1. yüz (Toplam 1 yüz)

Açılımın Şifreleri -6- / Arslan BULUT

İletiGönderilme zamanı: Cmt Oca 02, 2010 22:28
gönderen Oğuz Kağan
AÇILIMIN ŞİFRELERİ -6-

12 Eylül’de PKK korundu ve büyüdü

Mahir Kaynak, Hürriyet’te Yener Süsoy’a yaptığı açıklamalarda, 12 Eylül’ü bir hezimet olarak değerlendirmiş ve “Anarşi görevini bitirdi. Durdu” demişti. Anarşinin görevi, Türkiye’nin yönetimini bir darbe ile değiştirebilmek için zemin hazırlamaktı. Darbe olunca Abdullah Öcalan’ın anarşisine artık ihtiyaç kalmamıştı.

Emekli kıdemli albay Mithat Işık, “Yarasa Operasyonu” adlı kitabında, “12 Eylül 1980 harekâtından en az zarar gören, hatta ve hatta hiç zarar görmeyen terör örgütü, PKK’dır. Yaşanan kardeş kavgasını, akan kanı durdurmak, terörü önlemek amacıyla yapılmış olan bir askeri müdahaleden, böyle bir terör örgütünün zarar görmemesi anlaşılır gibi değildir” diyor.

Mahir Kaynak, Hürriyet’te Yener Süsoy’a yaptığı açıklamalarda, 12 Eylül’ü bir hezimet olarak değerlendirmiş ve “Anarşi görevini bitirdi. Durdu” demişti. Anarşinin görevi, Türkiye’nin yönetimini bir darbe ile değiştirebilmek için zemin hazırlamaktı. Darbe olunca Abdullah Öcalan’ın anarşisine artık ihtiyaç kalmamıştı.

O sıralarda, Babrak Karmal rejimi tarafından davet edilmesi sonucu, Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal etmişti. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ise aynı tarihlerde, Türkiye’de kanlı bir devrime gerek olmadığını, tokmağı çevirerek duvarın öte tarafına geçmenin mümkün olduğunu savunuyordu. Ecevit, “halklara özgürlük” slogan ve pankartları arasında Güneydoğu’da mitingler yapıyordu. Ülkede yer yer kurtarılmış bölgeler oluşturulmuş, ülke kan gölüne dönmüştü. Devlet, “Terzi Fikri” tarafından yönetilen Fatsa gibi bir ilçeye, askeri birliklerle girmek zorunda kalıyordu. Doğu ve Güneydoğu’daki bölücü faaliyetler, öncelikle İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde hazırlanıyor, bu amaçla yüzlerce dernek kuruluyor ve bunlardan biri olan PKK’nın üzerine gidilmiyordu. O zaman “Apocular” diye anılan PKK, 12 Eylül öncesinde Diyarbakır, Şanlıurfa, Mardin gibi şehirleri kana buluyordu.

PKK’yı korumak ve kollamak mı?

1995-2000 yılları arasında Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı olarak Güneydoğu Anadolu’nun birçok köşesinde ve Irak’ın kuzeyinde başarılı operasyonlar yapan alay komutanı emekli Kıdemli Albay Mithat Işık, “Yarasa Operasyonu” adlı kitabında, “12 Eylül 1980 harekâtından en az zarar gören, hatta ve hatta hiç zarar görmeyen terör örgütü, PKK’dır. Yaşanan kardeş kavgasını, akan kanı durdurmak, terörü önlemek amacıyla yapılmış olan bir askeri müdahaleden, böyle bir terör örgütünün zarar görmemesi anlaşılır gibi değildir.

Bunun iki sebebi olabilir. Ya sözü edilen örgüt çok iyi teşkilatlanmıştır ve çok gizli faaliyet göstermektedir ya da bu terör örgütü birileri tarafından korunmuş, bir şekilde kollanmıştır. Bu durumun başka izahı olamaz!” diyor.

