1. yüz (Toplam 1 yüz)

Kurtuluş Savaşı’nın Çocuk Kahramanları

İletiGönderilme zamanı: Prş Nis 25, 2013 17:52
gönderen Balasagun
KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ÇOCUK KAHRAMANLARI


Yeni kurulacak devletin idare şeklini korkusuzca ilk ifade eden çocuklar olmuştur

Resim

Kurtuluş Savaşı’nın Kadın Kahramanları adlı dizimizde kadın kahramanlarımızı tanıttıktan sonra şimdi de bulabildiğimiz kadarıyla Çocuk Kahramanlarımızı tanıtmak istiyoruz. Çocuk kahramanlarımız Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi Çanakkale Savaşı’nda da büyük yararlılık göstermiştir. Çanakkale savaşını, kurtuluş savaşının başlangıcı olarak gördüğümüz için, dizimize konu başlığı olarak “Kurtuluş Savaşı’nın Çocuk Kahramanları” adını vermeyi uygun bulduk. Bu arada hem kadın hem de çocuk kahramanlarımızla ilgili araştırmamıza devam ediyoruz. Çalışmalarımız neticesinde elde ettiğimiz bilgileri sizlerle paylaşacağımızı belirtelim.

İlk olarak Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Enver Konukçu’nun bir saptamasını belirtelim. Prof. Konukçu, Büyük Önder Atatürk’ün çocuklara bayram armağan eden tek lider olduğunu hatırlattıktan sonra, “Çocuklarımız yaptıkları kahramanlıklarla bu bayramı hak etmişlerdir” dedi.

Prof. Dr. Konukçu, yaptıkları kahramanlıklarla dikkati çeken yüzlerce çocuğun bulunduğunu, Kurtuluş Savaşı’nda kadın ve erkekler gibi çocukların da düşmana karşı, Mehmetçiklerle omuz omuza mücadelede korkusuzca yerlerini aldığını söyledi.

Her savaş gibi 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda da en fazla zararı çocukların gördüğünü anlatan Prof. Dr. Konukçu, Ermenilerin Erzurum’da yaptıkları katliamlarda çocukları bile öldürdüklerini ifade ederek, “Ermeni çetecilerin, kazanlarda haşladıkları çocukları ailelerine yedirdikleri biliniyor” diyerek o yıllarda yaşanan vahşeti bir kez daha hatırlattı.

7 yaşında düşmana ve isyancılara karşı savaştı

Erzurum’un 1955-1960 yılları arasında belediye başkanlığı yapan 1965-1967 yılları arasında da Sağlık Bakanlığı görevini yürüten Edip Somunoğlu’nun 7 yaşında düşmana ve isyancılara karşı verilen mücadelede yer aldığını anlatan Prof. Dr. Konukçu, şunları söyledi:

“Atatürk’ün uygun görmesiyle ve Kazım Karabekir Paşa’nın emriyle, Ebulhindili Cafer Bey komutasında kurulan ve sadece Dadaşlardan oluşan birlik, 1920’de Ankara’ya gitmiştir. Bu birlik Düzce ve Adapazarı isyanlarının bastırılmasında önemli görevler üstlenmiş, ayrıca Yunan ordularına Geyve boğazının geçilmez olduğunu göstermişlerdir. Bu birlik içinde 7 yaşındaki Edip Somunoğlu da yer almış ve yapılan başarılı mücadelede pay sahibi olmuştur.”

“İlk cumhuriyet sedası çocuklardan geldi”

Erzurum Kongresi’nin yapıldığı günlerde Atatürk, kaldığı evde Mazhar Müfit Kansu’ya gizli kalması şartıyla yazdırdığı önemli notlar arasında kurulacak yeni devletin idare şeklinin Cumhuriyet olduğunu ifade ettiğini hatırlatan Konukçu, şöyle devam etti:

“Atatürk bu dönemde Köşk adlı mesire bölgesinde Erzurumlularla sohbet ederken, Albayrak okulu öğrencileri buranın önünden geçerken ‘İdaremiz cumhuriyet olmalıdır’ şeklinde bağırdıkları tarihi kaynaklarda yer alıyor. Bu ülkemizin kurucusu Atatürk’ü çok duygulandırır ve mutlu eder. Yeni kurulacak devletin idare şeklini korkusuzca ilk ifade eden çocuklar olmuştur.”


Cepheye mermi taşırlarken çığ altında kalarak şehit oldular

Çocukların kahramanlıklarından bazı örnekler

Çeşitli kaynaklardan derlenen çocuk kahramanlıklarıyla ilgili birkaç örnek ise şöyle:

1. Dünya Savaşı’nda binlerce askerin donarak şehit olduğu Sarıkamış Harekâtının yapıldığı günlerde cephedeki askerlerin iaşe sorunu baş gösterir. Galip Paşa’nın “yiyecek yetiştirin” şeklindeki telgrafları üzerine dönemin Erzurum Valisi Tahsin Bey çaresizlik içindedir. İlk hamlede toplanan 150 bin kilo buğdayın 90-95 kilometre uzaklığındaki cepheye ulaştırılması için çareler aranır.

Vali Tahsin Bey, cepheye yiyeceklerin çocuklar tarafından taşınabileceği fikri üzerine harekete geçer. Durum okullara, muhtarlara bildirilir. Bir gece Amerikan bezlerinden 30 kiloluk bini aşkın torba dikilerek unla dolduruldu.

Sayıları bine yaklaşan henüz çocuk yaştaki gençler, Hükümet Konağı önünde toplanarak Nebilhan’a kadar taşıyacakları unları sırtlanarak aşırı soğuğa cepheye yiyecek yetiştirmek yola çıkar.

Yatak çarşafından ve perdeden torba yaptılar

İran sınırında Ruslara karşı savaşan tümen cephanesiz kalınca Van’dan istenen yardım sonrası yaşları 12-17 arasında değişen 80’i öğrenci 120 çocuk, yatak çarşaflarından ve perdelerden kesilerek yapılan torbalara konulan mermileri sırtlarına bağlayarak yanlarındaki jandarma erleri ile cepheye doğru yola koyulur.

Aşırı soğuğa rağmen yol alan çocuklardan, dağı aşarken yakalandıkları fırtına sonrası haber alınamayınca arama çalışması başlatılır ve çığ altında kaldıkları belirlenir. Çocuklardan 38’i ile 3 jandarma çığ altından son anda kurtarılırken, 82 çocuk ile diğer jandarma erleri şehit olur.

14 yaşındaki Osman

İsmail Habib Sevük’ün Yurttan Yazılar adlı eserinde ise Çukurovalı 14 yaşındaki Osman’ın destanlaşan kahramanlığı yer alıyor. 14 yaşında olan ve adı muhtemelen Osman olduğu anlatılan çocuğun Fransızlara karşı verilen mücadele de yaptığı kahramanlık şöyle:

“Türkler tarafından Toroslarda sıkıştırılan tam teçhizatlı Fransız müfrezesi kâgir bir binaya sığınır. Günler geçmesine rağmen bina ele geçirilemez. Fransızlara yardım gelmesinden korkulur ancak askerler binadan çıkarılamaz. Bu sırada 14 yaşındaki Osman, gece karanlığında gaz yağı tenekesiyle çatıya tırmanır ve binayı ateşe verir. Kargaşa içinde dışarı çıkan Fransız askerler ele geçirilir.”

