2. yüz (Toplam 2 yüz)

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Sal Ara 10, 2013 16:53
gönderen Balasagun
Resim

Türkiye’yi sırtından vuran NATO raporu:
“Kürdistan”a askeri güç yerleştirelim!


ABD, Abdullah Gül’ün imzaladığı “Ortak Vizyon” belgesiyle Türkiye’ye NATO’dan ibaret bir güvenlik algısı dayatırken Richard Holbrooke ve Alman Marshall Fonu Başkanı Ronald Asmus’un NATO için hazırladığı raporda “Türkiye’nin Irak’a girmesini önlemek için NATO’nun bir askeri gücü Kürdistan’a yerleştirmesi” tavsiye edildi...

Ülkeyi yönetenlerle PKK terör örgütü arasındaki “ilişki” 2006 yılında tam da “hem giderim, hem ağlarım” kıvamındaydı.

PKK’lı Murat Karayılan, Kandil’den Başbakan Tayyip Erdoğan’a, İmralı’daki cani Abdullah Öcalan da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve TBMM Başkanı Bülent Arınç’a mektup yollamıştı. Öcalan’ın Sezer’den “anayasanın güncellenmesini”, Arınç’tan ise “Misak-ı Milli’nin güncellenmesini” talep ettiği basına yansıdı. Öcalan’ın bu taleplerini dayandırdığı “referans” da hayli manidardı:

“Azınlık ve Kültürel Haklar Raporu”yla Lozan’ı tartışmaya açtığı gerekçesiyle çok tepki çeken dönemin Başbakanlık ve İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu!

Sonradan “akil” seçilen Yıldıray Oğur’un Taraf’ta ortaya attığı iddiaya bakılırsa mektuplarla başlayan flört, “gizli saklı görüşme” aşamasına kadar ilerlemişti. Oğur, Emniyet Genel Müdürlüğü raporunu kaynak göstererek “PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü” yazdı. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu’na göre de Ok, Öcalan ile telefonda görüştürülmüştü.

“Çok üst düzey bir devlet yetkilisinin 2006-2008 arasında Avrupa’da PKK’nın ileri gelenlerinden Sabri Ok, Zübeyir Aydar ve Adem Uzun’la birden fazla kez bir araya geldiği” Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?” raporunda da yer aldı.


Washington’da “Amed” açılımı

İktidar PKK’lılarla giriştiği pazarlığı gözlerden uzak sürdürmeye çalışıyordu ama örgütün siyasal uzantılarının meydan okuması bütün dünyanın tanıklığındaydı.

2006 Şubat’ında Birleşik Kentler ve Yerel Yönetimler Toplantısı bahanesiyle ABD’ye giden Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, 12 gün boyunca Türkiye aleyhtarlarını sevindirecek epey malzeme dağıttı.

ABD güya tepki olarak Baydemir’le resmi temasa yanaşmamıştı ama ABD Dışişleri Güney Avrupa Dairesi’nden Baxter Hun, Baydemir’le kaldığı otelde buluşacaktı.

ABD’lilere göre “Binalarına almadıkları(!) için bu görüşme, resmi sayılmaz”dı!

Gezisinin “fevkalade” geçtiğini söyleyen Baydemir’e “içerik” sorulduğunda “Türkiye’de söylediklerinden farklı bir şey söylemediğini” ifade ediyordu!

Amerikan basınının “barış dili”nin oluşmasına katkısı yadsınamazdı; gazeteciler sorularında çoktan Diyarbakır yerine “Amed” demeye başlamışlardı.


Edip Başer dayanamadı

Birbirinin peşi sıra alınan iki kararla ABD “resmen Kürt sorununun parçası/taraf” haline geldi. Bunlardan ilki, ABD’nin emekli orgeneral Joseph Ralston’u PKK’yla Mücadele Koordinatörü olarak ataması (Türkiye’deki mevkidaşı(!) emekli Orgeneral Edip Başer’di), ikincisi de Kasım ayında Erdoğan’ın ABD ziyaretinden sonra oluşturulan ‘Anlık İstihbarat Paylaşımı için Üçlü Mekanizma’ydı.

Ralston’un Türkiye ile yüksek meblağlı anlaşmaları bulunan ünlü silah şirketi Lockheed Martin’de çalışması “PKK lobisi”ni öfkelendirmişti ama asıl endişe duyması gereken Türkiye’ydi.

Edip Başer “PKK ile asla görüşmeyeceğini” ilan eden Ralston’u tanıdığını söylüyor ve umutlu konuşuyordu ama kısa sürdü. Maskeler düştü; Başer her ne kadar Türkiye’nin operasyon yapmak için ABD’nin onayına ihtiyacı olmadığını söylese de, koordinatörlüğün asıl misyonunun “Kuzey Irak’taki PKK varlığına yönelik koordineli mücadele” adı altında olası bir sınır ötesi harekâtı engellemek olduğu anlaşıldı.

ABD Ankara Temsilcisi Ross Wilson’un 1 Şubat 2007 tarihli raporuna göre Başer, mevkidaşı Ralston’a “PKK’lı Murat Karayılan’la, ABD’li askeri yetkililer arasında, Aralık 2006’da gerçekleşen görüşmeden haberdar olduğunu, bu görüşmede ‘15 Ocak 2007’den itibaren 4 ayrı kampta, 300 PKK’lının eğitilmesi kararı çıktığını, bir Amerikan heyetinin PJAK’a silah, üniforma ve para verdiğini” söyledi.

Uzun süre memnuniyetsizliğini kamuoyuyla da paylaşan Başer, istifa edeceğini söyledikten bir gün sonra görevden alındı. Yerine “Genelkurmay’ın görüşü alınmadan” Rafet Akgünay atandı.

İstifasından sonra da “açılım” ve “barış süreci” adı altında atılan adımları sert dille eleştiren Başer, Barzani’nin Diyarbakır’da ağırlanmasından sonra yaptığı açıklamada “Barzani’nin Türkiye’ye gelmesi ve kardeşlik söylemlerinde bulunması belki kulağa hoş gelebilir. Ancak Barzani ne kadar güvenilir bir adamdır? Bunu sorgulamak gerekir. Konjonktür icabı bunları yapıyor olabilirsiniz ancak nereye kadar? Bunlar ülkenin üniter bütünlüğüne zarar verecekse, duvarları yıkacaksa bundan sonra herkesin duvarları nasıl tamir edeceğini düşünmesi gerekir. Açıkçası son derece endişeleniyorum. Üniter bütünlüğümüz açısından son derece endişe duyuyorum. Ülke bütünlüğü iç ve dış güvenlik açısından daha da endişe verici bir noktaya geldiğimizi düşünüyorum” dedi.

Başer, “vatanları için canını vermeye yemin etmiş silah arkadaşlarımızla, eli kanlı teröristleri aynı kefeye koymak asla kabul edilemez” diyerek “toplumsal barış/helalleşme projesi” diye ambalajlanan “genel af” a karşı çıktı.

Resim

Abdullah Gül, 5 Temmuz 2006’da ABD’de “Türk-Amerikan Stratejik Ortaklığını İleri Götürmek İçin Ortak Vizyon ve Yapılandırılmış Diyalog” adında garip bir belgeye imza attı. Buna göre iki ülke birbirine “Bölgesel ve küresel hedefleri bağlamında aynı değerler ve idealler bütününü paylaşmayı taahhüt ediyor” du.

Çarpıcı olan Afganistan’dan sonra ABD, “Kafkaslar ve Orta Asya’nın da istikrar, demokrasi ve refahına ‘ortaklaşa’ katkıda bulunmak”tan söz ediyordu. Hedef Türkiye üzerinden Hazar havzasının kontrolüydü!

Türkiye’ye NATO’dan ibaret bir güvenlik algısı dayatan, PKK’ya karşı birlikte mücadele öngören belgenin mürekkebi kurumadan Richard Holbrooke ve Alman Marshall Fonu Başkanı Ronald Asmus’un “Türkiye’nin Irak’a girmesini önlemek için NATO’nun bir askeri gücü Kürdistan’a yerleştirmesini” tavsiye eden raporu ortaya çıktı!

Aynı günlerde, “acil müdahaleler” için İncirlik Hava Üssü’nün kapasitesinin de genişletilmesi kararı alındı.

Sabah’ın 30 Temmuz 2006 tarihli nüshasındaki iddiaya göre, AKP iktidarı bir “dağdan iniş planı” hazırlamıştı;

“Barzani, PKK’nın dağdan indirilmesine destek vermiş, Talabani ikna edilmiş, Türkiye’deki Kürt siyasetçiler PKK’nın silahlı mücadelesine karşı olduklarını bildirmiş, Barzani ve Talabani Kuzey Irak’taki 2 bini aşkın PKK’lının silah bırakarak Türkiye’ye dönmesi için örgüte baskıya başlamış, aksi halde kamplarını kuşatmak, kentlere ulaşımlarını engellemek ve tecritle tehdit etmiş ve bu plan MGK’da kabul görmüş hatta Cumhurbaşkanı Sezer dahi “denemekte fayda var” demişti.”

Ya Barzani, Talabani ve PKK, 17 Temmuz’da ABD Türkiye’ye “Kuzey Irak’a girmeyin” talimatı(!) verdikten sonra bir anda hidayete ermişti, ya da bu işte bir bit yeniği vardı. Konunun uzmanları o bit yeniğinin, “operasyonel bir haber” üzerinden TSK’ya “dur” denilmesi olduğunu söylüyordu.

Ancak TSK durmak niyetinde değildi;

1 Ağustos 2006’da Türkiye -Genelkurmay’a dayanarak- ABD’ye “PKK’ya karşı alınması gereken önlemler”i bildirdi. İlk madde “Kuzey Irak’taki PKK varlığına son verilmesi” ydi, aksi halde “Türkiye’ye karşı terör tehdidi ortadan kaldırılamaz” dı.

Genelkurmay’ın bir diğer “kırmızı çizgisi”, “askeri önlemleri dışlayan söylemden uzak durulması” ydı.


“Düz ovada siyaset yapsınlar”

ABD Bağdat Büyükelçisi Siyaset Müsteşarı Margaret Scobey’nin 2 Ağustos 2006 tarihli notu, Irak’taki tablonun Sabah’ın haberinde vaat edilenle alakası olmadığının kanıtıydı:

Talabani, Türkler’in önkoşulsuz bir affa razı olmaları halinde PKK’nın silahlarını ABD yetkililerine teslim edecekleri konusundaki daha önceki aktarımlarını yineledi. PKK’nın artık ABD’ye, Orta Doğu’ya demokrasi getiren kurtarıcılar gözüyle baktığını söyledi.”

1 Ekim 2006’da ABD Bağdat Büyükelçisi Zalmay Khalilzad’ın Barzani cephesinden aktardığı durum da farklı değildi:

“Barzani’ye göre Türk tarafında bir esneklik olması durumunda PKK kalıcı olarak silah bırakmaya hazır. PKK Türkiye’nin güney doğusunda federal bir yapı, kültürel siyasi haklar ve Türk hükümetiyle olan anlaşmazlığın barışçı bir çözüme kavuşturulmasını istiyor.”

Ve ABD’nin ince ince dokuduğu af tezgahına beklenmeyen(!) bir destek geldi. Dönemin DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar 7 Ekim 2006’da terör örgütü üyeleri için “gelsinler düz ovada siyaset yapsınlar” derken, AKP iktidarını “TSK karşısında sessiz kalmakla” suçladı!


İran’la askeri yakınlaşma

ABD Büyükelçiliği Başmüsteşarı Nancy McEldowney’nin 23 Ocak 2007 tarihli raporu çok kritik. Rapora göre TSK, “ABD’nin PKK’ya karşı beraber hareket etmemesi durumunda İran’la işbirliği yapacağını, 24 Ocak’ta da İranlı 4 askeri yetkilinin karargâhta kabul edileceğini ve Kuzey Irak’ta tek başına operasyon düzenleyeceğini” bildiriyordu.

Barzani, 10 Temmuz 2007’de Bush’a yazdığı mektupta panik halindeydi:

“Kürdistan halkına yönelik husumetlerini engellemek için Türkiye’ye her türlü baskıyı yapmanızı kuvvetle tavsiye ediyorum!”

Barzani, ABD Bağdat Büyükelçisi Ryan Crocker
ile görüşmesinde de “Türkiye’nin yeniden saldırması halinde Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarındaki Türk birliklerine saldırarak karşılık verebileceğini” söyledi.


Peşmergeden AKP’ye seçim desteği

22 Temmuz seçimlerine sadece 4 gün vardı. Barzani’ye seçimi AKP’nin kazanmasının “Kürdistan’ın çıkarına” olacağı hatırlatıldı ve “hassas” davranması öğütlendi! Bu çerçevede PKK da “Kürdistan Bölgesel Hükümetini zor durumda bırakacak planlı bir operasyon” öncesinde Barzani’ye haber verecekti!

Kasım başında Kuzey Irak’ta Barzani ve yardımcıları “Türkiye’nin Kuzey Irak’ı işgaline karşı savunma planları” hazırlama noktasına gelmişken, Erdoğan’ın 5 Kasım 2007’de Washington’da Bush’la “baş başa” görüşmesi bütün havayı -Türkiye aleyhine- değiştirdi. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı “sınır ötesi operasyon” sözcüklerini dağarcığından silmiş gibiydi...

YARIN: PHILLIPS-BARKEY RAPORU

Selcan TAŞÇI, 10 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Çrş Ara 11, 2013 10:23
gönderen Balasagun
Resim

“İki David” hazırladı; hayata geçirilmesi...
“İki Abdullah”a kaldı

David L. Phillips ve Vamık David Volkan’ın iki yıl arayla hazırladıkları raporlarda AKP’ye, Türklüğün Anayasa’dan çıkarılması ve yeni bir Anayasa hazırlanması, Ne Mutlu Türk’üm diyene yazılarının silinmesi, Andımız’ın kaldırılması, PKK’ya af ve Öcalan’ın çok istediği Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulması önerildi. Aradan geçen dört yılda “İki David” in taleplerinin tamamına yakını gerçekleştirildi.

Türk-Ermeni Uzlaştırma Komisyonu’nun da kurucusu olan, Atlantik Konseyi uzmanı David L. Phillips’in Amerikan Ulusal Dış Politika Komitesi için hazırladığı, 15 Ekim 2007 tarihli “PKK’nın Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” raporu, AKP iktidarının 2009 yılında başlattığı “Kürt açılımı”nın “yol haritası”nı çiziyordu. “PKK sorununda siyasal çözümü” savunan rapora göre;

- “Sorun”un “çözüm”ü için muhatap belirlenmeli; ABD de bu muhatapları üst düzeyde kabul etmeliydi,

-PKK’lıların “af”fı için yasal düzenleme yapılmalıydı,

-Türkiye Barzani’yle her alanda işbirliğine gitmeli ve Kerkük’ün “Kürdistan” a katılımına rıza göstermeliydi,

-Ordu “demokratikleştirilmeli” ydi,

-Sivil bir “anayasa” yapılmalıydı,

-TCK’nın 301. Maddesi kaldırılmalıydı,

-Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmalıydı.

PKK’yla bölelim

Barzani’yle bütünleştirelim

Dile kolay; 20 yıl mercek altında tuttuktan sonra Phillips de Türk toplumunun “şifreleri”ni çözmüştü. Dilinin altındaki baklayı “hazmettire hazmettire” çıkardı. 2007’de yayınlanan ve PKK odaklı olan, “bölünme”nin birinci aşaması adımlarını içeren rapordan sonra, Phillips 2009 yılında bir rapor daha yayınladı. “Türkler ve Iraklı Kürtler arasında Güven İnşası” raporu “Kuzey Irak’lı bütünleşmeyi” hedefliyordu:

- Ticaret ve yatırımın geliştirilmesi için Habur sınır kapısının iki tarafında gerekli önlemler alınmalı, geçiş koşulları kolaylaştırılmalı, yeni sınır kapıları açılmalı.

- Irak Kürdistanı’nın bölgeden petrol ihraç edebilmesine imkan sağlamak üzere Irak Hidrokarbon Yasası’na son şekli verilmeli. TPAO bölgede rol üstlenmeli.

- Kerkük ve diğer ihtilaflı bölgelerde Kürt Bölgesel Yönetimi’nin hakimiyeti sağlanmalı.

- Türkiye, Kürt kimliğinin tanınması için adımlar atmalı.

