlerin PKK’nın istediği mecrada ilerlediğini” görüp, bunu yüksek sesle ifade eden üç beş kişiden biri, dönemin Olağanüstü Hal Bölge Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral İsmail Selen’di. Selen’in o gün kulak ardı edilen “15-20 sene sonra demokratik yolla bile Türkiye’yi ele geçirirler” açıklaması, tahmininden de önce doğrulandı.

ANAP’lı Cemil Çiçek, Selen’in ikazından 10 gün sonra, 17 Eylül 1989’da, Turgut Özal başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda, “Güney Doğu’da devlet görüntüsü verilmemesi, nasihat heyetleri oluşturulması, orada yaşayanların PKK’lıların cesetlerini gördüklerinde ne hissettiklerinin araştırılması, Kürt lehçeleri üzerine konuşacak-yazacak uzmanlar yetiştirilmesi...” gibi bir dizi “tedbir” önerecekti!

Çiçek’in çabaları, görünürde ‘halkın psikolojisini anlamak ve uygun politika üretmek’ gibi naif bir hedef uğrunaydı fakat “Biz yapmazsak ABD veya Avrupa’daki Kürt kuruluşları nasıl olsa yapacak” çıkışıyla, Özal’ın “Kürtçe yayın” teklifine ve böylece “ülkenin demokratik yollardan ele geçirilmesi” kapısının aralanmasına zemin hazırladı. PKK’nın başındaki cani “Aslında bizi en iyi anlayan Özal’dır. Hatta eminim, bize biraz da olsa sempati ile bakıyor. Bizimle ilgili çok düşünüyor. Bu belli. Belki beni aramayı bile düşünüyordur...” derken haksız sayılmazdı.


“Ben bu devleti kurdurmam” diyenlerin yerini “Ben bu devleti kuracağım” diyenler aldı

Korgeneral Selen, (İki yıl sonra, suikast sonucu ebediyen sustu(ruldu) Hulki Cevizoğlu’na verdiği röportajda Türkiye’nin bu “bataklığı” ancak “Ben sana bu devleti kurdurmam diyenlerin çoğalması”yla kurutabileceğini anlatırken (Cevizoğlu’nun röportajını ve “1991 ruhu” nu olgunlaştıran şartları, Ya Sev, Ya Sevr kitabında okuyabilirsiniz), SHP tam tersini yapıp “Ben bu devleti kurarım” diyenleri TBMM’ye taşıyacaktı.

6 Kasım 1991’de, PKK yanlıları TBMM Genel Kurulu’nda hayli stratejik bir psikolojik “eşiği” aşmayı başardı (!)

Öcalan’ın kararı doğrultusunda “sözde eyalet komutanlıklarının önerileriyle” belirlenerek SHP listesinden milletvekili seçilen HEP’liler, Genel Kurul salonuna giysilerine iliştirdikleri PKK sembolleriyle girdiler. Genel Kurul’a sarı kırmızı yeşil mendillerle girenlerden biri, Sedat Yurttaş, yakasında terör örgütünün rozeti takılı olduğu halde TBMM Geçici Başkanlık Divanı’nda görevliydi.

Yemin etmek üzere kürsüye gelen Hatip Dicle, “Ben ve arkadaşlarım bu metni Anayasa baskısı altında okuyoruz...” diyerek, yemine uymayacaklarını ilan etti. Dicle, kısa süre sonra, HEP Kurultayı’nda çıtayı biraz daha yükseltip “Devletin muhatabı PKK’dır” diyecekti!

TBMM’deki PKK şovunun başrolünde Leyla Zana vardı. Kürtçe yemin eden Zana, “milletvekilliği”ni hükümsüz kılan eylemini “bilinmeyen bir dilde (!)” sloganlarla bitirdi.

Salon mu?

SHP ve ANAP sıralarında tık yoktu.


SHP’liler “Kürdistancı”lara siper oldu

1989’da hazırladıkları “Kürt Raporu” yla “terörle silahlı mücadele”ye karşı çıkan, “ana dilde eğitim” ve “Kürt kimliğini hayatın her alanında belirtme”ye imkan tanıyacak bir “anayasa değişikliği” öneren SHP’lilerden, zaten kimse “tepki” beklemiyordu. Kaldı ki, SHP Grup Başkanvekili Mahmut Alınak’ın Meclis görüşmeleri sırasında kullandığı “İki gencimiz şehit oldu, biri PKK’lı” ifadesine vizeyi, bizzat “Bir milletvekilimiz kendi yöresinden gelmiş olmanın baskı ve hisleri içinde benden biraz farklı konuşabilir” diyen Genel Başkan Erdal İnönü verecekti.

(SHP 1990 ve 1993 yıllarında konuya ilişkin iki rapor daha yayınladı. Erdal İnönü ve Deniz Baykal başkanlığında, Hikmet Çetin, Fuat Atalay, Eşref Erdem, Cumhur Keskin tarafından hazırlanan ve Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı’nın “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek”ten hakkında soruşturma başlattığı 1990 raporunda “Değişik dil ve kültürlerin devlet eliyle araştırılması, bunlarla ilgili enstitüler kurulması, köy koruculuğu, OHAL ve ilkel bir politika olan ana dil yasağının kaldırılarak ana dil öğrenimi nin güvence altına alınması” savunuluyordu. CHP de 1993, 1998, 2000, 2002 ve 2006 raporlarında benzer görüşleri tekrarladı. 5 Ağustos 1998’de Diyarbakır’da “sorun”un adını “terör” değil “Kürt” koydu.)

Alınak ilerleyen günlerde bu kez; “Generallerin bölgedeki fiili etkinliklerine son verilmesini, MGK’nın kaldırılmasını, Genelkurmay Başkanı ve komutanların parlamento tarafından görevinden alınabilmesini, valilik ve kaymakamlıklar kaldırılarak “bölge meclisleri” oluşturulmasını ve genel af”fı gündeme getirdi.

Türk ordusu, 24 Şubat 1992’de SHP’li Yurttaş tarafından “işgal ordusu” olarak nitelendirildi!

Yurttaş ile birlikte Güney Doğu’ya giden SHP’li Ali Yiğit ve Algan Hacaloğlu, 5 Mart 1992’de İdil’de, bedenlerini “Vur gerilla vur, Kürdistan’ı kur” diyenlere siper etti:

“Tanklar, tüfekler bizim cesedimizi çiğnemeden, Meclisi yerle bir etmeden size ulaşamayacaktır...”


Demirel ve İnönü Zana’yı hiç yormadılar

6 Kasım 1991’de, PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okumasına, sıralara vurmak gibi olağanüstü sert(!) bir tepki gösteren DYP, protesto ettiği SHP ile koalisyon ortağı oldu.

Üstelik çiçeği burnunda ortaklar hayli uyumluydu.

15 Kasım 1991’de Leyla Zana TBMM’de mücadelesini “kanının son damlasına kadar” sürdüreceğini söylerken, DYP ve SHP sadece bir gün sonra 16 Kasım 1991’de açıkladığı “Güneydoğu Önlemler Paketi” yle, Zana’ya “sen zahmet etme, bize bırak” der gibiydi. İki parti “ana dillerin kullanılmasına ilişkin bir Kürt Enstitüsü kurulması” nda uzlaşmış ve “demokratik özerklik” için oluşturulan yasal çerçevenin kilometre taşlarından “Paris Şartı ve AGİK sürecine uymak” konusunda anlaşmıştı. (Sevr’de “Kürtler dilerlerse bağımsızlık için Milletler Cemiyeti’ne başvurabilecek” dinamitiyle başlayan, Wilson İlkelerinde “İmparatorluğun Türk olmayan kısımlarında Osmanlı egemenliği altında otonom idareler” formülüyle pekişen sürecin altın vuruşu TBMM’de 4 Haziran 2003 günü kabul edilen “halklara kendi siyasi statülerini serbestçe tayin hakkı” tanıyan 4867 ve 4868 no.lu “İkiz Yasalar” la oldu.)

Gerçekten de Zana’nın “kanının son damlasına kadar mücadele etmesine” gerek kalmamıştı. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve Kuvvet Komutanları arka arkaya “Çayımıza zehir kattılar, kahvemize siyanür attılar, ölüyorduk” açıklamaları yaparken, Demirel ve İnönü “çeşnicibaşı ordusu” eşliğinde çıktıkları “şefkat turu” nda, “Zana ve Dicle sesimizdir” pankartları altında “Kürt realitesi”ni tanıyıverdi!

Yazık ki, “evet” ama “yetmez”di; ABD Kongresi’ne bağlı Avrupa Güvenlik İşbirliği Komitesi’nin toplantısında konuşan Ahmet Türk, “Aramızda bazıları Kürt devletinin tanınması için gerekli reformların yavaş yavaş olması nedeniyle silahlı mücadeleyi tercih etti. İşlem yollarımız farklı fakat amacımız aynıdır” diyerek nihai hedeflerini bir kere daha işaret etti.

Gaflet (ve ihanet) bulaşıcıydı; “Genel af, OHAL’in kaldırılması, Koruculuğun kaldırılması, Anti-terör yasasının kaldırılması, her türlü görüşe örgütlenme hakkı” taleplerini içeren “49’lar bildirisi”ni HEP kökenliler ve özSHP’liler(!) dışında DYP’li, ANAP’lı ve RP’li milletvekilleri de imzalamıştı.


Öcalan TBMM’yi yokluyor...

Türk Milleti “gerçekleri”, ne hazindir ki “milletin vekilleri” nden değil, eli kanlı katillerden öğreniyordu. Öcalan, 6 Kasım 1991 gününün “aslında ne anlama geldiğini” şöyle izah etti:

“Kürt halkı gerçeğinin ne kadar ifade edilebileceğini göstermek için zemin yokladım!”

Zemin “müsait” olmalıydı ki; arkası çorap söküğü gibi geldi:

PKK’lıların cenazeleri SHP’lilerin katılımıyla şova dönüşüyor, Öcalan’ın annesi Ankara’da “eli öpülesi kadın” oluyor, teröristler yol kesiyor, kimlik kontrolü yapıyor, mahkeme kurup yargılama yapıyor, İstanbul’un göbeğinde alışveriş merkezleri kundaklanıyor ve PKK 1984’ten beri ilk defa kışı Türkiye’de geçirme cesareti buluyordu.

İşte, 17 Mart 1994’te, Hatip Dicle, Selim Sadak ve Orhan Doğan ile birlikte tutuklanan, 8 Aralık 1994’te yasa dışı örgüt üyeliğinden mahkûm olan ve AİHM kararı doğrultusunda yeniden yargılanmak üzere 8 Haziran 2004’te serbest bırakılan Leyla Zana’nın Ulucanlar Cezaevi çıkışında “yeniden canlandırma” andı içtiği “1991 ruhu” buydu!

Ve bu “ruh çağırma” seansı Türkiye’ye pahalıya patlayacaktı!

YARIN: KEMALİZME KARŞI YENİ KONSEPT

Selcan TAŞÇI, 1 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Pzt Ara 02, 2013 13:49
gönderen Balasagun
Resim


Resim

Irak ve Orta Doğu petrollerini, bölgedeki “kuklaları” arasındaki çatışma
yüzünden kaybetmek istemeyen ABD, 1998’de Barzani ve Talabani’yi
Washington’a çağırdı ve Madeleine Albright şahitliğinde zoraki nikah kıydırdı.


ABD füzelerini satın alabilmek için PKK’ya karşı kullanmama sözü verdiler

Askerin terör örgütüyle mücadelede şehitler verdiği dönemde siyasi iktidarın Öcalan’la kurduğu muhabbet TSK’yı kahretti. Yurt içinde operasyon yapabilmesi “en üst düzeyde izne” bağlanan Türk Ordusu; yurt dışında da “Güney Doğu’da sivil katliamı yapmak”la suçlanıyordu...


Sade siyasi partiler değil, ABD ve AB fonlu “NGO(!)larla eşzamanlı olarak “yerli sivil toplum kuruluşları” da uymuştu “Kürt raporu” hazırlama modasına. 1995’te Yalım Erez başkanlığında Doğu Ergil tarafından TOBB için hazırlanan Doğu Sorunu Teşhisler ve Tespitler raporuyla popülarite kazanan “mozaik” ifadesi, dönemin MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş tarafından “Ne mozaiği ulan” denilerek reddedilmişti ama “millet”i bir ve bütün tutan “ortak paydaların” dönüşümü çoktan başlamıştı.


Klasik Atatürkçülük öldü

12 Eylül ile ilgili “Bizim çocuklar başardı” itirafının sahibi CIA İstasyon Şefi Paul Henze, 1993 yılında hazırladığı raporda “Klasik Atatürkçülüğün öldüğünü” ilan etti!

“Kemalizm”e karşı, Türkiye’nin “Yeni Dünya Düzeni” ndeki kimlik ifadesi “Ilımlı İslam” olarak belirlendi. “Ilımlı İslam”, Samuel Huntington gibi “teorisyen” ler eliyle “Atatürk ve kurduğu ulus-devlet modeli” ne “karşı formül” olarak geliştirildi. Huntington’a göre tek “nitelikli uygarlık” Batı’ydı ve ne ona ulaşmak, ne de onu taklit mümkündü. Oysa Atatürk, Batı’yı yenmişti! Teorisinin hükmünü kaybetmemesi için Huntington’un da tek seçeneği; Atatürk’ü yenmekti!


