1. yüz (Toplam 1 yüz)

Anayasa Referandumuna Felsefi Bir Bakış / Mehmet TAYLAN

İletiGönderilme zamanı: Pzr Ağu 29, 2010 22:21
gönderen TÜRKK
ANAYASA REFERANDUMUNA FELSEFİ BİR BAKIŞ

Bugün Türkiye temel hak ve özgürlüklere yönelik hukuki sınır tanımayan siyasi davaları seyrediyor. Anayasada yapılacak böylesi bir göstermelik değişim, anayasayı sıradanlaştırarak kanunların ve hukuk kurumlarının değerini daha da düşürecektir.

Mehmet TAYLAN

12 Eylül halkoylaması ile ilgili yapılan tahlil ve açıklamalarda ön plana çıkarılan AKP’nin siyasi niyetleri, art niyetleri, daha doğrusu kötü niyetleridir. Bu yaklaşım siyasal bir olgunun siyasal tahlilinin doğal sonucudur. Ancak bu siyasal olguya bir de felsefi açıdan bakılmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Yani bu halkoylaması ve anayasal değişiklik önerileri hangi dünya görüşüne -ideolojiye- hizmet etmekte ve halkımız için hangi uzun erimli anlamları taşımaktadır? Bu halkoylaması felsefi olarak nasıl nitelendirilebilinir?

Anayasa önerisine ve halkoylamasına felsefi bir yaklaşımın önkoşulu, “niyet-art niyet’e” dayalı tahlilleri parantez içine almaktır. Bu yöntem, elbette, bazı eksik-aydın gazetecilerin son zamanlarda kullanageldikleri, paranoya ve komplo teorileri ile pişirilmiş, “düşünmek taraf tutmaktır” gibi sloganları reddetmek önkoşuluna bağlıdır.


Etkileri ne olacak?

Sorumuz şu olmalı: AKP’nin niyet ve art niyetleri ne olursa olsun, verili koşullarda gerçekleştirilmek istenen anayasa oylamasının uzun erimli etkileri ne olacaktır?

Bu ayrım yapıldığında, düşüncemize yön vermek için tek tek anayasa ve halkoylaması olgularının tanımlarından yola çıkmalıyız.

Anayasa, adı üzerinde yasaların anasıdır. Yani hem bütün yasaların kökü olan halk iradesinin doğrudan ifadesi, hem yasaların uyması gereken norm, hem de korunması gereken temel hak ve özgürlükleri dile getiren otoritedir. Ana-erkil bir olgu olarak anayasa yasaları doğurur, hakları korur ve kurumları yönlendirir. Daha doğrusu doğurması, koruması ve yönlendirmesi beklenir.


Bir ulus yaratır

Anayasa, ulusal iradenin ya da toplumsal sözleşmenin temel ifadesi olarak, aydınlanma çağından beri ayrıcalıklı bir önem taşıdı. Adeta bir topluluğun nüfus kütüğü olması düşünülen anayasa, farklı ufuklardan gelen filozofların da ayrıcalıklı araştırma nesnesi oldu.

Benzeri bir ayrıcalıklı ve olağanüstü özellik halkoylaması için de geçerlidir. Her ne kadar on dokuzuncu yüzyıl Fransız düşünürü Ernest Renan “ulus daimi bir halkoylamasıdır” dese de halkoylaması milletlerin tarihlerinde olağanüstü bir olgu olarak kendini gösteregeldi. Öyle referandumlar vardır ki bir ulus yaratır ya da bir ulusu yok eder. Hele halkoylaması anayasaya uygulandığında “olmak ya da olmamak”, bağımsızlık ya da esaret, egemenlik ya da boyunduruk gibi sorular daha bir güç kazanırlar.

Bu nedenle halkoylamaları ile anayasaya dokunmak sadece Türkiye gibi ana-dolu bir ülkede değil, dünyanın her yerinde tedirginlik oluşturur. Çünkü halkoylaması ile anayasa değiştirilmesi bir biçimde ulusu kendi ölümlülüğü ve sınırları ile karşı karşıya getirir. Açıklayalım. Ernest Renan’in yukarıda hatırlatılan tanımlamasının yer aldığı “Ulus nedir?” konferansında söylediği gibi “uluslar ölümlüdür.” Bu bir bilinçtir esasen. Ulusu diğer insan topluluk biçimlerinden ayıran şey, ulusların ölümlü olduklarının bilincinde olmalarıdır. Nasıl ki insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli olgulardan biri insanın ölümlü olduğunun farkında bir yaratık olması gibi. Ancak ölümlü olduğunu bilmek ölümü kabullenmek değildir. Tersine yaşama yeni bir anlam vermektir. Ve bu yüzden ulus her gün yeniden kendi varlığını onaylar.

Buna karşılık, örneğin imparatorluk denilen toplumsal biçim kendisini “ebedi” farz ve ilan eder. Roma, Osmanlı, Çin imparatorlukları bu anlamda referanduma ihtiyaç duymadılar. Halk istese de istemese de imparatorluklar var olup büyüyeceklerine inanırlar. Varlıklarına ve varoluş alanlarına sınır tanımazlar. Zira imparatorluklar varlıklarını halkın değil tanrının ya da tanrıların iradesine dayandırırlar. Halkın iradesine ihtiyaç duymayan imparatorlukların anayasa anlayış ve ihtiyaçları da pek kısıtlı olur elbette.