- ABD meselenin çözümü için özel temsilci atamalı.

Norveç hükümeti tarafından finanse edilen raporların hazırlık toplantılarına Türkiye’den de “açılım”ın gediklisi Cengiz Çandar, şimdi MİT Basın Müşaviri olan dönemin Star yazarı Nuh Yılmaz, Sabah’tan Ömer Taşpınar, Aslı Aydıntaşbaş ve Doğu Ergil gibi isimler de katıldı.

Raporlar için fon sağlayan Norveç’in Washington Büyükelçisi Wegger Strommen’ın raporun yayınının ardından “cemaate” yakınlığıyla bilinen Rumi Forum’da “Barış ve Uzlaşı Çabaları”nı anlatması dikkat çekiciydi.


Ne dediyse oldu...

Cengiz Çandar’ın Abdullah Öcalan ve Abdullah Gül’ü kastederek “İki Abdullah çözecek” dediği “Kürt sorunu(!)” için “reçete” yazmak görevi de ne gariptir ki “İki David”e emanetti.

Prof. Dr. Vamık David Volkan’ın Ekopolitik Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Derneği adına hazırladığı ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sunduğu 71 maddelik raporunun “mesajı” Phillips’in verdiği mesajla aynıydı.

Volkan;

-Türklük kavramı yerine Türkiyelilik kavramının kullanılmasını,

-Siirt ve Mardin’e Kürtçe eğitim veren üniversite kurulmasını,

-Özerklik sisteminin de artık tartışılır hâle getirilmesini,

-Ana dilde eğitim için düzenlemeler yapılmasını,

- Anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesini,

- Sınır ötesi operasyon ve bombalamaların durdurulmasını,

- Örgüt propagandası ve toplantılara muhalefet dolayısıyla 7-8 yıldır devam eden davalar konusunda hızla adım atılmasını,

- Anayasada, kanunlarda ve diğer mevzuatta Türklüğü ön plana çıkaran, üst kimlik olarak vurgulayan hükümlerin ivedi olarak düzeltilmesi, çıkartılmasını,

-Dağlara, taşlara yazılan “Ne mutlu Türk’üm diyene” yazısının silinmesini,

- Andımızın kaldırılmasını,

- YAŞ kararı ile terfi ettirilemeyen askerlerin yanında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da suça karışmış asker ve polislerin de görevden alınmasını,

- Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmasını,

-Coğrafi isimlerin değişmesini öneriyordu.

Geçen 4 yıl içinde Volkan’ın önerilerinin büyük oranda uygulamaya dönüştüğünü, yapılmayanların da 30 Eylül 2013 günü bizzat Tayyip Erdoğan tarafından “Demokratikleşme Paketi” adı altında yapılmasının yolunun açıldığını düşününce ortaya çıkan o ki; iktidar “İki David”in “mesajını” almıştı!


“Parçaları” birleştirme yolunda

Türkiye kendi içinde ne yaparsa yapsın “yap-boz”un “diğer parçaları” da tamamlanmadan “Büyük Kürdistan” projesi nihayete erdirilemezdi. Bu nedenle de, bu vazifeye fazlasıyla teşne Barzani ihmal edilmemeliydi. Phillips’ten sonra projenin “Kuzey Irak” ayağı için bu kez de ABD’li Kürt uzmanı Henri Barkey devreye sokuldu. Barkey’in 2009 yılı Şubat ayında Carnegie Endowment for Democracy için hazırladığı “Kürdistan Üzerine Çatışmayı Önlemek” raporu “parçaları” birleştiriyordu:

-Irak, Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürt sorunu birbirine güçlü şekilde bağlıdır. Bu nedenle, Washington, bu bağları gerektiğinde kullanıp çok kapsamlı bir yaklaşım geliştirmelidir.

-Temel öncelik Kerkük’ün Kürt bölgesine katılmasının sağlanmasıdır.

-Türkiye ve Kürt Bölgesel Yönetimi arasında işleyen bir işbirliği kurulmalıdır; özellikle enerji alanında işbirliğinin kapsamını genişletmelidir.

-İran’a karşı, Bağdat-Ankara hattının kurulması için öncelikle Ankara-Erbil hattı kurulmalıdır.



ABD’nin cevap veremediği sorular

ABD bir yandan “yol haritaları” hazırlarken, bir yandan da Türkiye’yi “yol kazaları”na sürüklüyor, her zamanki gibi ikili oynuyordu.
Daha önce de kısaca değindiğimiz Iraklılara verilen silah ve cephanenin PKK’nın eline geçmesi hadisesinin boyutlarını, “Anlık istihbarat paylaşımı” ve PKK’ya karşı önlem için kurulan “üçlü mekanizma”da Türkiye’yi temsilen bulunan dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ergun Saygun bakın nasıl anlatıyordu:

“İnternette ABD’nin, ” Savunma Güvenlik İşbirliği Ajansı (Defense Security Cooperation Agency) isminde bir teşkilatının web sayfası bulunur. Burada ABD yönetiminin yabancı ülkelere satmak, vermek istediği her türlü malzemenin onay için Kongre’ye sunulmuş bir listesi bulunur. Zaman zaman girip bakardım

ABD’nin Irak’a vermek istedikleri, akıl almaz boyutlarda ve Irak Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyacının ve kullanma kapasitesinin çok üzerindeydi. Bunlar içinde dikkat çekenlerin başında, 29 adet istihbarat uçağı gelmekteydi ki, Iraklıların bu uçakları uçuracak ve içindeki sofistike teçhizatı kullanacak personeli bulunmamaktaydı. Esas ilginç olan ise 4 Mayıs 2007 tarihli listeydi. Bu listeyi incelediğimizde, milyonlarca hafif silah mühimmatı ve silah gördük. Bir sandıkta 1000 hafif silah mermisi hesabından yüz binlerce sandık ortaya çıktı. Irak’ın içinde bulunduğu o günkü şartlarda bu kadar mühimmatı ne depolamaları ne de envanterini tutabilmeleri mümkündü. Bunun nasıl yapılacağını sorduk Amerikalılara. Bir cevap veremediler. Irak ordusunda veya peşmergelerde M-16 otomatik tüfeği bulunmadığına göre listedeki binlerce M-16 mermisini kim kullanacaktı? Buna da bir cevap alamadık. Çok önemli bir diğer kalem de 80.000 adet C-4 tipi tahrip kalıbıydı. Normal bir askeri kullanım için çok fazla olan ve daha ziyade teröristler tarafından kullanılan C-4 tahrip kalıplarının kullanma yerini sorduk. Bu da cevap alamadık...

ABD Büyükelçiliği yetkililerinin sorularımıza cevap verememeleri normal sayılabilir, çünkü listeleri hazırlayanlar onlar değildi. İnceleyeceklerini söylediler.

Bizim sorgulamamızdan kısa bir süre sonra bu web sayfası kapandı. Sonra listeleri düzenleyip yeniden açtılar...”

Sadece ABD değil; PKK’lılar AB tarafından da sarıp sarmalanıyordu. 8 Kasım 2007’de, Avrupa Parlamentosu Brüksel binasında, kırmızı bültenle aranan terörist Gülabi Dere’nin de aralarında bulunduğu 25-30 PKK’lı basın toplantısı yaptı.


Ve Türkiye dönüşüyor...

Ve aslında bunlardan daha hazini...

Kapalı kapılar ardında kalan, perdelenen bunca gaflete, ihanete, dalalete karşın, medyanın da ön almasıyla Türk kamuoyuna bambaşka bir “film” izlettiriliyordu.

2004 yılında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Abant’ta düzenlediği toplantıda, Alper Görmüş’ün “Aramızdan biri, belki de askeri vesayeti ortadan kaldırmanın yegane yolunun, başarısız kalmış bir askeri darbe girişiminin ardından eski ve yeni darbecilerin derdest edilip yargılanmaları olduğunu savundu...” diye aktardı. Kehanetin gerçeğe dönmesi için düğmeye basılmıştı.

2005 yılında Şemdinli İddianamesi ile Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt hakkında suç duyurusunda bulunulmasıyla aşılan eşikten geçen geçeneydi;

18 Şubat 2006’da, darbe ortamı hazırladığı iddia edilen ve “Sauna çetesi” diye adlandırılan kimselere Küre operasyonu, 31 Mayıs 2006’da Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı da hedef alan Atabeyler operasyonu yapıldı.

8-14 Mart 2007 tarihli sayısında TSK Karşıtları ve Yandaşı gazeteciler listesi yayınlayan Nokta, 29 Mart 2007’de bu kez “Özden Örnek günlükleri”yle piyasaya çıktı.

TSK, AKP-ABD-peşmerge ittifakına karşı sınır ötesi operasyon yapabilme mücadelesi verirken, Büyükanıt’ın “ben yazdım” dediği 27 Nisan e-muhtırası Türk askerini bir kere daha algıda “millete karşı” konumlandırdı. Ve o ortamda AKP ikinci iktidarına da zorlanmadan ulaştı.

Mayıs 2007’de terörle mücadelede polise izinsiz dinleme, fişleme, arama, zor kullanmayı da içeren olağanüstü yetkiler verilmesi gündeme geldi. 5 Haziran 2007’de Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın Dolmabahçe’de “mezara kadar götürecekleri sırlarla dolu” görüşmelerinden bir hafta sonra Ümraniye soruşturması başlatıldı. 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de gecekondu baskınında hiçbir zaman varlığı kanıtlanamayan “el bombaları”nın bulunduğu bilgisi servis edildi.

20 Haziran 2007’de ilk emekli subay Muzaffer Tekin tutuklandı. Soruşturmanın başlaması gibi yeni operasyon da yine Başbakan’ın yaptığı ilginç bir görüşmenin hemen sonrasına rastladı. 21 Ocak 2008’de Başbakan ile ABD Büyükelçisinin gece yarısı yaptığı yine “sır” görüşmenin sabahında 22 Ocak 2008’te 33 kişi gözaltına alındı.

21 Mart 2008’de Ümraniye’de ikinci dalga kıyıya vurdu.

1 Temmuz 2008’de ilk emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon, Emekli Tuğamiral İlker Güven ve Emekli Albay Atilla Uğur,

18 Eylül 2008’de il, muvazzaf Mehmet Ali Çelebi,

9 Ocak 2009’da yine bir Ümraniye operasyonuyla ilk muvazzaf üstsubay ve ilk kurmay albay Cengiz Köylü, emekli Orgeneraller Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz ve Emekli Tümgeneral Erdal Şenel,

22 Nisan 2009’da Kafes soruşturması kapsamında Deniz Kuvvetleri’nde ilk kez bir Kur. Alb. Mücahit Erakyol ve iki subay,

25 Mayıs 2009’da Poyrazköy davasında ilk muvazzaflar,

30 Haziran 2009’da ‘Islak İmza’ soruşturmasında Albay Dursun Çiçek tutuklandı. Bu kadar “ilk” yaşanırken kamuoyu anlaşılmaz şekilde kayıtsızdı.

İlker Başbuğ’un Ağlama Duvarı resimlerinin servis edilmesi, Büyük Kulüp üyeliği ve mason iddiaları, Taraf’ın 20 Haziran 2008’de “Bilgi Destek Planı-Lahika”, 12 Haziran 2008’de de İrtica ile Mücadele Eylem Planı manşetleri, Başbakan’ın eşinin GATA’ya alınmadığı söylentisi;

Medya eliyle halkın büyük bölümü neredeyse operasyonları yapanlara “duacı” olacak kıvama getirildi.

Ve yaratılan “nefret” gözleri öylesine kör etti ki;

9 Ocak 2009’da emekli Jandarma Albay Abdülkadir Kırca’nın, 25 Mart 2009’da Deniz Yüzbaşı Olgun Ural’ın, Deniz Hakim Albay Tanju Ünal’ın intiharları, hayatımıza, tek sütuna beş santim “habercikler” olarak girdi, sonrasında da unutuldu gitti.

YARIN: HABUR REZALETİ

Selcan TAŞÇI, 11 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Prş Ara 12, 2013 11:53
gönderen Balasagun
Resim

PKK’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne
“devlet korumalı” meydan okuma


Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları “Güneş Harekâtı”nın bedelini yeni bir gözaltı ve tutuklama furyasıyla öderken(!), “Pişman değilim, gerillayım, önder Öcalan’ın çağrısıyla geldim” diyen teröristler “pişman” varsayıldı ve davullu zurnalı yargılama(!) sonrası serbest bırakıldı


ABD bir yandan, peşmerge bir yandan, PKK başka bir yandan olası bir sınır ötesi operasyonu engellemek/geciktirmek için tuzak üstüne tuzak kurarken, TSK 21 Şubat 2008’de Irak’ın kuzeyine Hava Kuvvetleri’nin de desteklediği bir kara harekâtı başlattı.

Operasyon adını küçük bir kız çocuğundan, 8 Ekim 2007’de Gabar Dağı’ndaki PKK saldırısında şehit olan Piyade Onbaşı Kasım Aksoy’un, babasının cenazesinde ayakkabısız, yırtık çoraplı haliyle yürek burkan 3 yaşındaki Güneş’ten aldı.


“MÜTTEFİK”LERİNDEN ‘HAREKÂTI BİTİRİN’ BASKISI

2’nci Ordu Komutanlığı idaresinde, Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı tarafından “Türkiye’nin sınırlarını, vatandaşlarının can ve mal güvenliğini, huzurunu, ülke menfaatlerini korumak için” yapılan Güneş Harekâtı Türkiye’nin “müttefikleri(!)” ni mutlu etmemiş, TSK’yı bir kere daha “hedef” haline getirmişti.

AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Javier Solana jet hızıyla yaptığı açıklamada “Türkiye’nin kaygılarını anladıklarını, ancak harekâtın en iyi yanıt olmadığını düşündüklerini” söyledi.

BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’a göre de Türkiye’nin güvenlik endişesi anlaşılabilirdi ancak iki ülke arasındaki sınırlara saygı gösterilmeliydi.


BARZANİ “ZORBALIK(!)”TAN ŞİKAYETÇİ

Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari “durumun hassasiyeti” nedeniyle Talabani’nin planlanan Türkiye ziyaretinin gerçekleşemeyebileceğini ilan ederken, Mesut Barzani “Gerçekleştirilen operasyonlar bize yönelik zorbalıktır” diyecekti.

Harekât devam ederken Rusya’dan Türkiye’ye “itidal” çağrısı geldi. Almanya, “operasyonu büyük bir endişeyle izlediklerini, Türk birliklerinin Irak’ta bulunmasının büyük bir istikrarsızlık riski oluşturduğunu” bildirdi.

Dünyanın bir ucundan Avustralya’dan dahi tepki geldi:

“Türkiye’yi Irak’ın egemenliğine saygı göstermeye ve güçlerini bir an önce geri çekmeye davet ediyoruz!”

Bütün bu açıklamaların Türkiye’nin “egemenliği” ni tanımamak/takmamak olduğu üzerinde duran yoktu!

Harekâta ilk andan itibaren karşı çıkan ABD, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, aracılığıyla “Bu son operasyon, mümkün olan en kısa sürede bitirilmeli. Şunu akılda tutmalıyız ki, bir taraftan teröristlerin yaptıkları işin durdurulması gerekirken, diğer taraftan da bölge istikrarsızlaştırılamaz” mesajı verirken, ABD Savunma Bakanlığı temsilcilerinin 28 Şubat’ta Ankara’daki temaslarından bir gün sonra, 29 Şubat’ta Genelkurmay Başkanlığı “harekâtın tamamlandığını” açıkladı.

Dönemin CHP lideri Deniz Baykal, bu kararın “PKK’nın tam olarak bitirilmesini istemeyen ABD’nin dayatması” olduğunu iddia etti.