En kötü senaryo

Satranç tahtasında kurgulanan bu hamlelere paralel Graham Fuller “Kürt Sorunu” odaklı bir “Türkiye raporu” hazırladı. Rapora göre; Irak parçalanmalıydı. Üniter Irak, ABD’nin bölgedeki çıkarlarına aykırıydı. Amerika’nın planı, Türkiye’deki Kürtlerin özerkliğe kavuşturulmasıydı. Bu sayede Irak’ın kuzeyiyle bütünleşme sağlanabilir; “Kürdistan” kurulabilirdi. ABD’nin öngördüğü en kötü senaryo ise üniter Türkiye ve üniter Irak’ın yakınlaşmasıydı. (Bugün aynı plan Barzani üzerinden, tersinden uygulanmaya çalışılıyor)

Bu çerçevede 1993 Mayıs’ında iki misafir ağırladı ABD:

Leyla Zana ve Ahmet Türk, Öcalan’ın talimatıyla Amerikalılarla “Kürt sorununun çözümü”nü konuştu.


Hasan Cemal Bekaa’da...

Tam da o günlerde PKK kampındaki “Türkiyeli konuk” trafiği de hızlanmıştı. Öcalan, Mehmet Ali Birand’dan sonra Bekaa’ya giden Hasan Cemal’le görüşmesini şöyle anlattı:

“1993 sürecinde, Hasan Cemal, Bekaa’ya yanıma geldi. Sıcak ve samimi bir görüşmeydi. Bana devlet katında olanları anlattı. O zamanın İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’den de “üslubuna dikkat etsin bizim sert konuşmalarımızı da dikkate almasın” mesajı getirdi.

Cemal’in sonraki PKK görüşmeleri de “Ankara aktarmalı” olacaktı. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın 2009 yılındaki “Açılım”ı takdim toplantısına davet edilen “12 seçilmiş kişi” den biri olan Cemal, Türk Ordusu’nun bertarafına dönük hamlelere “demokratikleşme” diyerek büyük destek vermişti. İroniktir ki, gazetesiyle yollarının ayrılmasında “bardağı taşıran” damla da, “İmralı Zabıtları” haberini “aşırı dozda” sahiplenmesi olacaktı.


Bu nasıl bir oyun?..

Öcalan, TSK’nın canhıraş mücadeleye giriştiği günlerde, Türk hükümetiyle olan flörtünü anlatırken, sorgusunu yapan komutan H. Atilla Uğur’un aklından bakın neler geçiyordu:

“Apo, heyecanla bunları anlatırken, o yıllarda verdiğimiz şehitleri, kolundan, gözünden, bacağından olan gazilerimizi düşündüm. Şehitlerimizin ailelerini gözümün önüne getirdim. Demek ki devletin başındakiler hem bizleri terörle mücadele için görevlendiriyor, Apo ve örgütünü yok etmek için çalışıyor görüntüsü veriyor, hem de akan kanlarımızın sorumlusuna gazetecilerle sıcak mesajlar gönderiyorlardı. Peki bunu, ben ve benim gibi savaşan asker, polis, savcı, hakim, öğretmen, korucu biliyor muydu? Hayır. Bu nasıl bir oyundu?

PKK’ya ağır kayıplar verdirdikleri o yıllarda, gencecik bir Türk subayı olarak “Operasyona çıkabilmek için oldukça üst birimlerin onayının alınması şartı” getirilmesini anlayamayan Uğur, “nasıl bir oyun” un içine düştüklerini ancak yıllar sonra, Silivri Cezaevi’ne atıldığında anlayacaktı.


“Demokrasi” ile yıkım

ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi Joint Forces Quartly, 1995 Sonbahar sayısında “The Greater Middle East” başlığı altında “Büyük Orta Doğu”yu mercek altına aldı.

Bush’un “Amerikan Barış Enstitüsü”ne atadığı Daniel Pipes, da “There Are No Moderates; Dealing With Fundamentalist İslam” makalesinde, köktenci gruplar karşısında “Ilımlı İslam” metodunun karargâhını resmen açıkladı:

Türkiye!

Böyle adım adım gidince, Graham Fuller’in 2002’de, Foreign Affairs’daki “Siyasal İslamın Geleceği” makalesinde, “katı devlet ideolojisinin demokrasi ile yıkıldığına” atıfla “Türkiye kesinlikle bir model haline gelmektedir” diye sevinmesinin nedeni daha iyi anlaşıyor değil mi!

Fuller haklıydı; 11 yılda “demokrasi” silahıyla(!) Türkiye Cumhuriyeti’nin en stratejik kaleleri bir bir yıkılacaktı!


Erbakan’dan Öcalan’a “Barış” çağrısı

1995-96 yıllarında Amerikalılar Güneydoğu’yu “komşu kapısı” yaptı. Senatör Claiborne Pell ve yardımcısının gezisinden kısa süre sonra, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Robert Pelletreau Türkiye’de Barzani ile “gizlice görüştü”.

“Kürt sorunu” artık Washington’da da “denge unsuru”ydu. Kongredeki PKK lobisinin itirazları yüzünden, Türkiye, 1995’te ATACMS füzelerini ancak “PKK’ya karşı kullanmayacağı” taahhüdüyle satın alabildi! Bunu, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün “Türkiye silahları Güneydoğu’da sivillere karşı kullanıyor” propagandası takip etti.

Türkiye ile çok daha hayati bir pazarlığa hazırlanan ABD, 16 Temmuz 1996’da, Madeleine Albright’ı Ankara’ya, Çekiç Güç’ün uzatılması için ikna turuna yolladı. Albright, Necmettin Erbakan’dan istediğini almıştı; TBMM süreyi 6 ay uzattı.

Bu arada CIA’nın 1 Kasım 1996 tarihli toplantısının gündeminde TSK’nın Refah Partisi hakkındaki düşünceleri de vardı. Ki, irtica/laiklik merkezli olmasa da Erbakan gerçekten de TSK’nın hoşlanmayacağı hamleler içindeydi. O da “Öcalan’a mesaj yollayanlar” kervanına katılmıştı. Terör örgütünden “barış” talep eden Erbakan’ın aracıları Fethullah Erbaş ve İsmail Nacar’dı.

Öcalan’a kravat hediye ettiği söylenen Demirel’den, kalem hediye eden Özal’dan sonra Erbakan’ın mektubu neydi ki! Kaldı ki arada Tansu Çiller Talabani aracılığıyla “ateşkes” pazarlığına girmiş, Mesut Yılmaz “özel danışmanı” Alev Alatlı’yı Öcalan’la buluşturmayı denemişti! Yiğidi öldür hakkını ver; “liderler turu” nda Öcalan’ın kulağında “hoş sada” bırakmayan tek isim Çiller’di!


Kuklalar kapışması

Çekiç Güç’ün süresi uzamıştı ama bu sefer de Talabani-Barzani çatışması yüzünden varlığı risk altındaydı. ABD’nin isteğiyle Saddam Hüseyin’e çatışmayı körüklememesi mesajını ileten Tansu Çiller’in aracılığı işe yaramamış, ABD, Çiller’in cevabını beklemeden 3 Eylül 1996 günü Irak’a kesintisiz 34 gün sürecek füze saldırısını başlatmıştı.

Irak’taki kuklaları birbirine düşünce; ABD mecburen kriz yönetimi için sahaya indi. “PKK’nın Türkiye’ye sızmasını önlemek istiyoruz” diye kandırdığı Türkiye’nin de desteğiyle, Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri “eğitmek(!)” üzere Guam adası üzerinden ABD’ye taşıdı.


Ne çektin be Sezgin Tanrıkulu

Robert Kennedy adına verilen İnsan Hakları Ödülleri’nin 1997 yılı sahipleri Türkiye’dendi. Ve içlerinden biri bugün kamuoyunun çok yakından tanıdığı biriydi:

Sezgin Tanrıkulu.

21 Kasım 1997’de ABD’ye teşekkür konuşmasında “Türkiye’nin Kürdistan diye bilinen Güneydoğusunda savaş var. Son 10 yılda 26 bin kişi öldürüldü. Bunların 3 bini siyasi suikast sonucu öldürüldü. Savaş bölgesinde avukatlık yapan birisi olarak ne çektiğimi bilemezsiniz! diyen Tanrıkulu bugün CHP’nin en tepesindeki yöneticilerden biri!


Bu taşın altında da İngiltere

Ve iktidarı “kuma” durumuna düşürecek bir “nikah” haberi...

Barzani ile Talabani, 17 Eylül 1998’de Washington’da Madeleine Albright gözetiminde anlaştırıldı!

Bu anlaşmanın mimarının İngiltere olduğunu söyleyen Öcalan, Talabani’yle ilgili sorgusunun değişik safhalarında hep aynı iddiayı tekrarladı:

“Otonom bir Kürt devleti kurulmasında ABD ve İngiltere birlikte hareket ettiler...

Talabani İngiliz güdümündedir. İngiltere’nin en sistemli şekilde yönetebileceği kişidir. Her zaman ikili ve üçlü oynamıştır...

Bizim konumuza en akıllı yakışan İngiltere’dir. İngilizlerin esas ilgi alanı Celal Talabani’dir..

Politika ve senaryoları İngiltere oluşturur, Amerika’ya uygulattırır. Tabii bu konu ile ilgili ortada hiçbir belge yoktur. Gelişmelerde asıl dikkat edilmesi gereken İngilizlerdir...

İngiltere bizimle hiç siyasi ilişki kurmadı ama bazı lordlar benimle görüşüp ‘sizi destekliyoruz’ dedi..”


Aslında İngiltere, 2008’de Leyla Zana’ya Parlamento’da “Gücümüzü PKK’dan alıyoruz” diye Kürtçe konuşma yaptıracak kadar konunun içindeydi.

YARIN: HAZAR PETROLLERİ İÇİN GÜÇ MÜCADELESİ

Selcan TAŞÇI, 2 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Sal Ara 03, 2013 10:04
gönderen Balasagun
Resim

KIYAMET SENARYOSU

Hazar petrolleri savaşını kazanabilmek için NATO maskesiyle Karadeniz’e sızmayı deneyen ABD, Türk ordusu tarafından “oyun dışı” bırakılmanın bedelini, 1999’da Ulusal Savunma Enstitüsü’nde hazırlanan ve “cami bombalamaları ile radikal İslamcı-ayrılıkçı Kürt ittifakının orduya karşı mücadelesi”ni öngören senaryoyu uygulayarak ödetecekti!..

Bill Clinton 1997’de, “ABD çıkarına dayalı ekonomik milliyetçiliğin gerekirse silah zoruyla egemen kılınması”nı öngören “Yeni Bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” ni imzaladı. Buna göre kendi kaynakları tükenecek olan ABD için “iki yüz milyon varillik petrol rezerviyle Hazar Denizi yaşamsal önemde”ydi.

Gelişmeleri dikkatle izleyen TSK, tarihinin en kritik kararlarından birini aldı ve “Milli Askeri Konsepti”ni değiştirdi. Buna göre TSK’nın “bağımlı” olduğu noktalar tespit edilerek iyileştirilecek, modernize edilecekti. Türk Ordusu, Brüksel veya Washington’dan bağımsız karar alma kabiliyetini ortaya koymuştu.

İstihbarat ağının gözlem ve analizlerine dayanarak “Türkiye’nin 2015 yılına kadar alacağı tavrın ve ülke içindeki gelişmelerin, ana çıkarlarının bulunduğu Orta Doğu’da belirleyici olacağı” sonucuna varan ABD, TSK’nın kendisine danışmadan aldığı bu karardan memnuniyetsizliğini bildirmekte gecikmedi:

“Türkiye’nin, bölgede bağımsız bir güvenlik faktörü olarak güçlenmesi ve artan askeri gücü bölgedeki istikrarsızlığı arttırmaktadır!”


İlişkilerinin en kötü dönemi

Uluslararası görevlerde de bulunmuş bir çok üst rütbeli subay hemfikirdi; Türk-Amerikan ilişkilerinin en kötü dönemi 1997-2000 yılları arasında yaşanmıştı.

1997 yılında, TSK’nın Ukrayna’yla yürüttüğü denizlerde Güvenlik ve Güven Arttırıcı Önlemler (GGAO) çalışması ve Karadeniz donanmalarıyla Çağrı Gücü (BLACKSEAFOR) kurma anlaşması (2001) ABD’nin bu rahatsızlığını arttırdı.

GGAO’nun, donanmasının açık denizlerdeki hareketlerini kısıtlayacağı endişesi taşıyan ABD, TSK’ya bundan vazgeçilmesi için çok baskı yaptı, ancak sonuç alamadı.

Karadeniz Çağrı Gücü’ne dahil olma talebi de “sahildar ülke” olmadığı gerekçesiyle reddedilen ABD’nin, bu ittifaka Yunanistan’ı sokma çabaları da boşa çıktı.

ABD’nin Karadeniz’e kıyısı bulunmayan Yunanistan’ı Çağrı Gücü’ne katma niyetinin geri planında “Pontus tezi” vardı.


Oyun dışı kalmanın hıncı

ABD, Hazar hattını kontrol için Karadeniz’e yerleşme planları yaparken TSK bölgeyi kapatmıştı. “Yeni dünya”nın en büyük enerji kapışmalarından biri burada yaşanacaktı ve ABD artık oyunun dışındaydı!

ABD cephesinden bakıldığında bu denli iç karartıcı olan tablonun oluşmasını sağlayan; yani BLACKSEAFOR projesinin kuruluşu ve uygulanmasında görev alan TSK mensuplarının tamamı Balyoz Davası’nda yargılandı! Dahası, 1992’den bu yana BLACKSEAFOR, Karadeniz Uyumu Harekatı, Akdeniz Kalkanı Harekatı, Hint Okyanusunda konuşlanma gibi girişimlerin planlayıcısı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Plan Prensipler Daire Başkanlığı yapan yedi amiralin tümü ve MİLGEM gibi millileştirme projelerinde görev alan denizciler de Balyoz’a maruz kalarak cezalandırıldı!