12 Eylül öncesinde Ankara’da ihtilal provaları yapılıyor, bir defasında Başbakan olan Ecevit, başbakanlığa gidemiyordu. Üniversitelerde, iki kampa ayrılan gençlik, hâkimiyet mücadelesi veriyor, bu mücadele, sokaklara taşıyor, bazı bölgelerde her gün cinayetler işleniyordu. Olaylar o kadar artmıştı ki, günlük ölü sayısı 35’ten aşağı düşmüyordu... 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Adana’da yüzlerce bombalı veya bombalı süsü verilmiş pankartlar asılıyor, zaten Pol-Bir ve Pol-Der diye ikiye bölünmüş polis bunlarla meşgul ediliyordu. Maraş, Çorum, Malatya ve Hatay’da mezhep çatışmaları kışkırtılıyor ve kan dökülüyordu. 12 Eylül sabahı olaylar bıçakla kesilir gibi durdu. Sonradan bu durumu, Kenan Evren “İhtilalin olgunlaşması için zeminin hazır olmasını beklemek durumundaydık” diye açıklayacaktı...

Abdullah Öcalan, işte bu süreçte örgütünü rahatça geliştirmişti!

Peki, 12 Eylül yönetiminin görmezden geldiği PKK hareketi, Turgut Özal tarafından da 1984 Eruh baskını sırasında “üç buçuk çapulcu” olarak gösterilmemiş miydi?

İşte o üç buçuk çapulcu, ABD ve AB desteğinde, devlet politikası haline getirilen bir açılım süreci içinde Türkiye Cumhuriyeti ile masaya oturmuş durumdadır!

ABD ve AB’nin başından itibaren Türkiye’yi getirmek istediği nokta buydu.

Tayyip Erdoğan’ın Necmettin Erbakan’a 1991’de sunduğu plan ile 1993’te Abdullah Öcalan’ın Hasan Cemal’e anlattıkları, 1997’deki Fuller Barkey raporu, yahut 2009’daki Barkey-David Philips raporu arasında özde hiçbir fark yoktur.

Menderes, Demirel, Evren ve Özal’a federasyon baskısı

Peki, ordu meseleye nasıl bakıyordu?

Doğan Güreş’in “Biz federasyonu kabul etsek kimse bizi Kızılay’a indirtmez” dediğine bakılırsa, ordu da Turgut Özal’dan dolayı konuyu gündemine almıştır. Esasen, ABD, Wilson prensiplerini uygulayabilmek, yani Türkiye’den Ermenistan ve Kürdistan adı altında iki devlet daha çıkarabilmek için Menderes döneminden itibaren yoklamalara başlamış ve Türkiye’nin federal bir yapıya dönüştürülme ihtimalini hep gündeme getirmiştir. Aynı öneri Demirel’e de Kenan Evren’e de yapılmıştır. Bu konularda ağızlarını bıçak açmadığı için gerçekler Türk halkından saklanmaktadır.

Yakın tarihte neler olduğunu hatırlayalım:

Foreign Affairs dergisinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Avrupa Birliği’ne bakışıyla ilgili konu ile ortak bir makaleleri yayınlanan Ersin Aydınlı, Nihat Ali Özcan, Doğan Akyaz’ın tespitlerine göre, Türk Silahlı Kuvvetleri, uzun süredir mücadele verdiği İslamcı ve Kürt ayrılıkçı hareketleriyle başa çıkma konusunda, Türkiye’nin AB üyeliğini en iyi strateji olarak görüyordu.

Fikret Bila’nın makaleden çıkardığı özete göre, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Neden AB?” sorusuna bakışı şöyleydi:

“TSK’nın bu kararı, ordunun bir asır boyunca desteklediği modernizasyon sürecinin son aşamasının AB üyeliği olduğu düşüncesiyle uyumluydu.

Genelkurmay Başkanlığı, belirsiz ve tehlikeli de olsa AB üyeliğine giden yolun Türkiye’nin büyük sorunlarından bazılarına çözüm olabileceği görüşündeydi. (Kürt sorunu, yükselen İslamcılık, Yunanistan’la kötüleşen ilişkiler. Kronik ekonomik sorunlar, Irak’ta ABD politikaları konusundaki anlaşmazlıklar, Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasının dışında tutulması gibi sorunlar)

TSK’da, Kürt ayrılıkçılığı, Marksist eylemler, radikal İslamcılık, ultra milliyetçilik gibi tehditlerin onlarca yıl geçmesine karşın yok edilememiş olması nedeniyle doğan yorgunluk.

Makalede, TSK’nın AB üyeliğini desteklemesinin sebeplerini böyle sıraladıktan sonra önümüzdeki sürece ilişkin üç önemli tespit yapılıyordu:

    1- TSK’nın beklentisi tam üyeliktir, başkaca bir sonuç, sorunları büyütür ve fay hatlarını derinleştirip harekete geçirir.