ERDOĞAN VE GÜL “AF” TAN YANA

Alman Die Welt gazetesine göre Talabani, Mart 2008’deki Türkiye ziyaretinde, MİT Müsteşarı Emre Taner’in PKK ile görüşmeye gönderilmesinde zamanlama hatası yapıldığını söylemişti. TSK’nın sınır ötesi operasyonunun Taner’i zor durumda bıraktığından yakınan Talabani, MİT Müsteşarı’nın istemesine rağmen “güvenlik” nedeniyle Kandil’e “kabul edilmediğini” ifade etti. Ama, Irak Cumhurbaşkanı sıfatı taşıyan Talabani’nin en çarpıcı açıklaması, Türkiye’deki görüşmelerine dayanarak “Erdoğan ve Gül’ün aftan yana olduğunu” söylemesiydi. (13 Mart 2008)


MİT MÜSTEŞARI’NIN GİZLİ BRÜKSEL GÖRÜŞMESİ

WikiLeaks’le sızdırılanlara bakılırsa ABD Irak Büyükelçisi Ryan Crocker’la konuşan Talabani, “Barzani’yi PKK’ya yönelik saldırıları ve ABD’yi eleştirilen açıklamalar yapmaması konusunda uyardım. O da ikna oldu. Erbil’de bir araya geldik ve PKK’ya karşı daha sert olunması konusunda uzlaştık. Barzani, görüşme sonrasında PKK’ya bir elçi gönderdi. Mesajda ‘bütün saldırıları durdurup Kuzey Irak’ı terk edin, yoksa üzerinize peşmerge güçlerini göndereceğim’dedi. PKK lider kadrosu bu mesajın ardından Başbakan Erdoğan’a bir mektup yazdı. Bu mektup bizim aracılığımız ile MİT Müsteşarı Emre Taner’e iletildi. Ardından Taner, PKK lideriyle bir görüşme yapmak istediğini bize bildirdi. Biz de PKK’nın Avrupa’daki liderlerinin iletişim bilgilerini kendilerine aktardık. Brüksel’de PKK lideri ile Emre Taner arasında gizli bir görüşme gerçekleşti. İki taraf da görüşmenin olumlu geçtiğini bize bildirdiler. Türk hükümeti içerisinde görüşmenin gerçekleşmesine karşı çıkanlar vardı ancak bu konuda da Washington’u Türk hükümetini teşvik etmesi için devreye soktuk” demişti.


“DERİN DEVLET” ARANIYOR

Washington için hükümeti teşvikte sorun yoktu da, ya hükümet dışı güçler nasıl ikna edilecekti?

ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson İlker Başbuğ-Osman Paksüt görüşmesinin ortaya çıkmasının ardından 25 Haziran 2008’deki mesajıyla kuyuya taşı attı:

Bir Anayasa Mahkemesi hâkimi ile yakında Genelkurmay Başkanı olacak kişi arasındaki görüşme, derin devletin sadece bir efsane olmadığının işaretini verdi.”

Wilson bir gün sonra, 26 Haziran’da işi “psikolojik harp” iddiasına vardırdı:

2007 yılının Nisan ayındaki e-muhtıranın beklenmeyen sonuçlarıyla hizaya çekilen Türk ordusu, bir yıldan fazladır kamuoyuna açıklama yapmaktan kaçınıyordu. Ancak medyaya yansıyan bir dizi haber, yüksek rütbeli subayların perde arkasında bazı önemli kurumları ve kamuoyunu yönlendirme amaçlı faaliyetleri devam ettirdiğini ortaya koyuyor.”

Wilson, Türk ordusunun diğer resmi kurumlarla “gizli-kapaklı ve muhtemelen komplocu ilişkiler içinde” olduğunun düşünülmesini istiyordu.


“GÖZALTILARLA KARŞILIK VERECEĞİZ”

Ve Türkiye’yi nelerin beklediğini, yine Amerikalılar bu ülkede yaşayanlardan önce öğrendi:

ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı Carl Siebentritt’in ABD Büyükelçiliği Federal Soruşturma Bürosunu ziyaret eden Türk polis yöneticisinden dinlediklerini Washington’a ilettiği gün (1 Temmuz 2008) aralarında Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Mustafa Balbay, Atilla Uğur’un da bulunduğu 21 kişi gözaltına alındı. O iletide “Başbuğ-Paksüt görüşmesine gözaltılarla karşılık verileceğinin” bilgisi vardı.


TÜRK POLİSİNDEN ABD’YE BRİFİNG

Türk polisi, Amerikan devletini bilgilendirmeye devam etti. ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı Daniel O’Grady’nin bildirdiğine göre, Büyükelçilikte “Ergenekon birifingi” veren Türk Emniyet yetkilisi “Başka hiçbir ülkeye bu kadar ayrıntılı bir brifing vermedik” demiş ve “Ergenekon” u “Aşırı milliyetçi çevrelerden taraftar bulabilmek için Batı karşıtı ve ABD karşıtı propagandaya güvenen mafyayı; İBDA-C, Hizbu’ttahrir, DHKP-C gibi örgütleri kontrol eden, gelişkin bir ekonomisi ve örgütlenmesi olan devasa bir şebeke” olarak nitelendirmişti!


BAŞBUĞ’UN RAPORU YETMEDİ

Gidişat vahimdi.

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 209 yılı Haziran ayında Abdullah Gül’e giderek “önüne gelenin ihbarda bulunması halinde, askeri karargâhların gizliliğini yitireceği ve iş göremez hale geleceği” endişelerini içeren bir rapor iletti.

Etkisi mi?

17-21 Temmuz 2009’da “Amirallere suikast davası” ev aramaları... 25 Eylül 2009’da Hâkim Albay Zeki Üçok’un “çıkar amaçlı suç örgütü üyesi olmak” tan tutuklanması... 21 Kasım 2009’da emekli Deniz Albay A. Belgütay Varımlı’nın intiharı... 5 Aralık 2009’da ilk kez üç kuvvet komutanının ifade vermesi... 19 Aralık 2009’da Deniz Kurmay Yarbay Ali Tatar’ın intiharı... 21 Aralık 2009’da Bülent Arınç’a suikast iddiası... 27 Aralık 2009’da Özel Kuvvetler Komutanlığı Kozmik Bürosuna girilmesi ve 27 saat süren aramada “devletin mahremi” nin didik didik edilmesi...


MEYDAN OKUDULAR

Türk Silahlı Kuvvetleri “sınır ötesi operasyon yapmanın” bedelini demir parmaklıkların ardına atılarak öderken, 40 binden fazla insanı katleden, devletin bölünmez bütünlüğüne kast eden terör örgütü üyeleri ellerini kollarını sallaya sallaya geldikleri Türkiye’de davul-zurnayla karşılandı.

ABD Büyükelçisinden al haberi;

James Jeffrey, Habur’dan 6 ay önce ülkesine yolladığı kritoda “Eğer Türk hükümeti, on yıllardır süren bu isyanı bir çözüme kavuşturmak istiyorsa, 3 bin 500 PKK militanının silah bırakmasına imkan sağlaması ve bunların en azından bir kısmının topluma yeniden karışmalarına izin vermesi gerekli. Türkiye’nin güney doğusundaki Kürtler için af çatışmayı sona erdirmenin olmazsa olmazıdır ve Türk kurulu düzeninde pek çok kişi de bunu kaçınılmaz bir kötülük gibi görmektedir” demişti.

İktidar ile Öcalan arasındaki pazarlık sonucu, 19 Ekim 2009’da “Barış Grubu” adıyla ve “PKK üniformaları(!)” yla Habur’dan Türkiye’ye giriş yapan 34 terörist; ayaklarına götürülen mahkemede “pişman olmadıklarını” bildirmelerine rağmen serbest bırakıldı. (Aynı kişiler iki yıl sonra, Oslo ifşaatıyla oluşan toplumsal tepkiyi törpülemek için 10 yıl hapse mahkum edildiler; madem suçlulardı o gün neden tutuklanmamışlardı; Türkiye böylece “konjonktürel hukuk” la da tanışmış oldu.) Çiçek, konfeti yağmuru altına DTP’li milletvekilleri ile il il gezen PKK’lılar “gövde gösterisi”, “şov” yaptı; Türkiye’nin dehşetle izlediği görüntülerin tanımı tam manasıyla “meydan okuma” ydı.

O gününün toplumsal hafızaya kazınan özeti şuydu:

- Pişman mısın?

- Örgüte katılmaktan ve faaliyetlerinden dolayı pişman değilim.


- Pişman mısın?

- Pişmanlık Yasası’ndan faydalanmak için gelmedim, ben gerillayım, önderimiz Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla geldim.


ÇADIR MAHKEMESİ DEĞİL VİCDAN MUHASEBESİYMİŞ

Ertesi gün, 20 Ekim 2009’da, TBMM’de bunlardan da ibretlik bir fotoğraf vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, Habur’da terör örgütünün devlete meydan okumasını ve devletin de buna göz yumması hatta yol vermesini “anlamlı, olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak gördüğünü” söyledi.

Medyadaki haberlere göre Habur’daki skandalı “Açılım Koordinatörü” İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile DTP Genel Başkanı Ahmet Türk organize etmişti. Ancak Cengiz Çandar perde arkasındaki ismin MİT Müsteşarı Emre Taner olduğunu ve Habur’un devamında Öcalan’ın tutukluluk şartlarında iyileştirme, dağdakilerin Türkiye’ye entegrasyonu ve Kuzey Irak’ta kalacak “örgütün lider kadrosu” nu da 5 yıl sonunda dönüp Öcalan’la siyaset yapmaya teşvik adımlarının atılacağını yazdı.

“Çadır mahkemesi kuruldu” ifadesinden rahatsız olan Habur hâkimlerinden biri, isminin yayınlanmaması şartıyla Akşam gazetesinden Helin Alp’e “PKK’lıları serbest bırakma kararını vicdan muhasebesi yaparak aldığını” söyledi!

“Huzurumuza gelen insanların kıyafetine bakmayız” diyen hâkime göre “çadır mahkemesi” benzetmesi yanlıştı; ifadeler Habur Gümrük Müdürlüğü binasında alınmıştı. Yine hâkimin açıklamalarına göre “Öcalan’ın çağrısıyla geldim” ifadesinin bir önemi yoktu; yasada “kimin çağrısı üzerine geldiğine bakılmaz” dı!

YARIN: OSLO’DA PAZARLIK

Selcan TAŞÇI, 12 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Cum Ara 13, 2013 11:45
gönderen Balasagun
Resim

“Şerefsizlik” bulmaca
CHP ve MHP Genel Başkanlarının PKK ile pazarlık yapıldığı iddialarına “iftira, şerefsizlik” diyen Erdoğan’ın, terör örgütüyle müzakereleri sürdürmek üzere “kendisi adına konuşacak özel temsilci” görevlendirdiğinin ortaya çıkması üzerine Türk siyaseti uzun bir süre “Şerefsiz kim?” sorusuna cevap aradı! Yorumsuz aktarıp, resimdeki “şerefsizliği” bulmayı size bırakıyoruz...

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 20 Ağustos 2010’da Afyonkarahisar’daki konuşmasında siyasi iktidar ile terör örgütü arasında bir “pazarlık” olduğunun konuya kafa yoran herkes tarafından dillendirildiğini ve “AKP’nin PKK’yı terör örgütü olarak görmemeye başlamasının bu pazarlığın sonucu” olduğu öne sürdü. Aynı gün konuşan MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ifadeleri konuyu daha da netleştirdi:

Kandil’den ses geliyor, 4 defa görüşüldü, 4 günde de anlaşma yapıldı. Kiminle? İmralı ile anlaşma yapıldı. Bunu niye açıklamıyorsun Sayın Başbakan?


Terör örgütüyle görüştüğümüzü ispatlamazsanız müfterisiniz

Muhalefete, bir gün sonra 21 Ağustos’ta Kayseri’den cevap veren Tayyip Erdoğan önce çok sert ve iddialı bir çıkış yaptı:

Bizim dört kez bunlarla bir araya oturduğumuzu söyleme şerefsizliğini yapanlar bu alçakça iftirada bulunanlar, bunun hesabını her yerde vereceklerdir. Bugüne kadar AK Parti iktidarı olarak terör örgütüyle hiçbir zaman masaya oturmadık, oturmayacağız da. Bizim felsefemizde, anlayışımızda böyle bir şey olamaz. Bu iftirayı atanlara söylüyorum, ey Kılıçdaroğlu, ey Bahçeli bizim masaya oturduğumuzu söylüyorsanız, bu iddianızı ispatla siz mükellefsiniz siz... Eğer bu iddianızı ispatlamazsanız müfterisiniz, daha ileri bir ifade kullanmıyorum, çünkü terbiyem buna müsaade etmez.

Devlet görüştü ama ben görevlendirdim!

İlk anda kendinden bu kadar emin konuşan Erdoğan, çok değil üç gün sonra Show TV’de Siyaset Meydanı programında bu kez “devlet görüşebilir” diyecekti:

“Biz siyasi iktidar olarak, siyasi hükümet olarak hiçbir zaman bir terör örgütüyle veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayız... Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar... Mesela, devletin istihbarat kurumu vardır...”

Nitekim öyle de olmuştu; terör örgütüyle temas Milli İstihbarat Teşkilatı üzerinden kurulmuştu. Ancak tek farkla:

Erdoğan bu “pazarlığın” iddia ettiği kadar dışında değildi. Kısa süre sonra, memurunu “yedirtmeme” çırpınışları sırasında Hakan Fidan’ı “bizzat görevlendirdiğini” söyleyecekti. Fidan’ın “olay siyasi boyuta taşındığı için kendisinin görevlendirildiğini” söylemesi de görüşmelerin muhatabının “devlet” değil “siyaset” kurumu yani “iktidar” olduğunu işaret ediyordu. Keza, dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş de “vakti geldiğinde siyasi iradeye daha yakın kişilerin” de görüşmelere dahil olabileceğini söylüyordu.


Sır gibi saklanan koordinatör ülke

2009 yılı sonunda, “Başbakan’ın özel temsilcisi” Hakan Fidan, MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, PKK’lı Mustafa Karasu, Sabri Ok ve Zübeyir Aydar arasındaki görüşmeye nezaret eden “koordinatör ülke” hemen her şeyin deşifre olduğu, ortalığa saçıldığı günlerde dahi “devlet sırrı” gibi saklandı.

CHP Kırklareli Milletvekili Mehmet S. Kesimoğlu’nun 13 Şubat 2012’de Başbakan’ın yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesi de “koordinatör ülke ya da ülkeler” üzerindeki örtüyü kaldırmaya yetmedi.

Medyada iddialar çeşitliydi; görüşmeleri ABD ya da Norveç’in organize ettiğini söyleyenlere ek olarak, “akil” Yıldıray Oğur temasların daha önce İsrail-Filistin görüşmelerini de yürüten İsviçreli bir vakıf aracılığıyla yapıldığını, Avni Özgürel ise koordinatör ülkenin İngiltere olduğunu savundu.


Erdoğan’ı yakacak sızdırma

“Görüşmelerin içyüzü Erdoğan’ı yakacak” başlığıyla önce Dicle Haber Ajansı, ardından da Fırat Haber Ajansı tarafından yayına konan ses kaydı (sonradan her iki siteden de kaldırıldı) AKP iktidarı döneminde PKK ile daha önce de görüşüldüğünü ve bunun Oslo’da yapılacak beşinci görüşmenin hazırlığı olduğu, yani Bahçeli’nin iddia ettiği gibi geçmişte 4 görüşmenin daha yapıldığını ortaya çıkardı.

Hakan Fidan’a göre 2003 yılında, görüşmelerde aktif rol olan Hasan Cemal’e göre 2004’te, Aysel Tuğluk’a göre ise 2006’da başlayan “görüşmeler”in sonuncusu Habur rezaleti ve Reşadiye saldırısından sonra yapılmıştı. 13 Eylül 2011 günü internete düşen ses kaydında Başbakan’ın özel temsilcisi, MİT ve PKK arasındaki “muhabbet” çarpıcıydı!

Hayli uzun olan görüşme içeriğinin her satırını yayınlamaya kalksak günler sürer ama bugün ve yarın birçok maskeyi düşüren “pazarlığın” geniş özetini okuyacaksınız bu sayfada.


Aman CHP ve MHP duymasın

“Arabulucu”, “koordinatör ülke temsilcisi” bu görüşmenin kendi girişimleri olduğunu belirterek “pazarlığı” şöyle başlatıyor:

Abdullah Öcalan tarafından üretilen kendi fikirleri parlamentoda yasa çıkarılacağı zaman dikkate alınacaktır. Biz iki şeyden bahsediyoruz bir kamuoyuna yapılan açıklamalar bir de perde arkasındaki gidişat. Bunu kendilerine söyledik, hem MİT hem de devlet için oldukça riskli. Hali hazırda PKK ile müzakereye oturmuş olmaları bugün kamuoyuna yansırsa CHP ve MHP ne der acaba. Devlet temsilcisi olarak MİT’in elemanlarının burada hem de dağ kadrosu ile Oslo’da müzakereye oturmuş oldukları duyulsa ne olurdu. CHP ve MHP ne derdi? Yine aynı şekilde PKK ile Öcalan arasındaki mesajları getirip götürdükleri yayınlansa ne kadar kötü olurdu bu. Yani prosedürel birçok zorluklar aşılmış. Yani bu süreç devletle PKK arasında müzakereyle sonuçlanmayacaksa eğer bu kadar zorluğa ne gerek var?”