Manidardır, tutuklandığı gün eski Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’u da “Karadeniz çıkarması”nın yaktığını iddia edenlerin sayısı hayli fazlaydı. Genelkurmay Başkanlığı dönemindeki en çarpıcı açıklamasını Karadeniz’de, Oruç Reis Fırkateyni’nde yapan Başbuğ, “TSK’ya karşı asimetrik, psikolojik harekat yürütüldüğünü” vurgulayarak, sert bir tonda “Türk Silahlı Kuvvetlerinin, yasaların kendisine verdiği görev ve sorumlulukları yerine getirmeye hazır olduğunu ve hazır durumda olmaya mecbur olduğunu” söylemişti.
Resim

Bir Ukrayna gazetesinin haberine göre de Başbuğ, Ergenekon-Balyoz soruşturmaları dolayısıyla Moskova’ya yapmayı planladığı ziyareti iptal etmek zorunda kalmıştı. Ancak aynı tarihlerde Rusya Deniz Kuvvetleri Komutanı Vladimir Sergeyeviç Visotskiy, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit’in resmi konuğu olarak Türkiye’ye gelecek ve “Karadeniz’deki mevcut işbirliğinin ileriye taşınması için” karşılıklı atılabilecek adımları görüşecekti.


Doğu Akdeniz’de endişe

“Karadeniz”in Türk-Amerikan ilişkilerindeki “belirleyici” rolü, ABD eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın, ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri Komutanı ve NATO Müşterek Kuvvet Komutanı Michael Mullen ile dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün 2005 yılı Mart ayında yaptığı görüşmeyle ilgili notundan da anlaşılıyordu.

WikiLeaks sanal “bavulu”ndan çıkan nota göre, Mullen Özkök’e Karadeniz’de Rusya ile rekabet edebilecek ve Türkiye öncülüğünde oluşturulacak bir NATO gücünü faaliyete geçirmeyi teklif ediyor. Özkök ise, “sivil darbe”ler marifetiyle idareleri Amerikan yanlısı olarak yeniden dizayn edilen Ukrayna ve Gürcistan gibi “gelişmekte olan demokrasiler(!)”in Rus etkisini kırdığını söyleyip, konuğunun yüreğine su serpme yolunu seçerek, konuyu geçiştiriyordu.

ABD Türkiye eski Maslahatgüzarı Nancy McEldowney’in aktardığına göre, aynı günlerde Mullen’in halefi ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri Komutanı Henry G. Ulrich de, Genelkurmay Başkanı Özkök ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek ile görüşmesinde, ABD’nin yılda 2-3 kez Karadeniz’e gemi göndermesini ve Karadeniz Uyum Harekatı’nın elde ettiği istihbaratın NATO ile paylaşılmasını istiyordu. Amerikalıların, Türk komutanlardan bir diğer talepleri ise Türkiye’nin Bulgaristan ve Romanya ile ortak hareket etmesiydi!

WikiLeaks’ten sızdırılanlara göre, söz konusu görüşmede Örnek’in Bakü-Tiflis-Ceyhan trafiğine maruz kalacak olan Doğu Akdeniz’in durumunu gündeme getirmesi, Amerikalıları “Türklerin Doğu Akdeniz’de ulusal operasyonları ve Türk donanmasının Kıbrıs yakınlarındaki etkinliğinin artmasının muhtemel reaksiyonları” konusunda endişelendiriyordu!

“Donanma” üzerinden varılmak istenen yer ayrıca bir araştırma/dizi konusu olacak kadar derin ama yeri gelmişken TSK’nın, tıpkı havada-karada PKK’yla mücadelede olduğu gibi, denizde de, örneğin Rumların (Akdeniz), Ermenilerin (Karadeniz) taraf haline getirildiği alanlarda dümenini, ABD’nin çizdiği rota yerine “milli menfaatler” den yana kırdığı için “hedef” haline geldiğini gösteren bu örnekler, olan bitenin küresel güç savaşında Türkiye’ye biçilen role biat edip etmemekle ilgili olduğu gerçeğinin anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.


Yeşil Kuşak’ı güncelleyen diyalog

Konumuza dönersek, CIA Orta Doğu Şefi Fuller ile “açılımın mimarı” olarak nam salan Henry Barkey’in ortaklaşa yazdığı Kürt raporu, gelecek yılların da en az 1997 kadar hareketli geçeceğinin işaretini verdi:

“Türkiye’de bu sorunu askeri olmayan yöntemlerle çözme cesaretini gösterecek lider yoktur!”

Bunlar rastgele seçilmiş ifadeler değildi. Bu rapordan kısa süre önce 1996’da o “cesur siyasetçi” yi keşif turuna çıkan ve Fuller gibi CFR için de çalışan ABD eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz’in yolu İstanbul’da Tayyip Erdoğan’la kesişmiş; kendisine gerekli mesaj iletilmişti:

“Siz, İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz!..”

Türkiye’nin bölgesinde “demokratik bir İslam ülkesi” etiketiyle “model” olabileceği söylemi, 1998’de ABD’nin Uluslararası Din Özgürlüğü Yasası’nı kabulünden sonra hızla yayıldı.

Yasanın resmi amacı, “ABD’nin din sebebiyle yabancı ülkelerdeki baskı görmüş bireylere desteğini güçlendirmek ve ABD dış politikasının bu kişilerin yanında olduğunu beyan etmek; yabancı ülkelerdeki din özgürlüğü ihlallerine cevap vermede ABD’nin alacağı önlemlere otorite kazandırmak...”tı.

Dinler Arası Diyalog çalışmaları bu zemini temel aldı. Ki zaten ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright dünyadaki çatışmaların temelinde din farklılıklarının olduğunu ve üç semavi dinin anlaşması gerektiğini söyleyerek o temeli çoktan atmıştı. Böylece, Afrika ve Orta Doğu’daki Rus izlerini “temizleyerek”, Yeşil Kuşak’ı güncellemek de mümkün olacaktı!


Kehanetti gerçek oldu!

30-31 Mayıs 1998’te Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü’nde hazırlanan ve artık iyice tanıdığınız Fuller-Barkey ikilisi tarafından açıklanan “Kıyamet Senaryosu” Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan Kayseri ve Çorum’daki camilerde bombaların patlaması, polis bastıramadığı için askerin devreye girdiği bir halk ayaklanması, asker-polis, Alevi-Sünni, laik-anti laik çatışması öngörülüyordu! Polis, Sünni ve anti-laiklerin safına geçecek, ordu parçalanacak, radikal İslamcılar ayrılıkçı Kürtlerle birleşip orduya karşı mücadeleye başlatacaktı!

Bütün bunların “senaryo” olarak kalmadığını ve yaşadığımız “şey”in aslında tam da o “kıyamet” olduğunu söylemeye lüzum yok herhalde!

Pentagon’a göre Türk ordusu ABD’den uzaklaşıyordu ve onu ABD politikalarına uygun bir çizgiye sokmak zorunluydu!

Amerikalıların Türkiye üzerine bir sonraki “senaryosu” 1999’da yazıldı. Bu da tıpkı “Kıyamet Senaryosu”ndaki “cami bombalama öngörüsü(!)” gibi Balyoz sürecini başlatan gelişmelerin habercisi niteliğindeydi.

ABD Milli Güvenlik Akademisi’nde görevli Orta Doğu uzmanı Judith S. Yaphe’nin savaş senaryosuna göre, Türkiye’de ordu ile türbanlı öğrenciler arasında çatışma çıkacak, gelişmelerden rahatsız olan genç subaylar da orduya başkaldıracaktı. Öyle anlaşılıyor ki “Genç Subaylar Rahatsız” manşeti 23 Mayıs 2003’ten çok önce atılmıştı!

YARIN: HABUR PROVASI

Selcan TAŞÇI, 3 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Çrş Ara 04, 2013 11:44
gönderen Balasagun
Resim

ABD, AKP’nin iktidara gelişini böyle kutladı:
Reformlarımıza en büyük engel Türk Ordusu’nu ret süreci başladı


Irak’ta rejimi değiştirmekkonusunda Sezer ve 57. Hükümetin işbirliğini yetersiz bulan Amerikalılar, 3 Kasım 2002’de “tasfiye” coşkusu yaşadı.

Devletin farklı birimleri yıllarca “İmralı görüşmeleri” ni inkâr etti; “imzaladık ama uygulamadık” misali “gittik ama görüşmedik” demeyi tercih etti. Kesin olan, Genelkurmay dışında MİT’in de Öcalan ile irtibata geçtiğiydi. MİT Müsteşarı Emre Taner, İmralı’ya gitmiş ve -niyetini anlamak üzere(!)- Öcalan’a 13 soru yöneltmişti. Öcalan “değişmeyen” niyetini, “örgütü dağdan indir” mesajına cevaben açıkça söyleyecekti:

“Örgütün bütünsel olarak yararlanabileceği bir yasal düzenleme.”

Yani “genel af” !


“Habur” provası

“PKK’lıların sınır dışına çıkarılması” pazarlığında “iyi niyet gösterisi” olarak Kandil’den Türkiye’ye bir “Barış Grubu” nun gelmesinde anlaşıldı; “iyi niyet” tamamdı da, TSK bu işin “gösteri” ye dönmesine şiddetle karşıydı. Nihayetinde “barış” la maskelenenler “teröristler” olacaktı. Öcalan’ın “Barış Grubu için arabulucu aydınlar” teklifi de yine TSK’ya takıldı. Genelkurmay PKK’lıların Türkiye’ye girişinden iki gün önce 29 Eylül 1999’da -olası bir şova karşı- ikazlarını tekrarladı:

“Terör örgütünün son zamanlardaki çırpınışlarını sözde örgütün inisiyatifinde gelişen barış girişimleri olarak algılayıp neredeyse alkışlamayı anlamak mümkün değildir. (...) Sözde demokratik cumhuriyete katılım adı altında devlete teslim edilmek istenen sembolik 20-25 kişilik terörist grup propagandanın bir parçasıdır.”

1 Ekim’de Kandil’den gelip Şemdinli Tugay Komutanı tarafından teslim alınan “Barış Grubu” üyesi teröristler, çıkarıldıkları mahkemede tutuklanarak, cezaevine gönderildi. Öcalan, TSK engeli yüzünden o gün yaptıramadığı “PKK şovu” nu yıllar sonra 2009’da Habur’da yaptıracaktı.


Ecevit 23 yıl sonra ABD’de

Öcalan’ın Türkiye’ye teslimi, ülke siyasetine de “format” attırdı. 18 Nisan 1999 seçimleri, bitti denilen Bülent Ecevit’i yıllar sonra yeniden Başbakanlığa taşırken, MHP, TBMM’de tarihinin en yüksek temsil gücüne kavuştu ve hükümetin ikinci büyük ortağı oldu. 12 Eylül’den sonra Türkiye’yi yöneten merkez sağ partiler ise pastadan paylarına düşen küçük dilimlerle yetiniyordu.

Ecevit, 23 yıl aranın ardından 28 Eylül 1999’da Başbakan sıfatıyla ABD’ye gitti.

ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Anthony Zinni, “Amerikan askeri gücünün temel varlık nedeninin petrol olduğunu ve körfezdeki petrolün ülkesine bağlanmasının hayati önemde olduğunu” söylüyordu. Ve işe bakın ki, ABD için “körfez” in kilidini açabilecek aktörler dünyanın diğer ucunda, aynı gün, aynı otelde rastlaş(tırıl)ıyordu! Bülent Ecevit, konuşma yapacağı otelin lobisinde, Behram Salih ile birlikte kendisini bekleyen Celal Talabani’nin görüşme talebini reddetti. O gün ABD’de Talabani’yle görüşmemişti ama, 6 Ekim 2000’de Ecevit’in Ankara’da, Başbakanlık makamında ağırladığı kişi “Irak Kürdistan Demokratik Partisi lideri Mesud Barzani” den başkası değildi! Ecevit’in Barzani’den hemen sonraki ziyaretçisinin ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson olması da ilgi çekiciydi. (Türkiye’ye “İncirlik ve Keşif Gücü” baskısı yapan ABD’nin, geleneksel “Ermeni Tasarısı sopası” na karşı dönemin Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, “savunma ihalelerindeki tavrını değiştirecek” ve rotasını Çin’e çevirecekti.)

“Türkiye’de demokrasi yoktur, bunun sebebi de TSK’dır” diyen CIA ajanı Mark Parris’ten boşalan ABD Ankara Büyükelçiliği’ne atanan Pearson’un Türkiye mesaisi Ankara’ya gelmeden çok önce başladı. NATO’nun “Balkanlar ve Ulusal Güvenlik” uzmanı Pearson, Fransa Büyükelçiliği Müsteşarı olduğu sırada ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’ne “Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolü” brifingi veriyordu.


AB fonlarına Güneydoğu şartı

2000 Ekim’inde Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu, “Türkiye’ye verilecek fonlarla Güneydoğu Anadolu sorununun çözümü konusunda bağ kurulmalı” şartı koşarken, Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz dalga geçer gibi “Türkiye’nin AB eliyle bölünebileceği” endişelerinin yersiz olduğunu söylüyor, daha trajikomiği “Güneydoğu şartıyla fonlanan STK’lar” dan, halkın ikna edilmesini istiyordu!

Ne var ki TSK, Yılmaz ile aynı fikirde değildi. Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit Şenoğlu, 26 Kasım 2000’de “Harp Akademileri Günü” nde yaptığı konuşmada, “Batılı devletlerin demokrasi ve insan hakları adına, üniter yapıdan ve ulus devletten vazgeçmemizi istediklerini” söyledi.