Olayın kahramanı Osman’ın akıbeti bilinmiyor ancak, bir müfrezeyi bir çocuğun alt etmesi tarihteki yerini alır.


Sultani talebeleri siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yapar

Azman Dede Çanakkale Savaşı’nın kahraman çocuklarını anlatıyor

Çocuk kahramanlarımızın en hüzünlü örneklerinden birine Çanakkale’de rastlarız. Vatan savunmasına yardım için eğitimlerini yarıda keserek gelenler arasında 13-14 yaşındaki çocuklar da vardır... Vatan savunması uğruna bazı okullar mezun verememişti. Çünkü öğrencilerin hepsi cepheye koşmuş ve oradan geri dönememişlerdi...

Vatan uğruna gözünü kırpmadan o minik bedenlerini kurşunlara hedef yaparak, tertemiz kanlarını kutsal toprakla buluşturan çocuklarımızla ilgili bir öyküyü, araştırmacı yazar Aydın Ayhan’ın Çanakkale... Ah Çanakkale... adlı eserinden alıntılayarak yayımlıyoruz...

Balıkesir İvrindi’nin Mallıca köyünden 104 yaşında vefat eden Azman Dede, Çanakkale savaşına katılmış gazilerimizdendi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış, herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu.

Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sorduklarımı cevapladı.

Söz Çanakkale’ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı:

- Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.

Yüzbaşı sordu:

- Yavrum siz kimsiniz?

İçlerinden biri:

- Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz. Vatan için ölmeye geldik! diye cevap verdi.

Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. “Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!” diye.

Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor, bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı.


Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı

Bir ara Yüzbaşı “Azman yandık!” diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar, siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı
Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana.


Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz! Gözleri çakmak çakmak...

Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden Yüzbaşı “Hücum!” diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş birer yay gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor! İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!

Azman Dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.

Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi:

“Azman Dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı” dedi.

Milli sorumluluk şuuru

Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı, Konya ve Yöresi Tarih Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Nuri Köstüklü, verdiği bir konferansta, Türk milletinin vatan savunması verdiği dönemlerde erkek ve kadınlar kadar çocukların da çok önemli görevler üstlendiğini söyledi. Türk çocuklarının milli bir sorumluluk şuuru içinde gösterdikleri fedakârlıklar, çektiği çileler ve eziyetlerin tam olarak bilinmediğini vurgulayan Köstüklü, Anadolu’nun hemen her köşesinde, özellikle işgal gören yörelerde, çocukların da bir destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergilediğini anlattı. Çocuk askerler üzerine bir araştırma yaptığını ve elde ettiği bilgileri bazı seminerlerde sunduğunu dile getiren Köstüklü, bunlardan bazılarını şöyle sıraladı: Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa’nın oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey’in oğlu Hayri, şehit Yolağası’nın oğlu Mehmed Ali, arzuhalci Ali Efendi’nin oğlu İsmail gibi 11-12 yaşlarındaki çocukların özverisi göz yaşartıcı boyuttadır. Bu çocuklar Arslan Bey’in başında bulunduğu milis kuvvetlerinin içinde diğer Kuvayi Milliyeciler gibi silahlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katıldılar ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulundular.


O küçük yaşlarına rağmen tren raylarını sökerek düşmana büyük zayiat verdiler

Kahramanlıkları türkü oldu

Adanalı çocukların da İstiklal Savaşı’nda milli heyecan ve sorumluluk içinde hareket ettiğini dile getiren Köstüklü, şöyle demekte: “12 Haziran 1920’de Fransız ve Ermenilerden oluşan bir grubun Türklere yönelik katliamında, direniş gösteren Türk çocuklarından 10 yaşındaki Mehmet, aldığı kurşun ve süngü yaralarına rağmen hayatta kalmayı başardı, ancak bir bacağını kaybetti. Urfa’da 14 yaşındaki Bozan, Fransızlar kaçarken Kuvayi Milliye önünde harbe katıldı. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yaktı.

Sebeke dağından indim dereye
Atılıyor bombalar, bilmem nereye
Türk çeteleri dönmez geriye
Be yürü! Yürü Bozan Yavrum yürü!
Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü...”


Dağdaki askerlere yemek taşıdılar

Çocuk kahramanlarımızla ilgili olarak yaptığımız araştırmada İsmail Çolak’ın “Çocuk Mücahitler” adlı makalesinde destan yazan kahramanlarımıza rastladık İşte onların öyküsü: Maraş müdafaasında,14 yaşındaki Sarıca köylü Ali, bu bölgedeki Türk askerine kılavuzluk görevi yapmıştır. Bir seferinde de düşmanın yolunu kesmek için kendisine verilen köprü uçurma görevini dillere destan bir başarıyla yerine getirmiştir. Daha sonra Yüzbaşı Sıtkı Bey, bu çocuğu evlâtlık almış ve Kuleli Askeri Lisesi’ne kaydettirerek okumasını sağlamıştır. Aralarında Sarı İbrahimli köyünden Duran’ın (Kaleli) da bulunduğu pek çok çocuk dağdaki askere yemek taşıdılar. Verilen talimat gereği o küçük yaşlarına rağmen tren raylarını sökerek düşmanın hareket kabiliyetini önlemeye çalıştılar.

Pulcu Mehmet’in oğlu postacı Niyazi

10 yaşındaki Osmaniyeli Pulcu Mehmet oğlu Niyazi (Akyan) da birçok yeri dolaşmak suretiyle milis kuvvetler arasındaki bilgi alışverişini sağlayarak adını tarihe yazdırmıştır. Niyazi Akyan, 1991 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda çocuk kahramanların efsanevî gayret ve başarıları hakkında şunları anlatmıştır: “Babam dedi ki, oğlum sana mektup yazayım. Cebelli Yemli Hacı Ali Efendi’ye götür. Hacı Efendi oranın çete başıdır. Mektubu aldım ve Hacı Efendi’ye götürdüm. O da bir mektup yazdı ve bana ‘Bunu Hacı Hüseyin Ağaya götür’ dedi.

Araplı’da Hüseyin Ağa’yı bulup mektubu verdim. Sonra Kişnaz’a geçtim. Orada Hakkı Efendi ile görüştüm. O bana yol gösterdi. Bahçe’ye geçtim. Orada Mustafa Efendi’yi buldum. Beni atına bindirip Düziçi’ne götürdü.

Orada Sarp’ın ağzına indim. Sarp’ın ağzından Acı Alma mevkiine geldim. Araplı’da Hamza Ağa’nın yanında iki gün kaldım. Daha sonra Osmaniye’ye geldim. Bu kadar dolaşmamın sebebi ise haber götürüp getirmekti. O çevrede kurulan milis kuvvetler arasında mektup taşıyordum. Osmaniye’ye geldiğimde bugünkü Zafer camiinin olduğu yer kilise idi. Ben Ermeni gibi görünerek kiliseye girdim. Ayağımda ham gönden bir çarık, sırtımda yamalıktan oluşan bir kaput vardı. Kilisede bulunan tel örgüleri, Fransız cephanelerini öğrendim.
Onları babama anlattım. Babam da bunları yazarak Küllü’ye Hasan Paşa’nın yanına gönderdi. Böylece istihbarat sağlıyorduk.”