MİT’ten PKK’ya: Ne vaat ettikse yaptık

MİT’in Kandil ile görüşmek dışında Öcalan için “kuryelik” de yaptığının anlaşıldığı bu sözlerle başlayan “pazarlığın” yorumsuz geniş özetinin ilk bölümüne geçelim:

Afet Güneş: Öncelikle tekrar bizi bir araya getirmede katkılarından dolayı teşekkür ediyoruz. Bu çalışmaya başlarken çok uzun soluklu bir çalışma olacağının bilincinde başladık her iki taraf olarak. Yine her zaman aynı şeyi söyledik, zaman zaman kesintiler olabilir kimi zaman inişler ve çıkışlar yaşanacaktır dedik. Önemli olan amaçta değişiklik olmamasıydı. (...) Muhataplarımızın tabii zaman zaman beklentilerini de alıyoruz. Bizi daha farklı bir profilde görmek istediklerini söylüyorlar. Birçok konuda zaten açık konuştuk yine açık söyleyeceğim; kimi zaman bu bizi rencide etti yani neden bu güvensizlik diye. Ancak zamanı geldiğinde siyasi iradeye daha yakın kişilerin bu platformda yer alabileceğini zaten belirtmiştik. Her vesileyle bugüne kadarki temaslarımızda ne vaat ettikse kendi ölçülerimiz dahilinde gerçekleştirdik. Bu gelişme de nihayetinde benzer bir şekilde oldu. Sayın Fidan bizimle birlikte bu toplantıya katıldı. Kendileri Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı onun da ötesinde Başbakan’a en yakın kişilerden biri.


Fidan “Sayın Öcalan”ı dilinden düşürmüyor

Hakan Fidan: Ben öncelikle merhaba diyorum tanıştığımıza memnun oldum. Bu ekibin yeni üyesiyim. Afet Hanımın da dediği gibi yaklaşık bir ay önce İmralı’da Sayın Öcalan’la bir araya geldik. Zaten ismimi söylemiştim. İsmim Hakan Fidan. Müsteşar Yardımcısıyım ama Sayın Başbakanımızın özel temsilcisiyim. (...) Arkadaşlarımızın uzun zamandır sizinle beraber devam ettirdikleri çalışmalar gerçekten her türlü takdirin ötesindedir. Ama bir noktadan sonra verilen raporlar çerçevesinde olayın teknik görünen bir çalışmadan öte daha siyasi içerikli, daha farklı bir boyuta taşınması ihtiyacı hasıl olunca, Sayın Başbakanımız bu konuda beni görevlendirdi. (...) Orada Sayın Öcalan’la iki saatten fazla bir görüşmemiz oldu odasında. Üç kişiyiz, bayağı uzun ve verimli bir görüşme oldu. Kendisinin sağlık durumu oldukça iyi. Zihni fevkaladeden iyi çalışıyor. Artikülsyonları oldukça sağlıklı. Konuları karşılıklı tartıştık. Tabii verdiği cevapları sürekli siyasi tahlilden geçirerek olaylara yaklaştığı için biz de siyasetin ve şu anda hizmet etmekte olduğumuz siyasetçinin ne düşünmekte olduğunu elimizden geldiğince aktarmaya çalıştık. Ben burada en büyük görevin de açıkçası bu olduğuna inanıyorum. Yani şu anda iktidarda bulunan seçilmiş siyasetçinin psikolojisi nedir, perspektifi nedir, olaylara nasıl yaklaşıyor, ben bunu aktarmaya çalışacağım. Sizden aldığım perspektifi de tabii oraya yansıtacağım ama bu arada belli konularda da belli mutabakatlara varma belli konularda tartışma görevini de cevap verme görevini de elimizden geldiği kadar üstleneceğiz. Ama tekrar ediyorum ki ben burada ne dersem diyeyim belki çok fazla reklamlara gidebilir diye düşünüyorum ama hükümetin çok ciddi niyeti var.

(...)

Sabri Ok: Sağ olun teşekkürler. Daha iyi öğrenmek daha iyi anlamak için bir kaç soru sormak istiyoruz. Siz gittiniz Önderlik’le görüştünüz. (...)Tartışmanızın ve görüşmenizin özetini bizimle paylaşmaya değer gördüğünüz hususları varsa dinlemek isteriz.


İmralı’daki cani ile birleşmişler

Hakan Fidan: (...) Hapishanede geçen on senenin ve okumanın verdiği çok ciddi bir transforme edici gücü var. (...) Ve tabi yıllar boyu belli olayları yaşamış, belli noktalara gelmiş, belli dersleri çıkarmış. Şimdi bulunduğu yerden çok daha sağlıklı, çok daha objektif, çok daha nesnel var olan sıcak şartlardan etkilenmeyen çözümlemelere ulaşıyor. Bunu sürekli satır aralarında felsefi olarak görmek beni memnun etti. (...) Yüzde doksan, doksan beş gelen bütün konularda birleşen bir genel çizgiye gelindi. (...) Fakat ona şunu söyledik biz; Türkiye’deki siyasi rejimi ve şartları dikkate aldığımız zaman şu an hiç kimsenin, özellikle Sayın Başbakanın çıkıp böyle bir şeyi ifade etme şansı yok. Ama şunu herkes bilir, burada olumlu bir şey varsa, sizin katkınız olmadan olumlu hale gelmeyeceğini biz hepimiz biliyoruz. (...) İmralı’daki çözüm iradesini olaya iyi niyetle yaklaşımı Sayın Öcalan’ın yıllar içerisindeki oluşturduğu düşünsel evrimi, ulaştığı sonuçları, ulaştığı sonuçların bölgeye yönelik vizyonunun, ülkeye yönelik vizyonunun yüzde doksan, doksan beş oranında kendi çizdiği vizyonla nasıl örtüştüğünü de anlattım.(...)


Davalar kamuoyunun gözünü boyamak içinmiş

Mustafa Karasu: (...)Türkiye’de bazı şeyler yapılacak, Kürt sorununda adım atılacak deniyor, bunlar hep söyleniyor. Sonunda dördüncü Oslo’da daha somut bir karara gidilerek önderlik yol haritası verecekti ve bunun üzerinde neler yapılacağı konusunda müzakere edilecekti...

Afet Güneş: Tamam ben de diyorum ki önderliğin yol haritası elimde. Maddeleri de belli. Haydi buyurun müzakere edelim.

Mustafa Karasu: Ben şuna inanıyorum devlet istesin, şu anda bizi uçağınıza alıp götürebilirsiniz isteseniz.

Afet Güneş: Kesinlikle. Ben diyorum gelin götüreyim.

(...)

Mustafa Karasu: Demek ki o zaman önderlikle görüşme sorunu da yok.

Sabri Ok: Benim hakkımda iddianame hazırlandığı söyleniyor. Bir tarafta kapatılırken bir tarafta açılıyor.

Afet Güneş: Hep söyleniyor yani. Bir dosyanın tamamlanması adına yapılan operasyonlar.

(...)

Mustafa Karasu: (...) Türkiye toplumunun önder Apo’yu muhatap olarak benimsemesi Türkiye’nin çıkarınadır. (...) Bunu siz de kabul ediyorsunuz diyorsunuz ki en makul Önderlik’tir onunla anlaşabiliyoruz, o doğru yaklaşıyor.

Afet Güneş: Çünkü değiştim diyor. (...) Devlet de şu an karşı taraftaki talepleri (...) Ben bunların içerisinden hangilerini yapabilirim ne kadar zamanda yapabilirim hangi koşullarda yapabilirim o da bunu tartışıyor kendi kendine zaten.”

YARIN: FEDERASYONUN TEMELLERİ

Selcan TAŞÇI, 13 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Cmt Ara 14, 2013 10:49
gönderen Balasagun
Resim

“Başbakan’ın özel temsilcisi”nden PKK’lı teröristlere:
VERDİK GİTTİ!

Oslo pazarlığının içeriği gösteriyor ki, bugüne kadar “demokratikleşme paketi” diye yutturulmaya çalışılan “taviz”lerin hepsi PKK’lılara verilen sözlerin yerine getirilmesiydi. Ana dilde eğitimden, seçim barajının düşürülmesi ve Kürt kimliğinin tanınmasına kadar birçok talebe terör örgütüyle oturulan müzakere masasında “olur” verildi. Fazla söze gerek yok: Hakan Fidan’ın, Güneydoğulu dört kişiye, örgüt mensubu sempatizanı olduklarını bile bile yayın hakkı tahsisini anlatırken kullandığı “verdik gitti” ifadesi her şeyin özeti...

Dikkatli gözler için, “Başbakan’ın özel temsilcisi” Hakan Fidan, MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, PKK’lı Mustafa Karasu, Sabri Ok, Zübeyir Aydar arasında “meçhul koordinatör ülke” nezaretinde yürütülen pazarlığın içinde, “Türklüğe saplanan hançerdeki parmak izlerini”nin teşhisini kolaylaştıracak onlarca “delil” var.


Ordu, bakın ne için “operasyon yapamaz” hale getirilmiş

“Oslo pazarlığı” sırasında Mustafa Karasu, Afet Güneş’e öyle bir şey söylüyor ki, bugüne kadar çok üzerinde durulmadı ama “Silivri yolu”nun neden döşendiğinin “gizli kanıtı” gibi ifadeleri:

“Bize şunu söylediniz; dediniz ki devlet de Genelkurmay da aynı görüşte, hükümet de... Biz buraya üçüncü Oslo’da bütün devlet makamlarının düşüncesi olarak geldik. Yani devlet bu konuda bir konsensüse girdi dediniz; önceden yoktu ama şimdi bu oldu dediniz.”

Dikkat edin 2009 yılı sonunda yapılıyor bu görüşme. Ümraniye, Balyoz, Kafes, Poyrazköy, Islak İmza süreçlerinin hepsi başlamış...

TSK komuta kademesi “el değiştirmeye” başlamış...

Ve diyorlar ki “Bu pazarlık konusunda daha önce devletin kurumları arasında anlaşma-uzlaşma yoktu ama şimdi var” !

Afet Güneş’in şu karşılığıyla birlikte değerlendirildiğinde taşlar yerli yerine oturmuyor mu:

“Ordunun şu an yaptığı planlı bir operasyonu yoktur...”

Çünkü ordu “operasyon yapamaz” hale getirilmiştir!

* * *
Güneş’in “devletin, toplumun hazırlanmasında MİT’in PKK’lılarla birlikte yürüttüğü çalışmalar” dan bahsettiği yerden devam edelim “pazarlığın” yorumsuz özetini iletmeye:

Afet Güneş: (...) Bu süreç önemli bir süreç. (...) Kendi kendine falan olmadı bu birlikte yürüttüğümüz çalışmaların sonucudur. Gerek devletin hazırlanmasında gerek toplumun hazırlanmasında gerek örgütün hazırlanmasında şu masada yürüttüğümüz çalışmaların çok büyük katkısı olmuştur. Beğenseniz de beğenmeseniz de yeterli bulsanız da bulmasanız da bir yıl içerisinde yürüttüğümüz çalışmalar bugün bu meseleyi Türk kamuoyunda ve Türk parlamentosunda tartışılabilir bir hale getirmiştir. (...)

Sabri Ok: (...) Devlet de arayıp hangi ilde hangi dağda birileri var ben de imha ederim demesin çünkü biz çözüm sürecindeyiz.

Afet Güneş: Peki ne kadar süre bekletmeyi düşünüyorsunuz dağlarda.

Sabri Ok: Biz istiyoruz ki en kısa sürede bu sorun çözülsün böyle altı yılda yedi yılda değil.

Afet Güneş: Yani bu, neresinden bakarsak bakalım çünkü çözümün parametreleri içinde işte basit bir takım taleplerden Anayasa değişikliğinden Öcalan’ın serbest bırakılmasına kadar çok geniş bir skala var. Talepleri şöyle bir göz önüne getirdiğimiz zaman çok geniş bir skala var. Bunların üç ayda beş ayda sekiz ayda bir senede tamamlanabilmesi söz konusu değil. (...)


Öcalan’a kuryelik itirafı

Afet Güneş: ...içeri giriyoruz konuşmuyoruz biz sana bilmem ne getirdik falan demiyoruz al şunu içinden oku diyoruz. (...) Açıkçası adam bir başlıyor zaten o da böyle sindire sindire okuma derdinde oturuyor bir buçuk saat okuyor. (...) O okuyor biz oturuyoruz. Artık bir buçuk saatin sonunda zaten üstünde çok da tartışma yapmak istemiyoruz. Şimdi sen çevir arkasını diyoruz ne diyeceksen de diyoruz. Onun da yazması maşallah bir yarım saat kırk beş dakika sürüyor. (...) Devlet size çok büyük bir fırsat yaratmış durumda. Sizin karşılıklı olarak birbirinizle iletişim sağlamanızı dolaylı dahi olsa fikirlerinizi birbirinize yansıtmanızı yazışmanızı çizişmenizi onlar üzerinden karşılıklı görüş teatilerinde bulunmanızı sağlıyor (...)


Habur’da hukuk ihlal edildi

Afet Güneş: Habur bizim iki buçuk senedir neredeyse yürüyen tüm ilişkilerimizin Ankara’dan başlayarak söylüyorum, özelde kırılma noktasını oluşturdu. Gelenler yeteri kadar eğitim almamışlardı ve ne amaçla geldiklerinin bile farkında değillerdi. Adeta bir siyasi gösteriye dönüştürüldü. Burada sizin de çok iyi bildiğiniz gibi hukuk ihlal edildi. Her şey yok edildi. Amaç size verilen bir takım sözlerin tutulmasıydı. (...)


Muhalefeti PKK’ya şikayet ediyorlar

Hakan Fidan: (...) sürekli negatif şeyler gelmeye başladı. Yani buradan dolayı efendim oy kaybediyoruz Batı’da görüştüğümüz geniş kitleler bizden şey yapıyor. Tabii muhalefetin özellikle Habur’dan sonra ortaya koyduğu ajitasyonun etkisi şu anda giderek büyüyor. İçişleri Bakanı hakkında gensoru verildi biliyorsunuz. O bu işe aylarını, yıllarını verdi. Afet Hanım’la beraber ciddi bir moral bozukluğu yarattı. Çünkü oraya herkes bir milat olarak bakıyordu. Ondan sonra bu sorun da hükümetin daha cesur adımlar atmasına ilişkin meşru bir hak zemini de hazırlanacaktı psikoloji de hazırlanacaktı. (...) Ben bunu anlattım Sayın Öcalan’a dedim ki Başbakan bunu sürekli anlatıyor. Ama dedim biz bir şey gördük o da şu, bu hükümetin yaptığı çok reformlar var, yani Kürt kimliğini tanımadan verdiği sosyal haklara kadar (...)


Alanda teröriste düşman vali ve emniyet müdürü yokmuş!

Hakan Fidan: Hem sizden hem Sayın Öcalan’dan yani bizim perspektifimiz bu sürecin kesintisiz devam ettirilmesi. (...) Ama bütün bu süreç içerisinde dediğim gibi siyasi iktidarı bu noktada attığı adımlardan dolayı sıkıntıya düşürücü bir unsurun olmaması lazım.(...) Diğer konularda bu gözaltına almalar şunlar bunlar ben bunları, gittiğim zaman İçişleri Bakanı ile uzun uzun konuşacağım. (...) İçişleri Bakanı da sosyal psikologdur. Bu noktada iyi çözümlemeleri var. Anlıyor. Ama aynı zamanda siyasetin gereklerini de iyi bilen ona göre bazen farklı demeçler verebilen bir insan. (...)

