1. yüz (Toplam 1 yüz)

KANMAK

İletiGönderilme zamanı: Pzt Kas 13, 2017 18:35
gönderen Feza Tiryaki
KANMAK

“Kandırdım!” “Beni kandırdılar!” “Kandıramazsın!” “Kanmış!” “Kanmayacaktın!”
“O onu kandırmış, o da ona kanmış, sonunda kanmayan kalmamış.”
“Kanma, yanarsın! Kanma, korkulan başa gelir…” “Kandıra kandıra doyamadı, huylu huyundan geçer mi?”
“Ne yapsın gönlü kanmış… Kafasını duvara vuracak kandığı için ama çok geç…”
*
Kanmak, kandırmak… İnsanlıkla başlar desek yalan olmaz. Din kitaplarında yılan ilk insanı kandırır, elmayı yedirir… Kanmanın bedeli cennetten kovulmaktır. “Şeytan aldatması” kişiliği zayıfların sığındığı bir söz, bir kendini kandırmacadır… Aldatmak; yanıltmak, sözünü tutmamak, ihanet etmek, kandırarak avutmak… Yanlış kanı uyandırmak da aldatmaktır, birini ayartmak, doğru yoldan çıkarmak da… Dalgınlıkla, boş bulunup kanan, kendini bağışlayabilir mi?

Masallarımızda Ali Cengiz oyunları kandırmacanın en üst noktasıdır. Ustasından öğrenilir, yıllarca ders alınır, sonra oyuncu olunur. Bilirsiniz, iki oyuncu çarpıştı mı, üstünlük yarışına giriştiler mi, oyundan oyuna geçerler; seyreden şaşkına döner, üstelik, gösterilene kanar, gösteriyi gerçek sanır.

Yine masallarımızda kandırma, canını kurtarmanın bir yoludur. Dev anası, burası insan eti kokuyor diyen dev oğlunu, bir güzel kandırır, kendini kandırarak (sırtına attığı bir memesinden sütünü emerek) evine giren Keloğlanı, istemiyerek de olsa saklar. Sonra Keloğlan, kendini yemeye niyetli aynı devanasını uyur gibi yaparak, istekleriyle bunaltarak kandırır kaçar… Güzel prensesi, masallarda kızgın padişahın öfkesinden, üvey ananın kıskançlığından, cellatlar, efendilerini kandırarak kurtarırlar. Kızın gömleğini tavşan kanına bular, işte kızının kanı derler. Bu iyilik için zalimi kandırmaktır. Kötülük için yapılan kandırmalar acı sonla biterler. Kuyruk acılı yılan, yalancı dostluğa kanmaz, dostunun oğlunu sokar. Sultanın, masal bu ya, yılan doğan oğlu; halktan saklanır, söylenmez, yılan şehzade, sokmadık bilgin, hoca, gelin kız bırakmaz… Huyu suyu çirkin kız, güzel kızın yerine geçince, çirkinliğini ne kadar saklayabilir, evlendiği beyoğlu, bir gün kandırıldığını anlar. Sonuç, ölümlerden ölüm beğenmektir… Gerçekler ortaya çıktığında, kandırana acınmaz halk masallarımızda.

Tavşanla kaplumbağanın o acıklı yarışında, kaplumbağa tavşanı kandırır, yarışı kazanır. Tilki kandıra kandıra bir hal olur hayvan öykülerinde diğer hayvanları. Kandırmasına kandırır ama onları, sonunda hep cezasını verirler. Ya kuyu dibinde kalır, ya kuyruğu kesilir, ya da bir araba sopa yer… Bu tür öykülerde, kötülük kazanmaz, suçlu cezasını çeker. Kırk katır mı kırk satır mı istersin diye sorarlar kötüye masallarımızda, kandırılan kendini kandırana bu iki seçenekten birini seçtirir, sonra da kerevete çıkar, gökten de üç elma düşmez mi o an…

Keloğlan, babasının gördün mü kork dediği, adı Musa kendi köse boyu kısa insandan, onu kandırarak kurtulur… Buğdayını onun değirmeninde öğütmez, gördü mü tanır, kapısından döner. Ama nereye kadar, kanmaz kanmaz, sonunda Musa’nın birine yakalanır…

Yabancı masallardan “Çizmeli Kedi” baştan sona kandırma masalıdır. Açıkgöz “Kedi”, sıradan, yoksul birini insanları kandıra kandıra gerçekten bey yapar, prensesle de evlendirir sonunda. Kandırıcı söz her kapıyı açar burada. Bremen mızıkacıları adlı dünyaca ünlü masalda, yaşlı hayvanlar, hırsızları korkutarak kandırır, kaçırırlar. Hayvan öyküleri gerçek yaşamdan alınmışlardır, dinleyen, öykü kahramanlarını hiç yadırgamaz, tanır gibidir…

Nasrettin Hocamız, akılsızları, düşüncesizleri ne çok kandırmıştır gülmece öykülerinde. İstemediğinde bir şeyi vermeyi, ipe un sermiştir, hindisini pazarda satılan papağandan küçük görmemiş, övmüş, o konuşuyorsa, bu da düşünür demiştir. Eşeğini yitirmiş, bulunca sevinmiştir, kendini kandırmaya kalkışanları sözleriyle, eylemleriyle yerin dibine batırmış, yalancıların hevesini kursağında bırakmıştır.