Tek bacağı kesilen Gazi Mehmet Arslan Bey müfrezesinde destan yazar

Dilenci kılığında bilgi götürürken yakalandılar

Çocuk askerlerden Mehmet ve İsmail’in kahramanlık öyküleri de yukarıdakiler kadar çarpıcıdır: 1920 yılı Ağustos ayında Antep kuşatmasının sıkışmış olduğu bir günde, Heyet-i Merkeziye, şehrin durumunu Maraş yakınlarındaki Sam köyünde bulunan Kolordu Komutanı Miralay Selahaddin Adil Bey’e bir rapor halinde yazmak lüzumunu hissetmişti. Hazırlanan mektubu, Fransız kuşatmasını yarıp götürebilecek kişi aranırken, çocuklardan İsmail ve Mehmet göreve talip olmuş; mektup bu iki çocuğa teslim edilmişti. İki yavrucak, başlarına keçe külah giyip dilenci kılığına bürünerek şehrin durumuyla ilgili orduya bilgi götürürken düşman askerlerine yakalanmışlardı. Mehmet, mektubu bir bağ kütüğünün altına saklayarak düşmanın eline geçmesini önlemeyi başarmıştı. Fransız askerleri, casus yakaladık diye çocukları, komutanları Kurmay Yarbay Abadi’nin huzuruna kadar çıkarmışlar; konuşturmak için normal bir asker gibi ağır sorgu ve işkencelerden geçirmişlerdi. Ancak bir çocuğun dayanması imkânsız olan bütün ağır işkencelere rağmen hiçbir konuda bilgi alamamışlardı. Düşman askerleri, çocuklardan: “Bizim babamız anamız şehit oldu. Dilenmek için çıktık. Şehirde yiyeceğimiz yok idi” cevabından başka bir şey işitemeyince, Mehmet ve İsmail’i şehre geri dönmek şartıyla serbest bırakmak zorunda kalmışlardı. Akşam vakti yola çıkan çocuklara, siperdeki düşman askerlerinin kasten ateş açması üzerine küçük Mehmet 4, İsmail 9 yerinden yaralanmıştı. Düşman mıntıkasında sabaha kadar kan kaybeden çocuklar, sabahleyin Fransızların cephedeki kendi yaralılarıyla birlikte hastaneye kaldırılmışlardı. Mehmet’in hastanede ayağı kesilerek kurtarılırken, İsmail hastanede şehitlik rütbesine erişme bahtiyarlığına nail olmuştu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet, hastanede iyileştikten sonra Türklerde esir bulunan iki Senegalli Fransız asker ile değiştirilerek esaretten kurtarılmıştı. Gazi Mehmet geri döndükten sonra tek ayağıyla Arslan Bey’in müfrezesine katılacak; yine Milli Mücadele uğrunda görev yaparak, yeni bir destansı kahramanlık örneği daha sergilemekten geri kalmayacaktı.

İnegöllü Feridun ve Kamil

Bursa ve İnegöl taraflarındaki çocukların fedakârca gayretleri ve kahramanlıklarıyla ilgili kaynaklarda geçen bilgiler ise şöyledir: İlk Meclis’te Bursa Milletvekili olan Muhiddin Baha (Pars), İnegöl’de Yunanlılarla çeşitli çatışmalara katılan 12 ve 15 yaşlarındaki iki savaşçı çocuk ile yaptığı mülakatını ve kendisini hayretler içerisinde bırakan çarpıcı müşahedelerini şöyle anlatmıştır: “Efendiler, müsaadenizle bir müşahedemi arz edeceğim. Geçenlerde İnegöl cephesinde ağaçlar arasında sis ortasında gazilerimizi ziyaret eder ve onların ayrı ayrı ellerini sıkarken 15 yaşında kadar bir çocuk gördük.


Çocukların Yunan’a karşı duydukları nefret ve mücadele azmi çok yüksekti

Ona ‘Oğlum burada ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Vatani vazifemi yapmaya geldim’ cevabını verdi. ‘Peki hiç muharebeye karıştın mı? Düşmanla cenkleştin mi?’ sualime de ‘evet’ diye katıldığı çarpışmaları, boğuşmaları saymaya başlayınca ben, bu çocuğun karşısında bir parça küçüldüğümü hissettim. Sonra daha ileride yine gaziler arasında ve babasının yanında omuz omuza düşmana karşı harp eden 12 yaşında Feridun isminde bir çocuk gördüm ki! Efendiler, bir diyorum ama hangi bir? Cephede her adımda böyle henüz çocuk denecek yaşta silâha sarılıp canını fedaya gelmiş nice yavrularımız var!”

Muhiddin Baha Bey’in “Hangisini sayayım cephede çocuk denecek yaşta nice yavrularımız var” dediği çocuklardan biri de Emekli Süvari Subayı Süleyman Bey’in oğlu İnegöllü Kamil idi. Bu çocuk bölgedeki pek çok muharebeye katılmış; Cumhuriyet döneminde Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra Harp Okulu’na girmiş ve önceki kahramanlıklarından dolayı kendisine İstiklal Madalyası verilmiştir. İnegöl mıntıkasında muharebelere katılan Albay Rahmi (Apak), bölgedeki kahraman Türk çocuklarının vatan sevgisiyle Yunan’a karşı duydukları nefret ve mücadele azmi ile alakalı şu müthiş hatırasını nakletmiştir: “Siması hâlâ gözlerimin önünde. Sarı saçlı ak yüzlü bir çocuk. Bir evin içinden çıkan (herhalde kendi evi olacak) bir Yunan askerini kovalıyor. Elinde bir balta. Yunan erinden daha hızlı koşuyor. Ona yetişti, kafasına baltayı indirdi. Yunan eri cansız yere yuvarlandı. Kaçan Yunan, arkasına dönüp silâhını veya süngüsünü kullansaydı; bu çocuğu kolayca öldürebilirdi.”

Tarsuslu küçük Mehmet

Tarsuslu Mehmet, Kuva-yı Milliye’ye yemek taşırken kurşun yağmuruna tutulup ağır yaralanmıştır. Konya’da yayınlanan Babalık gazetesinin muhabiri, 2 Temmuz 1921’de, o tarihte Konya’da hastanede tedavi görmekte olan Tarsuslu küçük kahramandan uzun uzadıya şöyle bahsetmiştir: “İşte biz bu menakib-i ulviyenin (ulvi destanın) kahramanları mey (dem) anında bir de Tarsus köylerinden Kahraman Mehmet’i görüyoruz. Küçük kahraman Adana cephesinde düşmanla çarpışıldığı zaman Kuva-yı Milliye efradına yemek taşır ve postacılık vazifesini ifa edermiş. Bir gün yine vazifesini yaparken yüksek ağaçların yeşil dalları arasına tabiye edilmiş (yerleştirilmiş) bir mitralyözün püskürttüğü kurşun yağmuruna tutulmuş. Mehmet’in yanındaki iki arkadaşı kaçabilmişler. Fakat bu küçük yavrucak kaçamamış, ilk kurşun kaba etinden girerek sol kasığı yanından çıkmış; kahraman o sırada can acısıyla bir takla atmış. Bu defa ikinci bir mürüvvetsiz (merhametsiz) kurşun onun sol bacağını yaralamış.