Alandaki valiler, emniyet müdürleri bu noktada gerçekten çok değerli insanlar. Yani şu anda sizi bilmiyorum, spesifik olarak isim vererek şikayet edebileceğiniz şu adam düşmandır, bu adam şeydir. Geçenlerde bir olay oldu Başbakanlık’ta. Bir komisyon var bu televizyonlara ruhsat veren. (...) Bir il Güneydoğuda, oradan dört tane isim var. Dört ismin dördüne de örgüt mensubudur, sempatizanıdır diye görüş var. Haklarında valiyi aradık dedik ki eskiden benle beraber çalışıyordu. Dedim hayırdır ya dedim ben sana bir şey soracağım şimdi nedir böyle böyle bir talep var. Dedi efendim zaten olmayan yok ki dedi verin gitsin dedi. Şimdi tamam dedik öyle verdik gitti. (...) Adamın adı işte, bilinen örgüt sempatizanıdır, destekçisidir şudur budur, bir noktaya kadar bunların hepsi yönetilir, tolere edilebiliyor. (...)Her sene on bin tane öğretmen alınır, adamı alıyorsun Güneydoğu’da öğretmen açığı var. (...) İktidar beş sene önce dedi ki biz dedi yerel yönetimler yasasını geçiriyoruz, belli şeylerin mahalli teşkilatlarını kaldırıyoruz. Milli eğitim, şunlar bunlar bakanlıklarını kaldırıyoruz, valiliklere ve belediyelere veriyoruz. İlk önce valiliklere, uzun vadede belediyelere gidecek. Aslolan şudur, yani şimdi Hakkari’de yol yapılacak Ankara’dan devlet planlama teşkilatından görüşülüp şeye çıkıyor, işte Çemişgezek’te ne olacak şurada ne olacak. Bu adamı şimdi öğretmen alacaksınız, oradaki valiliğe kontenjan verilecekti. Valilik bu öğretmeni alacak adam oraya gidecek kardeşim bilinçli olarak geliyor ben burada öğretmenlik yapacağım. (...)


Kim dost kim düşman belli değil Siyasi mücadeleyle hedeflerinize ulaşırsınız

Hakan Fidan: (...) Ben demokratik mücadele içerisine girip de dünyada sonucuna ulaşamamış hiçbir hareket görmedim. Bakın dünya siyasi tarihine devrimler tarihine Gandi’den tutunda Polonya’daki işçi hareketine efendime söyleyeyim Güney Amerika’daki hareketlere varana kadar bakın demokratik siyasi mücadele verip de meşru kabul edilebilir evrensel hedeflerine ulaşamamış hiç bir hareket görmedim. (...)

Sabri Ok: Biz de kendi ana dilimizde eğitim istiyoruz yani talepler anlamında. (...) Tamam biz bu adımları atacağız ama mesela yüzde yedi baraj düşürülür mü(...) Örneğin biz diyebiliriz ki bu kadar tutuklu var biz adım atalım doğru ama adım atarken insanlar belediye başkanı il başkanı da dahil herkes içerde...

(...)

Hakan Fidan: (...) Benim bizzat burada oluşum size sistematik bir müzakereyi ve bir araya gelişi teklif edişim sonra sayın Öcalan’ın sizle iletişim kurmasına bizim kısıtlı şartlarda da olsa izin vermemiz sizden mesaj götürmemiz sonra çeşitli iletişim kanalları bulmaya çalışmamız bu hafta İçişleri Bakanı da parti yetkilileri ile görüşecek bütün bunların hepsi kamuoyunda bizleri zor duruma düşürmeyecek bir modelite icat edip problemi karşılıklı çözme yönünde atılan adımlardır. (...)



İmralı’daki “cani” değil “yetenekli adam”!

Hakan Fidan: Yok olmazsa olmaz şimdi dedim ya bizim toplum bir tane yetenekli adam buldu mu kendisi çünkü tembel çalışmak istemiyor ki o yetenekli adamın sırtına yüklen git.

Sabri Ok: Hepsi onun sırtına. Devlet de yüklüyor bizde yüklüyoruz. (...)


Patlayıcıları boşver sürecin canı sağ olsun

Afet Güneş: Biliyoruz metropolleri de doldurdunuz bu arada patlayıcılarla doldurdunuz.

Sabri Ok: Yok canım.

Afet Güneş: Hepsini biliyoruz.

Sabri Ok: Onlar bir tarafa biz bu süreci ilerletelim önemli olan o. (...)


Koordinatör’den “aferin”i kaptılar

Arabulucu: Güzel evet her iki tarafı da tebrik etmek istiyorum sürecin bu yönünde trafik ışıkları yeşile dönmüş gibi görünüyor ve her iki tarafında bu eylemsizlik sürecine devam edilmesi gerektiğini düşünmesi bizleri mutlu etti..

Afet Güneş: Artık kendilerini Ankara’da görmek isteriz çünkü en azından mektubu getirecek.

Arabulucu: Teşekkür ederim bizi mutlu ettiniz. Dağa da gitmemiz gerekecek teşekkürler.

YARIN: KİM NASIL YORUMLADI?

Selcan TAŞÇI, 14 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Pzr Ara 15, 2013 11:58
gönderen Balasagun
Resim

“TSK yetkisizleşirse Kuzey Irak benzeri bir yönetim biçimi oluşur”

“Oslo pazarlığı”nın “devlet” kanadını temsil eden dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, görüşmelerin ifşa olmasının ardından yaptığı açıklamada hükümet ile ordunun olaylara bakışının ters olduğunu söyledi. Güneş’e göre PKK’yla görüşmeleri sürdürmek “bölgesel özerkliğe doğru koşar adım gitmek” demekti

PKK ile yapılan “Oslo pazarlığı”nın ardından “nasıl oluyor da olabiliyor” sorusunun cevabı yine BDP’den geldi.

Bölücüleri sevindiren, Türk Milleti’ni ise felakete sürükleyen “açılım”ın “uygulanabilir” hale gelebilmesi temelde “topluma hazmettirilebilmesi”yle, medya aracılığıyla oluşturulan ve -en azından PKK’yla ilgili olarak- “terör, “terörist”, “katil”, “cani”, “bölücü” gibi tanımları devre dışı bırakan ve “barış”, “normalleşme”, “şehit gelmiyor” gibi ifadelerle suni/gerçekten kopuk bir “algı” yaratmaya dönük çabalar sonuç vermeye başlamıştı. Ne kadar kızarsak kızalım, BDP’li Selahattin Demirtaş, 14 Eylül 2011 tarihli açıklamasında “Demek ki kıyamet kopmuyor” derken haklıydı; 10 yıl önce Öcalan adını dahi duymaya tahammül edemeyen, sokaklarda maketlerini parçalayan insanlar, aynı Öcalan’a, bölünmez bütünlüğümüzün “verdik gitti” denmesi karşısında suspustu! 40 bin evladını kaybetmiş bir ülke, o evlatları katledenlerle “hakara-makara samimiyetinde” yapılan “pazarlığı” akıl almaz bir sessizlikle karşılamıştı.

Demirtaş da bu sessizlik, sindirebilme halinin verdiği cüretle, o gün aynen şöyle dedi:

“Demek ki arzu edilirse, PKK’yla da Öcalan’la da müzakere yürütülebilirmiş. Türkiye toplumu müzakereye hazırdır. Kiminle savaşıyorsan onunla barışacaksın. Teröristle masaya oturmayız afra tafralarının gereği yoktur. Şimdi tam da açık müzakerelere başlama zamanıdır.”

Ana muhalefete göre

“Oslo pazarlığı” yasa dışı dinlemeden ibaretti!

Gelelim, kamuoyunu o direnci oluşturmaya sevk etmesi beklenen siyasilerin cephesine...

BDP’li Demirtaş’la aynı gün konuşan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Demek ki Öcalan’la da PKK’yla da görüşülebilir bakın kıyamet kopmuyor” sözlerini doğrular gibiydi:

“Ses kaydını dinlemedim. Dinlemek de istemiyorum. Daha önce de söylemiştim yasadışı dinlemelerin içeriği ile çok fazla ilgilenmeyeceğim...”

Ana muhalefet partisi liderine göre, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı temsil ettiği iddiasındaki zatla, İmralı’daki cani ve temsilcileri arasında devletin bekasını etkileyecek/belirleyecek olan “pazarlık”, “yasa dışı dinleme”den ibaretti!

İronik olan;

Bu hassasiyetin sahibinin de bulunduğu makama bir “yasadışı izleme” neticesi gelmesi,

2. “İlgilenmeyeceğim” dediği “içeriğin” kamuoyuna bir CHP yöneticisi, Haluk Koç tarafından açıklanmasıydı.

Kılıçdaroğlu’nun, 24 Eylül 2011’de katıldığı televizyon programında gazetecilerin sorularını yanıtlarken söyledikleri, “Oslo pazarlığına” mesafesinin altında yatan nedenin itirafı gibiydi. CHP lideri “Silahla bu işin çözülemeyeceğini öteden beri söylemiştim” demiş ve AKP’nin “siyasi çözüm” planıyla ilgili olarak “Böyle bir adım atılırsa, CHP olarak her türlü desteği vermeye hazır” olduklarını ifade etmişti. Ki zaten, PKK’lıların Fidan’a ilettiği “ana dilde eğitim, seçim barajı, tahliyeler, Öcalan’a siyaset yolunun açılması...” gibi birçok talebe yasal zemin oluşturan “Demokratikleşme Paketi”ne CHP, “Hayır” değil “Yetmez ama evet” demeyi tercih etti.

Diğer muhalefet lideri, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise 18 Eylül 2011’deki açıklamasında terör örgütüyle yapılan pazarlığı “Türk tarihinin gördüğü en büyük rezalet” olarak tanımladı:

“PKK’yla yapılan müzakerelerin iki boyutu olduğunu görmek lazımdır. Bunlardan birincisi, müzakerenin bizatihi varlığı ve terör örgütüyle kurulan yoğun temas ve görüşme trafiğidir. İkinci olarak da konuşmaların muhteviyatı ve beraberindeki utanç verici diyaloglardır.”


Koşar adım “bölgesel özerkliğe”

O “utanç verici diyaloglar”ın ne anlama geldiğini, en iyi diyaloğu kuranlardan biri anlatabilirdi. Dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, 18 Eylül 2011’de Aydınlık gazetesinde yayınlanan açıklamasında

Bir taraftan en ince ayrıntısına kadar görüşmeler yapacaksınız, diğer taraftan terör örgütü diyerek aşağılayacak, suçlayacaksınız. Bu ikiyüzlülüktür. Bu saatten sonra PKK yok edilemez. Meşru zemine çekilebilir. Bu da çözümün nihai sonucu değil. Hükümet ile TSK’nın olaylara bakış açıları terstir. Dolayısıyla çözüm çok zor görünüyor.

(...)

Görüşmelerden çıkan sonuca göre demokratik özerk bölge ileride telaffuz edilebilir. Bekleyip görelim. Böyle giderse bölgesel özerkliğe doğru koşar adım gidilecek.Kamuoyu bunu tartışmalı... Sayın Başbakan kafasındaki planı açıkça halka anlatmalı. Kabul edilir ya da edilmez ama halk bu planı bilmeli. Sayın Fidan ve Başbakan plana inanıyor ve bu projeyi savunuyor. Görüşmelere katılanların konuştukları şahsi düşünceleri değildir. Herkes aldığı talimata göre konuşuyor...

TSK yetkisizleşirse Kuzey Irak benzeri bir yönetim biçimi oluşur.
” diyordu.

Taraf “Balyoz”la vurmaya başladı

Madem ki “demokratik özekliğin” yolu “TSK’nın yetkisizleştirilmesi”nden geçiyordu, öyleyse Türk ordusu önce etkisizleştirilmeli, itibarsızlaştırılması, millet desteğini kaybetmeli sonra da tereyağından kıl çeker gibi yetkisizleştirilmeliydi.

Güneş’in TSK engelinden bahsettiği “Oslo pazarlığı” 2009 yılının son günlerinde yapılmıştı ve bakın 2010’da tam da bu doğrultuda neler yaşandı:

Şimdi AKP milletvekili olan, dönemin Star yazarı Şamil Tayyar, 8 Ocak 2010’da Neşe Düzel ile söyleşisinde “Ergenekon süreci hızlanırsa, birçok kuvvet komutanının ve emekli generalin de içeri alınabileceğini, buna paralel de orduda bir idari operasyon başlatılabileceğini söyledi.

Aynı günlerde ortaya çıktı ki, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Belçika’da “dinlenmişti” !

20 Ocak 2010’da Taraf, “Balyoz”u vurmaya başladı:

“Fatih Camii Bombalanacaktı”

“Kendi jetimizi düşürecektik”

“Balyoz Güvenlik Harekat Planında 29’u general 162 subay var...”

21 Ocak 2010... Taraf “200 bin kişiye tutuklama”
haberini verdi!

22 Ocak 2010... Taraf’ın manşeti bu kez “Balyoz Hükümeti”ydi; “Camileri bu timler bombalayacaktı” diye hedef göstermeler başladı.

23 Ocak 2010... Taraf bu kez “Darbenin sivil kadrosu” nu gündeme taşıdı.

Aynı gün Zaman, “Balyoz Planı”nın 2003’te birebir uygulandığını iddia etti; iddiasının temeli sinagog bombalamalarıydı!

Taraf bir gün ara vermeden sürdürdüğü yayınlarla “özel yetkili medya savcısı” kılığında “iddianame” yazar gibiydi. 24 Ocak 2010’daki “Balyoz kozmik odada gizlendi” manşetini, 25 Ocak 2010’da “Darbenin orduda tasfiye planları” izledi. Ve 30 Ocak 2010’da Özel Yetkili Savcılık Baransu’nun teslim ettiği “bavul” üzerinden soruşturmayı açtı! 3 Şubat 2010’da Erdoğan’dan itiraf gibi bir açıklama geldi:

“Neden yedi yıl beklediniz diye soranlara diyorum ki; Türkiye bu demokratik olgunluğa ancak bugün ulaşmıştır...

8 Şubat 2010’da Deniz Kurmay Albay Berk Erden intihar etti.

10 Şubat 2010’da Başbuğ “Böyle rezillik olur mu; yeter artık” diyordu ama 22 Şubat 2010’da TSK ilk kez “toplu gözaltı”nın hedefi oldu; 20’si muvazzaf toplam 49 general ve subay!..


Dış dinamikleri unutmayın

“Büyük resme bakın” uyarısı 23 Şubat 2010’da manidar bir isimden, AKP’den ayrılan Abdüllatif Şener’den işitildi:

“Dış dinamikleri dikkate almadan, tezkereyi dikkate almadan, Balyoz operasyonuyla ilgili bir yorum yapılamayacağını düşünüyorum...”

“Mücadele” devletin bütün birimlerine yayılmıştı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin 27 Şubat 2010’da Emniyet Genel Müdürlüğü ve Merkez Komutanlığı’na yolladığı yazıda “Ben ve yardımcılarım onaylamadığı sürece savcıların talimatını yerine getirmeyin” dedi.

Cengiz’in tepkisi bununla sınırlı kalmadı. 3-5 Nisan 2010’da 97 kişilik yakalama kararı çıkarılmasının ardından “Gözaltına alınması istenen subayların yüzde 78’i muvazzaf, bunların yüzde 25’i amiral ve general rütbesinde, 15-20 kişi de emekliye ayrılmış subay, toplam 95 kişi. Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçlarının iyi değerlendirilmesi gerekir...” uyarısında bulundu.

6 Nisan 2010’da da, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısının imzası ve haberinin olmaması dolayısıyla 97 kişinin gözaltına alınması operasyonuna engel olundu, iki savcı görevden alındı.

Ses kayıtları kullanılarak hakkında başlatılan kara propagandadan sonra başka bir göreve tayin edilen Engin, 2012 yılında emekliye ayrıldı!
Yargının bağımsız kanadı ne kadar çırpınırsa çırpınsın, ABD “son sözü” peşinen söylemişti:

“Ordu yenildi” (Newsweek)


Genelkurmay’a suçlama

23 Temmuz 2010’da bu kez 102 kişi hakkında yakalama kararı verildi.

30 Temmuz 2010’da Genelkurmay, tarihe geçen bir suçlamayla karşıya karşıya kaldı:

Terör örgütüne yardım ve yataklık!

Gerekçe, hakkında yakalama kararı çıkarılan subayların askeri tesislerde toplanmasıydı!

Ve 16 Aralık 2010’da, “Oslo pazarlığı” ndan tam bir yıl sonra “yetkisizleştirilmesi” istenen Türk ordusunun komuta kademesi Silivri’deki spor salonundan bozma “özel yetkili” mahkemede hakim önündeydi!