Kemal Sunal filmlerini neden severiz biz? Kanmayan bir kişiliği canlandırdığı için, gönlümüzün “Keloğlanı” olduğu, kötüleri maskara ettiği, iyiyi, iyiliği kazandırdığı, umutları boşa çıkarmadığı için…

Kandırma yalan söyleyerek olur: Tek ayak üstünde kırk yalan söyler kimisi, yalan yere yemin eden çoktur, gözlerini kırpmadan… “Yalandan kim ölmüş?” diyen diyene… Kandırmak için kırk dereden su getirene mi, kaşla göz arasında kırk yalan uydurana mı şaşarsın… Kuyruklu yalanlar da işin cabası…

Tarihte de kandırma, kandırılma, kanma öyküleri sayısızdır… Ergenekon’da, destanlarda, savaşlarda… Türk’ün diriliş destanı Ergenekon’da, yenilmez Türk Ordusu, düşmanlarının hilesine, savaşta çekilir gibi yapmalarına kanarak yenilmemiş miydi? Sonunda da, Ergenekon’a sığındı atalarımız, güçlenmek, bir daha bu tür oyunlara kanmamak için. Osmanlı paşası Baltacı’nın, işveli Rus Katarina’ya kanması, masal ötesi bir anlatıdır, Türk erkeklerini uyaran bir derstir artık, ülkemizde bunu bilmeyen okul çocuğu bulabilirseniz bulun bakalım.

Çanakkale’de savaşın gidişini değiştiren “Nusret” mayın gemimiz, yayılmacı, büyük oyuncu, acımasız İngiliz’i iyi kandırmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda, yine İngiliz’in kışkırttığı, yayılmacı, aç gözlü Yunan, kendi şişirilmiş gücüne kanmış, hiç ummadığı bir büyük taaruzla perişan edilmiş, İzmir’de denize dökülmüştür. Yüce önderimiz Atatürk önderliğinde, yakın tarihimizde biz Türkler, Türk Devrimleriyle tüm dünyaya parmak ısırtarak, neredeyse bir yüz yılı bir anda atlayarak, asırlarca kandırılıp kaldığımız karanlıktan çıkmadık mı? Buna karşı kandırmacılar hiç yılmamış, emellerinden geçmemiş, yeni oyunlar aramışlar, gördük; yavaş yavaş içimize sızmışlar…

Yaşar Nuri Öztürk’ün ünlü eseri, “Allah ile Aldatmak”, “Türkiye’yi kemiren ihanet” başlığıyla tanıtılıp çok büyük bir ilgi görmedi mi?

Ne demiş atalar, “Adam adamı bir kere aldatır.”

Yeniden yeniden kandırılmamak için kulağı kirişte olunmalı. Sil baştan aynı durumlara düşmek, aynı şeylere kanmak, akılsızlık değil midir? Takke düştü, kandıranların keli çoktan göründü oysa…

Geçmiş kulağına küpe olursa düşünen insanı kim kandırabilir?

Bizim en büyük silahımız, bizi biz yapan en büyük gücümüz dilimiz… “Atatürk Abecesi”, Türk yazı dili, dilimizi koruyan bir zırh… Bizi birleştiren tutkal…

Dilimize sarıldıkça, onu korudukça, bozulmasına, hangi nedenle olursa olsun, yazı dilimizde en küçük bir değişikliğe kalkışılmasına izin vermedikçe, Türk dilini gelecek kuşaklara öğrettikçe, Türk çocukları sular seller gibi Türkçe konuştukça, Türkçe yazdıkça, Türkçe düşündükçe, Türkçe, yabancı dillere yenilmedikçe, boyunduruk altına girmedikçe, Türk ulusu tutsak olmadıkça, Türk yazı diliyle okuyup yazıldıkça, Cumhuriyetimiz nasıl yıkılabilir?

“Türk dili, zengin geniş bir dildir; her kavramı ifadeye kabiliyeti vardır. Yalnız, onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde işlemek lazımdır. Türk milletini ve Türk dilini medeniyet tarihinin ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz”. diyen yüce Atatürk’e bağlılığımızı göstermenin tam zamanı…

Gösterişli yürüyüşlerle, yalnızca sözle, izindeyiz demekle değil, Atatürk devrimlerini koruyarak, devrimleri bıkmadan, usanmadan öğreterek, benimseterek, algıları tutsak edilmişleri yalnız bırakmayıp kölelikten kurtararak, Türkçemize tutunarak…

Ali Cengiz oyunlarını sahneye koymaktan hiç bıkmayan eskinin kandırıcılarını elimizin tersiyle iteklemeli, Türk diline tüm varlığımızla sarılmalıyız!..

Unutmamalı her kötülük cehaletten (eğitimsizlik) gelir. “Cahil dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun.”der bir atasözümüz. “Cahile söz anlatmak deveye hendek atlatmaktan güçtür.” bilmez misiniz? Bir düşünür, “Yaşam, çok zalim bir öğretmendir. Önce sınav yapar, sonra dersi verir, bilmediğini öğretir.”der.

Ne diyordu “Yeniçağ” yazarı Batuhan Çolak daha geçen gün:

“Atatürk üzerinden kutuplaştıran, onun şahsına hakaret eden insanlar; siyasette, medyada, ticarette en iyi yerlere getirildiler.

Şimdi bu isimler yavaş yavaş geri plana çekiliyor, söylemler yumuşatılıyor, Atatürk’e sahip çıkılıyormuş gibi davranılıyor. “Mustafa Kemal’in Askerleri”ni mi kandıracaksınız! ”


Unutmayınız, sınavdayız! Saat on ikiye beş değil, iki var…

Feza Tiryaki, 13 Kasım 2017