(ANAP’lıların AB konusunda “Konulara TSK söylemiyle yaklaşmakla” suçladığı İ.Ü. Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, kısa süre sonra Silivri’de “darbeci” olarak yargılanacaktı! Subayların ’bazı internet siteleri’üzerinden hedef gösterilmesi de bu dönemde başladı.)

Milli Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun, 5 Aralık 2000’de NATO toplantısı dönüşü yaptığı açıklama çarpıcıydı. Çakmakoğlu, yeniden şekillendirilen NATO-AB ilişkileri çerçevesinde Türkiye’ye verilmek istenen “danışmayla sınırlı” yeni rolü kabul etmediklerini ve bunu toplantıda resmen bildirdiklerini söyledi. İki gün sonra Genelkurmay’dan yapılan açıklamanın hedefinde de AB vardı. TSK; “PKK’nın siyasallaşma stratejisinin AB üyesi ülkelerin desteğiyle yürütüldüğünü, üyelik sürecinin örgütü cesaretlendirdiğini, ileride ’özerk yönetim’lerle güçlendirilecek bir ‘ulus yaratılmaya’ çalışıldığını” söylüyordu. Ve bu sözlerin muhatabı “dış güçler” değil onlara “içeriden destek verdiğini” düşündükleri MİT yöneticileriydi! Genelkurmay açıklaması, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve yardımcısının, gazetelerin Ankara temsilcileriyle yaptıkları görüşmede “Kürtçe televizyon yayınına karşı olmadıklarını” söylemesi üzerine yapılmıştı.

TSK ile MİT arasındaki kavga acaba gazete başlıklarıyla mı sınırlı kaldı?


11 Eylül bin yıl sürecek!

11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine yapılan saldırı “Yeni Dünya Düzeni” nin “pratiğe” dönüşmesini sağladı.

George W. Bush, olayın ertesi günü “ABD’nin bu teröristleri bulmak için bütün kaynaklarını seferber edeceğini” söylerken, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Camp David’de 16 Eylül 2001 günü yapılan Ulusal Güvenlik Zirvesi’nde yaptığı açıklamayla BOP’un kurdelesini kesilmişti:

“Bazı hedeflere askeri operasyon düzenleyip bu işi bitirme niyetinde değiliz, mücadele yıllarca sürecek” .

“Sonsuz Özgürlük Operasyonu” kapsamındaki ilk saldırının ertesinde (8 Ekim 2001) Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal’ı ziyaret eden Pearson, “NATO’nun 5. maddesine göre” hareket ettiklerini, Türkiye’den “henüz” bir talepte bulunmadıklarını ancak farklı bir durum olursa “Türkiye ve diğer müttefiklerden destek isteyebileceklerini” söyledi.

Dananın kuyruğunun kopacağı yere gelinmişti. 11 Eylül’den itibaren bütün mesajlarında “ABD’nin terörizmle mücadelesine desteğini” ifade eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye’nin operasyona katılımına “gereksiz macera” deyip, itiraz etti. Ancak Türkiye, Kasım başında o maceraya girecekti.


Bush, “Atatürk” e sığınıyor

Zafer için her yol mübahtı; Beyaz Saray himayesindeki düşünce kuruluşları “Kemalizm” i yok etme planları yaparken, Bush “Teröristlere karşı başlatılan savaşta, uluslararası bir koalisyon oluşturma fikrini Atatürk’ten aldıklarını” açıklıyordu!

Bush’a göre NATO’nun tek Müslüman üyesi olan Türkiye, Afganistan’a asker göndererek “ABD’nin İslam’a karşı değil, kötüye karşı savaştığını” göstermişti. 11 Eylül’den sonra kendisini “Tanrı’nın görevlendirdiğini” savunan ve “İslam alemine yeni bir Haçlı Seferi” başlattığını ilan eden Bush için bundan iyi “meşruiyet aracı” bulunamazdı.

Condeleazza Rice’ın 2003’te itiraf edeceği “Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar 22 devletin rejimlerini değiştirmek...” planı çoktan yürürlüğe girmişti.

Dünya liderlerini Beyaz Saray’a çağıran Bush, 16 Ocak 2002’de Ecevit’le görüşmesinde “Irak’ta rejim değişikliği” ni gündeme getirdi.

Ecevit’in sürpriz olmayan cevabı “Savaşa hayır” dı.

57. Hükümet, “kızılcık şerbeti” diye sunulan -Wolfowitz’in kankası- Kemal Derviş’in dayatmalarıyla “kan kusarken”, devletin derinliklerinde bambaşka bir mücadelenin işaret fişeği ateşlendi ve “Ergenekon Şeması” denen liste servis edildi!

Düğmeye basılmıştı; Ecevit’in Bush’a istediğini vermediği ABD ziyaretinden sadece 9 gün sonra AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Graham Fuller, Morton Abramowitz ve Henri Barkey organizasyonuyla ABD’ye götürülmesi bunun kanıtıydı!


Leş kargaları...

ABD, Irak operasyonuna yanaşmayan “müttefiki” ne, Lozan Anlaşması’nın yıldönümünde 24 Temmuz 2002’de, Sakarya Savaşı gibi 22 gün süren ve Türkiye’nin işgali senaryosuna dayanan Millenium Challenge /Bin yılın Meydan Okuması Tatbikatı’yla gözdağı verirken, “kaosta kendi düzenimizi kurabilir miyiz” in peşine düşen leş kargaları kanat çırpınışlarını hızlandırdı.

Öcalan’ın feshini duyurduğu PKK, yeniden Türkiye’ye giriş yapmaya başlarken, soluğu Pentagon’da alan Talabani de “Kürt peşmergeler, Amerikan askerleriyle Saddam’a karşı işbirliği yapmaya hazırdır” diyordu.


Balyoz “geliyorum” dedi

Bush’un Türkiye’nin Irak konusundaki işbirliğini yetersiz bulduğunu açıklaması, Büyükelçi Faruk Loğoğlu’nu “alçak sandalye” ye oturtulması, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün ABD’de “ikna turu” na çıkarılması derken 3 Kasım 2002 geldi çattı!

Robert Pearson’un 5 Kasım tarihli notu, AKP’nin tek başına iktidara gelişinin ABD’ye nasıl derin “oh” çektirdiğinin göstergesiydi. “ABD’nin desteklediği reformların önündeki en büyük engelin, kalbinde Türk Ordusunun bulunduğu derin devlet olduğunu” söyleyen Pearson, AKP iktidarıyla “bu devleti ret sürecine girildiğini” bildirdi.

YARIN: AT PAZARLIĞI

Selcan TAŞÇI, 4 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Prş Ara 05, 2013 11:13
gönderen Balasagun
Resim

Amerikan milliyetçisi!

Türkiye ile ABD arasında, Bush’un Türk heyetini Teksaslı at tüccarlarına benzetmesiyle skandala dönen pazarlık sürerken, Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, Washington’a çok manidar bir taktik önerdi: Türkiye’nin Irak operasyonuna katılımının milliyetçi pakette sunulmasını, Erdoğan’a bir strateji olarak öğretin!

Irak işgali hazırlıklarıyla iştahı kabaran Barzani, “ABD öncülüğündeki bir koalisyonun parçası olarak bile gelseler Kuzey Irak’ta Türk askeri varlığına itiraz edeceğini” söylüyor, Türkleri “ABD ve Birleşik Krallık gibi kurtarıcılar” olarak değil “işgalciler” olarak göreceğini ilan ediyordu.

ABD Ankara Büyükelçiliği Başmüsteşarı Robert Deutsch’un 10 Ocak 2003 tarihli notuna göre, Barzani’nin korkusu “Türk askeri mevcudiyetinin Kuzey Irak’a bir defa girerse, bir daha ayrılmayacağı” ydı.


CIA heyeti PKK kampında

Sadece peşmerge değil, operasyon PKK’yı da hareketlendirmişti.

Can Dündar, 18 Ocak 2003 günü Milliyet’teki köşesinde, PKK’dan ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen bir mektuptan bahsetti. Buna göre Pentagon ve CIA görevlilerinden oluşan bir heyet, PKK kampına gelerek Mustafa Karasu ile görüşmüştü. 21 Ocak 2002 tarihli mektuptan çıkan sonuç, “ABD’nin Irak işgali öncesi bölgede yeni yapı için PKK’yı yokladığı, PKK’nın da kendi geleceği için ABD’yi arkasına almaya çalıştığı” ydı. Mektubu kaleme alan PKK yöneticileri “önyargıyla karşılaşmamış olmaktan” duydukları memnuniyeti bildirdikten sonra, “ABD ile bir çok konuda görüşlerinin örtüştüğünü” aktarıyordu. PKK, “ABD’nin Irak’a müdahalesini (Türkiye dahil) bölgedeki rejimlerin aşılması olanağını yaratacak, demokratikleşmenin önünü açacak bir yol” olarak görüyordu.

Kaldı ki Öcalan’a göre de “Irak işgali sonrası, PKK, yaşamak için ABD ile ilişki kurmak zorunda” ydı.

Dündar bir gün sonra aynı köşede bu kez Amerikalılar’ın Kuzey Irak merkezli bir federasyon pazarlığı içinde olduğunu iddia etti. Can Dündar’ın 21 Ocak tarihli yazısında ise, ABD ile PKK arasında 6 görüşme yapıldığı; bizzat bu görüşmelerin aracısı Davut Bağıstani’nin ağzından doğrulanıyordu.


Can Dündar’dan fotoğraflı “kanıt”

Altın vuruş 23 Ocak’ta geldi. Görüşmeyi TSK’nın da doğruladığını kaydeden Dündar, “İşte kanıt” diyerek, CIA görevlilerini PKK kampında teröristlerle birlikte gösterdiğini savunduğu bir fotoğraf yayınladı.

Amerikalılar bunun “iğrenç bir yalan” olduğunu söyleseler de, kamuoyunda inandırıcılıkları azdı. Dündar’ın yazdıkları, ABD’nin PKK’ya desteğinin Türk medyasındaki ilk ifşası değildi. Daha önce de 14 Ocak 1992’de, ABD’nin PKK’yı bir “hava köprüsü” ile beslediği haberi Sabah gazetesinde manşet olmuştu. ABD’nin açıklaması Çekiç Güç helikopterlerinin Cudi’de kıstırılan PKK’lılara yardım malzemelerini “yanlışlıkla” attığı şeklindeydi.

Ölümü üzerindeki sis perdesi hâlâ kalkmamış olan, dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis de, İncirlik’te kullanılan ilaç ve gıda torbalarının aynılarını PKK kamplarında da gördüğünü birçok kere dile getirdi.

WikiLeaks’ten sızanlara göre Dışişleri Bakanlığı Terörle Mücadeleden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Kemal Asya’nın, ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı John Kunstadter’e cevabı ibretlikti. Asya, ABD ile PKK arasında iddia edildiği gibi bir görüşme olduysa da bunun “küresel bir güç için normal olacağını” söylüyordu. Yani Türkiye için sorun yoktu!


Öcalan’la af mutabakatı

Hoş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Öcalan’la “en üst düzeyde” af mutabakatına vardığı bir ortamda, bu nasıl bir sorun yaratabilirdi?

Neticede Öcalan, Başbakan Abdullah Gül’e şartlarını içeren 12 sayfalık bir mektup göndermiş, Gül de, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek’i buluşturduğu “üçlü çalışma grubu” na “dağdan indirmek” için çalışma yapmalarını istemiş. Bunun sonucunda “af mutabakatı” na varıldığını bizzat şimdi AKP milletvekili olan Şamil Tayyar, üstelik de Gül’e doğrulatarak yazmıştı.

Ve fakat bir PKK açılımı daha TSK’ya takılacaktı;

2003’te hazırlanan Topluma Kazandırma Yasası’nın kapsamının genişletilmesi ve örgüt yöneticilerinin Norveç’e sürgüne gönderilerek üyelerin de affedilmesini dayatan ABD, TSK’nın karşı çıkışıyla bir kere daha istediğini alamadı!


Neo-Conlarla otel odasında
Resim

3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra acilen Washington’a davet edilen “AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan” ın, Büyükelçi Faruk Loğoğlu’nu lobide bırakarak, kendisi gibi Türkiye Cumhuriyeti adına konuşma ve karar alma yetkisi bulunmayan danışmanlarıyla birlikte, otel odasında, Paul Wolfowitz ve Marc Grossman ile ne pazarlığı yaptığı çok geçmeden anlaşıldı.

ABD Savunma Bakan yardımcısı Wolfowitz ve ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Marc Grossman 3 Aralık 2002’deki Türkiye ziyaretlerinde uzun bir sipariş listesi verdiler Gül’ün eline:

“Asker askere planlama görüşmeleri başlayacak, Bazı Türk askeri tesislerinin incelenmesine ve tesislerin hazırlanmaya başlanmasına izin verilecek, Kuzey opsiyonunun geliştirilmesine Türk katılımı sağlanacak, Koalisyon güçlerinin rolü ve askeri birlik listesi oluşturulacak, Türk hava sahası ABD uçaklarına açılacak, gerekirse Kuzey Irak’taki el-Kaide güçlerine karşı Türkiye’nin desteği sağlanacak...”

“Asker askere planlama ve askeri tesislerin incelenmesi için ABD’ye izin verilmesini” kabul eden Gül, diğer maddeler için ek süre isterken, bu görüşmenin ertesi günü, yani 4 Aralık’ta, Büyükelçi Pearson hayli manidar bir taktik tavsiyesinde bulundu ABD’ye:

“Türkiye’nin Irak operasyonuna katılımını milliyetçi pakette sunulmasını, Erdoğan’a bir strateji olarak öğretin!”