Kahraman olduğu yerde kalmış. Nihayet kendisini almışlar köye götürmüşler, oradan da buraya gönderilmiş. Şimdi hastanede bulunuyor. Birkaç defa ameliyat icra edilmiş. Kahraman küçük yaşıyla o kadar ciddi bir büyük adam ki, konuşurken hatta en gülünecek şeylere bile sırıtkanlık etmiyor. Destan hamasetini adi bir hadise ve her gün olabilir işlerdenmiş gibi anlatıyor. Hatta ameliyat masasında defaatle neşterler yediği halde kendisinden en küçük bir sabırsızlık, hırçınlık, bağırmak-çağırmak, alâim-i işmizaz (ürperti) ve ıstırap göstermemiş. Şimdi bu küçük ‘Büyük Gazi’ye verilecek en büyük mükâfat, yaşadığı müddetçe malûl (sakat) kalacağı için tekaüt (emekli) maaşıdır zannındayız. İyilik yapanlar, fedakârlar, mazhar-ı mükâfat olmalıdırlar ki iyiliğin kadri bilinsin.”



Anadolu şehid yavrularının millî destanı

Bu cümleden olmak üzere, o günlerde çocukların durumunu ortaya koyan bir destanı sizlerle paylaşmak istiyoruz. Destancı Selahaddin tarafından “Anadolu Şehid Yavrularının Millî Destanı” adıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazıldığını tahmin ettiğimiz ve Anadolu kent ve kazalarında destancılar tarafından okunarak 5 kuruşa satılan bu destan, belki de bunun gibi pek çok destandan biridir. Bilindiği üzere destancıların yazdıkları veya halk ozanlarının söyledikleri, toplumun, milletin içinden gelmesi ve sade vatandaşın halet-i ruhiyesine tercüman olması açısından fevkalâde önemlidir. Bu yüzden destanı aynen veriyoruz:

Uyan yavrum, sabah oldu, kuşlar eyler figânı,
Baban şehid göçdü, artık uyanmanın zamanı.
Harb-i umumî yakdı seni, ağlatıyor cihanı,
Milletime, vatanıma kurban ettim babanı.
Annem annem babam yok mu? Nerde kaldı gelmedi
Gözlerimden akan yaşı, el uzatub silmedi,
Ben büyüdüm, beni görüb muradına ermedi.
*
Uyan yavrum sabah oldu, şafak yeri atıyor,
O kahraman babacığın, kan içinde yatıyor,
Bütün dünya hançer oldu, ciğerime batıyor.
*
Anneciğim, ben babamı gördüm gece rüyamda,
O kahraman babacığım, şehid olmuş gavgada,
Bundan böyle rahatlık yok, bize artık bu dünyada.
*
Kardeşimle bekliyoruz her akşam pencerede,
Benim arslan babacığım, acep şimdi nerede?
O mübarek kemikleri, hangi dağda derede?
*
Yetim kaldın eyvah! Sizi kim yedirsin doyursun,
Öksüz kaldın nazlı yavrum, seni Allah kayırsın,
Dünya bize zindan oldu, daha nice uyursun.
*
Milletimin, vatanımın ey mübarek bayrağı!
Sana canım feda olsun, mukaddes Türk sancağı,
İşte anne bu bayrağı, senden de çok severim.
*
Anneciğim, babam nerde? Görünmüyor kaç gündür,
Oğlum, baban asker oldu, cenge gitti düşmana,
Cenk ne anne. Cenk mi yavrum? Türk gencine düğündür.
*
Gitmez oğlum o düğüne, çocuklarla kadınlar,
O düğüne, baban gibi genç arslanlar gider,
O düğünde, çünkü kavga, döğüş, ateş, ölüm var.
*
Evlatçığım, niçin böyle zâri zâri ağlarsın?
Nice yiğit, öz yârini yumağıma bağlarsın,
Yakışır mı al üstüne karaları bağlarsın,
*
Zengin iken fakir olduk, bir lokmacık yemedik,
Çok zamanlar aç da kaldık, hiç kimseye demedik,
Nice yıldır bayram geldi, bir elbise giymedik.
*
Babamızı kurban verdik, bu milletin yoluna,
Arslan gibi saldırmış, hem sağına hem soluna,
Kim acımaz ey kardeşim böyle şehid oğluna!
*
Annem bana yavrum diyor, baban olduysa şehid,
Neden böyle üzülüyor, senin gibi bir yiğit,
Haydi sen de baban gibi git, düşmanı berbat et.
*
Ağlama sen garib yavrum, gam kederi atınız,
Kulağımda bir küpem var, onu dahi satınız,
Kendinize bayram için bir elbise yapınız.
*
Anneciğim, ben babamı tâ gönülden özledim,
Nice yıldır, gece gündüz yollarını gözledim,
Babacığım, hasretini tâ kalbimde gizledim.
*
Niçin böyle boynun eğri, mahzun mahzun durursun,
Yetim kaldı garib yavrum, kim yedirsin doyursun,
Kimse bize birşey vermez, bizi Allah kayırsın.
*
Yavrularım ağlamayın öldü diye babanız
Ağlarsanız mahzun olur bu sevimli anneniz
Biz içinde gizli yatan birer müdhiş volkanız.
*
Hür yaşayan milletime zincir, kemend vurdurmam,
Vatanımda, o yabancı alçakları durdurmam,
Vatanımın intikamını öz kalbimde unutmam.
*
Babam şehid oldu ise, vatan millet yaşasın,
Dünyalara şöhret salan, yeni devlet yaşasın,
Bin yaşasın askerimiz, Cumhuriyet yaşasın.
*
Milletimin, vatanımın ey mübarek bayrağı!
Sana canım feda olsun, mukaddes Türk sancağı,
Benim güzel bayrağım, sen her bayrakdan güzelsin,
Babam senin düşmanını öldürmeden gelmesin.
*
Kendi çirkin bayrağını, bize takmak istedi,
Öyle ise babam onu döğsün, dayak istedi,
Döğmek içün gitti zaten, hergün arama,
Gitsin gitsin aramam, aşk olsun arslan babama.

(Destancı Selahaddin)


(Annem annem babam yok mu? Nerde kaldı gelmedi
Gözlerimden akan yaşı, el uzatub silmedi,
Ben büyüdüm, beni görüb muradına ermedi.

Bu nakarat her üç satırdan sonra tekrar edilmekte.)


Görüleceği üzere, Türk Milleti’nin varolma veya yokolma sınırına geldiği fevkalâde bir ortam olan Millî Mücadele’de, Türk çocukları bizzat silah kullanıp çarpışmalara girdiği gibi, istihbarat ve lojistik alanda faaliyet göstererek Türk İstiklal Harbi’nde millî bir mesuliyet duygusuyla karınca-kararınca hizmet etmişlerdir. Yakın tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur. Öte yandan işgal yıllarında çocukların maruz kaldıkları katliam, acılar, çileler bugün asla unutulmaması gereken hususlardır.

(Not: Dizimiz için alıntı yaptığımız, Sayın Prof. Dr. Nuri Köstüklü’nün bu konuyla ilgili geniş makalesi Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nde yayınlanmıştır. K.EA.)


Ne aç ne de açık kalacağını düşünüyor yapacağı hizmeti aklına getiriyordu

Bir süredir devam ettiğimiz kahramanlıkları dillere destan ‘Kurtuluş Savaşı’nın Çocuk Kahramanları’na Çanakkale cephesinde büyük yararlılık gösteren takma adı Aleko olan özbe öz Türk çocuğu Ali’nin öyküsünü Sümeyra Sağlam’ın ‘Zaferin Çocukları’ adlı kitabından aktaracağız...