Bu nedenle anayasanın anlamı ulusal bir bakış açısı için ya da imparatorluk amaçlı bir yaklaşım için aynı olamaz. İmparatorlukta anayasa olgusu bir emir kipine indirgenir. Halkın iradesinin ifadesi olmaktan çıkar. Temel atıcı özelliğini kaybeder. Büyüme rüzgârlarında yaprak olur savrulur. İmparatorluklar, mutlak iktidar rüyalarına sınır tanımadıkları gibi hak hukuk da tanımazlar. İmparatorluklar çöktüğünde, -çünkü kendini ebedi sanan imparatorluklar da ölürler- geride kalan halkların önünde birkaç seçenek oluşur.

1918’de Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde de böyle oldu. Ortada üç seçenek vardı:

1) Tekrar imparatorluğu kurmak. Pek çok siyasi önder bu yönde mücadele verdi.

2) Boyunduruk altına girmek, yani başka halkların egemenliğini ve yasalarını kabul etmek ve yok olmak. Yani mandacılar.

3) Ya da uluslaşmak. Ernest Renan’in tabiri ile her gün tekrar tekrar kendi varlığını ve bütünlüğünü onaylayan bir halk olmak. Bunun için de kendi sınırlarını tanıyan ve oluşturduğu yasalara göre yaşayan bir halk olmak. Anayasasına ve yasalarına yüksek bir değer veren, kendi başına buyruk bir halk olmak. Kurtuluş savaşı ve ardından yaşanan kuruluş savaşımı, bu seçimi Türkiye’de gündeme getirdi. O günden beri demokratikleşerek, adaletleşerek, uluslaşmak bir süreç olarak hâlâ Türkiye’nin önündedir.


Anayasanın değeri düşer

İmparatorluk sevdasından kurtulmuş, kendi sınır ve yasalarına saygılı, özgürlükleri ve hakları iktidarın kaprislerinden koruyan bir toplumsal örgütlenme biçimi, felsefe ve siyasi düşüncenin kendini gösterdiği ilk çağlardan beri medeniyetin deney taşı bir ideal olarak bilindi. Platon’dan Farabi’ye, Aristo’dan Spinoza ve Kant’a farklı farklı dillerde, farklı biçimlerde ama hep aynı amaçla dile getirildi. Buna karşın, sınır tanımadan büyüme rüyası, anayasa ve yasaların değerini düşürmek -yani prensipsiz yönetim-, kişisel hak ve özgürlükleri ihlal etmek, iç içe -yumak- olgulardır: Medeniyetten uzaklaşan yol bu taşlarla döşelidir.

Bugün Türkiye’de yapılan anayasayı ve halkoylamasının olağanüstü özelliklerini ortadan kaldırarak sıradanlaştırmaktır. Birbiri ile ilgisi olmayan maddeleri bu şekilde halkoylamasına sunmanın sonucu anayasanın değerini düşürmek olacaktır. Bu esasen dünyanın her yerinde uygulanmak istenen aşırı-liberal dünya görüşünün bir sonucudur. Siyasi oluşumları mali güçlere teslim etmenin yolu, toplu iradeleri köreltmekten geçer. Anayasa bu iradelerin temel ifadesi olduğundan doğrudan ya da dolaylı saldırılara uğramaktadır. Halkın iradesini sıradanlaştırmak, anayasayı yasalarla aynı düzeye indirgemek bu halkoylamasının uzun erimli en önemli etkisi olacaktır. Engellenmesi gereken bu etkene karşı, halkın gerçekten iradesini ifade eden yeni bir anayasanın halk tarafından halk için hazırlanması sürecinin açılmasını da gerektirmektedir.


Hayır demek gerekir

Öte yandan, bugün Türkiye Müslüman dünyasında eski Osmanlı İmparatorluğu’nun rolünü oynadığına kendini inandıran bir iktidarın söz pehlivanlıklarını dinliyor. Gerçekçi olmaktan uzak, sözde “Büyük (Müslüman) Türkiye rüyaları” canlandırılıyor. Cumhuriyet Türkiyesi kendine belli sınırlar çizmiş ve imparatorluk karabasanından kurtulma yolunda bir Türkiye idi. Anayasa oylaması bu yeniyetme aşırılık politikasının araçlarından biri olacaktır. Böylesi bir taşkınlığa hayır demek gerekir.

Bugün Türkiye temel hak ve özgürlüklere yönelik hukuki sınır tanımayan siyasi davaları seyrediyor. Anayasada yapılacak böylesi bir göstermelik değişim, anayasayı sıradanlaştırarak kanunların ve hukuk kurumlarının değerini daha da düşürecektir.

Platon’un Gorgias isimli diyaloğunda Sokrates’e karşı çıkan Kalikles’in meşhur tezi şudur: “Adalet güçlülerin egemenliğidir ve yasaları güçsüzler kendilerini güçlülerden korumak için icat ettiler.” Bu tez şu anlamda belki doğrudur, her halkın önündeki seçim: “Ya adalet ya da kaba kuvvete esaret”tir. 12 Eylül’de kaba kuvvete hayır demek ise elimizdedir.


MEHMET TAYLAN, Cumhuriyet, 27 Ağustos 2010