Buna göre, ileride Türkiye Cumhuriyeti’ne Başbakan olacak kişi; ABD’den “Türk milli çıkarlarını savunur -muş- gibi yapmayı” öğrenecekti!


At pazarlığı

Abdullah Gül’ün söz verdiği, ABD’li askerlerin üs ve limanlarının modernizasyonu için “3 aylığına” Türkiye’ye gelmesine olanak tanıyan tezkere, TBMM’den geçmişti ama asıl pazarlık işgal cephesinin Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi ve işgalcilerin Türkiye’de konuşlanabilmesi içindi.

Savaş bütçesini 75 milyar dolar olarak açıklayan ABD’den 90 milyar dolar hibe isteyen Türk heyeti ile Türkiye’ye önce 4, sonra da güç bela 6 milyar dolar teklif eden Amerikan heyeti arasındaki pazarlık, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ile ABD Başkanı George W. Bush’un görüşmesi sırasında skandala dönüştü. (14 Şubat 2003)

Bush’un, “pazarlık yapmaya gelmedik” diye giren Yakış’a cevabı hakaretamizdi:

“Teksas’ta at tüccarları vardır. Müzayedelerde onlar da söze böyle başlar ama sonunda adamın donuna kadar alırlar.”

Ve Türk heyetinin bu sözlere tepkisi “gülmek” ti!

ABD’nin Türkiye’deki istihbarat kaynaklarına göre “Türk hükümeti eninde sonunda ABD güçlerinin Türkiye üzerinden konuşlanmasını kabul edecek” ti; tabii eğer “Kemalist devletin kilit unsurları” sıkıntı yaratmazsa!..

Beklenen gün geldi; 1 Mart 2003’te, TBMM, sonuçları itibarıyla Türkiye için tarihi dönem noktalarından birini oluşturan “tezkere” yi reddetti.

ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’ın Washington’la paylaştığı ilk değerlendirmesi “Ordunun çabalarının, AKP’nin Türkiye’yi halkın istemediği bir savaşa sürüklediği izlenimi yarattığı ve parti içindeki tereddütleri pekiştirdiği” yönündeydi;

“TSK hem AKP’yi, hem ABD’nin Irak politikasını baltalamıştı!”


Kuzey Irak’taki ihale takipçileri

Doğa boşluk kaldırmıyordu... 5 Mart 2003 günü, Washington Post’ta,

Türkiye’nin kapılarını kapattığı Amerikan askerlerine “Gel... Gel...” yapan koca bir ilan vardı. ABD’den “Irak Kürdistanı’nı Türkiye’den korumasını” talep eden ilanı veren Barzani’ydi!

Nitekim Bush, 10 Mart 2003 günü Erdoğan’ı arayacak ve “Türk askeri Irak’a girerse karşısında Amerikan askerini bulur” diye tehdit edecekti. Ve 22 Eylül 2003’te Dubai’de, Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD Hazine Bakanı John Snow’la imzaladığı anlaşmada, Amerikan kredisi sağlanması karşılığında Türk askerinin Irak’a geçmeyeceğini taahhüt etti. Dışişleri’nden görüş alınmadan imzalanan ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale hakkından vazgeçmesi sonucunu doğuracak olan Dubai Anlaşması, ABD ile 1 Mart müzakerelerini yürüten heyetin başkanı Deniz Bölükbaşı’nın da uyarılarıyla Meclis’e sunulmadı.

Amerikan Donanması Askeri Akademisi’nde ders de veren Michael Rubin, ABD ile peşmerge arasındaki “al takke ver külah” durumunu şöyle anlattı:

“Irak Kürtleri ziyarete gelen ABD yetkililerine hediyeler vermekte, cömert ziyafetler düzenlemekte, kadınlarla ilişki kurmalarını bile kolaylaştırmaktadır. KDP, ABD yetkililerini kendi konukevlerinde ağırlamakta, diplomat ve askeri yetkililere ipek halılardan altın mücevherlere kadar hediyeler sunmaktadır.

Washington’da Kürt nüfuzunu artıran bir başka neden de Kürdistan Bölge Yönetiminin eski ABD askeri ve siyasi yetkililerini kendilerini temsil etmeleri amacıyla işe almaları olmuştur. Örneğin, Kürt liderleri eski Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Robert D. Blackwill tarafından yönetilen bir lobi şirketi ile Washington’da Kürt çıkarlarını temsil etmesi ve yönetimle toplantılar ayarlaması içn anlaşmıştır.

Erbil’de bulunan 404. Tabur Komutanı Harry Schute görevinden istifa ederek Neçirvan Barzani’ye ücretli danışman oldu.

Savaş sonrası Bağdat ve Erbil’de sivil idareyi yöneten emekli General Jay Garner ve emekli Albay Dick Naab, Irak Kürdistanı’na ihale takipçiliği için geri dönmüşlerdir. Bir Kürt iş adamının anlattığına göre Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı’nın oğlu Kubat Talabani Kürtlerin bağımsızlığı düşüncesine yakınlık duyan Amerikan Kongre üyelerinin seçim kampanyalarına bağışta bulunmayı önermiştir.”


YARIN: “ÇUVALLAYAN İTTİFAK”

Selcan TAŞÇI, 5 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Cum Ara 06, 2013 11:24
gönderen Balasagun
Resim

Biri jurnalledi, fişledi çuvalı geçirdi
Biri de “Yarabbi şükür” dedi!


“Mevcut haliyle ABD’ye karşı daha önce görülmedik derecede şüphe besleyen” TSK’nın ivedilikle yeniden dizayn edilmesini isteyen AKP yandaşları muhbirlik yaptı, Büyükelçilik “ordudan tasfiye edilmesi gereken katı milliyetçiler ve Avrasyacılar” listesi hazırladı, Irak’taki işgal kuvvetleri Türkmenler’in tek can simidi olan Özel Kuvvetler Karargahı’nı bastı, devlet onurunu ayaklar altına aldı... Ve dönemin Genelkurmay Başkanı’na göre bu skandal “pratik bir uygulama”ydı!

Türk Ordusu’nu “1 Mart tezkeresinin geçmesini engellemek” suçundan sanık sandalyesine oturtan ABD, “müebbet”lik delillerin peşine düşmek için hiç zaman kaybetmemişti.

ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, 22 Mart 2003’te Washington’a yolladığı mesajda “Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu” ndan bahsetti ve “sahiplenilmesini” istedi.

Ama ya diğer generaller; öyle miydi!

“Başbakan ile aynı çizgide” ki Özkök’ün aksine, “ABD tarafından Ortadoğu ve Irak ile talep edilen” ne husus varsa, bir bir engellemişlerdi!


ÖZKÖK ABD İLE İŞBİRLİĞİ İÇİN FIRSAT KOLLUYOR

Türk Ordusu’nu;

“- Türkiye’nin çıkarının ABD ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu kabul eden Atlantikçiler,

- ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Bağımsız bir Kürt devletini destekleme niyetinden emin oldukları ABD buna dahil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı Milliyetçiler,

- ABD’ye bir alternatif arayan Avrasyacılar” diye gruplar halinde fişleyen Pearson’a göre; “Özkök yakın geçmişteki hepsinden daha demokrat eğilimli ve daha Atlantikçi” ydi.

Bu hükmün en önemli gerekçesi, Özkök’ün tezkere öncesi “Türkiye’nin ABD’yi desteklemesinden yana bir açıklama yapmak istemesi” fakat Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından engellenmesiydi.

Pearson’un “Özkök analizi” ndeki en manidar ifadelerden biri “ABD ile yeniden sağlam bir işbirliği inşaa etmek için, Türk Genelkurmayı’ndaki muhaliflerinin emekli olmasını beklediği ve fırsat kolladığı” yönündeydi.

Bu değerlendirmenin üzerine şeytanın sor dediği:

Eski Genelkurmay Başkanı acaba bu yüzden mi, yani “TSK ABD ile yeniden sağlam bir işbirliği inşaa edebilsin diye” mi “muhalifleri” nin neredeyse tamamının tasfiye edildiği Balyoz sürecinde “kasaptaki ete soğan doğramamayı” tercih etmişti?


ATLANTİKÇİ BİR ORDU PLANI

Dönemin MGK Genel Sekreteri olan ve daha sonra “Ergenekon” torbasına atılarak “cezalandırılması” sağlanan Tuncer Kılınç’ın Harp Akademileri’ndeki “Rusya-İran yanlısı değerlendirmeleri” ni de not eden Pearson, Yaşar Büyükanıt, Aytaç Yalman, Çetin Doğan, Fevzi Türkeri, Şener Eruygur, Köksal Karabay ile onları “dışarıdan” desteklediğini iddia ettiği Hüseyin Kıvrıkoğlu, Teoman Koman ve Doğu Aktulga’yı “katı milliyetçi” olarak etiketlemişti.

Büyükanıt ile Erdoğan arasındaki içeriği “mezara gidecek” olan “Dolmabahçe Anlaşması”ndan sonra bu listede “eksiltme”ye gidildi mi; onu da -uzun sürmez- Amerikan devletinin başka bir “sızdırma faaliyeti” vesilesiyle öğreniriz artık!

(Nitekim aylar sonra yolladığı bir başka kriptoda Pearson bu kez Büyükanıt’ın “ikili oynadığını” ifade etti.)

Pearson’un “AKP’ye yakın kaynaklarından” edindiği izlenim; ABD Türk ilişkisinin yeniden dinamizm kazanmasının yolunun hem katı milliyetçiler ve Avrasyacıların istifasından, hem de modern, ileri görüşlü (Atlantikçi demek oluyor!) yeni bir subay kadrosunun yetişmesinden geçtiği şeklindeydi!

Özetle “mevcut haliyle ABD’ye karşı daha önce görülmedik derecelerde abartılı bir şüphe hissi besleyen” Türk Ordusu “ivedilikle” yeniden dizayn edilmeliydi! Aksi halde “ABD için önem taşıyan operasyonel konularda gecikme” yaşanabilirdi.


ÇUVAL “GELİYORUM” DEDİ

Bush’un “Türk askeri Irak’a girerse karşısında Amerikan askerini bulacak” sözleri tehdit olmaktan çıkmış, “emir” halini almıştı. 22 Nisan 2003’te Albay William Mayville komutasındaki Amerikan askerlerinin, Kerkük’e giden insani yardım konvoyuna koruma sağlayan Özel Kuvvetler timimizdeki 12 askeri gözaltına alıp, sınırdışı etmesi adeta “çuval geliyor” diyordu.

Tam da Türkmen kentlerinin cayır cayır yandığı, peşmergelerce yağmalandığı günlerde; 28 Nisan 2003’te Erbil’de, Birleşik Ortak Operasyon Görev Gücü Komutanı Albay Charles T. Cleveland, ABD Özel Kuvvetlerinden Yarbay Paul Skvarka, Binbaşı David Young, Silopideki Türk Özel Kuvvetler Üs Komutan Yardımcısı Albay Hasan Özdemir, Yarbay Yaşar Yıldız, Üsteğmen Murat Taner Karabulut arasında yapılan toplantıda, Türk heyetine “Türk askeri personeli, Kuzey Irak’ta, koalisyon güçleri tarafından onaylanmamış tüm faaliyetlerine hemen son verecektir” talimatı verildi.

Bununla da sınırlı değildi;

“- Türk Genelkurmayı’nın Kuzey Irak’taki bütün askeri birimlerinin ve kuruluşlarının personel sayıları, yerleri ve istihbarat toplama dahil tüm faaliyetleri konusunda Birleşik Kuvvetler komutanlığına bildirimde bulunulacaktır.

- Bundan böyle Kuzey Irak’ta Birleşik Kuvvetler Komutanlığı’nın onay vermediği hiçbir Türk askeri faaliyeti sonuçlandırılmayacaktır.

- Kuzey Irak’taki Türk askeri personeli üzerlerinde sadece kişisel silahlar taşıyacaktır.

- Kuzey Irakta’ki Türk askeri personeli her zaman üniforma giyecektir.

- Kuzey Irak’tan atılmış olan Türk Özel Kuvetler Personelinin geri dönmesine izin verilmeyecektir. Bu kuralı ihlal eden kişiler gözaltına alınacaktır.

- Türk askeri personeli, Irak’a gönderilen yardım konvoylarına eskortluk yapmayacaktır. Türkiye Cumhuriyetinden gelen bütün insani yardım eşgüdümü Uluslar arası Kılılhaç/Kızılay aracılığıyla sağlanacaktır...”
diye uzayıp giden “talimatname” “Yukarıdakiler bir başlangıçtır ve gelecekte bunları takip eden talimatlar verilebilecektir” maddesiyle “ucu-sınırı-haddi açık” hale getirilmişti.


IRAK’TAKİ İŞGALDEN GURUR DUYAN TÜRK KOMUTANI(!)

Amerikalılar Kuzey Irak’ta askerimize karşı böylesi aşağılayıcı tutum içindeyken, konumu itibarıyla bu hakaretleri birinci derecede üzerine alınması gereken Özkök, - hem de bu rezaletten iki gün sonra - ABD Genelkurmay Başkanı Richard Borwman Myers’a yazdığı mektupta, hâlâ “Türk Amerikan ilişkilerine atfettiği önemi” anlatmakla meşguldü. Özkök’ün Amerikan mevkidaşına hesap sorması gereken yerde “düşük rütbeli subayların yanlış yorum ve hatalı değerlendirmelerinin ilişkilere zarar vermemesini” istiyor olması hazindi. Kerkük’te uğradığımız alçaklıktan sonra Özkök lafı neredeyse “bizi affedin” demeye getirmişti:

“Savaş alanında küçük yanlış anlamaların genel olarak ilişkilerimize zarar vermesinden korkuyorum...”