Filmlere, romanlara konu olan Aleko ismindeki hikâye, bir Türk çocuğunu anlatır ve bu Türk çocuğunun adı aslında Ali’dir, işte Ali’nin Çanakkale’deki hikâyesi:

Küçük Ali, Gelibolu’da bir Rum fırıncısının yanında çalışıyordu. Çanakkale Savaşı çıkınca, ilgililer savaş olacak diyerek, ustasını diğer Rumlarla beraber geçici olarak Anadolu Yakası’na göndermişti. Ali, Gelibolu’da boşta kalınca barınacak bir yer aradı. Bulamadı. Köyüne döndü ama kimseye rastlamadı. Anası, babası Malkara’ya gitmiş olmalıydı. Orada bir akrabaları olduğunu hatırladı. Küçük Ali, Malkara yollarına düştü. Karnı öyle acıkmıştı ki yürüyecek hali kalmamıştı. Derken, yolda bir Rum kafilesine rastladı. Onlara sığındı, kendisini de bir Rum çocuğu olarak tanıttı.

Ali, küçük bir hile ile açlıktan kurtulmuştu; ama yanlarından ayrılamadı. Bir gün bir Rum köyüne geldiler. Başlarında bir papaz onlara liderlik yapıyordu. Bu papaz küçük Ali’yi çok seviyor, ona, “Aleko” ismiyle hitap ediyordu. Bir gün Ali’yi karşısına dikti:

- Sana bir şey söyleyeceğim dedi. Otur karşıma.

- Buyurun.

- Sen çok güzel Türkçe biliyorsun.

- Biliyorum.

- Ben Türküm, desen, Türk askerleri kuşkulanmaz, inanırlar.

- Evet.

- Sana bir mektup vereceğim. Bunu poturunun içine dikeceksin. Çanakkale’ye gideceksin. Askerlerin arasından bir yol bulacaksın. İngiliz kumandanına bu mektubu götüreceksin.

- Peki.

- Hiç korkma, vatan, evlatlarının hizmetlerini bekliyor. Milletinin yüreği seninle birliktedir. İngiliz kumandanından bize haber getireceksin. Ne vakit bizi kurtaracaklarını öğreneceksin. Bize müjdeleyeceksin.

- Peki.


Papaz, Ali’nin alnından öptü. Yolda, yiyeceği bitince yiyecek alması için, beş tane de mecidiye verdi.
Kiliseden çıkınca Ali, jandarma karakoluna gidip, İngiliz kumandanına verilecek olan bu mektubu oraya vermeyi düşündü. Ama sonra vazgeçti. Her şey jandarmaların gözleri önünde oluyorken, onlar aldırmıyorlardı. Başını salladı; “Ben bunu Çanakkale’ye, paşaya götürürüm” dedi.

Ana yolda hızlı hızlı yürümeye başladı. Hava açıktı. Tekerlek izleri, hayvan izleriyle örtülü yol ıssızdı. Bir gün gitti, iki gün gitti, üç gün gitti... Geceleyin fundalıklarda yatıyor ama korkmuyordu. Şimdi ruhsal gücü çok sağlamdı. Ne aç ne de açık kalacağını düşünüyor, milletine yapacağı hizmeti aklına getiriyordu. Yolda rastladığı askerlerle konuşuyor, Rumlardan duyduğu havadislerin hep tam aksini duyuyordu. İngilizlerin bir adım bile ileri gitme ihtimalleri yoktu. Hepsinin “Türk süngüsü”nden ödleri kopuyor, “daha bir ay bile tutunamazlar” deniliyordu.


Bir an önce paşanın oturduğu yere ulaşmak hırsıyla sanki koşuyordu

Arıburnu, Cehennemdere hücumlarını, batan gemileri, denizaltıları bombaları, uçakları, havadan yağan çivi yağmurlarını dinledi. Dinledikçe damarlarındaki kan kaynıyor, bir an önce paşanın oturduğu yere ulaşmak hırsıyla sanki koşuyordu.

Dördüncü gün top sesleri daha yakından işitiliyordu. Yolda daha da kalabalık askerlere rastladı. Karşıda, beyaz çalılıkların arasında birçok beyaz çadır görünüyordu. Yürüdü yürüdü, tepenin dibine geldi. Orada bir taşın üstünde siyah bıyıklı, soluk kalpaklı iri bir asker oturuyordu. Silahı yoktu. O’na:

- Paşa burada mı, diye sordu.

- Hayır.

- Bu çadırlarda kimler var?

- Yaralılar, burası hastane.

- Paşa nerede oturur?

- Ne yapacaksın?


Ali, geriden bir mektup getirdiğini, bu mektubun savaşla ilgili olduğunu anlattı. Er:

- Hangi paşayı istiyorsun, ben yaralanmıştım, iyileştim. Alayıma döneceğim. Bizim tümen siperlerdedir. İstersen seni bizim paşaya götüreyim, dedi.

Ali buna razı oldu. Artık ana yol bitmişti. Yeni yollardan, topçu izlerinden yürüdüler. Yük taşıyan hayvanlara, küçük cephane arabalarına, hasta sedyelerine rastlıyorlardı.

Denizin üstü süt gibi durgundu. Akşama doğru bir çam ormanının içine girdiler. Dik bir dereyi indiler. Yükseklerden bir çağlayanın şarıltısı duyuluyordu. Derenin sağ tarafındaki sırtta, on beş yirmi kadar çadır vardı. Burası uzaktan beyaz çatılı, ıssız bir köye benziyordu. İnce, tahta köprüyü geçtiler.

Er, Küçük Ali’ye;

- Sen burada bekle, dedi.

Gitti, ilerledi. Nöbetçilerle konuştu. Çadırın birine yürüdü. Oradan çıkanlara bir şeyler söyledi. Sonra konuştuğu adamlarla birlikte küçük Ali’ye döndü. Elini salladı; “Gel!” diye işaret etti.

Ali koşa koşa onların yanına gitti. Sırmalı iri bir adam, onları baştan aşağı süzdü. Gülümseyerek sordu:

- Hani mektup?

- Poturuma dikili.

- Kimden getirdin?

- Papazdan.

- Bizim Paşaya mı?

- Hayır, İngiliz Paşasına.



Papaz mektubunda köyün önünden geçen taburların, topların sayısını ihbar ediyordu

Bu adam, işi iyice anladıktan sonra, “Gel bunları yavere söyle” diyerek, onu arkasına taktı. Büyük bir çadırın yanındaki gölgeliğin altında, yatar gibi uzanarak kitap okuyan genç bir subayın önüne götürdü.

Ali, başından geçenleri anlatmaya başladı. Kilisede olup bitenleri, papazın söylediklerini başından sonuna kadar anlattı.

Subay doğrulmuş, okumaktan yorulan gözleri birden parlamıştı. Kendi eliyle Ali’nin poturunu söktü, mektubu çıkardı. Rumca tercümanını çağırttı. Ali ile onu yanına alarak paşanın çadırına götürdü. Paşa, orta boylu topluca bir adamdı. Küçük bir masanın önünde, zayıf bir subayla oturmuş, sigara içiyordu. Yaver onu selamladı. Ali’nin söylediklerini kısaca anlattı. “Mektup da bu” dedi. Paşa, tercümana; “Oku bakalım, nedir?” diyerek kâğıdı uzattı.

