1. yüz (Toplam 1 yüz)

Halka Güvenmek, Atatürkçü Olmanın Temel Koşuludur… / Ali ERALP

İletiGönderilme zamanı: Cmt Nis 20, 2019 13:36
gönderen Gamze Okur
“Halka Güvenmek, Atatürkçü Olmanın Temel Koşuludur…”

İmamoğlu umutsuzluk, karamsarlık çemberini kırdı.

Mücadelesi, direnişi, kararlılığı, sakin, soğukkanlı duruşu ile o, halkı ve aydınları yanına çekmesini bildi.

Kavgasız, dövüşsüz, küfürsüz bir dil kullanarak yığınlara güven verdi…

Ayrım yapmadı. Halkı düşman kamplara bölüp, karşı karşıya getirmedi.

Onları kendisine inandırdı. Kendisi de onlara inandı. Bütünlüğü, beraberliği, dayanışmayı sağladı.

“Bu halktan ne köy ne kasaba olur” diyen aydınlar da onun sayesinde bu halktan “Meğer köy de olur, kasaba da olurmuş” demeye başladı.

Buradan şu sonuca varacağız:

Gerçekleri gören, hedefi iyi saptayan ve Atatürk ilkelerini tam anlamıyla uygulayan bir lider ve kadro, halka yön vermeye başlarsa, kazanmamak ve başarmamak için bir neden de kalmaz.

Daha da önemlisi o lider halkın arasına karışır, halkla birlikte sevinir, halkla birlikte üzülür ve halkla birlikte direnirse zafere ulaşır.

İster sağcı, ister solcu olsun, kim bu ülkeyi parçalamak için etnik azınlıklarla işbirliği yapıyorsa, kim cemaatlerin, tarikatların borazanını öttürüyorsa, kim halka tepeden bakıyorsa o, Cumhuriyetin ve devrimlerin düşmanıdır. Türkiye’nin çağdaşlaşmasının önünde engeldir, settir.

Kemalist devrim programının tamamlanabilmesi için bu çağ dışı engellerin ortadan kaldırılması gerekir.

Ümmet ve kul anlayışından özgür vatandaş ve demokratik, uygar bir toplum yapısına geçebilmenin temel koşulu budur.

HALKA GÜVENMEK DEVRİMCİ, ATATÜRKÇÜ OLMANIN TEMELİDİR. Ne demişti Mustafa Kemal Atatürk:

7 yüzyıldan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız (...) bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşılık nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak mevkiine indirmek istediğimiz bu asıl sahibin huzurunda, bugün utançla ve saygıyla kendimizi toplayalım. (1. TBMM Tutanakları, 18.c., s.4, 1 Mart 1922)

Ama bu hedefe ulaşabilmek için her şeyden önce halka dayanmak, onunla birlikte hareket etmek gerekir.

Ne yazık ki son zamanlarda insanlarımızı küçük görmek, aşağılamak aydınlar arasında bir gelenek, bir moda haline geldi.

Kendi başarısızlıklarını milletin cahilliğine, eğitimsizliğine bağlayıp, “Bu halktan ne köy ne kasaba olur. Bu milletten hiçbir şey olmaz…” deyip işin içinden sıyrılmak onlar için kolay bir çözüm yolu oldu.

Devrimci mücadelede en kolay, en kestirme, en sorumsuz yol, halkı suçlamaktır…

Yani, halka güvenmemek, onu bilinçsiz, kara cahil bir yaratıkmış gibi görmek…

Bunun yanında yıllardan beri hiç başarı kazanamamanın, seçimlerde hep yenilgi üstüne yenilgi almanın, halka güven verememenin bir başka nedeni de Atatürk’ün partisinin bir “Aşure Partisi”ne dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır.

Bugüne değin Atatürk ilke ve devrimlerine zıt bir politika izlendi… Parti, Atatürk düşmanları, yeni liberaller, tarikatçılarla tanınmaz hale getirildi ve gerçek Atatürkçü, yurtsever milletvekillerine savaş açıldı.

Hepsinden önemlisi halkın arasına girilmedi. Halkın sorunları ile uğraşılmadı…

Haksızlıklara, hukuksuzluklara ve her çeşit sömürüye karşı onlarla kol kola, yan yana mücadele vermekten uzaklaşıp, devrimci mücadeleyi dört duvar arasına hapsettiler.

Bol bol konuştular.

Seçimlerde İmamoğlu gibi sandıklara da sahip çıkmadılar. Çıkamadılar.

Hilelere, hurdalara göz yumdular. Sonra da elleri böğürlerinde egemen güçlerin zaferini üzüntü ile seyrettiler…

Yani özetle: Estiler yağdılar. Ama “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” Gitti.

Her defasında bu böyle oldu.

Ama Ekrem İmamoğlu ile halk sevinmesini, gülmesini, meydan okumasını, umut etmesini öğrendi.

Etki, tepkiyi doğurdu.

Baskı ve şiddet, direnmeyi…

Belediye seçimlerinde başta büyük kentler olmak üzere Türkiye’nin yarısı kazanıldı.

Zalimlerin unuttuğu bir şey vardı: Her şey karşıtı ile birlikte var olur. Her şey karşıtını içinde taşır.

Tarih böyle yazar. Buna “diyalektik” denilir.

Patronun olduğu yerde işçi, haksızın olduğu yerde haklı, zalimin olduğu yerde mazlum, zenginin olduğu yerde yoksul, sömürenin olduğu yerde sömürülen, karanlığın olduğu yerde aydınlık vardır.

Kimse sonsuza dek, “Hep bana, Rab bana” diyerek, halkın büyük bir kesimini açlık sınırının altında yaşatamaz…

Gün gelir, 200 binler, 400 bin; 400 binler 4 milyon; 4 milyon 8 milyon olur ve çoğalarak keskinleşir, bilinçlenir ve senden hesap sorar…

Bugün olduğu gibi gün gelir, davullar vurur, zurnalar çalar, halay çekilir… Korku imparatorluğu çöker, korku biter. Direniş başlar.

Bir kıvılcım, bir bozkırı tutuşturur. Şafaklar yeniden doğar…

(alieralp37@gmail.com)