Özkök, Myers’a yolladığı bir başka mektupta ise “ABD’nin Irak’ta kazandığı zaferden duyduğu memnuniyeti” dile getirecekti. Ki Irak’ı işgal eden, milyonlarca insanı katleden, Müslüman kadınların ırzına geçen “Kahraman/cesur Amerikan askerlerinin sağ salim evlerine dönmesi” için dua eden bir Başbakan tarafından yönetilen ülkeye böyle Genelkurmay Başkanı yakışırdı elbette!


“SURATLARINA LİMON SIKTIK”

Hilmi Özkök’ün 1 Mayıs 2003’te Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Saceur Jones’a yazdığı mektupta “Koalisyon birliklerinin askeri denetimi altındaki Irak’ın Türkiye için oluşturduğu tehdidin tüm zamanların en düşük seviyesine indiğini” bildirmesinden sadece 2 ay sonra, 4 Temmuz 2003’te, Özkök’ün takdir, teşekkür yollayıp durduğu Amerikan askerleri, peşmergeler rehberliğinde Süleymaniye’deki Türk karargahını basarak, Özel Kuvvetler’e mensup 11 askerimizi -başlarına çuval geçirerek- gözaltına(!) alarak, 60 saat boyunca sorguladı iyi mi!

Yakın tarihin en utanç verici olaylarından biri cereyan etmiş, “müttefik” varsayılan ABD devletimizin onurunu ayaklar altına almış olduğu halde, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın “tarihe geçen” tepkisi “Bu müzik notası değil, öyle aklınıza her estiğinde verilmez. Ağırlığı ve ciddiyeti vardır” diyerek tepkisizliği tercih etmesiydi.

Bush “Bizim askerlerimiz ve subaylarımız haklı” derken, Mayville “Amerikan komutanlığı Türklerin suratına biraz limon ve greyfurt sıkmak istedi” diye alay ederken, başına çuval geçirilen ordunun başında bulunan Özkök, Kerkük’teki aşağılama karşısında olduğu kadar rahattı. Ona göre olay “pratik bir uygulama”dan ibaretti!

AKP’liler Amerikan Büyükelçiliği önünde şikayet kuyruğuna girmişti:

“Ordu bu krizi AKP’ye zarar vermek için kullanıyor, kurtarın bizi!”

Ve bu onur kırıcı olay karşısında “devlet”i temsilen tek dişe dokunur tepki; tıpkı Kılınç gibi “Ergenekon” torbasına atılarak “cezalandırılacak” Orgeneral Hurşit Tolon’dan geldi. Tolon, 7 Temmuz 2003 günü, hem de ABD’de, Amerikalıların gözlerinin içine baka baka şöyle dedi:

“Hafife alınamayacak iğrenç bir olay!”

YARIN: BAŞBUĞ FEDERASYONA KARŞI

Selcan TAŞÇI, 6 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Cmt Ara 07, 2013 12:20
gönderen Balasagun
Resim

Müebbete mahkum ettiren hangisi!..

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Ümraniye davasında yargılanarak müebbete mahkum olmasına neden olan MGK’da AKP’lilerin de imzaladığı ortaya çıkan plan mı, yoksa Pentagon’daki “Süleymaniye olayı hep hatırlanacak ve unutulmayacak. Bir kere daha olursa karşılık görürsünüz!” çıkışı, ABD’nin Kuzey Irak’taki federasyon planlarına itirazı ve “Daha fazla verecek bir şeyimiz yok, biz (Kürtlere) gereğinden fazlasını verdik” sözleri miydi!

Genelkurmay’ın çekirdeğini temsil eden kesimin “dünyanın değiştiği gerçeği” ile yüzleşmekten rahatsız olduğunu söyleyen ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, “Türk ordusu ‘cumhuriyetçi ahlakın bir numaralı bekçisi olma’ konumunu her geçen gün kaybediyor; tabu olan konular konuşulabiliyor, askere sormadan reform yapılabiliyor” diye zafer naraları atarken, AB 6. Uyum Paketi’ndeki “Kürtçe siyasi propaganda” dayatması, 22 Mayıs 2003 günü komisyon görüşmeleri sırasında TSK’nın isteğiyle TBMM’ye sunulacak metinden çıkarıldı. Yine de paket Genelkurmay açısından “sakıncalı”ydı çünkü “Kürtçe yayın”ın önü açılmıştı. Yeri gelmişken, Yeniçağ’ın önceki gün manşetinden duyurduğu gibi, AB bir yıl sonra, bu kez “Kürtçe’nin 2. resmi dil olması” için baskıya başlayacaktı.


KUZEY IRAK’TA TÜRK ASKERİ İSTEMİYORUZ

Pearson’un ‘cumhuriyeti koruma konumunu kaybettiğini ileri sürdüğü Türk Ordusu’nun iki numaralı ismi İlker Başbuğ, Pearson’un halefi Eric Edelman’la -cumhuriyeti koruyabilmek için- kıran kırana pazarlık halindeydi. İkili arasında 6 Ekim 2003 günü yapılan görüşmede Başbuğ, yeni Büyükelçisi aracılığıyla ABD’ye “TSK’nın PKK’yı hedef alan operasyonlarının, Irak’ta ABD’ye ‘asker katkısı’na bağlanmaması” mesajını iletiyor;

“PKK liderlerinin Türkiye’ye teslim edilmesi” ve “Kampların havadan bombalanması” nı talep ediyordu.

Cevap, MİT-Genelkurmay mensuplarıyla “PKK’nın tasfiyesi” görüşmelerini yürüten CIA-Pentagon heyetinin de başında bulunan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Lynn Pescoe’den geldi:

“Türk kuvvetlerini Kuzey Irak’ta askeri eylem içinde görmek istemiyoruz!”

Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ geri adım atmıyor ve 2003 yılı Kasım ayında bu kez de Pentagon’da mevkidaşı Peter Pace’e -belki de sicilini kabartan- şu sözleri söylüyordu:

“Süleymaniye olayı ilişkilerimizde derin yara açtı; hep hatırlanacak ve unutulmayacak. Umarım bir kez daha olmaz. Bu defa karşılık görürsünüz!”


ABD HİMAYESİNDE KYB-PKK İTTİFAKI
Resim

WikiLeaks’ten sızan Türkiye ile ilgili bilgi/belgeler üzerindeki “Taraf” sansürünü kaldırarak Sızıntı kitabında yeniden yayınlayan/yorumlayan Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun dikkat çektiği üzere -kişisel dostluklarından dolayı ABD ile ilişkileri en iyi Genelkurmay Başkanı olmasına, hatta 209’da Pentagon’dan “onur madalyası” almasına karşın- Kuzey Irak konusunda son dönemin en hassas Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’ydu.

Neçirvan Barzani, “Türk askeri temsilcilerinin Kuzey Irak’tan gönderilmesi”ni isterken, 2004 yılı Ocak ayında Başbuğ da ABD’de “PKK’nın Kuzey Irak’tan tasfiyesi için somut adım atılması”na dönük temaslarda bulunuyordu.

Balyoz davasında “cezalandırılan” komutanlardan Korgeneral Metin Yavuz Yalçın’ın, 20 Ocak 2004 tarihli raporu iki önemli istihbarat bilgisi içeriyordu:

“ABD ve Türk irtibat binalarına dönük intihar saldırıları ve Ocak sonunda Musul’da 285 PKK’lının katılımıyla yapılması planlanan 3 günlük bir kongre yapılacağı...”

Başbakan Erdoğan’ın Barzani ailesinin ezeli ve değişmez müttefiki Yahudi lobisini temsilen American Jewish Committee’den Üstün Cesaret Madalyası’nı da alacağı ABD seyahatine sadece birkaç gün vardı ve Başbuğ Ankara’da Edelman’a hâlâ Türkiye’nin Kuzey Irak’ta federasyona karşı olduğu anlatmaya çalışıyordu!

Başbuğ’un ABD Büyükelçisi’ne ısrarla “Irak’ta federalizme karşı olduğunu, federasyonun Türkiye’nin çıkarlarını tehdit edeceğini, bu oluşumdan PKK’nın da faydalanacağını, dolayısıyla Türkiye Kürtleri üzerinde de siyasal etkileri olacağını” tekrarlaması boşuna değildi.

Genelkurmay Başkanlığı’nın, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla ABD’ye ilettiği 18 Aralık 2003 tarihli rapora göre, Talabani ve KYB yöneticileri 21 Kasım 2003’te Kandil’e gitmiş ve PKK’lılarla yapılan görüşmeler neticesinde;

“- Kongra-Gel / PKK ile istihbarat paylaşımı,

- KYB’nin sınır polisleri Kongra-Gel tarafından desteklenmesi,

- Kongra-Gel’in İran sınırının güvenliğinden sorumlu olması”
konularında anlaşmışlardı.

Ayrıca PKK, Musul’da büro açmıştı.

Genelkurmay raporundaki asıl kritik ifade “ABD yetkililerinin istekleri doğrultusunda Dr. Mahmut Osman (Irak Geçici Konsey Üyesi) Kongra Gel’in (PKK) Irak’taki kolu PÇDK’nın (Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi) yöneticisi olarak görevlendirilmiştir” oldu.

Bu cümle peşmerge-PKK ittifakının ABD himayesinde kurulduğunu anlatıyordu.

Nitekim Demokrat Partili Richard Holbrooke, Talabani ve Barzani ile görüştükten sonra alenen Türkiye’ye tehdit savurmuştu:

“Iraklı Kürtlerin kendi bayrakları ve paraları var. Kürtlerle iyi geçinmek Türkiye’nin stratejik çıkarınadır.”

İlker Başbuğ 2009’da Harp Akademileri’nde Genelkurmay Başkanı sıfatıyla yaptığı konuşmada “kültürel ve sosyal haklar” vurgusu yapınca “Kürt sorunununda siyasal çözümden yana” olduğu gerekçesiyle epey eleştirilmişti. Ancak 2004 yılında, AB Genişlemeden Sorumlu Üyesi Gunter Verheugen’in Diyarbakır’da Osman Baydemir ve Leyla Zana ile görüşmesinden sonra “Kürt siyasetçiler AB’yi Türkiye’yi bölmek için araç olarak görüyor... Daha fazla verecek bir şeyimiz yok ve biz gereğinden fazlasını verdik” diyen de aynı Başbuğ idi.


FBI “BİOMETRİK BİLGİLER”İN PEŞİNDE

Sadece asker değil; 2003-2004’te siyasiler de ABD ile yoğun bir teşriki mesai halindeydi.

ABD Adalet Bakanı John Ashcroft’un davetlisi olarak,

ABD’ye giden Adalet Bakanı olan Cemil Çiçek, Washington’da aralarında FBI Başkanı Robert Mueller’ın da bulunduğu bir dizi bürokrat-diplomat ve politikacı ile görüştü.

Basına yansıdığı kadarıyla Ashcroft Türkiye’den “ABD’nin Terörle Mücadelesi” kapsamında yardım istemiş, “Türk polisi ile arttırılmış istihbarat, karşılıklı polis değişimi”ni de içeren bir takvim önermiş, Çiçek de “Türk adalet sisteminin ABD sistemi ile uyumlu hale getirilmesi”ni talep etmişti!

“Gizli dinleme ve muhbir uygulamaları” nı da içeren bu “uyumlu yargı” girişiminin Ümraniye soruşturması paralelinde yürüyecek “cadı avı” nın ağları örülürken gerçekleşmesi kayda değerdi.

Çiçek’in ABD’deki “sır” gibi saklanan görüşmeleriyle ilgili yıllar sonra odatv ilginç bir iddia gündeme getirdi. Buna göre Çiçek CIA’da ders veren emekli MİT’çi Mehmet Eymür ile biraraya gelmişti.

Acaba “Ümraniye çorbası”nda Eymür’ün de tuzu olabilir miydi?

Çiçek’in, “PKK’ya yardım eden Amerikalıların suçsuz sayılmasına ilişkin yasa”nın onaylandığı günlerde ABD’den “Terörle mücadelede yeni dönem başlıyor” diye dönüyor olması da ironikti!

PKK ile değilse, ABD hangi terör örgütü ile, hangi teröristlerle mücadelede “işbirliği” sergileyecekti!

FBI Başkanı Robert Mueller yıllar sonra, 18 Kasım 2009’da geldiği Türkiye’de Çiçek’e iade-i ziyarette bulunmayı ihmal etmedi. Çiçek Mueller’dan “ABD denetimindeki Kuzey Irak’ta bulunan ve ABD tarafından uyuşturucu kaçakçısı ilan edilen PKK’lı yöneticilerin iadesi yahut yargılanmasını” isterken, FBI Başkanı’nın çantasında “Türkiye’den liman ve havalimanlarını kullanan herkesin kişisel kimlik bilgilerinin ‘biyometrik takip’ amacıyla toplanıp, ABD ile paylaşılması” vardı!

Liman ve havalimanlarını kullanan herkesin olmasa da Türkiye Silivri Cezaevi’ne gelen ziyaretçilerin “biyometrik bilgileri”ni arşivlemeye başlamıştı. Şimdi buna bir de “özel hastanelerde tedavi olan” vatandaşlar eklendi.