Tercüman tıpkı Girit göçmenleri gibi söylüyordu. Küçük Ali de çadırdakilerle birlikte mektupta ne yazıldığını işitti. Papaz sekiz aydır köyün önünden geçen taburların, topların sayısını söylüyor, “Daha bizi kurtarmaya gelmeyecek misiniz? Dört gözle sizi bekliyoruz” diyordu.

Ali, okunan ağır iftiraları duydukça; “Yalan yalan!” diye haykırmak istiyordu. Jandarmanın, geçen askerlerin, subayların, Rumlara ne kadar sevgi gösterdiklerini hatırladı.

Papaz, mektubunun sonunda, Ali’yi İngiliz generaline tanıtıyor; “Bu öksüz Rum çocuğu, bizim tarafımızdan yetiştirilmiştir. Her türlü fedakârlığı, hizmeti yapmak için hazırdır. Kendisine güvenebilirsiniz. Türkçeyi de çok iyi bilir, her ne isterseniz yapar. Size Rum kahramanlığının nasıl sonsuz bir yurtseverlik olduğunu gösterir.” tavsiyesinde bulunuyordu.

Mektup bitince Paşa, Ali’ye, köye ve papaza ilişkin birçok şeyler sordu. Sonra karşısında hiç ses çıkarmadan duran yavere dönerek emir verdi:

- Hemen telgrafla, bu casus papazın yakalanmasını yaz, vakit geçmesin.

- Baş üstüne!


Yaver çıkarken, ekledi:

- Bu çocuğa da beş altın ödül ver.

Ama Ali akıllı bir çocuk özgüveni ile:

- Ben para istemem, dedi.

Paşa ayağa kalktı, gözlerine bakarak:

- Ya ne istersin, diye sordu.

- Hizmet etmek isterim.

- Nasıl hizmet?

......

- Küçüksün, savaşamazsın, okuma yazman var mı?

- Azıcık okurum.

- Seni telefoncuların yanına vereyim, telefoncu ol.


Ali yutkundu. O, büyük bir iş yapmak, fedakârlık yapmak, başkalarının yapamayacağı bir şey yapmak istiyordu. Papazın, ruhunun derinliklerinde kopardığı fırtınaların gürültüleri hala dinmemişti. Küçük bir Rum kızının yüzerek düşman gemilerinin altını deldiğini, bir genç Rum’un, üç yüz kişiyle yüzlerce düşmanı bozguna uğratıp, yurdunu kurtardığını unutmuyordu. Bir Türk çocuğu da böyle bir şey yapamaz mıydı?


Siperlerde yürüdükçe tatlı bir sıcaklığın göğsüne indiğini duyar gibi oluyordu

Rumlarla İngilizler arasındaki parolayı bildiğini, düşman tarafına gidip, onlara da kolaylıkla kendisini Rum olarak tanıtabileceğini söyledi.

- Belki bizim taraf için yararlı bir iş görürüm. Anlar, size haber getiririm, dedi. Paşa, bu düşünceyi çok uygun buldu:

- Bak bunu düşünemedik, diyerek, hala hiç sesini çıkarmadan oturan zayıf subaya döndü. Gülerek Ali’yi okşadı:

-Aferin sana, dedi.

Yaver, Ali’yi çadırına götürdü. Çikolatalar, şekerlemeler verdi.

Hava kararıyor, her tarafı da gölgeler kaplıyordu.

Sabahleyin erkenden yaverle birlikte karargâhtan çıktılar. Ali de al bir ata binmişti. Yaverinki beyazdı. Birkaç tepe aştılar. Tarlaların üzerinde insan büyüklüğünde gölgeler yatıyordu. Duvarları yıkılmış, çatıları yanmış harap bir köyün yanına gelince, yaver atından atladı:

- Artık yayan gideceğiz, dedi.

Belli ki buralarda muharebe olmuştu. Ali, onun arkasına takıldı. Yaver önde o arkada yarım saat kadar yürüdüler. Bir tepenin arkasına çıktılar. Burada in gibi yerler vardı. Yaver onu, bu inlerden birine soktu. İçeride üç dört subay oturuyordu. Ali’yi onlara gösterdi. Paşanın isteğini anlattı. “Kumandan Bey” dediği uzun boylu, esmer adam:

- Pekala, dedi.

Ama, gündüz gidemez, vurulur. Onu ben şimdi ileri hatta gönderirim. Son dirseğin sonunda bir nöbetçi siperi vardır. Oradan fundalık uçurumu görürsün. Gece buradan aşağı iner, İngilizlerin bulunduğu yere çıkar. Sabahleyin beyaz mendil gösterir, belki vurmaz, alırlar. Telefonu eline aldı. Söylediklerini telefonda yineledi. Sonra Ali’nin yanına bir er kattı.

- Haydi çocuğum, korkma, dedi.

- Korkmam!

Küçük Ali gülüyor, seviniyordu. Siperlerin içinden yürüdükçe yüreğinin sevinçle çarptığını, tatlı bir sıcaklığın yüzünden göğsüne indiğini duyar gibi oluyordu.

Bugün savaşmak yoktu. Geri hatları geçti. En ileri hatta vardı. Siperin içinde birkaç er, ayakta ileriye bakıyor, öbürleri aşağıda oturmuş, konuşuyorlar, gülüşüyorlardı. Türkü söylüyor, saz çalıyorlardı. Sanki buralar bir düğün yeriydi. Her hatta bir takım genç subaylara rastlıyorlardı. Subaylar çok meraklıydılar. Ali’nin yanındaki erden her şeyi anlıyor, ona birçok şeyler soruyorlardı.

Gerideki subayın ‘dirsek’ dediği sipere gelince yanındaki er, Ali’yi kısa boylu, gözlüklü bir subaya teslim etti. Geri döndü. Ali siperde yalnız kalınca bu subayın yanına oturdu.

Erin kısaca söylediklerini daha ayrıntılı olarak anlattı.


Kocaman kırmızı yüzlü, kırmızı saçlı bir askerin kucağına düşüverdi

Subay:

- Peki çocuğum, şimdilik bize konuk olursun, gece seni salıveririm, dedi.

Sonra onu, kum dolu torbaların arasındaki küçük bir deliğe yaklaştırdı. Fundalık ormanı, ilerideki derin uçurumu gösterdi. Eline bir dürbün verdi. İngiliz siperlerini buldurdu. Bu uçurumun etrafı boştu. İlerlemek mümkün olmadığı için, her iki tarafın da burada askerleri yoktu.

Ali, gece oluncaya kadar subayın yanında kaldı. Yemeğini subayla birlikte yedi. Şimdi siyah bulutlar içinden yıldızlar parlamaya başlamıştı. Subay, kendi elleriyle onu siperin üzerine çıkardı. Hava o kadar karanlıktı ki, siperlerde sanki insan yoktu. Yalnız, ne olduğu anlaşılmaz uzaktan sesler duyuluyor; ama hiçbir ışık görünmüyordu.

Küçük Ali, gündüz gördüğü uçurumun dibine doğru inmeye başladı. Düşmemek için çalılara tutunuyor, elbiseleri, yüzü gözü çiziliyordu. Belki iki saat uğraştı. Ayağının alandan taş toprak parçalan kayıyor, tutunduğu dallar kopuyordu. Gözleri karanlığa alıştı. Bulutlar geçtikçe yıldızlar çoğalıyor, etraf biraz görünüyordu.