Resim


“Fidan’ı harcatmam”

TSK’dan bir terör örgütü yaratmaya çabalayan özel yetkili hukuk tam gaz ilerlerken, “PKK ile pazarlık” yapanlar en üst düzeyde takdir görüyor ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 18 Eylül 2011’de “istihbarat teşkilatının görevini yaptığını” söylüyordu.

TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e göre de “Türkiye cumhuriyeti kurumları ne yapması gerekiyorsa onu yapıyorlar” dı!

Başbakan Tayyip Erdoğan o unutulmayan açıklamasını yaptı:

“Hatası da olsa Hakan Bey’i böyle nedenlerle harcamayız. Biz kolay kolay adam yemeyiz...”

Sözleri, yüzlerce subayın bir kalemde “harcandığı” günlerde trajikomikti!

Komiğin komiği var, Bülent Arınç’ın 19 Eylül 2011’de Hakan Fidan’la ilgili ifadeleri ise alenen milletin zekasıyla dalga geçer gibiydi:

“Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı sıfatıyla bu toplantıya katılıyor olması onun Başbakanlıkla ilgili olduğunu göstermez.”

İktidar ile PKK’lılar neredeyse can ciğer kuzu sarması haline gelmişti ama terör örgütü “can almaktan” vazgeçmemişti. Hemen her gün yeni şehitler veriyorduk. Siirt’te 6 ana kuzusunun şehit olduğu saldırının ardından Erdoğan 25 Eylül 2011’de “tarihe geçen” açıklamalarına yenisini ekledi:

“Terör örgütü kendi görevini yapıyor; biz de kendi görevimizi yapacağız!”

Görevinin ne olduğunu öğrenmek için çok beklememiz gerekmedi; 26 Eylül 2011’de ilan etti:

“Terörle mücadele ederiz, siyasi iradeyle müzakere ederiz.”

Bu beyanatın perde arkası, BDP’li Selahattin Demirtaş’ın Radikal’den Ezgi Başaran’la yaptığı söyleşide ortaya çıkacaktı. “Ateşkes, PKK’nın silahsızlandırılması ve yeni anayasa sürecini kapsayan, PKK’nın da olurunun alındığı, ikişer sayfalık üç ayrı protokol hazırlandığını” anlatan Demirtaş, Öcalan’ın Erdoğan’dan “Kürt sorununun çözümü ancak siyasetle mümkündür” benzeri bir demeç vermesini istediğini, bu demecin terör örgütü tarafından protokollerin imzalandığı mesajı olarak algılanacağını söyledi.

YARIN: REFERANDUM MUTABAKATI

Selcan TAŞÇI, 15 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Pzt Ara 16, 2013 14:55
gönderen Balasagun
Resim

Terör örgütüyle “kararlılıkla müzakere”ye devam...
KANLI PAZARLIK!


PKK, 12 Eylül 2010 referandumu öncesi “eylemsizlik” kararı aldığını açıklayınca, cemil çiçek “terör örgütü kimsenin hatırına silah bırakmaz” demişti. İktidarın dilinin altındaki baklayı Duran Kalkan çıkardı: “Askerin geri çekilmesi, yeni anayasayı birlikte yapma, KCK operasyonlarının durması, Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulması konusunda mutabakata vardık!” Öte yandan dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar iktidarı sabote etmemeleri koşuluyla PKK’ya “af sözü” verdiği ortaya çıktı!

Darbenin mutfağından gelen eski MİT’çi Mahir Kaynak’ın, 23 Ocak 2010 günü, Başbakan’a yakın Star gazetesinde -yazanı ve yazdığı adresle beraber değerlendirildiğinde- yayınlanan yazısı oldukça ilginçti:

“... Türkiye’nin dünyadaki yeni rolü ve yeri ile ordunun ideolojisi uyuşmuyordu. O halde bu ideoloji değişecek ama ordunun etkinliği azalmayacak hatta artacaktı. Bu rol içe yönelik değil, dışa yönelik olacaktı. Bu ordudaki darbeci eğilimleri yok etmek ama onun gücünü ve prestijini korumakla mümkün olabilirdi. Şimdi komplo teorisi sayılabilecek bir proje sunuyorum.

Silahlı Kuvvetlerdeki bazı dokümanlar ele geçirildi ve bunlar bir darbe hazırlığına uygun biçimde yeniden düzenlenerek kamuoyuna sunuldu ve darbe karşıtlığının yerleşmesi ve bu tavrın genelleşmesi sağlandı...



Bir Türk subayı yazsa denize okyanus der miydi

Bu komplonun kimler tarafından hazırlanmış olabileceğine dair yağmur gibi “kanıt” yağıyordu. Kurmay Albay Mustafa Önsel’in cezaevinde yazdığı Beşiktaş’ta Sırtlan Pususu’nda dikkat çektiği detaylar minikti ama “açık adres” niteliğindeydi:

“Mücahit (Erakyol) planda ” Özel Operasyon Birlik Komutanı “ olarak gösterilmişti. Ancak TSK’da böyle bir görev tanımı yoktu. Peki kimde vardı bu şekilde bir görev tanımı? Evet, sevgili(!) müttefikimiz ABD Silahlı Kuvvetlerinde.

Yine sözde planda haberleşme vasıtası olarak radyo kullanılacağı belirtilmiş. Bu bizim bildiğimiz radyo olabilir mi? Değil tabii ki. Bizim bildiğimiz radyo ile haberleşilmez malumunuz. Burada kastedilen haberleşme vasıtası telsizdir ve Amerikalılar telsize radyo demektedirler. Bu raporu bir Türk subayı yazsa telsiz yerine radyo demezdi herhalde.

Davanın ek klasörlerinde, sanıklardan biri tarafından yazıldığı iddia edilen bir sözde belgede, bir şahıstan bahsederken “Üzerindeki mermileri okyanusa attı” denmektedir. Bizde okyanus var mı? Yok! Peki, denize okyanus diyen bir ülke var mı? Var! Dostumuz ABD”



“Ergenekon başlamasa açılım gerçekleşmezdi”

TOBB için hazırladığı “Kürt raporu” ndan bu yana “sorunun parçası” olan ve son olarak Erdoğan’ın “akilleri” arasında yer alan Doğu Ergil, Stratejik Boyut dergisinin 2010 Ocak-Şubat-Mart sayısında “Ergenekon soruşturması başlamasa idi açılım gerçekleşmezdi” dedi. Aynı sayıdaki bir başka analizde Önder Aytaç’a göre “Kürt açılımı, Ergenekon ile sonuna kadar mücadele”ydi!

Yani mevzu hiç de öyle AKP Kahramamaraş Milletvekili Avni Doğan’ın “40 yıl onlar bizi fişledi, şimdi biz onları fişliyoruz” itirafındaki kadar “basit” değildi.


Tarihi çömelme

Resim

17 Haziran 2010’da, bir yıl önce Habur’dan Türkiye’ye davul zurnayla giriş yaparak, rencide olmasınlar diye Atatürk fotoğraflarının kaldırıldığı çadır mahkemelerinde salıverilen PKK’lılardan 10’u tutuklanmış, 20 Haziran’da terör örgütü “al sana açılım” der gibi Hakkari Şemdinli’deki Gediktepe Sınır Bölüğü ile Jandarma Sınır Komando Bölüğü’ne eş zamanlı saldırı düzenlemişti. 11 şehit verdiğimiz Gediktepe; hafızalara yazık ki, sonradan ortaya çıkan ayrıntılardan göğüs göğüse çatıştıkları anlaşılan askerlerimizin kahramanlığı ile değil, kısa süre sonra Genelkurmay Başkanı ile bölgeye giden Başbakan’ın siperdeki tarihi “çömelme”si ile kazındı! Şemdinli şehitlerinin cenazeleri kalkmadan bir acı haber de İstanbul’un göbeğinden Halkalı’dan geldi; lojmandan çıkan servise düzenlenen saldırıda 5 askerimiz bir de asker kızı, 17 yaşındaki Buse şehit oldu!

Milletin yasıyla dalga geçer gibi AKP’li Rize Belediye Başkanı “kanı durdurmak” için dahiyane çözümü bulmuştu:

“Herkes Güneydoğu’dan ikinci eş alırsa...”

Oldu da bitti maşallahtı!


“Çare Öcalan(!)”

“Ağlayan ana” sayısı her gün katlanarak çoğalıyor, buna iktidar partisi mensuplarının umursamazlığı ve pervasız açıklamaları eklenince, AKP 12 Eylül’de -istediği dönüşümü sağlayabilmek için muhtaç olduğu- “Evet”e ulaşma şansını hızla tüketiyordu.

Ve “açılım”cı zihniyetin bulabildiği yegâne “çare Öcalan”dı!

PKK 20 Eylül 2010’a kadar “eylemsizlik” ilan ettiğini açıkladı!

Murat Karayılan’ın ifadesiyle “devletle anlaşmışlardı” ve eli kanlı katil bunu bir “lütuf” gibi anlatıyordu:

“Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti ancak talep üzerine yeniden devreye girerek, hem yapılan çağrıları ve hem devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak bir kez daha barışa ve demokratik çözüme şans tanıması için hareketimize bir mesaj gönderdi.”

Ve fakat BDP’li Selahattin Demirtaş’ın Karayılan’la aynı gün yaptığı açıklamada altını çizdiği gibi, silahları “sandığa kadar susturmanın” da, Güneydoğu’da -yine Öcalan’ın çağrısıyla- “boykot”tan dönüp “evet”e destek vermenin de bir bedeli olacaktı:

“Taleplerimize cevap verilmesi durumunda elbette ki biz yeni anayasayı destekleriz...”

O talepleri ANF aracılığıyla, PKK’lı Duran Kalkan açıkladı (24 Ekim 2010). Dediğine göre 13 Ağustos 2010’da yani referandumdan tam bir ay önce “çift taraflı bir mutabakat” sağlanmış, AKP, BDP aracılığıyla yolladığı mesajda “Operasyonları durdurma, askeri geri çekme, yeni anayasayı birlikte yapma, Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurma, Öcalan’ın koşullarını iyileştirme ve KCK operasyonlarını noktalama” taahhüdünde bulundu!

Demek ki Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, 20 Ağustos 2010’da “Terör örgütü kimsenin hatırına silah bırakmaz” derken vermek zorunda kalacakları bu tavizleri işaret ediyordu.

7 Eylül 2010’da bu kez Milliyet’ten Devrim Sevimay’a konuşan Demirtaş’a göre referandumda Diyarbakır’dan çıkacak sonuç “Kürt sorununun çözümünü istiyoruz” biçiminde okunmalıydı.

Demirtaş’ın da diğer BDP’li ve PKK’lıların da kaygılanmasına hiç gerek yoktu, terör örgütü “mutabakat”a rağmen can almaya devam ederken Olağanüstü Güvenlik Zirvesi’nden çıka çıka “Kuzey Irak’taki Kürt yönetimiyle işbirliği” ve “açılıma devam” kararları çıktı;

İktidar PKK’yla kararlılıkla müzakereye devam edecekti!

Mücadele mi?

Haklarını yememeli, YAŞ’ta TSK’ya karşı dişe diş kana kan mücadele verildi!


Çankaya’da “Özel” savaşı

Hasan Iğsız Ümraniye Davası kapsamında ifadeye çağrıldığı günlere denk gelen YAŞ’ta emekliye sevk edildi. Jandarma Genel Komutanı Atilla Işık Kara Kuvvetleri Komutanı olacaktı; yeni Jandarma Genel Komutanı ise Necdet Özel’di. Ancak hiç hesapta olmayan bir istifa dengeleri değiştirdi. KKK olması gereken Işık istifa etmişti. Terfi sıralamasına göre yerine atanacak kişi belliydi:

Özel!

Ve Çankaya’da “Özel’in Kara Kuvvetleri Komutanı yapılmasına mani olma(dolayısıyla Genelkurmay Başkanlığı yolunu açma) pazarlıkları” başladı.

Özel, KKK olursa iki yıl sonra emekliye ayrılacak, dolayısıyla Genelkurmay Başkanı olamayacaktı; maazallah ordunun komutasının “darbeci-terörist”lerden birine geçme ihtimali vardı!

Pazarlık, Özel’in lehine sonuçlandı; mahkeme o gün için -daha sonra hepsini yeniden derdest edilebileceği akla gelmedi demek ki- 102 subay hakkında verdiği yakalama kararını kaldırdı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ emekli, Işık Koşaner Genelkurmay Başkanı, Erdal Ceylanoğlu Kara Kuvvetleri Komutanı oldu.


Atalay’dan “af” sözü

Yol temizliği de aradan çıkarıldığına göre durmak yok yola devamdı;

Kandil, her gün şehit cenazesi gelirken dalga geçer gibi “ateşkes”i bir hafta daha uzattığını açıkladı, Taraf’a göre bu karar “Öcalan’la yapılan barış takvimi” dolayısıyla alınmıştı! Nitekim, referandumdan birkaç gün sonra Karayılan İmralı’da “Öcalan görüşmeleri” nin sürdüğünü ilan etti. BDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Nihat Oğraş, Fırat Haber Ajansı’na ateşkesin “askeri ve siyasi operasyonların durması, seçim barajının düşürülmesi” şartlarıyla uzatıldığını söyledi. 23 Eylül’de yapılan “AKP-BDP zirvesi”nden “En kabul edilmez taleplerin bile demokratik ortamda Meclis’te konuşulması” anlaşması çıktı.

Abdullah Öcalan’ı yargılayan mahkeme heyetinin başkanlığını yapan Turgut Okyay “Öcalan’ı boşuna yagılamışım” derken haklıydı;

“Şimdi içeriden örgüt yönetiyor”du!

25 Eylül 2010’da gazetecilerin karşısına çıkan “açılımdan sorumlu” İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Irak Büyükelçisi Murat Özçelik’in Kuzey Irak’ta, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da ABD’de yürüttüğü görüşmelerin bilgisi dahilinde olduğunu ve devamının geleceğini söyledi.

Peşinden kendisi de Kuzey Irak’a giden Atalay, Barzani’den “Örgütün eylemsizlik kararını genel seçimlerin sonuna kadar uzatmasını, çözüm sürecini destekleyeceğini ortaya koymasını” istedi.

Atalay’ın Barzani aracılığıyla PKK’ya verdiği sözlerden biri de “af”tı ama “seçime kadar AKP’yi sabote etmemeleri” şartıyla! Görüşme 28 Eylül 2010’da Milliyet’te “şok diyaloglar” başlığıyla yayınlandı:

Atalay: Sorunun çözümü noktasında İmralı ile dahil görüşmeler yapıyoruz. İmralı da çözüm noktasında bize yakın. Ama Kandil’in tavrını açık okuyamıyoruz. Öcalan çözüm için bazen topu taca atıyor, bazen topu sahada tutuyor. Topun taca atıldığı noktada sizin aktif rol almanızı istiyoruz.

Barzani: Aktif rolden kastınız?

Atalay: Bölgede saygınlığınız var. Bu saygınlığınızı kullanmalı ve PKK üzerinde etkinizi hissettirmelisiniz. Sık sık medya önünde silahların bırakılması yönündeki telkinleri sürdürürsünüz. Kürt kamuoyu, Kürt hareketinde tek fayda olarak PKK’yı görme alışkanlığını terk edecektir. Bu da sorunların çözümü noktasında işimizi kolaylaştıracaktır.

Barzani: Biz telkin olmanın ötesinde zaten silahların çözüm sunmadığını her fırsatta dillendiriyoruz. Halk bunu AKP’nin yaklaşan seçimler öncesinde siyasi bir adım olarak görüyor. Türkiye’deki Kürtleri, Kürt açılımını, demokratik açılımı bir devlet politikası, sürdürülebilir bir devlet politikası olarak devam ettirecek bir proje olarak sunarsanız daha fazla güven uyandırırsınız. Halk oylaması gösterdi ki, Kürtlerin boykot kararı, Türkiye’deki siyasi süreçte dikkate alınması gereken bir tavırdır. PKK sorununun çözümünde Türkiye ile birlikte Suriye ve İran’ın da adımlar atması gerekiyor. Çünkü PKK sorunu, beslendiği kanallar sadece Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkmıştır...” KCK iddianamesinde şok itiraf:


“MİT Müsteşarının tüm ifadeleri benim ifadelerimdir”

Sahnede Barzani vardı ama Irak Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Talabani de “eski alışkanlarını” bırakmamıştı. “Oslo pazarlığı”nı biraz daha aydınlatan itiraf KCK iddianamesine böyle yansıdı:

Benim Apo ile bir ilişkim var. 2 Kasım’da bana avukatları aracılığıyla bir mektup gönderdi. Ben bu talepleri Türk yetkililere de iletmiştim. Benim PKK ile de bir diyaloğum var. Bu bayramda ben talep etmişim ateşkesi, hem uzatılması konusunda da bir yaklaşım oldu. Silah kesme ve ateşkes ilan etme arasında fark var. Ben silah bırakma yanlısı değilim. Ateşkes ilan edilsin. Silah bırakmanın karşılığı var. Ateşkes ilan etmek ise Türkiye’de çalışan arkadaşların mücadelesini yükseltmek için olmalıdır. Yine PKK’nın bir talebi vardı; genel af ile onu dile getirdik. Biz MİT Müsteşarları ile PKK’nın bazı ilişkileri var, sizin bilginiz dahilinde mi dedik. Erdoğan ‘MİT Müsteşarı’nın tüm ifadeleri benim ifademdir’ dedi.”