ESAD KARDEŞLİĞİ OVAL OFİSE KADAR

Çiçek’in ziyaretinin ayı dolmadan bu kez de Erdoğan Washington’daydı. Bunun Kuzey Irak konusunda Türkiye’nin gözünü boyama faaliyeti olduğundan habersiz ABD’nin Kongra-Gel’i terör örgütü listesine almasından duyduğu memnuniyeti paylaşmakla meşgul olan Erdoğan, bir sonraki yıl Felluce katliamı, Irak’ta Müslüman kadınlara tecavüz olayları, AKP yandaşı gazetelerde dahi başgösteren Amerikan aleyhtarlığı gölgesinde gerçekleşecek Oval Ofis buluşmasında yaşayacağı “Suriye” şokunu tahmin bile edemezdi. 8 Haziran 2005’te yapılan görüşmeye, Irak’taki “Şii direnişi” nin faturasını Esad’a kesen ve Erdoğan ile Sezer’in Suriye gezilerindan rahatsızlık olan Bush’un öfkesi damgasını vurdu.

Türk medyasına göre -her ABD gezisinde olduğu gibi!- “Erdoğan istediğini almıştı”, “Ortaklığımız teyit edilmişti” velakin kazın ayağı Amerikan basını tarafından bakın nasıl işfa edildi:

“Bush, Erdoğan’ın PKK’ya karşı mücadelede daha fazla destek isteğini yanıtsız bıraktı...”

“Başkan Bush, Türkiye’nin Amerikan kuvvetlerinin Kürt militanlara karşı önlem alması isteğini kabul etmedi...”



TERÖR ÖRGÜTÜNÜ SİLAHLANDIRAN MÜTTEFİK

Skandalların ardı arkası kesilmiyordu.

Türkiye-ABD-PKK-TSK dörtgeni bu kez de “ABD ordusunun Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere PKK’lı teröristlere silah verdiği/sattığı” iddialarıyla karşı karşıyaydı.

Savunma Bakanı Robert Gates’in açtırdığı soruşturmaya göre, ABD ordusundaki her 25 silahtan biri karaborsacı askerlerce satılmıştı!
Org. David Petraus silahların Irak güvenlik güçlerine verildiğini söylerken, TSK’nın elinde PKK’da içlerinde Glockların da bulunduğu 1260 Amerikan silahı olduğu bilgisi vardı!

2003-2007 arası Irak’a yollanan 500 bin silahın 190 bininin kayıp olduğunu bizzat ABD, kendi resmi belgeleriyle doğruluyordu. Ve Cüneyt Zapsu Washington’da “Başbakanı delikten aşağı süpürmeyin, kullanın” diyerek AKP-Neo-con ilişkilerini tamirin peşindeyken, asıl kırılmanın adresi bambaşkaydı;

PKK yeniden Türkiye’de silahlı saldırılara başlamıştı...

YARIN: MİT “ULUS DEVLET”E KARŞI...

Selcan TAŞÇI, 7 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Pzr Ara 08, 2013 12:48
gönderen Balasagun
Resim

Kimse kızmasın huylu huyundan vazgeçmiyor...
YİNE O EKİP!


“Hakan Fidan döneminde boyut değiştiren” PKK görüşmelerinin miladı; 18 Şubat 2005’te, Bebek’te İtalyan lokantasında, Kandil ulağı Hasan Cemal, Henri Barkey ve Graham Fuller’in “açılım ortağı” Cengiz Çandar, sonradan “akil adam” olan Soroscu Can Paker’in de bulunduğu “gizli buluşma” nın kahramanı eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’a dayanıyor

PKK ile müzakerelerin “boyutunu değiştiren” Hakan Fidan günah keçisi olmuştu ama, MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’in Oslo’daki pazarlığın ifşasından sonra yaptığı açıklamadan anlaşılan, “Kürt açılımı” nın başından beri, büyük oranda MİT kanalıyla uygulandığıydı. O kadar ki, Güneş’in iddiasına göre PKK ile görüşmelere karşı çıkanlar, birer birer MİT’ten uzaklaştırılıyordu!


CUMHURİYET TARİHİNDE BİR İLK

Hakan Fidan döneminde “açılım” ın “birebir görüşme” noktasına geldiğini, “Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak” inisiyatifin tamamen (önce ‘PKK ile görüşmek şerefsizliktir’, sonra ‘hükümet görüşmedi devlet görüştü’ ve son olarak da ‘PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim’ diyen) Başbakan’da olduğunu ve Fidan’ın yapılan tüm görüşmeleri Başbakan’la paylaştığını ifade eden Güneş, Şenkal Atasagun ve Emre Taner ile tırmanışa geçen müzakerelerin miladının Sönmez Köksal’a dayandığını hatırlatıyordu.


SIR PERDESİ ARALANIYOR

Oslo ile başlayan itiraf yarışının bir faydası da, Sönmez Köksal’ın da bulunduğu “o Bebek fotoğrafı” üzerindeki karanlık perdenin aralanmasını sağlaması oldu.

18 Şubat 2005’te Bebek’te bir İtalyan lokantasının önünde çekilen ve muhatapları Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Can Paker, Cem Duna ile Mark Parris’in yıllardır açıklayamadığı gizli buluşmanın katılımcılarından olan Köksal, 3 Ağustos 2009’da Milliyet’ten Devrim Sevimay’la söyleşisinde PKK’lı teröristlerin kademeli olarak “eve dönüş” ünü ve örgüt liderlerinin Avrupa’ya yollanmasını içeren bir “yol haritası” önermiş, 22 Ekim 2009’da Can Dündar’ın “Genel af” sorusuna ise “Çözüme yardımcı olabilir ama kamuoyunun bunu kabul edebilir hale gelmesi lazım” cevabını vermişti.

Köksal’ın kamuoyunu alıştırma öğüdü ile Erdoğan’ın “hazmettire hazmettire” stratejisini ilan edişi de, herhalde bu yazı dizisinin başından beri sık sık karşımıza çıkan “ilahi tesadüf(!)” lerden biriydi!


MİT İLE BARZANİ ‘FEDERASYON’ DA PİŞTİ OLDU

“Devlet herkesle görüşür” diyen Köksal’ın, Sevimay’a yaptığı açıklamanın en çarpıcı yanı, Irak işgali öncesi “Irak’ın kuzeyiyle Türkiye’nin güney doğusu tek bir ekonomik bölge olmalı” diyen ABD’nin projesine uygun biçimde “Kuzey Irak’la entegrasyonu” savunmasıydı:

“Şu anki konjonktür buna uygun. İran’ın nükleer silahla vs.yle başının bir ölçüde derde girdiği, dış politikada bu kadar sıkıştığı bir dönemde Türkiye, Kuzey Irak’la ilişkilerini geliştirmeye çalışmalı. Vize kalkabilir. Ekonomik entegrasyon geliştirilebilir. Antep, Diyarbakır, Mardin gibi birtakım kentler bölgesel entegrasyonu kolaylaştırıcı bir ekonomik planlama içinde olabilir.”

Nitekim “Büyük Kürdistan” hayalleri kuran Barzani’nin planı da aynen bu şekildeydi:

“Önce ekonomik sonra siyasi entegrasyon!”

Bu “proje” de gelinen aşamayı görmek için Erbil’e bakmak yeterli: Alışveriş merkezleri, üniversiteleri, toplu konutları, elektrik santralleri, havalimanı da dahil olmak üzere Türk şirketleri eliyle yeniden inşa edilen Barzani bölgesi dış ticaretini de Türkiye üzerinden yürütüyor. AKP’nin Barzani’ye entegrasyonu (veya göreceli biçimde tam tersi) Bağdat’ı devre dışı bırakarak, ikili petrol anlaşmaları yapmaya kadar ilerledi!


ÖCALAN’LA MÜZAKERENİN MEŞRUİYET KAYNAĞI: %50

Köksal’ın 2011 yılında Akşam gazetesinden Burcu Bulut’la mülakatında söyledikleri daha da çarpıcıydı. AKP’nin seçimlerde aldığı yüzde 50 oyun, İmralı ile direkt görüşmelere meşruiyet kazandırdığını belirten Köksal, “Öcalan’a af, ancak büyük çözüm paketinin bir parçası olabilir. İmralı’yla görüşmeler yapılıyor ama devletin karşısında da bir sürü aktör var. Kandil mi, Avrupa mı, BDP mi, İmralı mı? Sadece bir aktörle varılacak bir mutabakat ya diğerleri için uygun olmazsa... Oyunbozanlık yapıp, ‘biz bunu kabul etmiyoruz’ dedikleri takdirde ne yapacağız? Onun için bu işin adım adım götürülmesi şart.

...

Öcalan’la görüşseydim, “Geçmişte birtakım hatalar yapıldı. Yok farz edildiler. Türk-Kürt ayrımı yapılması toplumun çok önemli bir parçası olan kitleyi incitmiş olabilir. Türkiye’nin sağlam, güçlü bir birlik içinde olabilmesi adına birlikteliği pekiştirelim... Bunun için yöntem değişsin. Konuşarak anlaşalım”. Derdim.

...

Kürt kökenli vatandaşlar Öcalan’ı bu mücadelenin lideri olarak tanıyor bizim de kabul etmemiz, ona göre davranmamız gerekir”
dedi.


KANDİL ULAĞI ANKARA’YI NASIL KIMILDATTI?

Bebek buluşmasının diğer katılımcıları da “PKK açılımı” konusunda en az Köksal kadar “reformist(!)” ti. Her biri “taşın altına elini koymuş”, “Özal’lı yıllar” dan bu yana verilen “görev” leri, seve seve yerine getirmiş kimselerdi

Bekaa’da bulunduğu dönemde Öcalan’a “devlet katından” mesajlar götüren Hasan Cemal, caninin İmralı’ya tıkılmasının ardından, ulaklığını bu kez Ankara-Kandil, Ankara Erbil hatlarında sürdürecekti.

Bu gidiş-gelişlerinin “gazetecilik faaliyeti” olmadığı, 2009 yılında bizzat Cemal’in “yol arkadaşı” Cengiz Çandar tarafından itiraf edilecekti:

“Kiminle görüşeceğini doğru saptamak, bunun ‘zamanlaması’nı doğru yapmak yetmiyor. O belirlenen kişiye, tam da o zaman dilimi itibarıyla ne sorulacağını, nasıl sorulacağını ve niçin sorulacağını bilmek... Bunu yapabileceği bilindiği için Kandil eteklerinde Murat Karayılan ile görüştüğü iki odalı, kerpiç tavanlı bir köy evinin kapıları, o kapıdan girip aynı işi yapmak isteyen bunca gazeteciye değil de Hasan Cemal’e açıldı. Hasan Cemal öyle bir iş yaptı ki, Ankara’nın kımıldamasını gerektirdi.”

Ankara’yı “kımıldatan” Cemal’in Kandil üzerinden aktardığı “Barışın gereğini yapmak için siyasi irade, siyasi cesaret şart!” mesajıydı. Diziyi ilk günden beri takip edenler bu “mesaj” ın kaynağını hatırlamış olmalı:

“Siyasi cesaret” arayışı Henri Barkey ve Graham Fuller’in 1997’de CIA için kaleme aldığı “Kürt raporu” yla başlamıştı.

Cemal, Karayılan’ın “AKP ile BDP, bu iki siyasi hareket birbirine sırtını dönerse barış yolu açılamaz. Bu konuda ilk girişim Başbakan’dan gelmeli... Kürt hareketi bugün tek başlı... Önder Apo İmralı’da... Ve eğer devlet bu sorunu çözecekse her şey, tüm koşullar hazır... Erdoğan da yüzde 50 oyu almış durumda... Daha ne bekliyoruz” sözlerine “Evet daha ne bekliyoruz” diye arka çıkarak “Ankara” nın kulağına “cesaret vakti” nin geldiğini fısıldayan kişi olacaktı.

Ne dersiniz; Hasan Cemal’i Kandil dönüşü “Ankara” ya davet edilmesinin yahut 1 Ağustos 2009’da Gölbaşı’nda Beşir Atalay başkanlığında yapılan “Açılımın Türkiye ayağı temel atma toplantısı” na katılan 12 kişi arasına seçilmesini sağlayan “üstün gazetecilik” başarıları mıydı?

Cevabı, yine bir Kandil yolculuğu sırasında, yanındaki PKK’lı teröristin “Hasan Abi, çözüme mi çalışıyorsun, gazeteye mi?” sorusu üzerine Hasan Cemal bizzat kendisi verecekti:

“Her ikisine de Zagros, her ikisine de!..”


AMERİKALILARIN AÇILIM ORTAĞI

Bebek buluşmasının bir diğer ismi Cengiz Çandar da Cemal gibi terör kamplarına yabancı değildi. Hatta Çandar’ın, Cemal’den farklı olarak bir “gerillalık” geçmişi de vardı.

Çandar da Cemal gibi 12 seçilmiş açılımcı arasındaydı. Ki aksi düşünülemezdi. Çandar, 2007’de Washington’da The Atlantic Council’de yapılan ve David Philips ile Henri Barkey’in “açılımın yol haritası” nı çizdiği toplantının “paydaş(!)” larından biriydi.

Kısa süre önce Taraf’a verdiği röportajda “Irak Kürtleriyle ilişkilerin kurulmasının mimarıyım. Bir tabunun Cumhurbaşkanı üzerinden yıkılmasıydı bu” diyen Çandar’ın “süreç” e bir başka “hizmeti” de TESEV için hazırladığı “Dağdan İniş - PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” raporuydu.

Raporu hazırlarken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Bakanlar Sadullah Ergin, Beşir Atalay, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, AKP’li Ömer Çelik, CHP’li Sezgin Tanrıkulu, Efkan Ala, Murat Özçelik, Aydın Seken gibi bürokrat ve diplomatlar, PKK’lı Murat Karayılan, Zübeyir Aydar, Remzi Kartal, Ahmet Türk, Leyla Zana, Osman Baydemir, “Kuzey Irak” tan Neçirvan Barzani, siyasal Kürtçüler Kemal Burkay, Haşim Haşimi, Yaşar Kaya gibi isimlerle görüşen Çandar, hiç şaşırtıcı olmayan biçimde bir tek adresin görüşünü “es” geçmişti:

Türk Silahlı Kuvvetleri!