Ertesi gün, İngiliz tarafına tırmanacak bir yer buldu. Burayı çıkabilmek için belki dört saat çalıştı. Biraz dinleniyor, ekmek yiyor, yeniden fundalara sarılıyordu. Kimi zaman karşısına aşılmaz bir kaya çıkıyor, yeniden inerek başka bir taraftan inmeye çalışıyordu.

Ali, Türk siperleri hafif aydınlanıp morlaşırken, İngiliz siperlerine iyice yaklaşmış olduğunu gördü. Yere sinerek biraz durdu. Cebinden, karargâhta verdikleri beyaz bezi çıkardı. Fundalıktan kopardığı bir değneğe takarak, yukarı kaldırdı. Yüz adım kadar yaklaştığı üst tepedeki siperden bir takım sesler duyunca; “Kıbrıs, Kıbrıs!” diye bağırdı.

Papazın parolası hemen anlaşılmıştı. Görünmeyen insanlar hemen cevap verdiler “Ela Ela” (Rumca: Gel gel)

Küçük Ali, sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Daha güneş doğmamıştı. Beyaz torbaları arasından tüfeklerin uçları görünüyordu. Ali, torbaların üstlerine çıktı. Bayırı atlayamadı, çünkü çok derindi. Kocaman kırmızı yüzlü, kırmızı saçlı bir askerin kucağına düştü. Etrafına toplanan İngilizler, anlamadığı bir dille ona sorular soruyorlardı. Ali, Hıristiyanların yaptığı gibi derin bir haç çıkardı: “Ben Rumum” dedi. Getirdiği mektubu gösterdi:

- Puyne general (Rumca: General nerede?)

- Allright (İngilizce: Tamam.)

Siperin içinde konuşuyorlar, sanki birini arıyorlardı. Onu, bir yer altı yolundan gerilere götürdüler. Buraları tıpkı bizim tarafa benziyordu. Yalnız insanları ayrıydı. Hepsi sarı, uzun boylu, zayıftı. Hiçbiri gülmüyordu. Bir şeye surat asmış gibi duruyorlardı. Yer altı yolunun sonundaki inde, uzun bir sandalyeye yaslanmış İngiliz subayına da Ali, Rumca olarak meramını anlatmaya çalıştı. O zaman biraz durakladılar.


Ali’ye Türk Paşasını öldürmesi için küçük bir saatli bomba verdiler

Karşısına orta yaşlı bir Rum getirdiler. Bu, tercümandı. Ali, papazın söylediklerini tekrarladı. Mektup koynundaydı. Çıkardı, subaya uzattı. Subay, tercümanı dinledikten sonra sevinerek kalktı Ali’nin elini sıktı. Yanındaki küçücük masanın üzerinde çabucak raporunu yazdı. Ali’yi iki askerle birlikte kumandanının karargâhına gönderdi.

Bu karargâh çok kalabalıktı. Uçakların görmemesi için yerin altına yapılmıştı. Hiç çadır yoktu. Ali, küçük pencereli birçok odanın ortasındaki kapıdan girdi. İçerisi şehir evleri gibi düzenli tertipliydi. Odada oturan yavere, erler subaylarının yolladığı raporlan verdiler. Ali’yi gösterdiler. Yaver, yanda bir odaya girdi. Yarım saat kadar orada kaldı.

Sonra kapıdan gözüktü. Ali’yi çağırdı. Ali içeri girince büyük bir masada, koltuğa yaslanmış, beyaz, kesik bıyıklı, kıpkırmızı yüzlü yaşlı bir adam gördü. Bu, İngiliz paşası olacaktı. Yanında asker elbisesi giymiş bir adam duruyordu.

Ali, kendisine Rumca seslenen bu adamın tercüman olduğunu anladı. Papazın söylediklerini, Rumların nasıl kendilerini dört gözle beklediklerini ballandıra ballandıra anlattı. Yaşlı İngiliz Paşası gülümsüyordu. Ali, sözlerini tercümana ilettikçe kumandan İngilizce bir şeyler söylüyordu.

Ali’nin anlattıkları bitince, İngiliz askeri kılığındaki Rum, sordu:

- Papazınız mektubunda, senin her türlü fedakârlığa hazır olduğunu söylemiş, hazır mısın?

- Hazırım.

- Buraya geldiğin gibi geri dönebilir misin?

- Dönerim, beni Türkler de Türk sanıyorlar. Çok iyi Türkçe bilirim.

- Türklerin karargâhlarına, siperlerine girebiliyor musun?

- Giriyorum, onlara satmak için tütün, balık götürüyorum.

- Pekâlâ! Pekâlâ!


İngiliz kumandanı tercümana uzun uzadıya bir şeyler söyledi. Ali, onun yorgun yorgun oynayan dudaklarına bakıyor, bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Tercüman, sonunda söze başladı:

- Kumandan, papazınıza selam ediyor; “Biraz geç de olsa kesinlikle gelip sizi kurtaracağız, kesinlikle İstanbul’u alacağız” diyor. Sana küçük bir saatli bomba vereceğiz. Bunu kurup, gizlice Türk Paşasının çadırının yanına bırakacaksın. Kurduktan sonra yarım saat içinde kaçıp kurtulursun.

- Kurtulurum.

Kumandanın yüzü gülüyordu. Hemen zile bastı, içeriye giren askere emirlerini verdi. Tercüman Ali’ye, papazın mektubundaki şeyleri soruyor, Türklerin korkup korkmadıklarını anlamak istiyordu.

İki subay, bir tahta kutu ile içeri girdiler. Kutudan bir şey çıkardılar, masanın üstüne koydular. Bu, bombaydı. Üç dört kerpiç büyüklüğündeydi. Üstünde dereceli bir şey vardı. Tercümana gösterdiler.


İçinden, bir insan ne kadar yaşasa da yine ölmeyecek mi, diye geçiriyordu

Tercüman Ali’ye onların sözlerini aktardı:

- İşte bu düğmeyi bu tarafa çevireceksin. Çevirdin mi yarım saat içerisinde çalışmaya başlar. Sen hemen kaç. Yarım saat sonra ne karargâh kalır ne paşa... Hepsi havaya uçar.

Ali, masanın üstündeki siyah şeye dikkatle baktı. Düğmesi beyaz bir madendendi. Subay, İngilizce daha ayrıntılı bilgiler veriyor, düğmeyi parmağıyla iter gibi yapıyordu. Tercümana, çadırın yirmi otuz metre ilerisine bile konsa çok etkili olacağını söylüyordu.

Küçük Ali, saatli bombayı tercümandan isteyerek torbasına soktu. Ağırdı, belki beş okkadan fazlaydı.

Tercüman, kumandanın iltifatlarını yineleyip duruyordu. Hemen o gece Ali’nin geldiği yoldan geri gitmesine karar verildi. Kumandan elli İngiliz lirası hediye etmek istedi. Ali kabul etmek istemedi. “Kabul etmezsen, köyündeki yoksullara ver” diyorlardı. O’nu, yandaki odaya götürdüler. Bir masanın başına oturttular. Önüne et, ekmek, tatlılar ve tanımadığı bir içecek koydular. Uzun boylu yaver ayakta hizmet eden erlere bakıyor, tercümanla konuşuyordu. Ali’nin torbası yanındaki sandalyedeydi.