Dönüş yılı...

1 Kasım 2010’da İmralı’ya giden Aysel Tuğluk, Öcalan’ın ağzından “diyaloğun müzakereye döndüğü” müjdesin verdi!

“Dönüş yılı”nda Türkiye “açılım”a “Zihinlerdeki parçalanmayı artırır” diyerek Kürtçe vaaza izin vermeyen Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nu, Atatürk’ün Ankara’ya gelişi dolayısıyla düzenlenen Garnizon Koşusu’nu ha, bir de 104 evladını feda etti!

YARIN: YENİ ANAYASA İTTİFAKI

Selcan TAŞÇI, 16 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Sal Ara 17, 2013 12:11
gönderen Balasagun
Resim

BİR ÜLKE
“Büyük Kurtarıcı”sı tarafından nasıl batırıldı


Irak işgali sadece Türk ordusunun değil Türk siyasetinin de “yeniden dizaynı”nı gerektirdi. “Operasyon”u, savaşa karşı bir başbakan ve “bağımsız Kürt devleti” ihtimalinden endişeli bir koalisyon ortağına emanet edemeyeceğini anlayan ABD, Kemal Derviş üzerinden sadece tarım ve sanayi üretimini bitirip ülkeyi “tam bağımlı” hale getirmekle kalmadı, DSP’nin parçalanması ve “yeni hükümet senaryoları”yla Türkiye’yi erken seçim ile AKP iktidarına sürükleyen süreci de başlattı...

Irak işgali sadece Türk ordusunun değil Türk siyasetinin de “yeniden dizaynı” nı gerektirdi. “Operasyon” u, savaşa karşı bir başbakan ve “bağımsız Kürt devleti” ihtimalinden endişeli bir koalisyon ortağına emanet edemeyeceğini anlayan ABD, Kemal Derviş üzerinden sadece tarım ve sanayi üretimini bitirip ülkeyi “tam bağımlı” hale getirmekle kalmadı, DSP’nin parçalanması ve “yeni hükümet senaryoları” yla Türkiye’yi erken seçim ile AKP iktidarına sürükleyen süreci de başlattı

Türkiye seçim yılına aldığı “balyoz” darbelerinden yalpalayarak girdi.

12 Şubat 2011’de, 163 subay birden tutuklanmış; terfi sıralaması olağan ilerlerse 2017’de Genelkurmay Başkanı olması beklenen Korgeneral Korkut Özarslan’ın annesi, tutuklama haberine dayanamamış, o gece vefat etmişti.


İşgal var ordu yok

“Arap Baharı” nın bir anda kışa döndüğü günlerdi. Libya kaynıyor; NATO “işgal” için Türkiye’yi “operasyon üssü” olarak kullanıyor; limanlarımızda, hava sahamızda her türlü savaş teçhizatı kuşanmış yabancılar cirit atıyordu. Milli güvenliğimiz açısından bu derece kritik olan süreçte Libya’ya gönderilen gemilerin bağlı olduğu Aksaz’da bulunması gereken üs komutanı, donanma kurmay başkanı, denizaltı filo komutanı Hasdal’daydı!

Türkiye NATO’nun hava harekat merkeziydi ama bir sonraki yıl (2012) YAŞ’ta, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda tutuklanmayan orgeneral kalmadığından “kuvvet komutanı” atayamayacaktı! Korgeneral rütbesindeki subaylardan biri “mecburi orgeneral” yapılarak kuvvet komutanı olabildi!

Ki bunlar daha iyi günlerimizdi!

Sadece bir yıl sonra ülkenin başbakanı “Fırkateynlerimiz, gemilerimiz vesaire, neredeyse komuta kademesinde oralara gönderecek subay kalmıyor. Olmaz böyle şey. İçeride 400’e yakın subay var” diyecekti.

Başkomutan’ın derdi Beşiktaş

Türk ordusunun 163 subayı birden tutuklanmıştı; acaba bu trajedi karşısında “Başkomutan” nasıldı? O günlerde, Abdullah Gül ile birlikte İran’da bulunan Taha Akyol anlattı:

“Akşam, gazeteciler olarak Gül’le yaptığımız sohbette Cengiz Çandar, “kötü haberim var” diyor!

Eyvah, kötü bir şey mi oldu?..

Meğer Çandar, koyu Beşiktaşlı Cumhurbaşkanı’na “Beşiktaş’ın yine yenildiğini” haber verecekmiş!

Gül’ün cevabı:

- Hakikaten hayret. Bir takım üç beş maçı kazanır, bir maçı kaybeder, bunu anlarım... Ama BJK sürekli maç kaybediyor!

Doğru söze ne nedir?..”


Başkomutan Beşiktaş’a ağlarken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bir “balyoz” daha inecek; 30 Mayıs 2011’de ilk kez bir muvazzaf orgeneral tutuklanacaktı;

Hava Harp Akademileri Komutanı Bilgin Balanlı!

Balanlı ile birlikte tutuklananlar arasında Hava Harp Okulu Komutanı da vardı. Türkiye o gün haberdar değildi, aylar sonra öğrenecekti; Hava Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Tümgeneral Mehmet Yılmaz Erdoğan istifa etmişti! Dönemin KADEP Genel Başkanı ve Bağımsız Milletvekili Şerafettin Elçi, 12 Haziran 2011 seçimlerinin ardından “PKK ile AKP arasında gayriresmi bir” seçime kadar ateşkes “protokolü” imzalandığını söyledi. 26 Ekim 2011’de Kandil’den gelen açıklama da bunu doğrular nitelikteydi. Murat Karayılan “10 Mayıs 2011’de devlet yetkilileri tarafından iletilen protokoller üzerinde karşılıklı olarak üç gün tartıştıklarını ve sonuçta anlaştıklarını” iddia ederken protokollerin omurgasını “ortak bir yeni anayasa”nın oluşturduğunun altını çizdi.

Bu uğurda “tasfiye” edilen sadece ordu değildi; Türk siyaseti/siyasetçileri de hedefti.

Deniz Baykal’a yapılan “kaset operasyonu” yla Onur Öymen’li, Şükrü Elekdağ’lı CHP’nin yerine Hüseyin Aygün’lü, Sezgin Tanrıkulu’lu “Yeni CHP” dizayn edilmiş; sıra MHP’ye gelmişti. Tam seçim arifesinde, yasadışı yollarla elde edilen görüntü ve ses kayıtlarına dayanan tehdit ve şantajlarla partinin üst yönetimi tasfiye edildi.

Aslında Türkiye de, MHP
de, bu tür girişimlere yabancı değildi.


57. Hükümeti ABD bitirdi

DSP Genel Başkanı Masum Türker’in, 4 Şubat 2012’de Yeniçağ’da yayınlanan sözleri, Türk siyasi tarihinin en büyük “operasyon” larından birinin, yine MHP’nin de ortağı olduğu 57. Hükümete yönelik olarak gerçekleştiğinin itirafı gibiydi.

“57. Hükümetin sona ermesinin arkasında Ecevit’siz ve MHP’siz bir hükümet isteği yatıyordu” diyen Türker’e göre bu “isteğin” sahibi ABD’ydi:

Her gün baskı vardı bize, ayrılın diye. Partinin içerisine dışarıdan baskı vardı... Bütün gazeteler yazıyordu ve Kemal Derviş yeni bir parti, yeni bir işlem yapalım diye İsmail Cem’i ikna etmeye çalışıyordu. En son Yaşar Büyükanıt, İsmail Cem, Kemal Derviş RV Restorant’ta buluşup yemek yediler. Gazetelere de yansıdı o tarihte. DSP’nin bu konuda bölünmesi ABD’nin isteklerinden bir tanesiydi.”

Peki ama, 1999’da AB Aday Üyelik Protokolüne, IMF ile 3 yıllık stand by anlaşmasına imza atmış, “Tahkim Yasası” nı geçirmiş; hemen her gün “Artık önümüzdeki 10 yılı görebiliyoruz” diye sevinçle el çırpan “patron”lardan övgü alan koalisyon nasıl parçalanma noktasında gelmişti?

Derviş’e dokunan yanar!

Dolar ve gecelik repo faizleri fırlarken, borsanın çakılması, vatandaş Başbakanlık önünde yazar kasa fırlatırken “vurgun ekonomisi” nin patronlarının daha da ihya olmasından çok daha tuhafı; Türkiye için hazırda tutulan “kurtarıcı” bekletiliyor olmasıydı!

2 Mart 2011’de Dünya Bankası’ndan transfer edilerek Ekonomiden Sorumlu Bakan yapılan Kemal Derviş “15 gün” de çıkarttırdığı “15 yasa” ile ilk iş Türkiye’nin tarımsal ve sanayi üretimi bitirdi!

Türkiye’deki sorunun ekonomik değil siyasi olduğunu söyleyen eski CIA ajanı Mark Parris’in, -Milliyet’te Serpil Yılmaz’ın özel haberine göre- 18 Temmuz 2011’de Ecevit ve Bahçeli’ye “Derviş’i köşeye sıkıştırırlarsa batacakları” tehdidi savurması, çiçeği burnunda “ithal bakan” ın asıl misyonuna dair ilk önemli ipucunu vermişti.

Cengiz Çandar, 7 Şubat 2002’de Yeni Şafak’ta yayınlanan yazısında, “Eğer IMF’nin 24 kişilik İcra Direktörleri Kurulu’ndaki ‘hiç kimse’ Türkiye’ye böylesine ‘rekor düzeyde’ para verilmesinde’ mutlu değil’ise, bu parayı nasıl verebildi? Bunu Washington’da IMF’nin de üzerinde bulunan bir ‘siyasi irade’ ve ‘siyasi otorite’ nin isteğiyle açıklamak uygun olur. Orası neresidir? IMF’ye düzayak beş dakika mesafede ve Amerikan Hazine Bakanlığı binasının bitişiğinde olan Beyaz Saray! (...) Bu ‘rekor meblağ’ın bir ‘dış politika faturası’ olması gerekiyor. Bu ‘fatura’ Ankara’nın Bağdat’a karşı, Washington’a vereceği desteğin faturası. Türkiye Irak’a karşı bir ‘Amerikan harekâtı’olursa, buna ‘tam destek’ verecek. Türkiye bu desteği vermeyecek olsa, bu ‘para’ gelmezdi. Artık kendimizi aldatmaya son verelim. ‘Mukadder geleceğe’ doğru hazırlanalım. Türkiye’nin geleceğini, IMF programının uygulanması ve Irak’a yönelik girişimler belirleyecek...” diyordu.

Ve doğruydu!

Eski ABD Başkanı Bill Clinton’un danışmanı Dick Morris’in “Türkiye, Irak operasyonuna destek verecek. Çünkü Türkiye’nin sahibi IMF’dir. IMF parasını verip, Türkiye’yi satın aldı” sözleri, yazdıklarının Çandar’ın “kişisel temennisi” nden ibaret olmadığını gösteriyordu!

Irak işgaline hazırlanan ABD için en kötü senaryo; Türkiye’nin başında “Savaşa karşıyım” diyen bir Başbakan ve müdahalenin “bağımsız bir Kürt devleti” doğurabileceğinden endişelenen bir Başbakan Yardımcısı’nın bulunmasıydı! Dönemin Milli Savunma Bakanı Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun -önceki bölümlerde ayrıntılı anlattığımız- NATO resti de cabası!..


Her taşın altında Doğan medyası

Operasyon günü yaklaştıkça Washington-İstanbul-Ankara hattındaki trafik de yoğunlaştı. Eski CIA Başkanı da olan baba Bush, TÜSİAD üyeleriyle yemek yiyor; o yemek masalarından kulisler aktaran köşe yazarları “Washington’un Ecevit sonrasını planladığını” haber veriyor, ABD Ankara Büyükelçisi Pearson, Mesut Yılmaz ve Kemal Derviş üçlüsünün arasından su sızmıyor, olmayan bir seçimin anketleri yayınlanarak AKP palazlandırılıyor, İsmail Cem yeni parti kurmaya teşvik ediliyor, DSP’ye bütün olarak hükmedemeyenler bölme yoluna gidiyordu... Ve bütün bu organizasyonu yürütenler; dönüyor dolaşıyor aynı adreste buluşuyordu:

Doğan Grubu’nun 4 Temmuz 2002’de Frankfurt’taki yeni baskı tesislerinin Mesut Yılmaz’lı, Tansu Çiller’li, Tayyip Erdoğan’lı, İsmail Cem’li, Tunca Toskay’lı açılışı çok tartışıldı. Özellikle MHP lideri “3 Kasım süreci” konusu her açıldığında lafı o ünlü ve gizemli “Frankfurt toplantısı”na getirdi ama dönemin aktörlerinden/tanıklarından hiçbiri o toplantıda Bahçeli’nin “erken seçim kararı” almasına yol açacak kadar “hayati” hangi konunun konuşulduğunu açık olarak söylemedi. Bütün yazılanlar, çizilenler “iddia”dan ibaretti. Kesin olan; Bahçeli o toplantıdan birkaç gün sonra 7 Temmuz 2002’de Bursa’da 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda “dış güçler Ecevit’siz ve MHP’siz bir iktidar istiyorlar, kararı Türk Milleti versin” diyerek “erken seçim” teklif etti.


“Ecevit’siz ve MHP’siz iktidar senaryosu”

Bahçeli’ye göre “senaryo” şöyleydi:

Sayın Derviş, siyasi belirsizlik dedi. Onun ardından uluslararası finans kuruluşları, şirketler, iç ve dış basın bu kavrama destek verdi. Derviş’e ‘Siyasi belirsizlik var mı?’diye sordum. Bana ‘Yeni bir hükümet senaryosu’ yanıtını verdi.

(...)

İşin gerçeği Ecevit’siz ve MHP’siz bir iktidar oluşumunun yolunu açmak. Bütün yaşananların özeti budur. Daha sonra Merkez Bankası Başkanı’na ‘Bu doların, faizin yükselişini durduramaz mısınız?’ diye sorduğumda ‘Durdurabiliriz ama yükselir’ yanıtını aldım. Nedenini sorduğumda ise ‘Siyasi belirsizlik’ dedi. Ben de kendisine ‘Eğer Türkiye’de bazı şeyler dış basınla ve finans kuruluşlarının söyledikleriyle olacaksa, bağımsız Merkez Bankası’nın görevi, sorumluluğu nedir?’ diye sordum.

Bütün bunlar yeni senaryoların gündeme sokulduğunu gösteriyor.

(...)


Millet iradesine dayanmayan değişiklikler yapılmak isteniyor. Türkiye, geleceğini Financial Times gazetesi yazarının, değerlendirme kuruluşlarının, bazı medya unsurlarının belirleme yetkisinde görmemelidir. Türkiye’nin geleceğine halk karar verir.
Türkiye’de belli çevre ve odakların yönlendirmelerine uluslararası finans kuruluşları veya basın desteğiyle Türkiye’de iktidarlara şekil verme gayreti olanlara millet olarak cevap vermeliyiz...

Sonrası çorap söküğü gibi geldi:

Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem, DSP’den ayrıldı. Cem yeni partiyi kurdu ancak onu buna teşvik eden Derviş, görevi oraya kadar olmalıydı ki geri çekildi.