Ha bir de, elbette “şehit aileleri” !

Öcalan’ın 15 Ağustos 2009 tarihli “Demokratik Çözüm Planı” na meşru (Soros kimin için, ne kadar meşruiyet ifade ederse artık) bir ambalajdan ibaret olan raporda Çandar da tıpkı İmralı’daki cani gibi “çözüm(!)” için KCK’da tahliye, TCK ve TMK’da değişiklik, yeni Anayasa, Hakikatleri Araştırma Komisyonu gibi bir dizi “ön şart” sıralıyordu.

Çandar’ın sınırlarımız içerisini betimlerken “PKK bölgesi” ifadesi kullanarak terör örgütüne iktidar alanı yaratan, terörle mücadeleyi, Kürtlerle savaş olarak ifade edip, teröristlerle ilgili meşru bir güç algısı oluşturan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yürüttüğü vatan savunmasını ‘terörist eylemler’ gibi sunan, insan hakları, demokrasi gibi kavramlarla oynayıp, her türlü isyan, katliam, ayaklanma, pusuyu hak arama mücadelesi, halkların direnişi gibi yansıtan, velhasıl Atatürk’ün mirasını “yara” olarak tarifleyen Graham Fuller’in namı diğer “makale ortağı” olduğunu hatırlayınca, rapordan çıkan sonuçta şaşılacak bir şey yoktu.

Aslında Necati Doğru’nun, Cemal, Çandar ve Birand hakkında, 12 Mart 2008’de Vatan’da yazarken sorduğu o soru bir çok şeyi anlatıyordu:

“Gazeteci midirler, yoksa “devlet(!)” in gazeteci kılığına sokup gizlediği görevlileri midirler?

Tabii “Ama hangi devletin?” diye sormak kaydıyla...”



KAREYİ TAMAMLAYAN SOROSCU

Çandar’a yukarıda bahsettiğimiz raporu sipariş eden TESEV’in Başkanı Can Paker “akil adam” olarak sarf ettiği “Keşke Öcalan serbest olsaydı” sözleriyle, Bebek’teki gizli buluşmanın “açılım karesi” ni tamamlayan isim oldu.

(Soros’un tek akili Can Paker değildi; Danışman Etyen Mahçupyan, Mütevelli Kurulu üyeleri Tarhan Erdem ve Mehmet Uçum da TESEV kontenjanından “akil” seçildi.)

YARIN: VAZGEÇİL(E)MEYEN ADAM: EMRE TANER

Selcan TAŞÇI, 8 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Pzt Ara 09, 2013 10:55
gönderen Balasagun
Resim

Beş yıl önce törenle açıklanan “tarihi istihbarat bilgisi”:
Türkiye bölünecek!


Öcalan, Barzani ve Kandil’deki PKK yöneticileriyle yaptığı görüşmelerle dikkat çeken, görev süresi AKP hükümeti tarafından tam 4 kez uzatılan eski MİT Müsteşarı Emre Taner, kurumun 80. kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada “birçok ulus devlet ve milletin hızla tarihe gömüleceği, birçok ülkenin de küresel rekabete dayanamayıp egemenliğini kaybedeceği” yeni bir döneme girildiğini haber verdi...
Resim

Tarih 17 Aralık 2004...

Türk’ün gerçek meseleleri ile, meşgul edildiği suni/ithal gündem arasında dağlar kadar fark; ve acıdır ki “kan” var yine!

AKP’lilerin “gurur duyduğu” Barzani’nin “işgali” altındaki Türkmen şehri Musul’da, dört kere peşmerge kontrolünden geçip, üste üste iki pusuya düşürülen beş Özel Harekât polisimizin şehit edildiği gün, siyasi iktidar AB’nin “Tam üyelik müzakereleri için takvim” verişini kutluyordu. Ucu açıktı ama olsundu...

İmralı’daki “konutu(!)” nda havai fişek patlatma, konfeti yağdırma şansı bulabilmiş miydi bilinmez ama haberi Tayyip Erdoğan kadar coşkuyla karşılayan biri daha vardı:

40 bine yakın insanın katlinin birinci derecede sorumlusu Abdullah Öcalan, Brüksel’den gelen haberi duyar duymaz kaleme kağıda sarıldı ve Erdoğan’a hitaben bir mektup yazdı. Alttan alttan tehdit de ederek “Türkiye’nin iyiliği için AB sürecinin kazasız belasız(!) atlatılması gerektiğini” söyleyen Öcalan, Erdoğan’a “barışı derinleştirmek için bazı adımlar atmasının şart olduğunu” hatırlattı.


“81 il gereksiz, 25 eyalet olsun”

Öcalan’ın Erdoğan’dan atmasını beklediği adım “demokratik konfederalizm” dediği “eyalet modeli” ydi:

“Türkiye’de 81 il var. Ben aslında Türkiye için 25 bölge, 7 eyaleti Kürt, 18 eyaleti Türk nüfusun yoğun olduğu, diğer kimlikleri reddetmeyen bir yapılanma düşündüm, bunların yerel yönetim parlamentoları olur. Bir nevi Almanya’daki eyalet sistemi gibi. 81 il anlamsız. Kültürel, sosyal, anlamlı bir karşılığı yok. Yerel bölgelere dayalı bir Temsilciler Kongresi olabilir. 25 bölge ekonomik, sosyal, kültürel anlamı olan bütünlükler olmalı. Bu bir nevi konfederasyon olur. Devlet var üstte. Arada halkla devlet arasında bir yere dayalı temsilciler şeyi var. Bu temsilcilerin seçtiği üst temsilciler meclisi olmalıdır. Türkiye demokratik konfederalizmini böyle tarif ediyorum” (4 Mayıs 2005)

TBMM yerine Cumhuriyet Senatosu öneren(!) Öcalan’ın tarif ettiği yönetim biçimi “Başkanlık Sistemi” ydi ve Kalkınma Ajansları, Bölge İdare Mahkemeleri, Büyükşehir Yasası gibi onlarca adımla eyalet modeline geçişin altyapısını hazırlayan AKP, 12 Eylül 2010 referandumundan sonra “Başkanlık Sistemi” ni hazmettirmeye girişecekti.


5 saatlik “Açılım” brifingi

Milliyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş’ın 23 Mayıs 2011 tarihli yazısındaki ifadesiyle, Şenkal Atasagun’un MİT Müsteşarlığı döneminde “PKK liderini tanıyabilmek ve arada bir güven ilişkisi oluşturabilmek” için Öcalan’la görüşen dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Emre Taner, Müsteşarlığa getirilmesinden kısa süre sonra Türkmen kanının oluk gibi aktığı Kuzey Irak’a giderek, Barzani ile o gün için Türk tarafının gizli tuttuğu ve fakat KDP’lilerin doğruladığı bir görüşme yaptı. (Bu iddialara göre Taner’in Barzani ilk buluşması da değildi.)

15 Haziran 2005’te göreve gelen Taner’in 8 Ağustos 2005’te Bakanlar Kurulu’na “Kürt Meselesi” üzerine verdiği 5 saatlik brifing (Brifingin sonucunu Türk Milleti 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da gördü. Erdoğan “Evet bir Kürt sorunumuz var bunlarla yüzleşmeye hazırız. Kürt sorunu herkesten önce benim sorunumdur” dedi. Erdoğan’a ilk destek manidar bir isimden geldi. Darbeci Kenan Evren de iktidardakiler de aynı fikirdeydi: “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir. Biz istediğimiz kadar hayır diyelim orada bir Kürt devleti var!” ) ve MGK’da “açılımdan yana” tavır almasından sonra, “çiçeği burnunda Müsteşar” olarak attığı en önemli “adım” lardan biri olan bu görüşmenin zamanlaması da manidardı. 20 Ekim 2005’teki Taner-Barzani buluşması, Barzani’nin ABD, İngiltere, İtalya gezisinin arifesine rastladı.


“Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen” Kuzey Irak’a tanıma sözü mü verdi

“Kürt sorununun siyasi yollardan çözümü” üzerinde durulan görüşmede, o günlerde TEMPO dergisinin edindiği bilgilere göre; “MİT Müsteşarı masaya ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen’ oturmuş ve Barzani de ‘Türkiye Cumhuriyeti’nden ‘Türkiye sınırlarına taşmamak kaydıyla Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunun tanınmasını, Türkiye ve Irak Kürtleri arasındaki akrabalıktan dolayı ‘iki ülke vatandaşları’na çifte vatandaşlık verilmesini, Türk-Kürt üniversiteleri arasında öğrenci değişimi yapılarak Kuzey Irak’taki üniversitelere giden öğrencilerin durumuna resmiyet kazandırılmasını ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta bir ‘Harp Akademisi’ kurmasını talep etti.

‘Türkiye Cumhuriyetini temsilen’ masada oturan Taner, bu taleplerin hiçbirine ‘Hayır’ demedi. Karşılığında tek talebi ‘Kuzey Irak’taki Kürt otoritesi’nin PKK’ya karşı işbirliği yapmasıydı.”


İddiaya göre Taner, Barzani’ye konuştuklarını Bush’a iletmesini söylemişti.


Bush’tan Barzani’ye: Başkan!

Bu görüşmenin hemen ardından ABD’ye giden Barzani, Bush tarafından Oval Ofis’te “Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı” sıfatıyla karşılandı.

Bush, Barzani’yi “Bir diktatöre karşı ayağa kalkan cesur adam” diye selamlıyor, Barzani de Bush’a “Sizin liderliğinizdeki ABD ordusu, kahraman peşmergeler ile Irak ve Kürdistan halkı sayesinde başarıya ulaşacağız” diyordu.

28 Ekim 2005’te, Amerikan Ulusal Basın Kulübü’nde gazetecilerin sorularını yanıtlayan Barzani, “Türkiye’nin, ‘Başkan’ sıfatıyla ağırlanmasından duyduğu rahatsızlık” hatırlatılması üzerine “Irak’ta bir ülke ve Kürdistan Bölgesi denilen bir parça vardır. Kürdistan Parlamentosu var, Kürt halkı var. O parlamento da beni Kürdistan Başkanı seçti. Başkan Bush, yasal olmayan bir şey söylemedi ki...” dedi.
Taner “Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen” masada Kuzey Irak’ı “tanıdıktan” sonra bu tür “rahatsızlık” açıklamaları zaten tiyatrodan başka bir şey değildi.


Başka teröristlerle de görüştü

Cengiz Çandar’ın yazdığı TESEV raporuna Taner sadece Öcalan ve Barzani ile değil, PKK’nın başka yöneticileriyle de “yüz yüze görüşmeler” de bulunmuştu.

Diyarbakır doğumlu olan ve yakın çevresine “Ben Kürt meselesini Musa Anter’den öğrendim” dediği ileri sürülen, görev süresi AKP tarafından tam 4 kere uzatılan Taner, asıl açılımı 5 Ocak 2007’de, MİT’in 80. Kuruluş Yıldönümü töreninde yaptı:

“Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasî, ister ahlaki-dinî olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslararası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir...

(...)

20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan iki kutuplu dünya düzeninin uzun süre devam etmeyeceği önceden öngörülebilir bir olgu olmakla birlikte 1990 ve sonrasındaki sürece hazırlıksız yakalanılmıştır. Elbette bunun en önemli nedeni, sistem içindeki yapılanmaların ve analizlerin statükocu yaklaşıma koyu bir muhafazakarlıkla sahip çıkmalarıdır. Bu nedenle de geleceğe yönelik tahminler bu katı/kuralcı yaklaşım içinde başarısız olmuştur.

(...)

İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanında yüzyıl boyunca önemli değişimlere yol açacak parametrelerin gelişmekte olduğu bir evreyi de işaret etmektedir. Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus-devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler sadece gelişememekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olamamakla kalmayacak; aynı zamanda birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir.



Kaos coğrafyasının göbeğinde bir garip ülke

Önümüzdeki dönemde de uluslararası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş olacaktır. Son derece kaygan bir zemin üzerine oturmuş uluslararası ortamda Türkiye, bir yandan yakın zamana kadar değişik çap ve karakterde savaşların yer aldığı ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar, diğer yandan birçok bakımdan sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan Kafkaslar ile yaklaşık 40 yıldır fiili çatışmalar ve terörist faaliyetlerle yoğrulmuş Orta Doğu’nun arasında bir iç hat pozisyonuna sahip halde bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon kademeli olarak Orta Asya’ya açılan alanlarla da bağlantılıdır. Bu üç bölgenin ve Orta Asya’nın birçok bakımdan küresel politikaların ve “rol” savaşlarının belirli açılardan yoğunlaştığı alanları oluşturduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21. yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan söz konusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir...”

Beş yıl önce yaptığı bu konuşma hem bölünme sürecinin hem de “Arap Baharı” nın “habercisi” olduğu gerekçesiyle halen tartışılan Taner’in söyledikleri aslında Türkiye için “yeni” değildi.

Ülkenin milli güvenliğinin emanet edildiği Taner’den neredeyse iki yıl önce, 20 Nisan 2005’te, ülkenin milli savunmasının emanet edildiği dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök “Milli egemenlik kavramı eskimiştir, yerini küresel güvenlik almıştır” demiş, diyebilmişti!

YARIN: ABD-AKP İTTİFAKI TSK’YA KARŞI

Selcan TAŞÇI, 9 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com