Ali yemeklerini yerken, bu adamların alçakça planlarını düşünüyordu. Oysa Türk paşası böyle alçakça bir plan düşünmemişti. İçinden; “Gece Türklerin tarafına gidiyorum, diye atlarım, bombayı kurar, siperin dibine bırakırım, kendim de kaçarım” diye geçiriyordu. Ama böyle yaparsa siper havaya uçacak, içindeki askerler ölecek, bu hainliği düşünen kumandana bir şey olmayacaktı. Gece siperden dönüp buraya gelmenin ihtimali de yoktu. Siper başları, büyük karargâhın yanları hep nöbetçi askerlerle doluydu.

İngiliz yaverle tercüman konuşa konuşa kapının yanına gitmişlerdi. Ali’ye dikkat etmiyorlardı. Ali, bütün İngiliz karargâhını alt üst edecek bu korkunç araca bakmak istedi. Yanındaki torbayı, yavaşça kucağına aldı, ağzını açtı. Dört köşe bomba, kocaman bir kurşun tuğla gibiydi. Saatinin düğmesi beyazdı. Gümüş gibi parlıyordu. Parmağını dokundurdu, azıcık itti... Bir parmak kadar... Yeniden geri çekmek istedi... Hayır, gelmiyordu. Düğmeyi sonuna kadar çevirip, bombayı burada bırakmak aklına geldi. Ama kendisi nereye kaçacaktı? Hemen kendisini tutarlar, öldürürlerdi. Bombayı götürüp bizim Paşaya teslim etse ne fayda olacaktı? İngiliz kumandanının alçaklığı yine cezasız kalacaktı. Kafasından şimşek gibi bir düşünce geçti. Dudağını ısırdı, iştahı kesildi. Kapıya baktı. Tercümanla yaver dalmışlar, ellerindeki haritaya bakarak konuşuyorlardı. Ne olabilirdi? Kendisi de birlikte.... Papaz; “Ulusu için ölenler sürekli yaşarlar” demiyor muydu? Bu sözü, yine o anda aklına getirdiği köyünün imamına söyletiyor, içinden, bir insan ne kadar yaşasa da yine ölmeyecek mi, diye geçiriyordu.


Gözleri kumandanın kapısında, yemiyor düşünüyor, geçen vakti hesaplıyordu

Dedelerini, ninesini, dayılarını, amcalarını, halalarını düşündü. Hepsi ölmüşlerdi. Köyünün mezarları evlerinden daha çoktu. Nefret ettiği hain düşmanlarına güzel bir yumruk indirerek, kendi de birlikte yüzlercesini öldürerek ölmek... Gülümsedi... Bu büyük fırsat her zaman ele geçer miydi? Parmağıyla düğmeyi sonuna kadar itti. Şimdi bomba tıpkı bir saat gibi çalışıyordu. Kulağını yaklaştırdı: Tık tık tık. Hemen torbasının ağzını kapattı. Sırtına astı, yemek yiyor gibi yaptı.

Yarım saat. Fırında çalışırken evlerden gelen tepsiler fırında yarım saat dururdu. Bir tepsi süresi. Yani artık yemiyor, düşünüyor, vakti hesaplıyordu. Gözleri kumandanın kapısındaydı. Tam son dakikalara doğru oraya giriverecekti. Sırtında bombanın işlediğini duyuyordu.

Bir tepsi kızaracak kadar vakit geçmişti. Masadan doğruldu. Ayağa kalkınca yaver döndü. Tercüman:

- Doydun mu oğlum? Diye sordu.

- Sağolun, kumandana bir şey daha söyleyeceğim. Demin unutmuşum.

- Bana söyle, yavere söylerim, o haber verir.

- Hayır, çok önemli bir şey, ben kendim söylemeliyim.


Tercüman Ali’nin direnmesi üzerine yavere söyledi. Haritayı katlayan yaver gülerek Ali’ye baktı. “Peki” anlamına gelecek şekilde başını salladı. Bombayı götüreceği için onu sevip beğenmişti. Yaklaştı, omzunu okşadı. Ali ise, bombanın işleyişini duyacak diye korktu.

- Haydi gel!

Tercümanla birlikle yandaki kapıdan girdiler. Kumandan masanın üzerindeki gazeteleri karıştırıyordu. Niçin geldiklerini sordu. Tercüman cevap verdi, sonra Ali’ye döndü.

- Ne söyleyeceksin? Dedi.

- Türkler tarafına gitmeden önce bombanın patlayınca ne yapacağını soracağım. Ben kaçıp köye gidince papazımıza anlatayım.

Tercüman kumandana soruyor, onun söylediğini Rumcaya çeviriyordu:

- Bu, en dehşetli cehennem makinesidir. İki yüz metrelik yerde ne varsa hepsini havaya uçurur.

- Demek karargâhta ne kadar adamı varsa hepsi ölecek.

- Hepsi... Belki yangın da çıkacak. Cephaneleri bizim gibi karargâhlarına yakınsa, onlar da ateş alacaktır.

- Ya bomba ateş almazsa?

- Kesinlikle alır. Emniyet düğmesini ittikten sonra yarım saat geçer geçmez hemen patlar.

- Bunda hiç kuşku yoktur ya?

- Hiçbir zaman.



Paşa, çadırında her sabah tuhaf bir acıyla küçük Ali’yi hatırlıyordu

Ali durdu; sırtında bombanın tıktıklarını daha hızlanmış gibi işitti.

- Öyleyse, kumandana söyle. Ben Rum değilim!

Tercüman afalladı, gözleri irileşti:

- Ya nesin?

- Türküm!

- Türk mü?

- Evet, Türk!


Ali gülüyordu, göğsü kabarıyordu. Türk sözünü işiten kumandan ayağa kalkmıştı. Tercümandan Ali’nin ne söylediğini anlayınca yüzü kıpkırmızı oldu. Öfkeyle bağırdı. Yaver, elindeki haritayı buruşturuyordu, tercüman da sararmıştı.

- Ne cesaretle buraya geldin? Şimdi kurşuna dizileceksin.

- Beni kurşuna dizemeyeceksiniz.


Ali’nin gözleri büyüdü, bir adım daha ileri yürüdü. Kumandan hemen cebinden bir tabanca çıkardı. Bir kötü saldırıdan korkuyordu. Ali, daha da çok gülüyordu. Tercümana:

- Vakit dar, çabuk söyle, o beni öldüremeyecek, ben onu öldüreceğim, dedi.

Tercümanın çeneleri kilitlendi. Şaşkınlığından bu cümleyi İngilizceye çevirmesine vakit kalmadı.

Türk gözetleme yerlerinden, düşman siperlerinin gerisinde her tarafı sarsan büyük bir patlama gürültüsüyle birlikte bir dumanın havaya yükseldiği görüldü. Dumanların ardından kalkan siyah alevler, akşama kadar sönmedi. Gözetleme subayları, telefonda kumandanlarına:

- İngilizlerin karargâhında, kestirilmesi imkânsız büyük bir patlama oldu. Ama, bizim mermilerimizin, uçaklarımızın işi değil. Bir kaza sonucu olması ihtimali vardır, diyordu.

Bu patlamanın ve yangının asıl sebebi bir türlü anlaşılamadı. Yalnız Paşa, çadırında her sabah tuhaf bir acıyla Küçük Ali’yi hatırlıyor, kurmaylarına:

- “O gönderdiğimiz çocuktan hala haber çıkmadı. Acaba büyük patlama ve yangında, ona bir şey mi oldu?” diyordu.


Kaynak: Yeniçağ, 9-25 Nisan 2013