“Yarı-sömürge” olmanın gereği

14 Temmuz 2002’de Türkiye, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’i ağırladı. Wolfowitz’in Mustafa Koç’un yalısında yemek yediği kadro “Yeni Türkiye” nin kimler eliyle, nasıl şekillendirileceğine dair fikir verir gibiydi:

Bülent Eczacıbaşı, Kemal Derviş, Can Paker, Mehmet Ali Bayar, Cem Duna, Cem Boyner, Şerif Egeli, Özdem Sanberk, Yılmaz Argüden, Kemal Köprülü, Cengiz Çandar, ABD İstanbul Başkonsolosu David Arnd, ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson...

Yemekte “Irak” konusu konuşulmuştu; ancak Wolfowitz’in isteğiyle konuşulanlar “o masada” kalacaktı! Çandar söz verdiği gibi “ketum” davranıp o masada konuşulanları açıklamadı ama aylar önce, 17 Mayıs 2002’de yine Yeni Şafak’ta yayınlanan “ibretlik” satırları zaten Türkiye için çizilen “yol haritası” nı çoktan açığa çıkarmıştı:

“Eğer Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘siyasi yarı-sömürgesi’ olmasına razı ise; geleceğini Beyaz Saray-Pentagon-IMF-Dışişleri’nden oluşacak ‘Washington eşgüdümü’ne terk ederek yol almaya bakacaktır. Bu çerçevede, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’a atfen yayılan ‘Ecevit’in çekileceğine ve yakında seçim olacağına ilişkin duyum aldıkları’ söylentilerine kulak vermek gerekir.

Böylesine ‘hasta ve hastalıklı bir siyasi sistem’in; ‘üçlü koalisyonun vazgeçilmez yapıştırıcısı’ işlevi gören Bülent Ecevit’in bu rolünü ‘terk etmesi’ halinde ’yeni bir irade’yle işlerlik kazanmasından başka şansı yoktur.

Eğer Türkiye’de ‘askeri idare’ olmayacaksa; Türkiye’nin 2004’ten önce seçime gitmekten başka çaresi gözükmüyor...”

YARIN: FİLMİN SONU

Selcan TAŞÇI, 17 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com

Re: Hançerdeki Parmak İzleri... / Selcan TAŞÇI

İletiGönderilme zamanı: Prş Ara 19, 2013 11:04
gönderen Balasagun
Resim

FİLMİN SONU:
TSK şehit, T.C. gazi, PKK “özerklik” ilan etti;
Ve hâlâ Türk Milleti “son sözünü” söylemedi!

“Yeni Anayasa” mutabakatıyla girdiği seçimlerden 36 milletvekili çıkaran BDP ilk kutlamasını Diyarbakır’da “Ülkemiz Kürdistan, başkentimiz Diyarbakır” sloganlarıyla yaptığı günden bugüne; terörle mücadele kahramanları müebbede mahkum edilirken, T.C. kaldırıldı, Andımız kaldırıldı, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ kaldırıldı, Atatürk kaldırıldı, milli bayramları kutlamak yasaklandı, Öcalan’a siyaset yolu açıldı; yazmakla bitmez ki ihanet adımları...

Perdede seçmene “kaset”ler izletilirken, perde arkasında “PKK ile Yeni Anayasa ittifakı” yla gidilen 12 Haziran 2011 seçimleri, siyasi denklemin planlandığı gibi “iki partili” dizaynına yetmese de; TBMM aritmetiği “Yeni Türkiye” inşasına müsaitti.

Devlete taş ve tokat atarak (BDP’li Bengi Yıldız polis aracı taşlamış, Sabahat Tuncel de polis tokatlamıştı), “Bize destek, Öcalan ve gerillaya destektir” diye girdiği seçimlerde 36 milletvekili çıkarmayı başaran(!) BDP, zaferini(!) 15 Haziran 2011’de Diyarbakır’da böyle kutladı:

“Ülkemiz Kürdistan, başkentimiz Diyarbakır...”

O günden bugüne;

11 Temmuz 2011’de “Kuzu Kırpma Festivali” meydan okumaya döndü. -O günlerdeki adıyla- BDP Hakkari Milletvekili Adil Kurt “Bu aynı zamanda demokratik özerkliğin ilanıdır. Kato Dağı’nda özgürlük halayı çekiyoruz. Cudi, Gabar ve Kato’da bizi dinleyenler var. Onlar en kısa zamanda aramızda olacaklar. Önderimiz Sayın Öcalan da en kısa zamanda aramızda olacak...” diyordu.

Seçim, AKP’nin oylarına zeval gelmeden sağ salim atlatıldığına göre terör örgütü “asli görevi”ne dönebilirdi;

14 Temmuz 2011’de Silvan Komanda Taburu’nun pusuya düşürülmesi üzerine başlayan çatışmada 13 şehit verdik.


Cumhuriyet tarihinde ilk; ordu komutansız!

2011 yaz şurasına sadece iki gün vardı; “özel yetkili yargı” son dakika sürprizi yaptı; Ege Ordu Komutanı, Genelkurmay İstihbarat Başkanı, Genelkurmay Adli Müşaviri hakkında yakalama kararı çıkarıldı! Ve Çankaya’daki Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan-Işık Koşaner zirvesi cumhuriyet tarihinde “ilk” olacak bir kararla noktalandı:

29 Temmuz 2011’de Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanı Erdal Ceylanoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Hasan Aksay, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eşref Uğur Yiğit istifa etti.

Koşaner böyle veda etti:

Yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması, Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkanını ortadan kaldırmıştır.”

Böylece TSK’nın “Özel” dönemini de başladı.

Koşaner’in çıkışı, şehit haberleriyle gerilen kamuoyunun önüne atılacak günah keçisini de kendiliğinden belirlemişti. Eski Genelkurmay Başkanı’nın ses kayıtlarının servisi gecikmedi:

“Emir komuta birliğini sağlayamıyoruz, tim komutanlarımız çatışma anında silahını mevzide bırakıp kaçıyor, sınır karakollarımız hatalı yapılmış, halimiz kepazelik...”

“İçimizden hainler çıktı, maalesef helal süt emmemiş arkadaşlarımız çıktı, neyimiz var neyimiz yok çaldırmışız, ne konuşuyorsak adamların elinde var, namerdin eline malzeme verdik...”
diyordu Koşaner; haksız da sayılmazdı...

30 Ağustos 2011’de ilk kez Zafer Bayramı’na Genelkurmay Başkanı yerine Cumhurbaşkanı ev sahipliği yaptı.

1 Ekim 2011’de ilk kez bir milletvekili Leyla Zana “Büyük Türk Milleti...” adına değil “Büyük Türkiye Milleti...” adına yemin etti. Kendi ifadesiyle “bilinçaltının oyunu”na gelmişti! Oturumu yöneten Cemil Çiçek, yemini tekrar ettirme gereği hissetmedi!

18 Ekim 2011’de Güroymak yakınlarındaki bombalı saldırıda 5 polis şehit oldu; “Norşin” manşetleri atanlar üç maymundu!

19 Ekim 2011’de “güzel şeyler” Hakkari’de “olmaya” devam etti; 24 askerimiz şehitti.

Osmanlı’yı “Kürt Kartı” yla bölmeye çalışan, Barzani’nin sözde devletini ilk “tanıyan” İngiltere 2008 yılındaki ‘Dizbağı Nişanı’ndan sonra Cumhurbaşkanımız’a bir “madalya” daha takmak üzere, Kraliçe’nin davetiyle saraylarda ağırladı!

Acaba Gül bunu hak etmek için ne yapmıştı/daha kaç “güzel şey”e vesile olacaktı?


Genelkurmay Başkanı’nın düştüğü hal: “Onbaşısın”

Daha Sırrı Sakık’ın generallere “Haddinizi bileceksiniz; bize ters bakmayacaksınız” diye bağırmasının şoku atlatılamadan; 6 Ocak 2002’de, “Türkiye Cumhuriyeti 26. Genelkurmay Başkanı terör örgütü kurmak ve yönetmek suçundan tutuklandı. Takdir yüce Türk Milleti’nin”di!

Yenisi mi?

Onun da durumu fazla iç açıcı değildi. 8 Ocak 2012’de BDP’li Demirtaş, Necdet Özel’e “Ana dilde eğitimin olup olmayacağını sana mı soracağız; senin rütben orgeneral de olsa bizim nazarımızda onbaşısın” diye seslendi.

Ve artçıları bugün hissedilen meşhur “7 Şubat depremi”:

BDP Diyarbakır İl Başkanlığı’na yapılan baskında “PKK’yla mutabakat metni” bulununca, KCK soruşturmasını yürüten Savcı Sadrettin Sarıkaya, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski MİT Müsteşarı Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’i, “şüpheli” olarak ifadeye çağırdı. Özel kanunla Başbakan’ın özel korumasına giren MİT’çiler kurtuldu olan savcıya oldu; görevini yaptığı için görevden alındı!

Batman’da Nevruz bahanesiyle çıkarılan olaylarla bir polis Ahmet Türk’e yumruk attı. “İntikamını” PKK aldı; aynı gün Cizre’de 1 polis, ertesi gün Cudi’de 5 Özel Harekat polisi şehit!


Cesur lider bulundu

23 Nisan 2012’de Başbakan, Anıtkabir’deki törene katılmadı.

İçişleri Bakanlığı, Atatürk anıtlarına çelenk koymayı yasaklayan genelgesini yayınladı!

Bunca “güzelliğe” kayıtsız kalamazdı; Leyla Zana 14 Haziran 2012’de Hürriyet’e yaptığı açıklamada “Bu işi Tayyip Erdoğan çözer. Başbakan’da bu cesaret var” dedi. CIA koridorlarında başlatılan “cesur lider” arayışı neticelendi!

22 Haziran 2012’de, TSK’ya ait keşif uçağı düşürüldü, iki pilotumuz şehit oldu. Genelkurmay Başkanı Özel’in tepkisi, çuval olayına “pratik yöntem” diyen Özkök’ü aratmadı:

“Savaş çıkaracak halimiz yok!”

23 Temmuz 2012’de peşmerge ve PKK’lılar Suriye’ye geçti. Ankara güya Barzani’ye haddini bildirecekti; birkaç ay sonra “onur konuğu” olarak AKP Kongresi’ne davet edildi.


Ulusçulukla hesaplaşma vakti

Demokratik Toplum Kongresi’nin 14 Temmuz 2011’deki “demokratik özerklik” ilanını takiben PKK “kurtarılmış bölgeler” oluşturmaya başladı.

9 Ağustos 2012’de Foça’da askeri araç bombalandı; Hüseyin Çelik’e göre “Birkaç Mehmet’i şehit ettiler diye” TBMM toplanamazdı.

Böyle olunca “bir de Hüseyin kaçıralım bakalım” dedi PKK; CHP’li Hüseyin Aygün “dağa kaldırıldı”. Macera, teröristlerin “Bu kardeşlerini unutma abi” uğurlamasıyla bitti.

20 Ağustos 2012’de PKK’lılarla kucaklaşan milletvekilleri bu kez BDP’liydi! Aynı gün Gaziantep’teki bombalı saldırıda aralarında el kadar bebeklerin de olduğu 10 kişi can verdi!

4 Eylül 2013’de Afyon’da cephane patladı: 25 şehit!

17 Eylül 2012’de Bingöl’de mayın patladı: 8 şehit!

Tam o gün Cansu Çamlıbel, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na “Kürt meselesini nasıl çözeceklerini” sordu. Cevap netti:

“Ulusçulukla hesaplaşma vakti geldi!”

18 Eylül 2012’de Elazığ Muş yolunda, PKK’nın “ulusumuzu” hedef alan roketli saldırısında 10 şehit daha verdik!

Türkiye şehitlerine ağlarken Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven “Dağda ölen teröriste ağlamıyorsanız insan değilsiniz...” dedi.


İnançlı cani

21 Eylül 2012... Balyoz indi; 325 subay mahkum edildi. Mahkeme salonundaki en keskin çığlık “TSK şehit edildi” ydi!

29 Ekim 2012’de Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak isteyenler “terörist” muamelesi gördü.

6 Kasım 2012’de PKK’lı Şemdin Sakık’ın Genelkurmay Başkanı’nın yargılandığı davanın “gizli tanığı” olduğu ortaya çıktı!

10 Kasım 2012’de Başbakan, Afrika gezisini bir gün uzattı ve Anıtkabir’deki törene katılmadı!

16 Aralık 2012’de Bülent Arınç pek duygusaldı; BDP’li Gültan Kışanak’a mı, İmralı’daki Cani Öcalan’a mı ağlasın şaşırdı:

“Henüz 17 yaşında genç kızken Diyarbakır Cezaevi’nde öylesine ahlaksızca işkenceye maruz kalmış ki, ben de aklıma gelse dağa çıkardım. (...) Üç arkadaştan bahsedeyim. Birisinin adı Durmuş, birisinin adı Yakup, birisinin adı Abdullah. (...) Üçü de namaz kılıyor, üçü de inançlı insanlar. Çok iyi arkadaşlıkları var (...) Aradan seneler geçiyor, bunlardan birisi Durmuş Yılmaz olarak Türkiye’de Merkez Bankası Başkanı oluyor. İkincisi Yakup İnce, Medine-i Münevvere’de mühendis olarak çalışıyor. Üçüncüsü de Abdullah Öcalan... (...) Abdullah Öcalan belki bir karanlığın kurbanı olarak bu yollara götürülmüş (...) ama bir çocukluğu bir gençliği var...”

Tam 206 şehit verdik o sene...


Muhteşem dönüşüm!

Ve o 206 şehidin, onlardan önce “vatan-millet uğruna” canlarını feda eden binlerce ana kuzusunun emaneti bakın ne hale getirildi 2013’te:

Eski Genelkurmay Başkanı “terörist” sayıldı; müebbede mahkum edildi!

İmralı’daki caninin adı “İmralı” olarak değiştirildi.

“Terör” bundan böyle “barışçıl gösteri” ydi!

“Ulusa Sesleniş”in adı “Millete Hizmet Yolunda” yapıldı ama hangi millete hizmet edileceği muallaktı!

Paris’te öldürülen 3 PKK’lının cenazelerinde Türk bayrağı indirildi, yerine PKK paçavrası çekildi; cumhuriyet tarihinin en büyük isyan girişimi iktidarın himayesinde gerçekleşti!

“Amaç TSK’yı bitirmek” diyen Donanma Komutanı Nusret Güner istifa etti.

KCK’lıların istediği “Ana dilde savunma yasası” geçti.

Başbakan, Mardin’de “Milliyetçiliği ayaklar altına aldıklarını” ilan etti!

Milliyet gazetesinin yayınladığı İmralı zabıtlarına göre “AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan Öcalan’dı” ! PKK “19 aydır esir tuttuğu kamu görevlilerini BDP’ye teslim etti” ; peki “devlet” neredeydi!

Nevruz’da, Öcalan törenle “devlet başkanı” ve hatta “dünyayı kurtaran adam” yapıldı!

“Dağdakiyle birlikte yaşamayı isterim” , “Her iki taraf da şehit” , “Türk demeyelim Türkiye bayrağı diyelim” diyen “akiller” Öcalan’ın mesajını il il, ilçe ilçe dolaştırdı!

Ziraat Bankası, Sağlık Bakanlığı derken “T.C.” tarih oldu.

Avrupa Konseyi, PKK’lıları “aktivist” olarak tanımladı.

Murat Karayılan, Kandil’de basın toplantısı yaptı; katılabilen gazeteciler bahtiyardı!

Başbakan 23 Nisan ve 10 Kasım’dan sonra 19 Mayıs törenlerine de katılmadı; ABD’ydi!

Ordunun bir bölümü Silivri, Hasdal, Hadımköy, Sincan, Maltepe, Şirinyer, Mamak’a, bir bölümü de kışlaya hapsedilirken, PKK “asayiş gücü”nü oluşturdu... Kendi mahkemelerini kurdu... “Şehitliklerini” açtı... Belediyeler, PKK kamplarına karavana servisine başladı... “Ana dilde eğitim”in önü açıldı. Öcalan’a TBMM vizesi çıktı...

Bütün bunlar olurken Başbakan, Atatürk resimli bayraklara taktı:

“Balkonlarınıza Bayrak Yasasına uygun bayrak asın!”

“Atatürk yasağı” resmiyet(!) kazandı.

24 gün önce sorduğumuz soruyu tekrarlayalım:

Türkiye, “Kürdistan”ı kendi elleriyle kurmaya “ikna edilmiş” olabilir mi?

Kararı siz verin şimdi!

BİTTİ

Selcan TAŞÇI, 18 Aralık 2013
selcantasci@gmail.com