    2- Süreçte, Ankara’nın Güney Kıbrıs’ı tanımaması, Türkiye’deki İslamcı gücün yükselmesi ve Kürt ayrılıkçılığı sorun olmaya devam edecektir.

    3- Kürt ayrılıkçıların şiddete başvurması (tırmandırması), İslamcıların, TSK’nın bırakacağı boşluğu doldurmaya kalkması halinde, ordu desteğini kesebilir.”

Oysa AB üyeliği ile ilgili karar Türkiye’nin demokratik karar mekanizmaları tarafından verilmedi! Türkiye’nin tepedeki yöneticileri, kendilerine önerilen ve hatta dayatılan bu sözde stratejiyi, Türk halkına rağmen uygulamak kararı aldılar sadece!

“AB’ye girilirse TSK Kemalizmi de yeniden tanımlar” ifadesi!

Yine Türk Silahlı Kuvvetleri kökenli üç yazarın ortak makalesinde “AB süreci, ordunun Türkiye’ye dönük tehditleri bertaraf etmeyi amaçlayan ideolojisini sürdürme gereği duymadığı bir noktaya gelirse, TSK Kemalizmi de yeniden tanımlar” ifadesi var.

Aslında “Egemenlik kavramı değişmiştir” veya “Egemenliğin devri tartışılmalıdır”, hatta “TSK’nin Avrupa Birliği’ne karşı olduğunu söyleyeni Allah çarpar” gibi TSK komuta kademesinin başında yer alan üç komutanın sözleri, bu tanımlama girişiminin yeni bir şey olmadığını göstermektedir!

Ancak, Kemalizmi, Kemalizm olmaktan çıkarmış olan bu yönelimin gerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, gerek Atatürk ideallerine içtenlikle sahip çıkan aydınlarda ve gerekse Türk halkında taban bulduğunu söylemek mümkün değildir. Bu yönelim, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini ortadan kaldırmak, hatta Türkiye’yi ortadan kaldırmak sonucunu dahi getirebilir.

Batı, neden bölmek istiyor?

Suat İlhan’ın belirttiği gibi, “Atatürkçülük; altı ilkesine taban oluşturan tam bağımsızlık, millet egemenliği, hukukun üstünlüğü ve ulus devlet genel ilkelerine dayanır.”

Suat İlhan, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini incelerken şu tarihi tespiti açıklamaktadır: “Atatürk devriminden yani 1920’den önce, bugün Batı dediğimiz medeniyetin elindeki topraklar, 25.5 milyon mil kare idi. 1993’te bu rakam 12.7 milyon mil kareye, yani yarısına düşmüştür.

İslam dünyası ise 1920’de 1. 8 milyon mil kare üzerinde egemenlik sahibiydi. 1993’te İslam dünyasının sahip olduğu topraklar 11 milyon mil kareye yükselmiştir.”

İşte, 1923’den beri süren mücadeleyi, kimin kazandığı bu rakamlarla ortadadır. Avrupalılar, Amerikalılar, Atatürk adını duyunca, bu yüzden ifrit kesiliyor. Çünkü İslam dünyasını ayağa kaldıran güç, Atatürk modelidir!

İşte Kürt açılımı ile yıkılmak istenen, sadece Atatürk Cumhuriyeti değil, bütün İslam dünyasıdır. Herkes biliyor ki İslam dünyasının en büyük dünyevi dayanağı Türkiye’dir ve Türk Milleti’dir. Türkiye parçalanırsa, İslam dünyasını ele geçirmek, Hıristiyanlaştırmak daha kolay olacaktır.

Açılım politikalarının arkasında Türkiye’nin Hıristiyanlaştırılması projeleri vardır ve buna da İslamcı denilen bir partiye gönül veren milyonlarca insanın dini duygulara kapılarak veya tamamen duygusal sebeplerle bu gerçeği görememesi yüzünden uygulamaya konulmuştur. Patrik açılımının arkasında da Heybeliada Ruhban Okulu’nun arkasında da aynı süreci planlayanların bulunduğu yalın bir gerçektir.

Türkler, bu topraklarda kimseyi çarmıha germedi ama böyle giderse bütün Türkleri çarmıha gereceklerinden emin olmak gerekir.

Unutmayalım ki, Patrikhane’nin kin kapısı hala kapalıdır ve orada bir Türk devlet adamı asıldığı zaman açılacaktır.

YARIN: Mezopotamya Projesi: 4’lü Kürt federasyonu!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ, 2 Ocak 2010